Can Dündar Yazıları...

Evet ya!! Toplumun çoğunluğu olarak Mazeretler Mühendisliğinde üzerimize yok.. Bişey yapmalı !! :uhoh: Harekete Geçmeli bir an önce... Ne yapacaksak.. hemen şimdi yapmalı... yarını ya da beş dakika sonrayı yaşayabilecekmiyiz.. MEÇHUL...

tşkler leydi500...
 
Çok güzel yaa... Okurken çok güldüm bizim 'BABA'ya... :KK70: :KK70: :KK70: Keyif verici bir yazıydı, teşekkürler canım. :KK66:
 
BOŞANMAKLA BAŞARI ARASINDA DOĞRUDAN BİR İLİŞKİ VAR MIDIR?


Yazan: Can Dündar

Bir zamanlar benim de başıma geldi: Sevdiğim kız, bir başkasıyla evlendi.
O hissiyatı bilirim: Ağır bir yenilmişlik duygusu... Bir başkasına tercih edilmiş olmanın derin hayal kırıklığı... Gidip düğünü basacak kadar yoğun bir kızgınlıkla, naçar bir umursamazlık arasında sallanan ikircikli ruh hali...
"Neden o?" sorusunda belirginleşen, kıskançlığın narsisizme dolandığı bir duygular sarmaşığı...

Düğün öncesi söyleşi
Zuhal Olcay-Haluk Bilginer çifti, özenle susmalarına rağmen, sahne ışıkları altındaki benzerleri gibi, birinci sayfalarda boşandılar.
Salı Haluk Bilginer yeniden evleniyor.
Bu düğün öncesinde ve kendisine "En iyi kadın oyuncu" ödülü getiren "Natalie" oyunu sonrasında sohbet ettik Zuhal Olcay''la...
Bir zamanlar benim hissettiklerimi hissediyor mu o da?
Kısmen...
12 yıllık bir evliliğin bitişi ardından bunları hissetmemek kabil değil.
Ama altı ay önce kendisini gözyaşına boğabilecek bir sohbeti şimdi tebessümle yapabildiğine göre fırtına dinmiş, hasar raporu çıkmış, bir defter kapanmış.
Sabahları uyanıp "Allah''ım şükürler olsun, özgürüm" diye sevindiği, "Niye daha önce kopmadım ki?" diye hayıflandığı bir dönemi yaşıyor.
"Güçlü kadın"ı mı oynuyor?
Bir oyuncuyla konuşurken bunu anlamak zor. Ama en çok hüzün yakıştırılan yüzünden huzur, neşe ve özgüven okunuyor şimdilerde...

Boşanınca gelen başarı
Bu özgüveni son dönemki başarılarına borçlu biraz da...
Şimdi yazacağımın kendisi farkında mı bilmiyorum ama Olcay''ın hayat hikayesiyle kariyer çizelgesini birlikte okuyunca insan "Ya iş ya eş" diyenlere hak veriyor.
Bilginer''den önce iki evlilik yapmış Zuhal Olcay... (Kendi tabiriyle "19 yaşından beri evli; aralıklarla...")
Ankara Devlet Konservatuvarı''nı bitirdiği 1976 yılında sınıf arkadaşı Selçuk Yöntem''le evlenmiş.
Üç yıl süren bu evliliğin ardından işadamı Zafer Olcay''la yolları birleşmiş.
1987''de ondan da ayrılmış.
Şimdi dikkat:
Boşandığı yıl, "Martı" oyunundaki Nina rolüyle Avni Dilligil Tiyatro Ödülü''nü kazandı Olcay...
Ardından "Balkon"daki İrma rolüyle Ankara Sanat Ödülü''nü aldı.
1989''da başarılarını uluslararası alana taşıdı: "Sahte Cennete Veda" filmindeki rolüyle Almanya Altın Film Şeridi''nde En İyi Kadın Oyuncu seçildi.
Aynı yıl büyük ses getiren müzikalde Evita''yı oynadı.
Buradaki başarısıyla şarkıcılık kariyerine başladı ve 1990''da ilk albümü "Küçük Bir Öykü"yü çıkardı.
1992''de Haluk Bilginer''le evlendi.
Ödüllere bir süre ara verdi.
Şimdi ondan ayrıldıktan sonra, üç yıl uzak kaldığı sahnelere yeniden dönüyor ve uzun süre esirgenen ödüller yağmaya başlıyor yine...
Bu arada Bülent Ortaçgil''le "Başucu Şarkıları" çıkıyor ve büyük ilgi görüyor.
Görünen o ki, boşanmak Zuhal Olcay''ya yarıyor.

"Dostlar bende kaldı"
Peki neden?
Şimdi çalışmaya daha çok vakit bulduğu için mi bu başarılar?
Yoksa boşanma, başarmanın ön koşulu mu?
Belki de işimiz, ayrılık acımızı saran bir yara bandıdır. Daha çok unutmak için daha çok çalışırız. Çalıştıkça, kanayan ruhumuzu sararız.
O kanlı alın terinin tacıdır başarı...
Olcay da başında o taçla, üçüncü kez koşup geldiği başlangıç çizgisinde yenilenmiş ve mutlu görünüyor.
Tek üzüntüsü, Bilginer''le birlikte büyük emeklerle kurdukları tiyatronun eski eşinde kalması...
"Ya dostlar? Onlar kimde kaldı" diye soruyorum.
"Çoğu bende hâlâ" diyor, "biri hariç... Onun da kalbi bende, biliyorum."
Ama "yaşadıklarından öğrendiği bir şey var":
Artık işi, eşi, dostları ya da başkaları için yaşamıyor.
Herkesten çok kendini önemsiyor, kendine özeniyor.
Bu da boşanmayla gelen bir karar mı?
"Değil, uzun zamandır böyle..."

"Önce ben!"
Bu yaklaşıma iki kez tanık oldum, son bir yıl içinde...
İlki Mülkiyeliler Birliği gecesindeydi. Sahneye çıktığında çatal bıçak sesleri eşliğinde yemeğe devam eden Mülkiyelilere, alışılmadık bir üslupla sert çıktı Olcay;
"Madem dinlemeyecektiniz niye beni davet ettiniz?" dedi.
Birden çatal bıçak sesleri kesildi.
İkincisi, dostlarının bir araya geldiği kalabalık bir geceydi.
Kendisinden habersiz planlanmıştı. Oysa onun başka planı vardı.
"Kusura bakmayın, bu gece sizlerle birlikte olamayacağım" dedi ve gitti.
Bu iki geceyi hatırlattım.
Güldü.
"Başkalarını mutlu edebilmek için önce ben mutlu olmalıyım; doğrusu bu değil mi?" dedi.

Bir kazayla gelen değişim
Aslında o da bir zamanlar, hep başkaları için didinen ve "Hayır" diyemeyenlerdenmiş.
Değişim bir felaketle gelmiş.
1977''de Ankara-İstanbul yolunda devrilen trendeymiş Zuhal Olcay...
Orada ecelle yüzleşmiş.
Herkesin ölümlü olduğunu öğrenmiş ve "Yarın ölecek gibi" yaşamayı seçmiş.
Giderek geliştirdiği bu güçlü hissin doruğunda şimdi:
Kimseye hesap vermeden yaşıyor, sevdiklerine cömertçe açılıp, sevmediklerine duvarlar örüyor.
Ve en önemlisi kendisini eskisinden daha çok seviyor.
Meslekteki 30''uncu yılına her zamankinden güçlü giriyor.



"Çok iyiydin!"
Tam ayrılık döneminde, eşinden ayrılan bir kadını anlatan "Nathalie" oyununda rol aldı Zuhal Olcay...
Bunun yaratabileceği muhtemel çağrışımların farkında olarak, boşanan kadın rolünü Tilbe Saran''a bırakıp oyundaki "öteki kadın"ı oynamayı seçti:
"Öteki kadın" bir fahişeydi.
"Nathalie"nin konusu özetle şöyle:
Eşi Daniel''den ayrılan Sonia, intikam için bir fahişeyle (Nancy) anlaşıyor. "Nathalie" adını verdiği bu kadını sekreter rolünde eski kocasına gönderiyor. Fahişeye aşık olmasını sağladıktan sonra kaybettirip intikam almayı planlıyor.
Lakin oyun ilerledikçe kadınların içinden matruşkalar gibi farklı karakterler çıkıyor.
Hiç kocası için şarkı söylememiş bir soprano...
İçten içe sevgiyi arayan bir fahişe...
Başka bir kadının yanında, eşinin tanıdığından bambaşka birine dönüşen ve "boşanma teklifi için eşinin en dibe vurmasını bekleyen" bir adam...
Sahnede iki kişi, yedi-sekiz farklı karakteri oynamaya başlıyor.
Ve sonunda gönül işlerinin hesaba gelmediği anlaşılıyor.
Öyle ya; "Herkesin ansızın bambaşka biri olabildiği bir an ya da dönem vardır".
Soğuk, mesafeli, güçlü sanılan insan, günün birinde üzerine yapıştırılan imajı fuzuli bir maske gibi çıkarıp bir kenara koyar ve karşınıza bambaşka bir kişilikle çıkar.

"Size nasıl yapılır bu?"
Oyunu izlerken seyirci kaçınılmaz olarak, hem sahnedeki yeni boşanmış kadının ilişkisini hem kendisininkini sorgulamaya başlıyor.
Adamın eşine söylediği yalanlar mesela...
Olcay''ı da en çok inciten onlar değil miydi?
Terk edilmekle baş edebilmek?
Belki de en zoru bu...
Tebdil-i kıyafet alışveriştesinizdir. Süpermarkette konserve seçerken tanınırsınız. Ve kaçıp durduğunuz o vahvah seansı başlar:
"Nasıl yaparlar? Hem de sizin gibi birine..."
Hoopp... Karın ağrıları en başa döner.
Ve oyunun en unutulmaz sahnesi:
Soprano kadın, gözyaşları içinde evliliğinin çöküşünü anlatırken onu en çok yaralayan şeyden söz eder:
Nasıl oynarsa oynasın, her oyundan sonra eşi ona rutin bir tonda "Çok iyiydin" demektedir.
Ama bu tebrikte içten bir yüreklendirme değil, derin bir ilgisizlik, bıkkın bir aldırmazlık alameti vardır -ki insanı hiçleştirir.
Oyunu izlerken, anlı şanlı evlilikleri deviren o kof iltifatın, üç yıl önce Zuhal Olcay''ın seslendirdiği Metin Altıok oratoryosunun kulisinde kulağımıza çalındığını anımsıyoruz:
"Çok iyiydin!
Çok iyiydin!
Çok iyiydin!"
 
Çocukluğunuzu gerçekten bu yazıda ki gibi yaşadıysanınz, eminim hoşunuza gidecektir... Keşke doya doya çocuk olduğum o yıllara dönebilsem ....



Evet biz cocuktuk



"Basardik" Aslinda imkansizi basardik biz.70li yillarda dogan cocukluk ve genclik yillarini bu yillarda yasayanlara diyorum.



Hijyenik olmayan pamuklu cocuk bezi ile tahta besik ile büyüdük. Cocuklar icin güvenli kapaklar,kilitler,elektrik prizleri yoktu ve bisiklete kasksiz binerdik.Gidecegimiz yere yanimizda bur koruyucu ile degil yanliz giderdik.



Hic bir risikoyu düsünmeden. Otomobil de cocuk koltugu olmadan ve kemer baglamadan tasirdi bizi. Erkek cocuklarin tornetleri vardi.Onlari bir otomobil edasi ile kullanir,bakar ve parkederlerdi.Sonra karsilarina gecip hayran hayran seyrederlerdi. Bütün imalati bize aitti.



Cesmeden su icerdik.. Pasta yerdik, ekmek yerdik, sekerli icecekler icerdik ve fazla kilolarimiz yoktu cunku sokakta oynardik. 3-4 arkadas ayni siseden icerdik ve hicbirimiz olmezdik. Oyuncak arabalari haftalarca ugrasip kendimiz yapardik sadece fren yapinca nasil iz kaldigini gorebilmek icin.



Problemlerimizi kendimiz cozmeyi ogrendik. Sabah evden cikip aksam sokak lambalari yanincaya kadar disarida kalabilirdi. Anamiz gece sokaktan bizi ceke ceke,bagira bagira alirdi Kimse bize ulasamazdi cep telefonlarimiz yoktu. Akillara zarar!!! Playstationlar, nintendolar, videolar, PC, 98 kanalli kablo yayini, internet, chat odalari yoktu. Arkadaslarimiz vardi sokaga cikar ve bulurduk onlari.



Oynadigimiz oyunlarda bazen canimiz yanardi, agactan duserdik,heryerimiz cizilirdi, cesitli kazalar ve yaralar olurdu. Ama asla haklilik haksizlik kavgasi olmazdi.Doktora giderdik kimse de sucluluk duymazdi.



Hatirlar misiniz kazalari? Dovusurduk, itisirdik mor lekeler olusurdu ama biz cabucak iyilesmesini ogrendik. Agac dallarindan celik comak oynardik birbirimizin gozunu oymazdik.Komsu bahcesindeki kiraz agacina dalardik. Bilirmisiniz "dalmayi"meyva bahcesine"dalmayi"dut agaclarinin tepesinde dolasmayi ve onu sallamayi ve örtünün üzerinden dut yemegi bilirmisiniz?



Önceden haber vermeden bisikletle veya yuruyerek bir arkadasimiza gidip zili calardik, iceriye girip saatlerce oynar konusurduk (Dusunebiliyormusunuz habersiz) Eger dogru zamanda gelmediysek iceri giremezdik. O zaman da hayal kirikligini ogrenirdik, herseyin istedigimiz gibi ve istedigimiz zamanda olamayacagini ogrenirdik.



Ogretmenlerin daha cok zamani vardi ve neseliydiler.Herkes koleje gitmezdi, gitmeyenler aptal sayilmazdi. Kuafor de olunabilirdi.



Sans-talih-kader-kismet sattiniz mi sokaklarda..Bagira bagira..Sonra kutudaki gofretleri oturup bir kösede gizlice yedinizmi siz?



Yaptigimiz herseyin arkasinda dururduk ve tutarliydik. Okulla veya kanunla celiskide oldugumuzda ailemiz bizi dislar mi dusuncesi yoktu. Sorumluluk sahibiydik ve herseyi basardik.!!!.." Evet biz basardik ve cocuklugumuzu yasadik doya doya...Evet biz cocuktuk.



CAN DÜNDAR
 
Cesmeden su icerdik.. Pasta yerdik, ekmek yerdik, sekerli icecekler icerdik ve fazla kilolarimiz yoktu cunku sokakta oynardik. 3-4 arkadas ayni siseden icerdik ve hicbirimiz olmezdik. Oyuncak arabalari haftalarca ugrasip kendimiz yapardik sadece fren yapinca nasil iz kaldigini gorebilmek icin.



Problemlerimizi kendimiz cozmeyi ogrendik. Sabah evden cikip aksam sokak lambalari yanincaya kadar disarida kalabilirdi. Anamiz gece sokaktan bizi ceke ceke,bagira bagira alirdi Kimse bize ulasamazdi cep telefonlarimiz yoktu. Akillara zarar!!! Playstationlar, nintendolar, videolar, PC, 98 kanalli kablo yayini, internet, chat odalari yoktu. Arkadaslarimiz vardi sokaga cikar ve bulurduk onlari.



ben bunları yaşadım ve şimdiki çocukllara üzülüyorum dışarıya çıkıp oyun oynamaları yasak çünkü etraf pislik insan kaynıyor
 
Sessizliğe son!


Berlin'de yeni açılan "Katledilen Avrupa Yahudileri" anıtını gezdim geçen hafta...
...dehşetle karışık bir utanç duygusuyla...
Bildiğimiz anıtlardan değil bu:
19 bin metrekarelik açık alana yayılan bir soykırım müzesi...
Toprağa paralel gömülmüş tabutları andıran 2711 dikili taş, Almanya tarihinin cinnet sayfalarını belgelercesine yan yana duruyor.
Alana neresinden girerseniz girin kendinizi giderek yükselen bu taş blokların dar koridoru içinde buluyorsunuz.
Acısını derine gömmüş bu beton ormanı içine çekiyor sizi...
Bir süre sonra taştan tanıkların labirentinde, kurşuni bir sessizlikte kayboluyorsunuz.
Gri tabutlar, her an tabanlarından kan sızacakmışçasına kederli...
İnsanlığın taşlaşmış gözyaşları gibi...
* * *
Anıta karar verip inşa etmek Almanya'nın yaklaşık 20 yılını aldı.
Düşündüler, tartıştılar, yarışma açtılar, beğenmediler, ertelediler... sonunda mimar Peter Eisenman'ın projesinde karar kıldılar.
Anıt kentin en görünür yerine kuruldu:
Ünlü Brandenburg Kapısı'nın yanı başına...
Yıkılan duvarın hayali gölgesine...
Hitler'in Berlin'deki yeraltı sığınağının 200 metre ötesine...
60 yıllık bu utancı, tarih kitaplarına kattığını belgelercesine...
Katledilen milyonlarca Yahudi'den özür dilercesine...
* * *
Bugüne dek soykırımdan söz açılınca başını önüne eğmekle yetinen Almanya bu anıt ve altındaki soykırım müzesiyle uluorta günah çıkarıyor.
Çıkışta Brandenburg Kapısı'na açılan büyük caddede bir yürüyüşle karşılaştım.
Bir avuç Alman sanatçı, "Sessizliğe son" yazılı pankartlar eşliğinde, ellerinde davullarla yürüyordu.
Almanların Lübnan krizindeki sessizliğini kırmak istiyorlardı.
Berlin, tarihindeki utancın etkisiyle İsrail'in saldırganlığı karşısında susuyordu.
Yürüyüş sürerken sessizliğe son verildi; ama "Bitirin şu yürüyüşü artık" tepkisiyle kornalara yüklenen kızgın Alman sürücüler tarafından...
* * *
Müzede Yahudilere reva görülen katliama tanıklık ettikten hemen sonra İsrail'in bugün sürdürdüğü katliamı protesto edenlerle karşılaşmak tuhaf bir duygu...
Bunca acı çekmiş bir ulusun, nasıl olup da şimdi aynı acıları bir başka halka çektirdiğine akıl erdiremiyor insan; İsrail'in ölçüsüz, insafsız bir öfkeyle saldırmasına, vurdukça hem kendini hedef haline getirip hem radikal muhaliflerini büyütmesine anlam veremiyor.
Böyle durumlarda acı ile öfkenin kan kardeş olduğunu düşünüyorsunuz.
Şiddetin, korkunun ikizi olduğunu...
Tehlikeli iki silah gibi birbirini doldurduğunu...
* * *
Keşke kabil olsa da Beyrut'ta masum çocukları diri diri toprağa gömen İsrail askerlerine Berlin Müzesi'ni gezdirme, eski acıları hatırlatma imkânı olsa...
Günün birinde "Vaat Edilmiş Topraklar" üzerine kondurulacak bir "Katledilmiş Ortadoğu Halkları Anıtı"nın İsrailoğullarını tarih önünde ne hale sokacağı anlatılabilse...
Masum canına kıymanın, ölçüsüz kıyıma kalkışmanın sonuçlarını, Musa kavminden iyi kim bilebilir ki?..
[/FONT]
 
çok güzel bi yazı bunu bizlerle paylaştığın için tşk
inan insanın elinden bişey gelmemesi ve böyle sesiz kalmak daha da üzücü...
hergün haberlerde o sivil insanların ölmesi ve çocukların katledilişini izlemek
ve bunun çaresizliğiyle günlük hayatımıza dönmek iyice üzüyo..
 
Yeni cep telefonuma eskisinin rehberini geçiriyordum dün...
Baktım, bazı isimlerin numaraları duruyor; kendileri yok...
Bir deprem sonrasının hazin sınıf yoklaması gibi:
"- Cem Karaca?"
"- Yok!"
"- Barış Manço?"
"- Yok!"
"- Erol Mutlu?"
"- Yok!".
"- Melih Kibar?"
"- Yok!"


* * *


Sanki mazinin kumsalına yazılmış isimler... Eninde sonunda geleceğini adımız gibi bildiğimiz halde hiç gelmez zannettiğimiz bir dalga geliyor ve yıllar yılı özene bezene sahile işlediğimiz o güzelim yazıları bir darbede siliyor. Kum gibi dağıtıp ummana sürüklüyor. Sonrası boşluk... Sonsuz bir boşluk...


* * *


Yitik dostların, tanışların ekrandaki isimleri üzerinde geziniyor parmağım... "Sileyim mi" diye soruyor telefon...
Başparmağın ucunda bir ömür...
Can, bir tuş mesafesinde...
"Sil" komutuna elim varmıyor.
"Sil"mek ihanet gibi geliyor.


* * *

Rehberim isim dolu... Kimi canlı, kimi ölü... "Sil"meye kıyılamamış nice isim, yaşayanlarla birlikte duruyor orada... "Yaşayanlar" dediğim, sırasını bekleyenler... Kim bilir hangisi, hangisinin ardı sıra... "Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra..."
Kimi vakitli, kimi apansız, bir anda...
Rasgele arıyorum yitenlerden birini...
Gençten bir kadın sesi yanıtlıyor:
"Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor."
Gelecekte ulaşılması da mümkün görünmüyor. "Daha sonra tekrar deneyiniz" tavsiyesine gülüyorum.
Denemeye söz veriyorum.
Ölmüş de hafızadan silinmemiş dostlar, ölmeden silinenlerden daha uzun yaşıyor bu rehberde...


* * *


Hep merak ederim:
Nereye gider bu bilgisayarların, cep telefonlarının posta kutularından silinen mesajlar, mektuplar, yazılar...
Onca harf, cümle, satır?.. Sanal âlemin görünmez kablolarına tutunup bir ekrandan yüreklere ulaşan haykırışlar, özlemle tuşlanmış, mesaj kutularında saklanmış aşklar... ne olur silinince?..
Uzay boşluğunda dağılır mı?
Yoksa bir yerlerde saklanır mı?
Bir gün yeniden toplanır mı?
Silinmiş yazılar diyarında...
Bir pişmanlık kurultayında...
Ya ölenler?
Onlar hangi keşfedilmemiş ülkeye gider?..


* * *


Galiba hayattan kayıt sildirdikten sonra ilkin gelip sevenlerinin hafızasına kaydoluyorlar.
Bilgisayar gibi değil insan hafızası...
Bir tuşluk "sil" komutuyla silmiyor sevdiğini... silemiyor.
Emir, ferman dinlemiyor.
Hatıralara sarıp saklıyor orada... anıyor, yâd ediyor, "yaşatıyor".
Belki hiç unutmuyor ve yanına gidene dek orada koruyor. Belki -5-10 yıl
sonra- bir gün "hafızası doluyor", onu silip yerine bir başka ismi yazıyor.
İşte insan asıl o zaman "sil"iniyor.
Sözün özü, demem o ki; Unutmazsak yaşatırız!
 
Can Dündar yine konuyu çok sade özetlemiş. bu yıl gerçekten de bunların kaç tanesini yapabildik ben saydım neredeyse bir kaç tanesi dışında hiç birini yapmamışım. ya sizler ne kadarını yapabildiniz.

paylaşımın için teşekkürler.
 
Beni Oldukça Etkiledi Ya siz ne Dersiniz???Aliye ile Ramazan

Öyle tesadüfler vardır ya:
Bir otobüs durağında poşetlerle beklerken, rastlaşırsınız
"- Bu o..." diye içiniz titrer. Bir zamanlar yüreğinizi yakan aşık, sarkmış göbeği, ağarmış saçlarıyla karşınızdadır... iki elinde iki çocuk...
- Nasılsın?
- iyiyim... Ya sen?...
- Kızın amma da büyümüş... Benim de var 10 yaşında...
- Annen, baban?...
- Babamı kaybettik. Annem hasta...
- Mutlu musun?
Sessizlik...
aniden... - Telefonumu vereyim, ararsın belki...
İki yanakta iki masum buse; biri eski sevgiliye, diğeri onunla birlikte yitip giden maziye...
"- Kimdi o amca anne?.."
Yüreğinizde belli belirsiz bir iç çekme ve aklınızda hınzır bir soru işareti:
"Acaba?.."
* * *
Aliye ile Ramazan'ın aşk hikayesinde buna benzer bir hüzün gizliydi.
Gerçi öyküleri, önce haklı olarak bir "tıp rezaleti" olarak yansıdı Milliyet'in manşetine... Ancak Ayşegül Aydoğan'ın dünkü haberi en az ilki kadar hazindi:
Polis memuru Ramazan Bey, öğretmen Aliye Hanım'a 1954'te Karabük'te evlenme teklif etmiş. Annesine bakmak zorunda olduğundan kabul edememiş Aliye... Bir başkasıyla evlenmiş Ramazan... Üç çocuğu olmuş, ancak Aliye'yi hep aklında, göğsünde saklamış. Gün gelmiş, eşi göğüs kanserine yenik düşmüş. Ailesi "3 çocukla bir başına baş edemezsin, evlen" diye tutturmuş. O da "Yıllar önce bir sevgilim vardı, evlenirsem onunla evlenirim" demiş. 17 yıl sonra gençliğinin Karabük'üne dönmüş ve Aliye'nin peşine düşmüş.
Öğretmenlik yaptığı okulda bulmuş onu... Müdürün odasında beklemeye koyulmuş. Aliye odaya girip de eski aşkını karşısında görünce şaşkınlıktan dışarı kaçmış. 17 yıl önceki teklifi yinelemiş Ramazan:
"- Evet" demiş bu kez Aliye öğretmen...

* * *

28 yıl evli kalmışlar. İkinci baharı yaşamışlar.
Malum, ikinci bahar, "son"bahardır. Orada aşk, hayatla cilveleşmekten çok, hayat denilen çileyi birlikte göğüslemektir.
71 yıllık yorgun kalbi teklemiş bir gün Aliye'nin...
Ramazan bir ambulansla hastaneye yetiştirmiş eşini... Kabul etmemişler, paraları yok diye... Sonra bir başkasına... yine ret...
Aliye Hanım ölümün eşiğinde duyuyormuş Ramazan Bey'in çırpınışlarını; "Allahım bunlar ne yapıyor" diye ürperiyormuş.
Ramazan Bey'se "ilk göz ağrım gidiyor" diye sızlanıyormuş için için... "Ona bir şey olursa ben ne yaparım?.."
Sonunda Ramazan Bey'in yeğenlerinin parasıyla bir özel hastaneye yatırabilmişler. Fotoğrafı vardı dünkü Milliyet'te...
Aliye Hanım yatakta; Ramazan Bey başucunda... sağ eli sımsıkı eşinin avucunda...

* * *

"İlk bahar"da çoğunlukla imkansızlıktır aşkı filizleyen, besleyen; "son bahar"daysa fedakarlık...

Onu aşkı yaşattı


Aliye Öğretmen, 17 yıl bekleyip kavuştuğu ilk aşkı Ramazan Bey için "Değerini gidince anladım.

İkinci kez gelince teklifini kabul ettim" diyor
__________________
 
gerçekten aşk bu işte bence onlara sağlık ve mutluluklar dilerim geçmiş olsun keşke tanıyıp kendimiz iletebilsek böyle aşklar zor bulunur ellerine sağlık cnm tşk ederim
 
Çok güzel bir aşk hikaysi canım içim titredi nerde böyle aşklar aşıklar şimdi
ellerine sağlık canım bunu bize okuttuğun için ben görmemiştim
 
Türkiye, 71 yaşındaki emekli öğretmen Aliye Düzel'i geçirdiği kalp krizi sonrası yaşadığı zorluklarla tanıdı. Hastane hastane dolaştırılan, sonunda tedavi altına alınan emekli öğretmen Aliye Hanım'ın en büyük dayanağı 28 yıllık eşiydi... Şimdi ikinci baharlarını yaşayan Düzel çiftinin aşkı filmlerdekileri aratmayacak türden.

Başkasıyla evlendi
Aliye Hanım, 1954'te Karabük'te öğretmenliğe başlar ve polis memuru Ramazan Düzel'le tanışır. O yıllarda annesine bakmak zorundadır. Ramazan Bey'in evlilik teklifini kabul etmez. Bunun üzerine Ramazan Bey, Karabük'te başkasıyla evlenir. Üç çocuğu olur. Ancak eşi meme kanserine yenik düşer. Ailesi Ramazan Bey'i evlendirmek için baskı yapar.

Eski aşkına döndü
O da "Bir sevgilim vardı. Evlenirsem onunla evlenirim" diyerek yola düşer. Aklında Aliye Hanım vardır. Karabük'e gider ve onun evlenmediğini öğrenir. 17 yıl sonra ilk karşılaştıklarında Aliye Hanım, şaşkınlığından görüştükleri müdür odasından kaçar. Birkaç gün sonra buluşurlar ve Ramazan Bey evlenmeyi teklif eder. Bu kez aldığı yanıt kendi deyimiyle "Hayatının en mutlu yanıtıdır."

İlk göz ağrısı
Halen yoğun bakımda tedavisi süren Aliye Hanım o günleri şöyle anlatıyor: "Anneme bakmalıydım. Babam ölmüştü. Ramazan bu şartları kabul eder mi diye düşünmüştüm. Değerini sonra anladım." Ramazan Düzel ise eşi fenalaşınca çok korktuğunu, yıllar sonra kavuştuğu aşkını kaybetme endişesi yaşadığını belirterek, "O ilk göz ağrım. Yıllarca ne aklımdan ne gönlümden çıktı. Onun başına bir şey gelseydi ne yapardım?" diyor.


Aliye Hanım o günü anlattı:
'Allahım bunlar ne yapıyor' dedim...
ACIBADEM Hastanesi'ne 1.5 milyar lira karşılığında yatırılan Aliye Hanım,
ambulansta yaşadıklarıyla ilgili olarak şöyle konuşuyor: "Doktorların ve Ramazan'ın konuşmalarını duyuyordum.
Götürdükleri hastanelere beni almıyorlardı. Allahım beni ne yapacaklar böyle gezdire gezdire, diye düşünüyordum."
Hayatını öğrencilerine adadığını, daima onlar için çalıştığını kaydeden Düzel, sözlerine şöyle devam ediyor:
"Olayı duyup beni ABD'den arayan
çoluk çocuk sahibi öğrencilerim oldu.
Bu, tarif edilemez bir mutluluk."
 
Dikkat: Bu yazı çocuklar ve bulantısı olanlar için sakıncalıdır!

Berlin'in göbeğinde seks filmleri ve aletleri satan bir mağazaya girdim ve ne yalan söylemeli, hayret ettim.
Camekânını erotik fotoğrafların süslediği mağazanın girişi muşamba perdelerle gizlenmiş.
İçerde süpermarketi andıran geniş bir alan ve o alana yerleştirilmiş düzenli raflar var.
Bir köşede şişme kadınlar, deri maskeler, kırbaçlar, iç çamaşırlar, boy boy alet-edavatlar...
Alt katta, ekrandaki filmlerle baş başa kalınabilecek dar odalar...
Ve ortadaki raflarda pornolar...
* * *
Daha önce "seks shop" gezmiş olanlar için tanıdık manzara...
Beni hayrete düşüren bu değil: Moda olan seks filmleri...
Girişte en öne konulan DVD'lerin konusu neydi biliyor musunuz?
Pislik yedirme!
Bu, çoktandır böyle ise, mevzuu bilenler cehaletimi bağışlasın; ama ben eskiden tezgâh altında "meraklısına" sunulan bu tür fantezilerin bunca popüler hale geldiğini bilmiyordum.
DVD'lerin kapağında, ortalarına yatırdıkları kadının ağzına işeyen erkeklerin, hemcinsinin ağzına kusan kadınların, birbirlerinin vücuduna sıvadıkları ("havyar" diye adlandırılan) dışkıyı teninden yalayan grupların fotoğrafları vardı.
* * *
Ahlakçılık taslamak istemem; herkesin zevki kendine...
Sadece "ilginç"in yerini "iğrenç"in aldığına, "müstehcen"in tahtına "müstekreh"in oturduğuna dikkatinizi çekerim.
70'lerin pornolarındaki türden seks tamamen gözden düşmüş. Yatak odalarının yeni gözdeleri şunlar:
Şişmanlarla, cücelerle, hamilelerle, yaşlılarla seks, çocuklara tecavüz içeren Japon çizgi filmleri...
Atlar ve köpeklerle çiftleşme...
İşkence yaparak ırza geçme...
Bu arada Türkçe pornolar da artmış. Pek manidar isimler taşıyan DVD'lerin pos bıyıklı, koca göbekli kahramanı, "8 aylık hamile, azgın bir kadın"ın üzerindeydi bir macerada...
* * *
Peki ne oldu da dışkı, yatak odalarının mezesi oldu?
Sokakta şiddetin, sinemada pornonun hüküm sürdüğü 1970'lerin sonlarında sevgili hocam Prof. Ünsal Oskay, "Eros'un ölümünden" söz ederdi bize, üniversitede...
Dünya hızla ve acımasızca değişirken, yaşadığı ekonomik ve kültürel sarsıntının nedenlerini kavrayacak birikime sahip olmayan kesimlerin nasıl husumete sürüklendiğini anlatırdı.
"Sıradan insan", bu husumeti iktidara değil, en yakınındaki benzerlerine yöneltir, şiddete, kabalığa, zorbalığa başvururdu.
Kitlelerin ruh sağlığı bozuldukça eziklikten doğan bir üstünlük duygusu ve sadizm öne çıkardı. Bu, yaşama sevincinin ölümünün habercisiydi...
* * *
Hoca'nın tespitlerini bugüne uyarlayalım: Değişim, küresel boyutta hızlandı. Ütopyalar çöktü. Yarın endişesi derinleşti. Güven bitti. Zemin çamurlaştı.
Çürüyoruz.
Bu çürüme ilişkilere de yansıyor.
Özgürlük sanılan bir serbesti ve sevdadan arındırılmış şehvet, azgınlıkta sınır tanımıyor. Paparazziler, gündelik ilişkileri kovalıyor.
"Serbestler"in iştahı, yaygın cinsel açlığın karnını doyuruyor.
Cep telefonu-kamera-bilgisayar üçlüsü, iletişimden çok, porno bulmak ve tuzak kurmak için kullanılıyor.
İhanete uğramışların şantaj kasetleri dolaşıyor internette... Çocuklar örnek alıp okul tuvaletinde cep telefonuyla ava çıkıyor.
Hayatımızda güzellik, estetik, sanat eksildikçe, bağlılık, umut, güven tükendikçe, çürüme marifet gibi sergilendikçe bir apse patlamışçasına cerahat akıyor mesaj kutularından, seks mağazalarından, yatak odalarından...
İnsanoğlu sevgiden koptukça b.ka bulanıyor.
Ve aşk, ayağa düştükçe kuburda boğuluyor.

Can DÜNDAR
 
Bir kadını sevmekle başlar her şey ama,bir kadını tanımakla varılır hayatın sırrına.
Bir kadını tanımaya soyunmak zor ama keyifli bir yolculuğa çıkmaktır.
Dört mevsimi bir yürekte buluşturur, bu yüzdende sürekli şaşırtırlar.
... Sürprizlerin ardı arkası kesilmez. Zordur anlamak onları. Benzemek gerekir anlayabilmek içinbelki de..! Kendi zekasını hatırlatanları sever, sevgisini göstermekten ürkmeyenleri,sürprizlere hazırlıklı olanları bir de. Muson yağmurları gibi yağarken, sahrada çöl fırtınası koparıp ardından güneş olup ısıtabilirler. Dedim ya bir dünyadır kadınlar,yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen..

CAN DÜNDAR
 
Günaydın... Bir Can Dündar hayranı olarak ben de bir katkıda bulunmak istedim bu foruma..

Bir babanın çocuğu için doğumundan itibaren tam 20 ay boyunca tuttuğu gün gün tuttuğu notlardan:
1. Gün: Bugün 12,30 da doğdun. 9 ay annen senin için üzüldü, ben her ikiniz için titredim. Melek annen, 10 saat doktorların karşısında yan odada pür heyecan bekleyen babanı çıldırtan, ağlatan sancılarla seni dünyaya getirdi. Bu seslerin yalnızca birini duymuş olsaydın, bunların hayatta hiç bir şeyle ödenemeyecek bir borç teşkil edeceğini 100 asır yaşasan unutamazdın! Bir gün babanı kaybedersen, Allah'ın yarattığı kadınların en iyisi olan annen için çok fedakar, çok sadık ol. Fakat bilmem ki o gün annen yaşar mı? Sen hayatın dikenli yollarının bir yolcusu olmazdan evvel biz ikimiz de ölürsek, sakın bizleri unutma!

3. Gün: Baban hayatında çok alkışlar, şerefler, ihmal edilmeyecek muvaffakiyetler gördü. Fakat bunların hiçbiri, bana henüz hiç bir şey senin küçük ağzına, yarı kapalı gözlerine, yumuk ellerine bakarken hissettiğim zevki ve saadeti vermedi...

6. Gün: Dün gece bizi hemen hiç uyutmadın, sabaha kadar ağladın. Evvelce çocuk sesi işitince sinirlenen baban, şimdi eski itiyadını kaybetti. Ağladığın için merak ediyorum, fakat sinirlenmiyorum. Hayati hususiyetinde istiklalini hiç bir şeye feda etmemiş olan baban, şimdi senin esirindir!

100. Gün: Yüz gün yavrum... Kainatın ömründe erkamın en yüksek sıfırlarının bile bir nispeti kadar ehemmiyeti olmayan bu yüz takvim günü, senin ve bizim için ne kadar kıymetli! Ben ki artık meyil basamaklarını inmek üzereyim. Ömrümde günlerin değil, saatlerin bile kıymeti vardır. Buna rağmen seni çabuk büyümüş görmek için, bunların bütün süratleriyle geçmelerini istiyorum... İnşallah bir gün saçlarımız ağarmış olsa da, seni istediğimiz gibi göreceğiz.

365. Gün: Yarın gözlerini açtığın vakit, senin için neler hazırladığını bilmediğim, fakat çok uzun olmasını temenni ettiğim hayat seyahatinin ilk senesini ardında bırakmış olacaksın. Senin hafızanda hiç bir iz bırakmayacak olan bu senenin bütün anıtını bu deftere kaydettim. Buna, dindarane bir itikat ile riayet ettim. İstikbalde boş zamanlarında, ihtiyarladığında çocuklarına bunları okuyacaksın. Bu satırları yazarken gözlerim yaşardı. Hayatın ezeli mukadderatı icabınca nihayet bir gün senden ayrılacağım gözümün önüne geldi. En büyük emelim bu günün çok, pek çok uzakta olmasıdır ve gözüm arkada kalmamak için seni yetişmiş, bu her adımında bir arıza saklı olan hayat yolunu namus ile, cesaret ile katedecek hale gelmiş olarak görmek ve bundan sonra gözlerimi kapamaktır. Var ol, mesut ol, annesinin, babasının yıldızlı seması, kainatı olan güzel çocuk...

İttihat Terakki Hükümetinin delegelerinden Cavit Bey'in oğlu Şiar Yalçın için tam 603 gün aralıksız tuttuğu günlükten notlardan...
Can DÜNDAR (Kırmızı Bisiklet)
 
X