Can Dündar Şiirleri

EVLENMEK İSTERDİM...
Süper bir dügünüm olsun,bembeyaz, sirti acik bir gelinligim
olsun,annem sevincinden aglasin
diye....
Kivircik sacli bir kiz cocugum olsu ve bana anneler gününde carpik curpuk yazisiyla okulda yaptiklari karti getirsin
diye..
Geceleri gök gürleyip firtina
ciktiginda korkarak yastigima sarilmayayim
diye...
sevdigim erkek bana canim karicigim desin
diye...
Artik yemek yapmayi ögreneyim,devamli
yumurta ve makarna pisirmeyeyim
diye...
A MA
E V L E N M I Y O R U M:
Sevdigim erkegin kirli iccamasirlari,
Lavobodaki sakal artiklari,Kaprisleri, küfürleri,vurdumduymazliklari ve yalanlari arasinda onu neden sevdigimi unutmayayim
diye...
Isin icine para ve cikar hesaplari girdigi zaman büyük asklarin
nasil kücüldügün görmeyeyim
diye...
Aldatilmanin dayanilmaz hafifligi(!) ile tanismayayim
diye...
Canim babacigimdan kalan tek sahip oldugum seyi,soyadimi verip yerine bana soyadindan baska verecek cok büyük birseyi olmayan birininkini almayayim
diye....
Gece kizarkadasim aglayarak bana telefon actigi zaman kedime ertesi gün icin mama koyup geceligim ve dis fircamla onun evine gidebileyim
diye..
Ben olgusunu daha yeni yeni ögrenmisken,bunu Biz olgusuna degismeyeyim
diye...
CAN DUNDAR
 
Sadece kimsesiz ge*milerle miskin ke*dileri barındıran ıssız bir sahil kasa*basında çakırkeyif bir yılbaşı ertesi... Kış güneşi, yanlış za*manda açmış bir bahar çiçeği gibi sıcak gülüm*seyip ısıtıyor tenimizi...



Kimsesiz gemiler, bu*runlarını açık denizlere dikmiş yalpalıyorlar sahil boyunca... Miskin kedi*ler toprakla güneş arasında mahmur...



Dostlarla paylaşılan salaş bir meyhanenin ah*şap masasında, 25 yılını denize vermiş Hasan Kaptan, kocaman kırmızı yanaklar ve ışıltılı göz*lerle hayatı özetliyor: "Deniz, balık, güzel kadın, sağlıklı çocuklar...Hepsi bu...!"



Zamanın sakin ve telaşsız aktığı bu dalga boyun*da saat sorulursa bozuluyor kaptan: "O yok işte bu*rada" diyor kızgın, "Burada gündoğumu var, günbatımı var, balık vakti var, ama saat yok..."



Metropol telaşlarından hayli uzakta bir başka hayat, midye kabuğunun arasından ışıldayan bir inci tanesi gibi gülümsüyor.



Neredeyse unutmaya yüz tuttuğumuz bir hu*zur, bizi yeni bir yılın ilk adımlarında güneşle top*rak arasında yakalayıp kollarına alıyor. Tabanları*mızda topraktan yayılan ısı, kulaklarımızda deni*zin tuzlu sesi ve göz kapaklarımızda kış güneşinin busesi...



Bir koca yılı henüz eskitmişken ve yeni bir yılı, içinde ne olduğunu kestiremediğimiz, el değme*miş bir yılbaşı hediyesi gibi paketinden çıkarmaya hazırlanırken bütün bir yaşamıyla hesaplaşmak istiyor insan...



Yüzyıllık bir savaşın, sadece yılbaşlarında mola veren yorgun askerleri gibi, akrep ve yelkovanın durduğu bir su başında bilançoya oturmak isti*yorsunuz.



Acaba ne kadar yara aldık savaşta? Ne kadarı*nı gösteriyor, ne kadarını gizliyoruz?



Ne kadarı açık yaralarımız, ne kadarı iç kana*malarımız?



Zaferler çıkarabildik mi mağlubiyetlerimiz*den..?



Süresini ve yörüngesini bilmeden çıktığımız bu yolculuğun neresindeyiz acaba... ve daha kaç ge*mi var içinde olmak isterken ardından el sallaya*cağımız?



Merak etmiyor musunuz; ne kadarı gözyaşı ka*lan yaşamınızın, ne kadarı kahkaha..?



Geride kalan yılların ne kadarından gururlu, ne kadarından pişmansınız?



Ne kadarını kurumuş sonbahar yaprakları gibi süpürüp atmak isterdiniz belleğinizden, ne kada*rım saklardınız kutsal bir emanet gibi...?



Yaşam terazinizde "Keşke hiç yaşamasaydım" dedikleriniz mi, hep tekrarlansın istedikleriniz mi ağır basardı?



İnsana gecikmiş bir baharı çağrıştıran ılık kış gü*neşi altında kısa bir mola verince insan, sahile de*mirlemiş mahmur gemiler gibi kendini suların yalpalayışına bırakıp maziyi tartıya vurmak istiyor.



Ne kaldı geriye bunca telaştan..?



Avucunuzun içinden kayıveren sular gibi yitip giden yıllar geride ne tortu bırakıyor?



Kendinizi bütün kazılmış siperlerinizin dışına koyup, bütün kalkanlarınızı indirdiğinizde, çırıl*çıplak karşısına geçtiğiniz yaşam aynasında ne görüyorsunuz?



Tüketmek için bunca acele ettiğiniz takvim yapraklarına, onca hızla çevirdiğiniz akreplere, yelkovanlara, içine gönüllü daldığınız o insafsız rutin çarkına şöyle bir uzaktan baktığınızda ne hissediyorsunuz?



"Ne kadarı benim hayatım..." diye soruyor mu*sunuz; "...ne kadarını başkaları yaşamış benim yerim.ya da ben başkalarının..."



"Aynadakinin ne kadarı ben'im, ne kadarı oy*nadıklarım...?"



Yamaçlarında gölgelerin oynaştığı kederli anı*lar ve ışıltılı yaş günlerinden kaçını "keşke yeni*den yaşanabilseler" diyerek anımsıyorsunuz?



Karlı bir dağ zirvesine ya da bir şömine alevine bakarken dalıp gittiğinizde "Neden zirvede deği*lim"! mi düşünüyorsunuz, "iyi ki uçuruma düş*medim"i mi...?



Sadece kimsesiz gemilerle miskin kedileri ba*rındıran ıssız bir sahil kasabasında yakaladığınız bir geniş zamanda, geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman arasında gidip gelirken en çok ne gelirdi aklınıza...?



Sizi bilmem ama ben akıbeti meçhul bir yeni yılın eşiğinde sürpriz bir kış güneşi göz kapakları*mı yalarken sadece sevgiyi düşündüm.



Sevgiyi koydum kum saatinin dolu dizgin akıp gi*den kumlarının her bir zerresine... kışın açık deniz*lere bakarak bekleşen kimsesiz gemilerin güvertesi*ne; geçmiş zamanın, şimdiki zamanın ve gelecek zamanın öznesine hep sevgiyi koydum...



Çünkü bir tek sevgi var elimizde; bunca yıldan damıtılıp gelen...



Ve metropol haragülesinden uzakta, kocaman kırmızı yanaklarla gülümseyerek bir başka hayattan haberler veren Hasan Kaptan'ın yalancısıyım ki;



...yine bir tek o kalacak, yaşanacak yıllardan da geriye...



Bir tek sevgi olacak bunca telaştan artakalan...



...öteki yalan...



Can Dündar
 
ARKANDAN AĞLAR
Ah, beni bu iki kelime yaktı. Annemin dilinden düşürmediği o iki kelime:“Arkandan ağlar”. Tabakta yemek yığılı olurdu. Ben yükümü almış olurdum. Kalanı, beklemekten yağları donuklaşmış bir bulamaca dönerdi. O zorladıkça ben direnirdim; tabağı iter, çataldakini tükürür, yemezdim.Sonunda yılanı deliğinden çıkaran o iki sözcük gelirdi:“Hadi ama bak, arkandan ağlar”. Ve inanırdım buna… Dayanamazdım o lokmacıkların arkamdan ağlamasına…Onları böyle ağlamaklı halde yüzüstü bırakıp gitmektense zavallı midemin sınırlarını kusasıya zorlamak ve tabaktan hüzünle bana bakanları zar zor yutmak daha insaflı gelirdi.Limon yalamış bir yüz ifadesiyle yutardım “Bizi ye” diye gözyaşı döken bulamacı.Büyüyünce, yuttuğumun aynı zamanda masum bir yalan olduğunu da öğrenecektim.Ama hala perhiz yapamıyorum: Tabakta kalanlar arkamdan ağlayacak endişesi yüzünden…Kayseri Erciyes Üniversitesinden Yard. Doç. Nurten Budak’ın araştırması, Anadolu kadınının şişmanlığının nedenini, benim için çokk tanıdık bu yalana bağlıyor: “Tabakta yarım kalan yemekleri dökmemek…”Diyabetik Bölüm Başkanı olan Budak’a göre kadınların kilo almasına yol açan en büyük etkenlerden biri, evde yemeğin, tüketecek kişi sayısından fazla hazırlanması…
Kadın, çocuğuna “ağlar” masalıyla yediremediğini “ziyan olmasın” diye kendi yiyor; fazla mesai yapan mide, bir artıklar çöplüğüne dönüşüyor.Yani kadın, müsrif olmaktansa, şişman olmayı seçiyor. Şimdi biraz çocukluğumun intikamını alayım mı? Bence “Arkandan ağlar” masalı, sadece artık yemeklerin dökülmesinin değil, nice ayrılık kararının da önündeki en büyük engeldir. Türk filmlerinde anne, cami avlusuna bıraktığı yavrusunun çığlığına dayanamayıp geri döner.Bir çift hüzünlü göz, çocukların baba evinden, dayak yiyen kadınların koca evinden, mutsuz erkeklerin eşlerinden kopmasını engeller. Kapılar çarpılıp çıkılmaz buralarda; içe kapanır. Daha iddialı söylemek icap ederse “Arkandan ağlar” paranoyası, Türk mevcudiyetinin ve birlikteliğinin çimentosu olmuştur. Bu, bir tasarruf genelgesi olduğu kadar bir vicdani uyarıcıdır, ki vefakar, çileli ve kilolu nesiller yetişmesini sağlamıştır.Ama bugün işler değişiyor.Bence tasarruf fikriyatının zayıflamasıyla Türk ailesinin çöküşü arasında bir bağ var.Yerli mallar haftaları tarihe karışınca, ömrünü tutumluluğa vakfetmiş fedakar Türk kadını bir anda boşluğa düşüyor.Annelerince “Arkandan ağlar” uyarısıyla büyütülmüş erkekler “Ağlarsa ağlasın” vurdumduymazlığıyla, hesapsız harcayan ama zayıf kadınların peşinden gidiyor.…arkalarında, “Arkamdan ağlar” diye sofradaki artıkları yiyen ve giden kocalarının arkasından ağlayan, şişman kadınlar bırakarak...
Can Dündar
 
Saklanan Sevdalar
Saklanan Sevdalar

Çoğumuz (genellikle de erkekler) duygularını saklamanın daha doğru olduğunu sanıyoruz.
Ne kadar yanılıyoruz değil mi? Oysa sevgi beslenmeli, karşılıklı özveriyle desteklenmeli.
Her gün yeni bir sürpriz için çaba sarf edip sevgiyi yaşatmak için emek vermeli.
Ama ne yazık ki evliliklerde garanti gözüyle bakıp hiç emek
harcamadığımız gibi hesapsızca tüketip, har vurup harman savuruyoruz sevgileri.

Ne yazık...
Oysa ne zor bulunur sevgiler. Özellikle karşılıklı olanı yakalamak ne küçük bir olasılık.
Ama kaybetmek ne kadar kolay ve çabuk.
Koca bir sevginin katili oluveriyoruz çarçabuk. Bence sevi katilleri de yargılanmalı ve
cezaya çarptırılmalı. Çünkü kapanması ve onarımı olanaksız bir ton yara bırakıyor ardında.
Sonra bir ton da yaralı insan. Öleceğiz zannedip ölmüyoruz acısından.
Ama sürüm sürüm sürünüyoruz. Sonrasında yeni sevdalara kuşkuyla bakıp olası
mutluluklara kapatıyoruz pencerelerimizi. Korunmak adına anlamsız
kaçak güreşler daha da yoruyor insani.

Şöyle kararlı, tutup koparıverecek, ayaklarımızı yerden kesecek kadar cesur
birini bekleyip ömür tüketiyoruz. Bir de bakıyoruz ki yolun sonuna gelivermişiz.
Ne çabuk geçmiş zaman. Ne kolay tüketilmiş sevdalar. Ne hesapsız harcayıp ne
derin yaralar açmışız.Bir o kadar yara da biz edinmişiz hayattan. Hayatin son durağında,
mevsim çoktan kısa dönmüş, gelecek vasıtayı bile kestiremez olmuşuz.

Neyin adına peki?..
Ahh Korunma iç güdüsüyle sakladığımız seviler ahh...
Üstelik taze tüketilmesi gerekirken saklamaya kalkıştığımız, hem de saklama koşullarına da
uyulmadığından çürümüş,
kokuşmuş, çürüdükçe de etrafını çürütmeye devam eden, tümörleşen, duygu
depocukları ne çok canimizi acıtmış. Bize sunulmadan bayatlamış ve sunulduğunda da
besin zehirlenmesine yol açmış seviler. Hayat ne bayat noktasına gelmişiz bu yüzden.
Ve ne kadar geç kalmışız hayata.

İşte hayat bu.
Ben de galiba hayat ne bayat noktasında, gelecek vasıtayı kestiremiyorum artık.
Umarım siz tazeyken tüketmeyi becerebilirsiniz duygularınızı ve hayat
arkadaşınızı besin zehirlenmesinden kurtarırsınız. Çok mutlu olmanız dileğiyle....
Can Dündar
 
ÖĞRENMİŞSİN DEMEKTİR
Bir dönem dünyayı sallamış bir efsane grup için ne hazin final!..Kurucularını çoktan toprağa vermişlerdi.Artık birbirlerini görmüyorlardı bile."En küçükleri"nin ölüm döşeğinde buluştular son kez.Kim bilir nelerden konuştular.Çıkan ikili, gözyaşlarını sildi gizlice.Kalan, ölüm için saat saymaya devam etti.Beatles'ın en genç üyesi (58) George Harrisson'ın beklenen ölümü bana Mori'yi hatırlattı.Mori Schwartz, hayat dolu bir üniversite profesörü.1994'te vücudunda bir gariplik hissetmiş. 60'lık vücudu artık dans derslerini kaldıramayacak kadar bitkinleşmiş. Doktora gittiğinde yakında öleceği haberini almış:Hastalık Mori'yi tekerlekli sandalyeye bağlamış. Dersleri bırakmış, evdeki bakıcının kollarında bebekliğe yeniden dönmüş: Kucaklanıp kaldırılır, başkası tarafından yıkanır, poposu pudralanır olmuş.Düşünmüş o zaman:"Kendimi bırakıp yok olmayı mı bekleyeyim, yoksa kalan zamanımı en iyi şekilde değerlendireyim mi?"Sonunda ölümünden utanmamaya ve yaşamla ölüm arasındaki son köprünün bütün ayrıntılarını anlatmaya karar vermiş.Hayattaki son dersi, "kendi ölümü" olacakmış.Önce sevdiklerini toplayıp, onlara bir "canlı cenaze töreni" düzenlemiş.Bizim ancak ölenlerin ardından yaptığımız sevgi konuşmalarını hayattayken dinleme ve gönlünce cevap verme şansını yaratmış.ABC televizyonunun ünlü haber sunucusu Ted Koppel'ın programına konuk olunca üne kavuşmuş.Dünyanın dört bir yanından mektup yazan, röportaja gelen insanlar ona "son yolculuk"u sormaya başlamışlar.Mori'nin bu sorulara verdiği yanıtlar Türkçede de yayımlandı(Mitch Albom, "Öğretmenim Mori'yle Salı Buluşmaları", Boyner Y. 1997) Birbirinden ilginç o yanıtlardan benim aklımda kalan ders şu oldu:"Herkes öleceğini bilir, ama kimse buna inanmak istemez. Oysa öleceğimize inansak, bazı şeyleri farklı yapardık. İnsan ölmeyi öğrenince yaşamayı da öğrenmiş oluyor. Budistlerin yaptığını yap ve her sabah omuzundaki küçük kuşa sor:'O gün, bugün mü? Hazır mıyım? Olmak istediğim insan mıyım? Kariyer, iyi maaş, araba ve ev taksitleri... hayattan istediğim şey bu mu?'""Şuraya uzanmış yavaş yavaş ölürken rahatlıkla söyleyebilirim ki, istediğin kadar güce ya da paraya sahip ol, yaşamı satın alamazsın" diyor Mori. "Son bir 24 saatin olsa ne yapmak isterdin?" sorusuna ise herkesi şaşırtacak kadar sade bir cevap veriyor:"Sabah kalkar, jimnastiğimi yapar, ardından çörek ve çayla kahvaltı eder, yüzmeye giderdim. Sonra arkadaşlarımı evde güzel bir öğle yemeğine davet eder, onlara ne kadar değer verdiğimi anlatırdım. Ardından ağaçlıklı bir bahçede yürüyüp renkleri, kuşları seyreder, doğayı içime çekerdim. Akşam sevdiklerimle bir restorana gidip yemek yer ve en güzel kızlarla tükeninceye dek dans ederdim. Ardından eve gelir mükemmel bir uyku çekerdim.Sizin bunları yapacak vaktiniz var.Bütün yapmanız gereken arada bir omuzunuza bir bakış atıp sormak:"Bugün mü küçük kuş, bugün mü?.."
CAN DÜNDAR
 
BENİM GENÇLİĞİM
Koca bir labirent içinde kayıp benim gençliğim.Nedenini bilmediğim bir deney için gözleri bağlanmış.Elinde demir bir çubukla salıverilmiş meçhul labirentin koridorlarına.Bir kapı cennete açılıyor diğeri cehenneme.Seçtiğmiz yolun sonunda ateşin soluğu yüzümüze değdiğinde can havliyle geri dönüp başka koridorlara sapıyor,cennetin sesine kulak kabartıyoruz.Biraz ilerlediğimizde cehennem ateşiyle karşılaşıyoruz yeniden.Gözümüzdeki bağ öyle güçlü ki bu yoldan geçmiştik,onu denemiştik,şurası çıkmaz sokkatı diyemiyoruz.Labirentin patikaları bizim gibi yolunu arayan,daha önce gidip dönen,ateşe dokunan pişman insanlarla dolu.Ama onlarla da buluşamıyoruz.Bizi körleştiren bağı söküp atamıyoruz.Labirentin duvarlarını yıkıp kendi yolumuzu açamıyoruz.Bu çıkmazdan kurtulamıyoruz.Labirent elimizdeki demir çubukları uğursuz bir mıknatısla çekerek bizi sürekli eski hatalarımızın koridoruna sokuyor.Ders almıyoruz,öğrenmiyoruz.Bağlı gözlerle her kuşakta bildik duvarlara dokunarak çıkış arayan yenik bir ordu gibi cenneti düşleyerek cehenneme koşuyoruz.
CAN DÜNDAR
 
YALNIZLIĞA ALIŞMALI
Bavulları hep toplu durmalı insanın...Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı..Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vaz*geçmeli...İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...Yalnızlığa alışmalı...Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senet*lerinden biri artık...Bireyin keşif çağı, geride kı*rık dökük yalnızlıklar bıraktı.Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.İşte o yüzden alışmalı yalnız*lığa..Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşı*lan gecelerde başım dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar aşmalı evin en görünür duvarlarına.."Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşmılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kim*se yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmaya*cak... Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.O yüzden en sessiz gecelerde''doğruydu, yaptımla" teselli bulmalı insan...Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle he*saplaşmaya çalışmalı.Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır ol*malı.Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli.Sessizliği, sese dönüştürebilmeli.Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan.Yollarla barışmalı.Yalnızlığa alışmalı.
CAN DÜNDAR
 
Yılın Son Günüydü...
Dört nala fasılasız koşturup durduğum ve alabildiğine yorulduğum nahoş bir yılın sonunda, tenha bir ormanda zamanın dinginlerine asılıp yavaşladım; yaşlı bir ağacın gölgesinde konakladım.
Orman, fısıldaşan yapraklardan dev bir koroyla uğultulu şarkılar söyledi kulağıma; burnuma kekik kokuları taşıdı.
Kah kan kırmızı dağ çileklerinden tadarak, kah fırtınadan devrilmiş ağaç gövdeleri arasına dalarak, dostlarla kol kola yürüdük uçsuz bucaksız bir çam ormanının çamurlu patikalarında...
Sağanak yağmur altında tepelere tırmanan rampalar arşınladık, zirveyi sucuk - ekmekle kutladık.
Yolumuza çıkan köy kahvelerinde adaçayı içip evlatlarınca ölüme terk edilmiş yapayalnız ihtiyarlarla söyleştik; tütün, torunlar ve dünyanın halleri üzerine...
Dostlarla tavla oynadık, mars ettikçe neşeyle dalga geçerek...
Bir kamyonet sırtında seyahat ettik, saçlarımızı yele vererek...
Peşimizde tüyleri safrana çalan, çakı gibi bir köpek vardı.
Yanımızda güzel gözlü, eksik dişli çocuklar...
Güler yüzlü, temiz kalpli, riyasız arkadaşlar...
* * *
Sadece seyircisi olduğumuz "çılgın televizyon eğlenceleri" yoktu; "yılbaşına eğlenerek girmeliyim" ıkınması da...
Gece, dingin ve mutedildi.
Ellerimizde tutuşmuş çıralar taşıYASAK KELİME ormanın derinliklerine daldık, neşeli bir ateşböceği ordusu gibi...
Hem seyrine doyulmaz, hem yanına yanaşılmaz bir dilber hararetiyle gürüldedi kamp ateşi; alevden saçlarını dolunaya savurdukça, ışık damlaları halinde mehtaba koştu kıvılcımlar; eski anılar gibi uzaklaştılar...
Biz, eski şarkılar söyledik, yeni senenin heyecanıyla...
Alevin sıcağı, şarabınkine karıştı; yıl boyu somurtup duran hayat, o gece bizimle barıştı.
* * *
Binbir diyar dolaştıktan sonra, arayıp durduğu mutluluğu evinin bahçesinde bulan gezgin öyküsündeki gibi, peşine düştüğümüz huzurun hiç de o kadar uzak, o kadar pahalı olmadığını keşfettik.
Kaf dağlarının ardında sandığımız şeyi, Kaz Dağları'nın eteklerinde bulduk.
Kamp ateşinin karşısında, yanı başımızda uyuklayan bir köpeğin safrana çalan tüylerindeydi huzur...
Güzel gözlü, eksik dişli çocukların kahkahasında...
Bahtiyar bir kadının gözbebeklerinde...
Neşesinde, bir orman buluşmasının...
Yalansız bir dost meclisinde...
* * *
Öylesine bir yılbaşıydı işte...
Gösterişsiz, yalın ve sade...
Tatsız geçmiş bir senenin son günü, omuzumuzdaki keder, yağmura karışıp gitti.
Yorgun bir aralıktan bakınca, eskisinden çok daha iyi bir yeni yıl gördük; hepimiz için...
Gemlenen zaman, soluklandı ormanda bir ağaç gölgesinde...
Güzel köpek yuvasına döndü.
Son kadehler de kalktı dolunaya doğru...
Kampın ateşi söndü.
Gece, eksik dişli bir oğlan, yüzünde çıraların isi, sesinde mahmur bir huzurla yanağıma yaslanırken;
"- İşte baba" dedi, "...ben mutluluk diye buna derim".
Hayatta daha ne isterim?
"- Ben de..." dedim yüzümde tomurcuk güllerle:
"- Ben de bebeğim!.."

Can Dündar
 
Sevgili Anneciğim;

Ne garip; yeni yeni farkediyorum ki, çocukları anne olunca çocuklaşıyor anneler... Ve insan, zamanın nasıl insafsız bir öğütücü olduğunu bu rol değişiminde anlıyor. Eminim karnındaki ilk tekmemden, hatta doktorların "Bundan sonra ağır kaldırmak yok" müjdesinden beridir iki kişilik yaşıyorsun yaşamı...
Doğum odasında bir küçük el saçlarına tutununca değişti herşey ve o el, o saçtan hiç eksik olmasın istedin…
Kimbilir kaç geceyi karyola başuçlarında derin iç çekişler dinleyip hüzünlenerek uykusuz geçirdin, kaç emzirme seansında bitkin uyuyakaldın. O gün bugündür hayatı, bir toprakla çiçeği kadar ortak üretiyor, tüketiyoruz.
Yolboyu, kusurlarını hiç görmedik birbirimizin, yeteneklerimizi abarttık karşılıklı; toz kondurmadık üzerimize, kol kanat gerdik... Ben dünyanın en iyi evladıydım, sense tarihin en iyi annesi... Her çığlıkta başucumda biteceğini bilmenin güveniyle büyüdüm. Her derdimde benden çok dertleneceğini bilmenin o bencil alışkanlığıyla ayakta kaldım.
Sevginle donandım...
Ama sonra birden o korkunç çark devreye girdi ve yaşamın acımasız kuralı işledi: Büyüdüm...
Senin kollarında "sen"den habersiz, bambaşka bir "ben" çıktı ortaya. Bazen o eski "ben"e hiç benzemeyen bir "ben"... Çünkü farkettim ki anlattığın masalların yaşamda karşılığı yokmuş. Kızlar bir prens umuduyla kurbağaları öpedursun, ben her yalanda burnumu yokladım. Şaşırdım. Bostandaki lahanaların, ısırılmış lahanaların ve benzeri pastoral ninnilerin modasının geçtiğini gördüm sokakta...
Söyleyemedim sana...
"Yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin artık eskisi kadar geçerli olmadığını" anlatan kitapları salonun ortasında açık bıraktım, açıp okuyasın diye...
Her kuşağın o vazgeçilmez ikilemi depreşti yeniden: "Devir de amma değişti" diye yakınırken sen; ben ilginle boğulduğumdan dertlendim. Bir yerim yaralandığında "Anam görürse ne kadar üzülür" diye gizlemeye çalışmak küçük bir çocuk için nasıl bir yüktür bilir misin? Acından çok onda yaratacağın acı, acıtır canını...
Oysa ne çok acılar paylaştık seninle... Ve ne çok sevinçler yaşadık beraber... Nasıl dar günlerde yardıma koşup, kaç şenliğine ortak olduk birbirimizin?.. Lakin artık kafesten uçma vaktiydi. "Danaların girdiği bostan"da ayakta kalabilmenin yolu, tek başına kanat çırpmayı öğrenmekten geçiyordu.
Yargıladık birbirimizi bir dönem... Sorguladık... Sen bana eş dost çocuklarını örnek gösterdikçe, ben seni eş dost ebeveynleriyle kıyaslar oldum. Sen her sohbete "Bizim çocukluğumuzda..." diye başladıkça ben, değişen takvim yapraklarını koydum önüne... Nasıl da zalim bir çark bu değil mi? Doğuyor, doğuruyor ve günün birinde yuvadan uçacağını bile bile koca bir ömrü karşılıksız veriyorsun...
...Ve hayat birden ıssız bir adaya dönüşüveriyor. Sonrası kah bir kapı zili beklentisi, kah bir mektup, kah bir telefon sesi... Gizliden gizliye özlenen bir torun müjdesi...
Fotoğraflar sarardıkça solan bir yaşam ve uzaklaştıkça yakınlaştığımız bir mazinin geri dönmez anıları... Yazılarla konuştuk öyle zamanlarda... Bakışlarla anlaştık. Ağlaştık birbirimizden gizleyerek acılarımızı... Bir mimikle özleştik, bir gülüşle kavuştuk. Ben büyürken seni de büyüttüm.
Şimdi çok daha iyi anlıyoruz birbirimizi... Çünkü küçücük bir el saçlarımı kavrıyor geceleri... Karyola başlarında uykusuz geceler geçiriyorum. Pastoral ninnilerle büyütüyoruz oğlumu; yalancı çocukların burunları uzuyor masallarda, öpülen kurbağalar prens oluyor.
...Ve yaşamın değiştiğini, eski tecrübelerin geçersizleştiğini anlatan kitapları kaldırıyoruz salondan gizli gizli... O korkunç çark, acımasız bir hızla dönmeye devam ediyor. Zaman, öğütüyor kuşakları...
İnsan ancak mahrum kalınca anlıyor sevginin değerini... Bense sevginden mahrum kalmaya fazla dayanamayacağımı biliyorum. O yüzden bu Anneler Günü'nde sana upuzun bir ömür diliyorum.

Hem biliyor musun? "Seni çok seviyorum"...

Can DÜNDAR
 
Her Anım Seninle...
Kelimeler eksik, kelimeler yaralı.
Kelimeler cılız.
Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu.
Ben de...
Çok başka bir şey.
Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan?
Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken?
Gözlerine buğu, diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?
Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı?
Dedim ya, başka bir şey bu.
Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde.
Belki de en basta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar.
Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni.
En derinlerde tuttum.
Bana sakladım.
Derine, hep daha derine...
Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım.
Paylaşamadım
Yanlış yaptım.
Sana ulasan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar.
Kendimi oradan oraya vurmam.
Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam.
Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.
Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor.
Tutunamıyorum.
Renklerim, gün içinde değişiyor.
Soluyorum, soğuyorum.
Güneş ulaşmıyor içerilerime.
Küfleniyorum,yaşlanıyorum.
Yalnızlıklar peşimde.
Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme.
Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu.
Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.
Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum.
Yollar, gitgide uzadı ve karıştı.
Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var.
Ah onun ne olduğunu biliyorum.
Sonu sana geliyor her cümlenin.
Her şeyin başında, içinde ve sonundasın.
Bu değişmiyor öyle içimsin ki.
Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün. Çok mutluydum...
Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım.
Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım
"Yine zamansız yağmurlar" dedim,
"Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları" dedim,
"Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?" dedim.
Çok uzun bir mektup oldu..
Başından sonuna kadar okudum da.
Neler yazmışım diye merakımdan.
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp,
Adını yazdım.
Büyük harflerle, yalnızca adını.

Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum.
Mektup cebimde.
Cebim yüreğime yakın.
Yüreğim sende.
Sen yüreğime yakın.
Öyleyse mektup sende.
Bu kadar içimdesin iste.

Can Dündar
 
Acıyı Göze Al...
Bütün varolusunu "Beni begenecekler mi?", "Beni seviyor mu?", "Rahatsiz eder miyim?" kaygisi üzerine kuruyorsan, bil ki sonun hüsran... Bir küçük serzenis, siradan bir tenkit ya da kadirbilmezlik, acilar pahasina kurdugun o "mükemmel kale"yi yerle bir edebilir. Ölüm ilanini kaleme alacagina azat et kendini... Seni, sen diye kabul edip sevecekleri sev. Elestir, ki onun için "özel biri" olabilesin. Kendini, kendine begendir herkesten önce... Kimseye begendirmek için de kendinden vazgeçme. Aciyi göze al, çünkü Dostoyevski'nin dedigi gibi, "Insanin ruhunu yücelten bir aci, ucuz bir mutluluktan evladir."

Can Dündar
 
Gününmüz insanı aşka aşık,aşığa değil...
Aşkların kısa dönem askerlik gibi kısa sürmesinin nedeni herhalde bu...
Zaplann aşıklar dönemi bu dönem!
Kanaldan kanala geçer gibi aşıktan aşığa geçiliyor.
Peki bu neden böyle oluyor?

ÇÜNKÜ İNSAN İNSANA SEVGİSİZ,
İNSAN İNSANA TAHAMMÜLSÜZ,
İNSAN İNSAN İÇİN FEDEKARLIK DUYGUSUNU YİTİRMİŞ,
İNSAN İNSANA KENDİNİ ADAMAKTAN KAÇIYOR.

OYSA FEDEKARLIK,ADANMIŞLIK VARSA VARDIR AŞK...

Fedekarlığın,adanmışlığın yaşamadığı yerde yaşamaz aşk...

Ne yazıkki, uğruna kendini adadığı ne bir ideali var günümüz insanının...
Ne de uğruna kendini adadığı bir aşkı...

NERDE İDEALİ,AŞKI UĞRUNA HER ŞEYDEN VAZGEÇEN DÜNÜN İNSANI...
NERDE HİÇ BİR ŞEY İÇİN, HİÇ BİR ŞEYDEN VAZGEÇMEYEN BU GÜNÜN İNSANI...

Bu günün insanı, aşkta köşe dönmeci...

Emek harcamadan yaşamak istediği gibi,emek harcamadan aşk yaşamak istiyor.

Sevmeden sevilmek, vermeden almak istiyor.

Hiç değilse, bir koyup üç almak istiyor. Bir koyup, üç alamadı mı ilişki bitiyor. İlişkiler çıkar,menfaat üzerine kurulu.

Elektriklenmeler kısa devre.

BİR GÜNLÜK ELEKTRİKLENMELER,BİR GECELİK SEVİŞMELER AŞK SANILIYOR...

SEVGİLİ BAYANLAR BAYLAR, AŞKA AYIP OLUYOR...!


CAN DÜNDAR
 
Can Dündar şiir ve yazılarını çok severek okuduğum şair ve yazardır,emeğinize sağlık.
 
çok güzelmiş beğenerek okudum,paylaşım için teşekkürler a.s.
 
EĞER
O’nu hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz...
Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin...
O’nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O’nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...
sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O’ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,
ve O, her durduğunuz yerde duruyor, her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp, hüzünlendikçe ağlıyorsa...
dünyanın en güzel yeri O’nun yaşadığı yer, en güzel kokusu bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...
hayat O’nunla güzel ve onsuz müptezelse...
elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, O’nun yüzü pembeyse,
kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...
her şiirde anlatılan O’ysa... her filmin kahramanı O... her roman O’ndan söz ediyor, her çiçek O’nu açıyorsa...
bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,
iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...
iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...
eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O’nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın O olduğunu adınız gibi biliyorsanız...
mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O’na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...
kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...
özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...
hem kimseler duymasın, hem cümlealem bilsin istiyorsanız...
O’nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse...
ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse...
gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;
bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O’nun yüzü suyu hürmetine...
uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...
dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa,
nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız...
kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim...
gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...
Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız, sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...
...o halde bugün sizin gününüz!..
"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.....


kızlar bu da benim en sevdiğim.....
 
X