Adet, Gelenek ve Görenekleriyle Cerkezler...

KAŞENLİK

Çerkeslerin günümüze kadar devamlılığını sürdüren geleneklerin birisi de "kaşenlik adetidir. Bu adet bekar genç kız ve erkekler arasında evlilik öncesi dönemde gerçekleşmektedir. Diğer geleneklerde olduğu gibi habze adı verilen kurallarla sınırlıdır. Kaşenlik birbirinden hoşlanan genç kız ve erkekler arasındaki arkadaşlık ilişkisine denmektedir.


Çerkes kız ve erkekleri birbirleri ile düğünlerde, toplantılarda, muhabbet ortamlarında birlikte olurlar. Bu toplantılar en yaygın olarak köylerde görülür. Bu tür toplantılarda genellikle bir kaç köyün gençleri biraraya gelir. Sabahlara kadar süren sohbetler, oyunlar ve eğlenceler yapılır. Bu geceler gençlerin birbirlerini tanımalarına yardımcı olmaktadır. Muhabbet geceleri bir eğlence kaynağı olduğu kadar aynı zamanda eğitim yereri de sayılmaktadır. Kızlar ve erkekler belirli bir yaştan başlayarak bu tip toplantılarda Çerkes adet ve görenekleri çerçevesinde eğitilirler. Bütün eğlence, düğün ve toplantılarda "thamate" adı verilen bir kişi bulunur.



Kim Kimle Kaşen Olabilir?

Aynı sülaleden olan kişiler kaşen olamazlar. Akrabalık derecesi ne kadar uzak olursa olsun yasaktır. Aynı köyden kişilerin kaşen olmaları hoş karşılanmaz. Bu kural günümüzde biraz yumuşamıştır. Artık aynı sülaleden olmamak koşuluyla kaşenliğe fazla tepki duyulmamaktadır. Muhabbet toplantılarında kızlar ve erkekler karşılıklı otururlar.



Birden Fazla Kaşen

Gençlerin her toplantıda farklı kaşeni olabildiği için bir Çerkez kızının ya da erkeğinin evleninceye kadar çok fazla kaşeni olabilmektedir. Toplantıda amaç tanışmak, eğlenmek ve kendine uygun bir eş seçmek olduğu için kaşenlik bazen ciddi bazen de şaka şekliyle ortaya çıkmaktadır. Sayısı fazla olan şaka kaşenliğinin çok fazla bir ciddiyeti yoktur.


Kız ya da erkek birbirlerinin daha önceki kaşenlerine karşı herhangi bir olumsuz tavır takınmazlar. Eski kaşenlerle sosyal ilişkiler kesilmez. Çünkü daha önceki kaşenlerin şaka olduğunu her iki tarafta kabullenmiştir. Kadın ya da erkek eski kaşenleriyle bu benim eski kaşenim diye espri yapabilir. Dolayısıyla kızın ya da erkeğin birden fazla kaşeni olması yadırganmamaktadır.



Evlenmeye Aracı Olan Kaşenlik

Pseluk ile başlayıp daha sonra da devam eden kaşenlik iki bölümü ayrılmaktadır. Bunlardan birisi şaka diğeri ise ciddi kaşenliktir.

Şaka kaşenliğine semerko denmektedir. Bu durumda kişiler ciddi olmasalar bile yalnız o geceye ya da bir kaç geceye mahsus kaşen olabilirler. Burada amaç eğlenmek, birbirlerini tanımak bunu yaparken de hoş zaman geçirmektir. Şaka kaşenliğinde kız ve erkek birbirlerine sanki evleneceklermiş gibi övgü dolu sözler söyler.



Kaşenliğin bir de ciddi boyutu vardır. Bu durumda birbirlerini beğenen kız ya da erkek evlenmek için arkadaşlık kurmak isterler. Eğer karşı taraf kabul etmişse diğer toplantılarda da görüşerek bu ilişkiyi devam ettirirler. Ancak ciddi kaşenlikte daha çok pisehluk ile başlamaktadır. Erkek bir kaç arkadaşını alarak kızın ya da onun herhangi bir akrabasının evine gider. Kızın da mutlaka yanında bir ya da bir kaç arkadaşı bulunmak durumundadır. Burada kıza kaşenlik teklifini sunar. Bu durumda kız ve erkek arkadaşlarının yanında teklifi değerlendirirler. Birbirlerinden beklentilerini ve isteklerini söylerler. Kaşenliğin her iki boyutunun da kendine özgü kuralları vardır. Kaşenlik eğer ciddi ise ve sonuçta evlilik düşüncesi ile kişiler birbirlerini tanımaya çalışıyorsa bu durumda toplantılarda şaka kaşenliği gibi ulu orta gündeme getirilmez. Bu durumda bir çok muhabbette bir araya gelebilirler, bir çok konudan konuşarak birbirlerini daha iyi tanımaya çalışırlar. Ancak ilişkileri diğer kaşenliğe göre resmiyet kazanır. Diğeri kadar serbest değildir. Her ne kadar bu kişiler evlilik kararıyla birbirlerini tanımaya çalışsalar da mutlaka evlenecekler diye bir koşul yoktur. Eğer bir engel söz konusu ise her iki taraf bu durumdan vazgeçebilir.



Evlenme Sözü ve Euç

Kişiler evlenmeye karar verirlerse bu kez kendi aralarında sözleşirler. Bu durumda da euç denilen bir armağan verilir. Euç söz karşılığı verilen maddi bir armağandır. Söz verdi anlamına gelir. Kaşenlik sonucunda evlenmeyi kabul etti demektir. Bu armağanı erkek bayandan ister. Bayan da kendi insiyatifinde bir armağan verir. Bu armağan bir boyun bağı, mendil, yüzük, bilezik olabilir. Erkek de bunun karşılığında kıza bir yüzük vermektedir.
Bu karşılıklı amağan verme durumu yalnız kız ve erkek arasında olmaz. Kızın ve erkeğin yanında arkadaşlarından ya da akrabalarından birkaç kişi bulunmak durumundadır. Söz verme ve armağan verme olayı onların tanıklığında olmaktadır.

Evlenmek amacıyla kaşen olan ve bunu söz altına alan genç kız ve erkekler bu durumda toplumdan ayrı bir yerde yalnız başlarına konuşamazlar. Onların yanlarında mutlaka arkadaşları da olmak durumundadır. Toplumun dışında ve toplumdan habersiz bir yerde konuşmaları yasaktır. Bu durum evleninceye kadar böyle devam eder.



Eş Seçimindeki İncelik

Gerek evlenmeye karar veren gerek yalnız bir kaç toplantıda kaşen olan kişiler birbirlerini aileleri ile tanıştırmazlar. Arkadaşları ve o ortamda bulunan kişiler onların kaşen olduklarını bilir. Anne ve babalarına kaşen olduklarını söyleyip birbirlerini tanıştırmaları ayıp olarak karşılanır. Aileler kızın ya da erkeğin kaşenini toplumlardaki diğer kişilerden öğrenerek haberdar olurlar. Ancak evlenme zamanında ailelere bildirilir. Bu durumdan da yalnız anneye sözedilir. Kaşenlik adeti Çerkez toplumunda kızın ya da erkeğin evleneceği kişi hakkındaki kararı kendilerinin vermesini sağlar. Büyükler müdahale etmezler. Ancak evlenmek üzere kaşen tercihi yapan kişiler daha çok aile yapılarına uygun toplumsal kurallara ve adetlere uyacak kişileri tercih ederler. Bu nedenle birçok toplantıda kız, erkeğin ya da erkek de kızın hal ve hareketlerini kontrol eder.. Evlilik tercihi yaparken bu tip kişilerle yapmayı isterler. Çünkü Çerkes kültüründe toplumsal normlara uygun olarak hareket etmek gerekmektedir. Bireylerden görgü kurallarına gelenek ve göreneklere uygun davranış göstermesi beklenmektedir.



Kız Kaçırma

Kaşenlik ile başlayan evlilik aşamasında nişanlılık ve söz gibi durumlara pek rastlanmaz. Bunun en önemli nedeni kaçırma şeklinde evlenmenin gelenek ve göreneklerinde yer almasıdır. Gençler evlenmeye karar verdikten sonra maddi olanaksızlıklar, kendisinden büyük başka birinin evlenecek olması gibi nedenlerden dolayı kaçırma biçiminde evlenmeyi tercih ederler. Ancak Çerkes kültüründeki kaçırma şekli diğer uluslardan farklı olarak kendine özgü bir nitelik gösterir. Bu şekilde evliliğin olması nişan ve söz gibi törenlerin yapılmasını gerekli kılmamaktadır.
Yine kişiler zaten kaşenlik dönemlerinde birbirlerini yeterince tanıdıkları için ayrıca bu tür dönemlere gerek duymazlar. Ayrıca Çerkeslerde adetler kişilerin ilişkilerine çok fazla sınırlama getirdiği için bu döneme her iki tarafında katlanabilmesi zor olur. Çünkü nişanda büyüklerde işin içine girerler. Onlarla olan iletişimde konuşma ve görüşme yönünden bir takım güçlükler olduğu için kişiler nişanlı olarak kalmayı pek tercih etmezler. Ancak günümüzde söz ve nişanlılık dönemi Çerkesler arasında da yaygınlık kazanmıştır.


Çerkes ulusundaki genç kız ve erkekler genellikle aynı ulustan olan kişilerle evlenmeyi tercih etmektedirler.
alıntı

 
Çerkes kızlarının sosyal durumu hiç bir ulusun kızlarına benzemez. Doğuda kızlar kapalı, örtülü ve hapis, batıda güvensiz bir özgürlüğe sahip. Çerkes kızları ise tam bir gelecek ve özgürlüğün sahibidir.


Mr.Longworth gibi Avrupa mantığı ile kadını düşünen bir kişi bile bu derece geleceği çok görür ve Avrupa kadınlarında bu kadar özgürlüğün olmadığını söyler. Mr.J.Bell ise ''Çerkes kadınlarının tavır ve hareketinde islam usülü galiptir. Ancak Çerkes kızları eski Çerkes geleneklerine tümüyle bağlı olup Avrupa'nın özellikle yüksek tabakasına mensub kadınlarına, tavır ve hareketine tümüyle uyuyorlar'' diyerek Çerkes kızlarının yaşam biçimini övüyor. Doğallıktan gelen bu yaşama biçiminin eleştiriye değer bir tarafı yoktur. Çünkü hukukuna sahip,kişilikli herbir kadın için en doğru yol budur. Çerkes kızlarıda Çerkez delikanlıları gibi kendini gösterme, üstün gelme, daha yüksek dereceye erişmek aşkını taşırlar. Hiçbir konuda ikinci kalmamaya çalışırlar.

Kızlar ailenin en nazlı bir bireyidir. Peder çouklarından yanlız kızlarına yumuşak davranır. Anne bütün şevkat ve dikkatini ona yöneltir. Kardeşleri taparcasına severler. Aile içinden hiç biri bu aziz konuğun gönlünü kırmaz. Kız annesinin bir görev arkadaşıdır. Ona her konuda yardım eder. Dikiş tümüyle kıza aittir. Hatta kızı olmayan komşuların dikişlerinede yardım eder. İplik eğirmek, şayak dokumak kızın görevlerindendir. Aile bireylerinin elbiselerinin temiz olması, yırtık bulunmaması, konuk ve oturma odalarının yılda birkaç kez badana edilmiş olması, konuk odası yatak ve takımlarının temiz bulunması, kızın ününü ve değerini artırır. Çünkü Çerkesler; kızların değerini güzelliğiyle değil ev kadını olabilmek için gösterdiği yetenekle değerlendirdikleri için kızlar tembel ve beceriksiz, havai olmamaya, son derece aktif ve temizliğe uymaya zorunludurlar. Köylü yaşamı yaşayan ve genellikle zengin olmayan Çerkesler'in yalın ve rahat küçük evlerinde görülen ve ruhu okşayan temizlik ve özen, kadınların yoktan var ettikleri gönül çekici düzenlerle ve güzelleştirmelerde herhalde takdire değer.Yüksek bir terbiye ruhunun orada hakim olduğunu gösterir.


Kız erkeklere armağan verir ve armağan alır. Bu biçimde arkadaşlarıyla bir erkek gibi diyalog kurabilir.


''Mamrukaya şaş'' adıyla tanınmış bir kız, bir çok isteklileri varken ''bir adam için bu kadar arkadaştan nasıl vazgeçeyim'' diye geç yaşına kadar evlenmemiştir. Bu söz Çerkes kızlarının evlenmeden önce geleceklerini, evlendikten sonra kocalarına, anneliğe ne derece samimiyetle sevgi beslemek ve sadık kalmak istediklerini gösterir. Doğuştan zeki olan Çerkez kızları konuşmalarında gayet zarif nükteler yaptıklarından, delikanlıların en korktukları şey kızların karşısında zor durumda kalmalarıdır. Konuşma özgürlüğü içinde genellikle şakalı, ancak ince bir uslüp kullanılır. Kaba tavır ve söz sevilmez ve ayıp sayılır. Bunun için inceliğe son derece önem verirler. Delikanlı kızlarla serbest görüşmeyi, onların iltifatlarına mahzar olamayı kendileri için bir hak sayarlar. Mr.Longworth Çerkes kızı ve delikanlılarının
bu serbest kaynaşmasından sözederken akla gelebilecek olanları açıklayarak; ''Honi soit qui maly pense'' yani ''Bundan kuşku duyana lanet olsun” diyor.

Çerkez kızlarını görmemiş bazı Avrupa yazarları Çerkes kızlarına kama taşır diye bir değerlendirme yaptılar. Bu olacak şey değildir. Oysa, bu kızların tek silahı namusudur. Onun namus sevgisi önünde her şey saygıyla eğilir ve bir kızın namusunun lekelendiği görülmemiştir. Mr.J.Bell'de Çerkes kızları göğüste çapraz gümüş düğmelerle iliklenmiş sıkı montları ile, sırma şerit ve gümüş topla süslenmiş taçlarıyla bir savaşçı gibi görünürler. Ancak saldırgana karşı bütün silahları yüksek namuslarıdır. Bu giysi içinde saç örgülerinin belden aşağıya uzanması, nazik hareketleri, özellikle uzun boylu kızlara gerçekten zerafer özelliği veriyor. Kızlar sürekli yüzleri açık olarak gezerler. Ancak öyle arsızca erkek kalabalığına asla girmezler. Erkekler dolu olduğu halde konuk odasına, yaralıya hizmet etmek üzere geldiğini defalarca gördüğüm güzel ve uzun boylu kız orduda arkadaşlarına karşı bu sakeri görevi yapan ''ORLEAN KIZLARINI'' bir kaç defa aklıma besttir. Evinde erkeklerin ziyaretini kabul eder,konuğa saygı gösterir. Ancak bu konuda yalnız ana ve baba değil, ailenin büyüklerinden kimse yanında bulunmaz. Aslında kızın bulunduğu topluma ana-babanın girmemesi gerekir. Bunun için kızı düğünde bulunan baba dans yerinde bulunamaz, babanın yanında kızın oynaması saygısızlık diye nitelendirilir.
alıntı


_________________
 
ÇERKESLERDE MÜZİK

Müzik bir milletin hissiyatının,ahlakının ve yaşamının göstergeleri,şarkılar da bu göstergelerin tümünün bir arada yansımasıdır. Bir milletin,bir kavmin milli bünyesinde,o milleti vücuda getiren bireylerin ahlak ve ruh terbiyesinde büyük bir önemi olan müzik,insan topluluklarının ortak duygu,ideal ve kavrayış tarzlarının oluşmasında,aynı zamanda yaşanılan zamanın geleceğe aktarılmasında da en etkili araçtır.

Çerkeslerin halk müziği ve geleneksel müziği, gerek müzik aletlerinin benzerliği bakımından, gerekse güfte ve bestelerdeki amaç ve tarz bakımından yakın benzerlik gösterirler. Çerkes müzik ve şarkıları bireylerin kahramanlığı,ahlak ve fazileti ile aşk ve muhabbet hisleri için birer edep örneğidir. Çerkes müziğinde ahlaka zıt,müstehcen hiç bir yön bulunmaz,bulunamaz.

Kahramanlık,vatana aşk,doğruluk,saygı,şefkat ve yaşamda birlik bizim müziğimizde asli unsurlardır. Çerkes müziklerinin bazıları insanı heyecanlandıran,coşturan,vatana millete bağlılığı ve saygıyı perçinleyen,insanlara dürüstlüğü,sevgiyi ve işbirliğini işaret eden tarzdadır.

Bazıları bireylerin kahramanlıklarını (lhıkhuj uered) veya toplum tarafından yadırganan hatalarını(auan uered) işleyen fakat her halükarda doğruyu ve iyiyi işaret eden bir tarzdadır. Bazıları ise yaşanmış acıklı hikayeleri , bazıları yaşanmış acı olayları anlatan (ğıbze) çerkes müzikleri,çerkes oyunları ile birbirini tamamlayan folklorun iki koludur.

Çerkes müziğinın ve oyunlarının temel şartı olan terbiye ve asalet her zaman ön planda olup tüm dünyanın hayranlığını kazanan bu değerlerimiz aynı zamanda milli kültürümüz için birer propaganda aracıdır.

Müzik aletleri : Her millet duygularını ahlakını düşüncesini,içinden gelen ruh halini,aşk ve ızdırabını,heyecanını ve üzüntülerini ortaya koyabilmek için kendi sesinin yanısıra başkaca bir ifade vasıtası aramıştır. Çerkeslerde bu genel tavrın ve geleneğin dışına çıkmamış,duygularını anlatabilmek için ifadeye yardımcı bazı araçlara başvurmuşlardır. Eski dönemlerde çok çeşitli olan çerkes müzik aletlerinden günümüze ulaşabilen dört müzik aleti nisbeten bilinmekte ve kullanılmaktadır. Günümüzde çerkes müziğinin icrası için farklı müzik aletleri kullanılmaktaysada hiç birisi bu dört milli müzik aletinin verdiği zevki vermemektedir. Fakat artık bunların da bazılarını kullanan,kullanabilen insanlar anayurt dışında kalmamıştır.

1) Phapşıne.(şık|etspşıne)

Bu müzik aleti tamamiyle özel ve millidir. Bu aleti halk kendileri imal ederler, 3 telli bazıları 4 telli olup telleri at kılından (atın kuyruğundaki uzun kıllardan alınan tellerle) olan ve Lazların kullandıkları kemençe türünden bir sazdır. Abhazlar bu aleti (Apkhırtza) , Kaberdeyler ve Adigeler ise şık|etspşına veya phapşıne olarak adlandırırlar.

Bu saz ciddi ağırbaşlı toplantılarda,erkek meclislerinde çalınır.Çalınma esnasında güzel sesli birisi eski ve tarihi şarkıları(Uered) söyler, harp ve kahramanlık şarkılarını dillendirir,çekilen acıları yapılan savaşları ve ve şehit olan kahramanları anlatan şarkıları,ağıtları söyler. Mecliste (haceş) bulunanlar ise hep birlikte nakaratlara eşlik ederler (buna adige dilinde Deju denir). Bu alet ile havai,hissi,aşki şeyler çalınmaz. Yalnızca kahramanlıklara,yurt savunmasına,veya önemli toplumsal olaylara dair şarkılar ve müzikler dillendirilir. (Bu uered'ler bazen çalgısız olur ve sadece ses ile iştirak edilir) Bu müzik aleti hiç bir zaman umumi eğlence yerlerinde çalınmaz.Herkesin neşesi,zevki için yapılan toplantılarda bu alet yer bulmaz. Ancak Adigelerin kendi meraklarını ve duygularını teskin etmek,atalarını,milli olayları ve değerleri hatırlamak gereği olduğunda,milli meclislerde,tarihi ve milli kongrelerde bu alet ortaya çıkartılır ve çalınır.

Bu aletin kullanım amacı halkımızın milli duygularına hitabetmek,hissiyatını tatmin etmek,mersiyelerle geçmişi anmaktır. Düğün ve eğlencelerde kulanılamaz ve kullanılması da hoş karşılanmaz. Sadece savaşlarda yaralı düşenleri gece sabaha kadar uyutmamak adet olduğundan, bu gibi durumlarda yaralının uyanık bulunması için çalındığı bilinmektedir.

2)Kamıl veya Bjami

Bu alet ney şeklindedir.(Nısaşe)denilen büyük düğünlerde ve buna benzer eğlenceli toplantılarda çalınır.Düğün sahibi kimsenin ekonomik ve sosyal durumuna göre yapacağı için çevrenin bilinen müzisyenlerini (bu müzisyenlere kamılapşe denir) çağırarak bir orkestra oluşturur. Aguaue denilen bir grubun yine düğün sahibinin durumuna göre bu grup ikinci sınıf artistlerden oluşturulduğu gibi kimi zaman da katılımcı gençler tarafından bir koro oluşturularak küçük tahtalardan yapılmış birer aletle (aguts|ik veya phaciç) müziğe eşlik ederlerdi. Bu koro grubu oldukça heyecanlandırır çoşturur eğlenceye daha bir hareket katardı.

3)Pşıne veya armonik

Pşıne bütün özel eğlencelerde ve aile düğünlerinde çalınan tek perdeli körüklü bir müzik aletidir. Bu aleti erkeklerden daha çok kızlar çalarlar.Eskiden armonik çalmayan genç kız pek nadirdi. Hatta dikiş dikmek nasıl bir genç kız için en gerekli beceri ise armonik çalmak ta o kadar gerekli görülür mutlaka kız çocuklarına bu aletin çalınması öğretilirdi. Eski dönemlerde her evde bir armonik bulunur ve istisnasız her genç kız bu aleti çalardı.

4)Pşıne (Pşıne pxenc)

Pşıne pxenc çift sıra perdeli bir armoniktir. Pşıneye kıyasla daha büyük ve ağır olan bu alet daha çok oturarak çalınır. Sesi daha çok piyanoya benzeyen bu müzik aleti de pşıne gibi körüklüdür fakat daha mükemmel bir ses ve daha fazla ses tonu verebilen bu aletin çalınması pşıne'ye göre daha güçtür. Daha çok erkeklerin çaldıkları pşıne pxenc kafkas müziğinin en güzel aletidir. Bu alet Çerkeslerin urıs pşıne olarak ta adlandırdıkları günümüzde kullanılan akordeondur.

Çerkesler müzik sanatklarına ve üstadlarına (sirinapsha) derler. Bu kişiler halk tarafından çok sevilen ve itibar gören kimseler olup hafızaları müzik sanatındaki merak ve yeteneklerinin bir göstergesidir. Adige müziği son yüzyıl içerisinde kafkasyada bilimsel bir şekilde ele alınmış olup çeşitli akademik çalışmalara konu olmuştur. Günümüzde popüler müzik dışında kalan eski Adige halk şarkılarının çok büyük bir kısmı yeniden derlenmiş olup tasnif ve arşiv çalışmaları yapılarak kültürümüze yeniden kazandırılması konusunda önemli ilerlemeler sağlanmıştır.

Önemli tarihi olaylara dair bilgiler ve ipuçları da içeren halk şarkılarımız aynı zamanda sözlü tarihimizin de önemli bir kaynağıdır. Bu nedenle toplumun tüm kesimlerine ulaşacak şekilde yeniden basılarak halkımıza sunulması yanısıra, Kafkasyada yapılan bu çalışmalar ile sürgün edilen halkımızın yaşadıkları ülkelerde yarattıkları şarkılar,ağıtlar ve benzer çalışmaların da birleştirilerek zenginleştirilmesi gerekmektedir.
alıntı


_________________
 
Çeşitli konular hakkında Adige atasözleri :

Tarih,yurt,savaş :

İki ecel olmadığına göre,tek ölüme yiğitlik kat.

Fare bile kendi yuvasında yiğittir.

Düşmana canını versen de sırrını verme.

Orduda yabancı yoktur.

Savaşın ve davanın oyunu olmaz.

Baba toprağını güzelleştir,annenle güzel konuş.

İyi savaş ve iyi dava yoktur.

Savaşta ödünç kama verilmez.

Yaban elde yaşmaktansa yurdunda ölmek yeğdir.

El yurdunda edindiğin bir hafta,emanet gelenek üç gün gider.

Vatanı olmayana her yer soğuk gelir.

Yiğide silah itaatkardır.

Silah çekip gelenden değil,gizli yaklaşandan kork.

Silaha çok davrananın kanı çabuk akar.

Bir korkak tüm orduyu yokeder.

Gerekmedikçe kılıç çıkartma,çıkarttığında gereğini yapmadan kınına koyma.

Yurdun güçlüyse cesursun.

Doğum da ölüm de bir gündür.

Ahlaksızla birlikte yaşayacağına yiğitle ölüme git.

---------------------------------------------------------------------------------------------------

Gelenek,terbiye,insanlık:

Adige'nin misafiri emniyettedir.

Adige'nin en garibi de misafirperverdir.

Aklı olan deliye bile danışır.

Kötülük yapmışsan iyilik bekleme.

Kötü eteğinden tutsa kes yoluna devam et.

Eski düşmanı akraba eski akrabayı düşman edinme.

Dağda korkak,evde kabadayı davranma.

Yakınını küçümseyen küçümsenecek duruma düşer.

İmkansızı ümit etmek kendini aldatmaktır.

Güzel söylemeyen seni aldatmaz.

Bir yalan yüz doğruyu paslandırır.

Erkek sözünden dönmez.

Erkek yaptığını anlatmaz.

Yiğitlik paylaşılmayan mirastır.

Elçi öldürülmez.

Yaşlı çağırılmaz,ardından gidilir.

Yaptığın iyiliği başa kakma.

Kendini methetme,iyiysen başkaları görür.

Misafirin genci olmaz. Kuyruğunun geçmeyeceği yere kafanı sokma.

Ölüye sitem edilmez.

----------------------------------------------------

Güler yüz, cemiyet te davranış,ikili ilişkiler.:

Akıllının düşmanı çoktur.

Aklı kısa olanın dili uzun olur.

Tekdir ile uslanmayan en kötü insandır.

sükunetin azığı akıldır.

Şakalaşmayı bilmeyen yumruk ile vururmuş

Çok gülmek deliliğe işarettir.

Kendi işini göremeyen el işine koşarmış

Farkedilmeyen kalkar ıslık çalarmış

Tertipsiz kadının ömrü pazarda geçermiş.

Samimiyetin azığı gerçektir.

İt otun üzerine yatmış;kendisi yemez,başkasına yedirmez.

Genç koşarken yaşlının dizleri ağrırmış.

Tembelin bahanesi çok olur.

Aracı çok olunca korkak arslan kesilirmiş.

-----------------------------------------------------------

Aile,akrabalık,arkadaşlık:

Anne göz,baba soy'dur.

Anne göz gibi hassas, baba ceviz gibi serttir.

Teyze anne yarısı,amca baba yarısıdır.

Komşu ayna gibidir.

İyi komşu iyi kardeş dengidir.

Kaynananın kuralları gelinin işidir.

Anneye bak,kızını al.

Kötü oğul babaya ayıp getirir.

Oğlu yalancı annenin sevinci eksik olmazmış.

Akrabanın damı görünüyorsa uğramadan geçme.

Gelinine gücenirsen kızını azarla.

Annen ve gözlerin zayıf anını kollamaz.

Arkadaş kötü günde yanında olandır.

Büyüğü olmayan evde feryat eksik olmaz.

Komşunu yerme,yeni akrabanı övme.

Gelmek misafirin,gitmek evsahibinin insiyatifindedir.

Tüm kardeşler bir anadan doğmaz.

Gülümseyen herkes dost değildir.

Sığırları zayıf,köpekleri besili ise o iyi ailedir.

Gönüle güzel gelen göze güzel görünür.

----------------------------------------------------------

Dünyaya bakış,algılayış :

Horoz ötmese de gün doğmaya devam eder.

Eceli olmayan yoktur.

Ecel koynunuzdadır.

Akıl mülktür.

Aklı olmayanın hiç bir şeyi yoktur.

Aklın anası düşüncedir.

Annenin iyiliği kızın elbisesidir.

Para kum,yaşam kuş gibidir.

Düşecek adamı bir çöp bile tökezletir.

Kötülük görmeyen iyiliğin değerini bilmez.

Mülk kırağı gibidir.

Zorlukla karşılaşmayan rahatın değerini bilmez.

Sıkıntısı olmayanın düşü güzel olur.

Yürekte olmayan ağızdan çıkmaz.

Kimse dünyaya doyarak ölmemiştir.

Yaşam sıra ile. Dil aklın elçisidir.

İyi geçmişi olmayanın iyi geleceği olmaz.

İplik iğnenin yolunu izler.

Korku olmayan yerde utanç olmaz.

Su yolunu bulur.

Haklıysan güçlüsün.

Düşeceğini bilsen altına keçe serersin.

Üç kez işiteceğine bir kez gör.

-----------------------------------------------------------------------

Çalışma ve sıkıntılar :

Akıl sahibinin işi üç gün,akılsızın günü üç gün sürer.

Arı sokmayan balın değerini bilmez.

Tembel çiftçinin öküzü sabanda bile yayılır.

Öküzünü sev,atınla kavga et.

Yazın istirahat günü kışın erzağıdır.

Yazın kağnı göölgesi bile ev sayılır.

Yazın saklamadığını kışın arama.

Yazın kızak yap,kışın araba.

Tavuk bile eşelenir.

Sığırın sütü dilinin ucundadır.

Gezenin ayakkabısı eskimez.

Ağzı çok laf edenin eli az iş görür.

İzleyen yapandan ustadır.

Kolay kazanılan kolay kaybedilir.

Bozmak ne kadar kolaysa yapmak o kadar zordur.

Aceminin işi eksilmez.

Erkeğin en biçaresi on işe yeter.

Dikiş bilmeyenin ipliği uzun olur.

Nasip sabah dağıtılır.

Usta marangoz ormanla akrabadır.

Kırağıya basmayan kişi kısmetini kaybetmiştir.

Emeğin geçmeyen şey haramdır.

Gençlikte hazırlamadığını yaşlılıkta arama.

Tembel yerinde dönene kadar ay dönüşünü tamamlar.

İnsanın fiyatı işidir.

Toprağa bir verirsen yüz alırsın.

Küçük iş yoktur,küçük erkek vardır.

İş söylemesi kolay fakat yapması zordur.
 
Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!

Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!

Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!

Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!
 
Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!

çerkez gelini

Yazgımın peşinden geldim köyüne,
Dostlarım dediler buyur düğüne.
Düğünde bir güzel gözleri yıldız,
Bakamadım çerkes kızın yüzüne.

Etki alanına girdim gireli,
Ben bende değilim seni göreli.
Sordum dostlarıma maral nereli,
Dediler bu köyün çerkes güzeli.

Gülüşün güneşten sıcak geliyor,
Bakışın ok olmuş yürek deliyor.
Tutuldum kız sana alem biliyor,
Bilmezden gelirsin çerkes güzeli.

Coşuyor yüreğim,kaynıyor kanım,
Karşına diz çökmek istiyor canım.
Seni kaşen görmek diler sol yanım,
Perilere kardeş çerkes güzeli.

Çalsın mızıkalar süzül oyuna,
Bakan gözler kurban olsun boyuna,
Güzelliğin haktan miras soyuna,
Huriler sultanı çerkes güzeli.

Başla selam verdim,selamı aldı,
Mızıkalar birden şeyh şamil çaldı.
Gayrı benimde bir kaşenim vardı,
Yarınıma yoldaş çerkes güzeli.

Vurun gençler vurun tahta kırılsın,
Toplansın çerkesler düğün kurulsun.
İlan ediyoruz şimdi duyulsun,
Gönlümün sultanı çerkes güzeli.

Al kısrak doru tay girsin yarışa,
Altın saplı kılınç konsun varışa.
Naralar atılsın dağlar yıkılsın,
Kazazka oynuyor çerkes güzeli.

Bir yanımda kaf dağı,öbür yanımda sen,
Biri özgürlüğüm,diğeri sevdam.
Avucunda dağlar,rüzğarım ol sen,
Eselim dağlara çerkes güzeli.

İshak Özlü
 
ESKI RESİMLER

Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!

Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!

Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!

Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!

Bu Görsel Silinmiş veya Bulunamadı!
 
acc1he1gz2.gif
adigedance.gif
acc1he1gz2.gif


[youtube]jfj-SCdEOf8[/youtube]

[youtube]NLGaGXv-bdY[/youtube]
 
KAFKAS TÜRKLERİ


Ahıska Türkleri


1578 yılından 1828 Rus işgaline kadar Anadolu'dan bölgeye yerleştirilen ve Anadolu Türklüğünün ayrılmaz bir parçası olan Ahıska Türklerinin asıl vatanı bugünkü Gürcistan Cumhuriyeti'nin toprakları içinde kalan ve Türkiye ile komşu olan Ahıska, Ahılkelek, Aspînza, Adıgen ve Bogdanovka vilâyetleridir. Buraya yerleşen Türklere Ahıska Türkleri denmesinin sebebi ise bu vilâyetleri içine alan bölgenin coğrafî isminin Ahıska olmasından ileri gelmektedir.
Son 70 yılda 3 defa sürgüne uğrayan ve 1944 yılında kanlı diktatör Stalin'in hışmına uğrayarak sürgüne tâbi tutulan bir Türk grubu da Ahıska Türkleridir. Ahıska Türkleri bu kanlı sürgünde SSCB'nin birçok bölgelerine dağıtılmışlar ve binlerce şehit vermişlerdir.

Gürcistan'da ancak Gürcü adı almak şartı ile ülkeye kabul ettikleri Ahıska Türkleri bugün 13 cumhuriyetin 4264 değişik bölgelerinde yaşamaktadırlar. Rusya Federasyonu'nun 28 yerleşim biriminde 70.000, Kazakistan'da 145.000, Azerbaycan'da 106.000, Kırgızistan'da 57.000, Özbekistan'da 30.000, Ukrayna'da 18.000, Türkiye'de 200.000, çeşitli ülkelerde 3000 olmak üzere 629.000 Ahıska Türk'ü yaşamaktadır.

Bugün Kazakistan, Rusya, Ukrayna, Azerbaycan ve Türkiye'de birçok dernek ve vakıfları bulunmaktadır.


Kumuk Türkleri



Kafkasya'yı vatan edinen Türkler arasında nüfus bakımından Azerbaycan Türklerinden sonra ikinci sırayı alan "Kumuk" Türkleridir. Kumuklar özellikle Dağıstan Cumhuriyeti'nin tarihte "Kumukiye", "Türk Şahvallığı" olarak bilinen doğu bölgesinde yaşamaktadırlar. Bölgenin toplam yüz ölçümü 12.000 km^den fazladır. Ayrıca Mahaçkale, Buynak, İzberbaş, Kaykent, Kaytak, Kızılyurt, Hasanyurt, Babayurt, Kızılyar gibi şehirlerde Kumuklar yerleşik olarak yaşamaktadır.

82 yılında yapılan nüfus sayımına göre, Kumukların sayısı 300.000'in üzerindedir. Bunun dışında dünyada 500.000'den fazla Kumuk yaşamaktadır. Türkiye'de ise 13 Kumuk köyü bulunmaktadır.

1944 yılında Stalin'in gazabından Kumuklar da kurtulamamış, Kumuk lehçesinde eğitim veren okullar, bütün millî kuruluşlar kapatılmıştır. Sovyet döneminde 1920-1953 yılları arasında millî benliğe sahip çıkan aydınlar yok edilmiş, 1964-1980 dönemlerinde ise sürgün, görevden alma ve hapis cezalarına çarptırılmışlardır.

Bütün bu olaylar Kumuk Türklerinin mücadele hızını kesmemiş, Kumuk halkı 1989-1993 yılları arasındaki dönemde toplumsal-siyasal hareketin en etkili kuruluşlarından biri olan Kumuk Halk Hareketi "Tenglik"i Dağıstan'da kurmuştur.

Son zamanlarda Kumuk Halk Hareketi liderinin olumsuz tutumu üzerine "Kumuk Toplumunun Sürgün Edilen Dağıstan Ahalisini Savunma Komitesi-ANCİ" ile aralarında sürtüşmeler meydana gelmektedir. Dağıstan Parlâmentosunda 16 Kumuk milletvekili bulunmaktadır. Başbakan yardımcısı Kumuk Türkü olup, Dağıstan Cumhuriyeti'nde etkisiz görülmektedirler.



Nogaylar



Türklerin en tanınmış boylarındandır. 1391 yılında devlet kuran Nogaylar 600 yıl bölgede hüküm sürmüşlerdir. Rus işgali ile birlikte 300 bin Nogay Türkiye'ye göç etmiştir. Büyük kısmı Kafkasya'da Kuzey Dağıstan, Volga nehri güney boyları, Stavropolsk vilâyeti ile Karaçay-Çerkes Cumhuriyetinde yaşamaktadırlar. Kırım ve Romanya'da da Nogaylar bulunmaktadır. Nüfusu 100.000'in üzerinde olup Müslümandırlar.

Siyasî kavim adı olan Nogay adı Cengiz Han'ın torunu Nogay Han'dan gelmektedir. Büyükçe bir Türk topluluğu bu ad altında toplanmıştır. Terek havzasında yaşayanlara Ak Nogay denmektedir.

Geniş bir alana yayılan Nogaylar, Dağıstan ve Rusya Federasyonunda birçok birlik kurmuşlardır. Dağıstan'da Balbek HACIBAYRAMOĞLU'nun başında olduğu Nogay Halk Hareketi "BİRLİK" bağımsızlık yanlısı mücadelesini sürdürürken, Rusya Federasyonu Arkonon'daki "Nogay Millî Kültür Cemaati" de Mahmut ABDURRAHMANOVİÇ liderliğinde faaliyetlerini sürdürmektedir.



Kafkas Türkmenleri



Stavropol Türkmenleri de denilen bu Türk topluluğu XVIII'nci yüzyılda Türkmenlerden ayrılıp Kafkasya'ya yerleşmişlerdir.

Kuzey Kafkasya'da Stavropol-Ordzhonikidze şehirleri arasında yaşamaktadırlar. Nüfusları 15 binin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.



Derbent Türkmenleri



Dağıstan Cumhuriyeti'nde yaşayan Azerbaycan Türk'üne verilen isimdir. Nüfusları 70 bin civarındadır.



Karapapaklar



Ermenistan, Güney Azerbaycan ve Türkiye'nin Kars-lğdır bölgesinde yaşamaktadırlar. 1926 yılında 6.000 nüfusa sahip olan Karapapahların bugün 50 binin üzerinde oldukları tahmin edilmektedir.
 
Avar İmparatorluğu [563-803]




Çeşitli kaynaklar Avarların, Asya'daki Juan-Juan'ların Avrupa'ya göçlerinden sonra tarih sahnesine çıktıklarını belirtmektedir. Değişik kaynakların üzerinde birleştikleri konu Avarların, Asya'da görülen Juan-Juan'ların Avrupa'daki uzantıları olduğudur. Çin kaynakları bu kavim için Juan-Juan adını kullanırken, Arap ve Bizans kaynakları da Avar sözcüğünü kullanmaktadır. Bazı Bizans kaynakları ise, Avrupa'ya göç eden kavimlerin sahte Avarlar olduğunu, asıl Avarların göç etmediğini söylemektedir. Özellikle Macaristan'a yerleşen boylar için sahte Avarlar sözü kullanılmaktadır. Bazı Macar tarihçiler ise, Avarların eski Hunların bir boyu olduğunu ve Uar-Hun adını taşıdıklarını savunmaktadırlar. Akhunlar da aslında aynı boyun değişik kolu olarak bazı tarih kaynaklarında belirtilmiştir. Daha sonra araştırmalar, Avarlar ve sahte Avarlar ayrımının doğru olmadığını, ortaya çıkarmıştır. Avarların kişi ve yer adları Türkçe olduğundan, bu kavmin kesinlikle bir Türk kavmi olduğu ve Uygurların yaşadığı yörelerden geldiği anlaşılmıştır.

"Avar" sözcüğü karşı koyan anlamına gelmektedir. Daha çok direnen anlamında kullanılan Avar sözcüğü eski Türk dilinin aba-ar kökünden gelmektedir. İçindeki Moğol öğesinin Türklere oranla çok az bulunduğu anlaşılan bu topluluğun Moğol kökenli Uar sözcüğünden de adını almış olabileceği üzerinde durulmuştur. Avarların tarihi Asya ve Avrupa dönemleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Asya dönemi III. ve VI. yüzyıl, Avrupa dönemi de VI-IX. yüzyıl arası olmak üzere ikiye ayrılır. Hun İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra 200 yıllarında Juan-Juan diye adlandırılan ve göçebe anlamında kullanılan bir kavim adı geçmektedir. Bu kavmin Avarların temeli olduğu daha sonradan anlaşılmıştır. Juan-Juan’lar bir dönem Orta Asya'da kabile imparatorluğunu bağımsız biçimde gerçekleştirmişlerdir. Juan-Juan İmparatorluğu zamanla güçlenerek 400 yıllarında İrtiş ırmağından Kora yarımadasına kadar uzanmaktaydı. Eski Hun İmparatorluğu’nun topraklarından ortaya çıkmıştı bu devlet. Çin kaynaklarına göre, 458'de Çinlilerle Juan-Juan'lar arasında büyük bir savaş olmuştur. Çin orduları bu kavmi yenerek Orta Asya'dan Batı'ya doğru sürmüş ve Turfan bölgesini işgal ederek buradaki krallığa son vermişlerdir. Eski yurtlarından kovulan Avarlar Batı Asya topraklarında imparatorluklarını sürdürmeye çalışmışlardır. 552 yılında Göktürkler ortaya çıkana kadar Juan-Juan'ların egemenliği altında yaşayan Göktürkler ayaklanarak bu devletin egemenliğine son vermişlerdir. Göktürkler'e boyun eğmek istemeyen Juan-Juan'ların bir kısmı Çin'e sığınmış büyük bir kısmı da Batı'ya doğru göç etmiştir. Göktürkler bu kavmin devletini yıktıktan sonra bunların bağlaşığı olan Akhunlar devletini de ortadan kaldırmışlardır.

Çin kaynaklarının bu doğrultuda verdiği bilgileri Bizans kaynakları da doğrulamaktadır. Çinlilerin Juan-Juan dedikleri kavmin Bizanslıların ve Araplar'ın Avar dedikleri kavimle aynı olduğu araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Asya'dan göç eden Avarlar önceleri Volga ırmağı kıyılarında Oğur Türkleri ile beraber yaşamaya başlamış, sonra başka bir kabile federasyonu halinde gene Avar adı ile Kafkasya'nın kuzeyinde Alan ülkesinde görülmüştür. Avarlar başka kavimleri korkutmak için bu adı aldıklarını o dönemde dile getirmişlerdir. Kafkasya' da yaşarken Avarlar Bizans'a elçiler göndermişlerdir. Bizans kaynaklarına göre bu elçilerin uzun saçları omuzlarından aşağıya sarkıyordu. Avarların kağanı Bizans İmparatoru Jüstinyen'e silahlı bir bağlaşma önererek yapacağı hizmetler karşılığında yıllık yardım parası ve kavmi için yerleşecek topraklar istemiştir. İmparator elçilere zengin armağanlar vererek bu durumu düşüneceğini ve sonra kendi elçisi ile haber göndereceğini söylemiştir. Bizans imparatorları VI. yüzyıldan sonra sınırları boyunca yaşayan barbar kavimlerle bağlaşarak bunları imparatorluğun güvenliğini tehlikeye sokan diğer kavimlere karşı kullanmışlar ve devletlerinin sürekliliğini para karşılığında yabancı kanı ile sağlamışlardır. Jüstinyen imparatorluğunun ilk yıllarında Doğu Bizans eyaletlerine karşı saldıran Onogurlara karşı Sabirleri, Kuturgurlara karşı Uturgurları kullanmış ve barbarları birbirine kırdırarak doğu sınırlarının güvenliğini sağlamıştır. Bizans imparatoru Avarlara gönderdiği mesajında, Bizansa doğudan gelebilecek tehlikelere karşı koymak koşulu ile yerleşme bölgesi vereceğini ve para yardımı yapacağını bildirmiştir. Avarların kağanı bu koşullara önceleri razı olmuş ve daha sonraları da Kuturgurlar ile anlaşarak Karadeniz'in kuzeyinde kalan bölgeleri ele geçirmeye başlamıştır. Bir süre sonra Aşağı Tuna bölgesine kadar uzanarak Bizans sınırının batı yakasına gelmiştir. Avar kağanı Bizans'a yeniden elçiler göndererek Avrupa'da yerleşmeye elverişli topraklar istemiştir. Uzun görüşmeler sonuçsuz kalınca Avarlar artık Bizans İmparatorluğu'na düşman gözü ile bakmaya başlamış ve kısa bir süre içinde İslav boylarını egemenlik altına alarak Avrupa'nın içine doğru akınlar düzenlemişlerdir.

Avarlar hem göçebe hem de savaşçı bir kavimdi. Orta Asya'da fırtınalar estirdikten sonra bu kez de Avrupa'da aynı şiddet ile her yana saldırıyorlardı. Omuzlarından aşağı sarkan uzun saçlarıyla diğer kavimlerden ayrılan Avarlar Avrupa'ya doğru ilerlerken önlerine çıkan tüm topluluklarla savaştılar ve onları yenerek ilerlemelerini sürdürdüler. Avarlar Avrupa topraklarına gelince yeniden toparlandılar ve başbuğlarına Hakan adını vererek ele geçirdikleri topraklar üzerinde Avar devletini kurdular. 563 yılında kurulan devlet, Avarların daha sonraları da fetihleri sürdürmeleri nedeniyle bir süre sonra imparatorluğa dönüştü. Avar İmparatorluğu bir milyon kilometrekareyi kaplayan topraklar üzerinde ve eski Batı Hun İmparatorluğu'nun elinde bulunan ülkelerin üzerinde kuruluyordu.

Avar devletinin kurucusu Bayar Kağan'dır. Eski başbuğ, Bayar Kağan unvanını 557 yılında aldıktan sonra, kısa zamanda bir devlet kurabilmek için çeşitli bölgelere akınlar düzenlemış, buraları ele geçirmiş, Kafkasya yörelerinde bir süre kaldıktan sonra Karadeniz'in kuzeyinden hızla Avrupa içlerine girmiştir. Buralarda karşılarına çıkan çeşitli kavimlerle sürekli savaşmak zorunda kalan Avarlar bazen de yenilmişlerdir. Avarlar kısa bir süre içinde Bizans İmparatorluğu'nun doğu sınırlarından batı sınırlarına gelmişlerdir. Avar Kağanı Bayar toprak ve mal isteklerini sürekli olarak sürdürmüş ve Bizanslılara rahat vermemiştir. Eskiden olduğu gibi İstanbul'a yeni elçiler göndermişler, Bizans İmparatoru onların isteğini benimseyince de iki taraf da savaş hazırlıklarına başlamışlardır. İmparator, general Tiberiüs'ü Avarlar'a karşı büyük bir ordu ile göndermiştir. Ordu dağınık olduğundan Avarların önünden kaçmış, bunun üzerine de Bizans İmparatoru Avarlar ile anlaşmak zorunda kalmıştır. Bizanslılar kervanlarla Avarlar'a armağan göndermişlerdir. Avarlar Slavlar'a da elçiler göndererek vergi vermelerini önermişlerse de bunu Slav kavimlerine benimsettirememişlerdir.

İran Kralı Hüsrev, Anadolu'nun içerlerine kadar ilerlediği için Bizans İmparatorluğu sarsıntı geçirmekteydi. Bunun üzerine Tiberiüs başa geçerek topladığı ordu ile İranlıları geri püskürttü. Bizanslılar Göktürkler'e elçi göndererek İranlılara karşı ortak hareket edilmesini önerdiler.
Slavlar'ın Yunanistan'a saldırmaları üzerine Romalılar Avarlar'dan Slavlar'ın üzerine gitmelerini istediler. Bunun üzerine Bayar Kağan da derhal bir ordu toplayarak Slavlar'a saldırdı ve onları dağıtarak geri çekilmelerini sağladı. Bunun üzerine Bizanslılar Avarlar'ı artık daha ciddiye aldılar ve onları köle-barbar gözü ile görmekten vazgeçerek çeşitli armağanlar gönderdiler.

Avar devletinin kuruluş yıllarında Panonia'da oturan Longobardlar ile Erdel ve Eflak yörelerinde oturan Gepidler arasında anlaşmazlık bulunuyordu. Longobard Kralı Alboin, Bayar Kağan'a elçiler göndererek Gepid devletini beraberce ortadan kaldırmayı önerdi. Çeşitli görüşmelerden sonra Bayar Kağan bu öneriyi benimsemiş ve zafer kazanıldığında ganimetin yarısını, Gepid ülkesini, ayrıca da Longobardlar'ın hayvanlarının bir kısmını istemiştir. Kral Alboin bu önerileri benimseyince Gepidler'e saldırılmış ve kısa bir savaştan sonra ülke ele geçirilmiştir. 567 yılındaki bu savaştan bir yıl sonra da Bayar Kağan, korkarak İtalya’ya göç eden Longobardlar'ın ülkesine sahip olmuştur. Eskiden Hun İmparatoru Atilla'nın yaptığı gibi, Bayar Kağan devlet merkezini Tuna ırmağının kıyılarında kurmuş, ikiyüz elli yıl Macar topraklarında yaşayacak olan imparatorluğun temellerini atmıştır.

Panonia bölgesinin işgaliyle, Batı Hun İmparatorluğu'nun eski topraklarının çok büyük bölümü Avar Kağanı'nın eline geçmiştir. Bayar Kağan'ın imparatorluğu, merkez Macaristan'da olmak üzere, Elbe Vadisi, Alp Dağları ve Sava Vadisi'nden Don ırmağına kadar uzanıyordu. Aşağı Tuna İslavları ile Don ırmağı yöresindeki Kuturgur ve Uturgur kavimlerinin hepsi Avar İmparatorluğu sınırları içinde yer alıyordu. Yalnız 568 yılında bir Göktürk akınından sonra Don bölgesinde yaşayan Uturgurlar, Göktürk İmparatorluğu sınırları içine girdiler.

Gepid ülkesini ele geçirdikten sonra Avarlar yeniden Bizans İmparatorluğu'na yönelmişlerdir. Tuna ve Sava bölgeleri Avarlar'ın denetimi altındaydı, ama bu yöredeki Sirmium kenti daha alınmamıştı. Avarlar bu kente bir saldırı düzenlediler ve geri püskürtüldüler. Avarlar geri çekildikten sonra çeşitli görüşmeler yapılmış, ancak anlaşmazlık sürünce Avarlar binlerce Kuturgur savaşçısını Dalmaçya kıyılarını talan etmeye yollamışlardı. Bayar Kağan bundan sonra Bizans'a yeni elçiler göndererek Sirmium bölgesinin teslimi ile beraber yeni vergiler istedi. Bizanslıların yüklü bir vergi ödemeyi kabul etmeleri üzerine Bayar Kağan Sirmium yöresinden vazgeçti.

Savaşlardan zaman kaldıkça Bizanslıları kendisine örnek alan Bayar Kağan, bayındırlık işleriyle de uğraşıyordu. Ülkesinin ırmakları üzerinde köprüler, yol kenarlarında kervansaraylar kurduruyor, hamamlar ve benzeri büyük yapılar yaptırıyordu. Bu bayındırlık işleri için de Bizans'tan ustalar istiyordu. Bayar Kağan Tuna üzerine köprü yaptırmak isteyince Avarlar'ın Belgrad'ı alacağından çekinen Bizanslılar buna karşı çıktılar. Ertesi yıl Sirmium yüzünden Avarlar ile Bizanslıların arası yeniden açılınca Avarlar büyük bir orduyla Sirmium'u kuşatarak aldılar. Bu zaferden sonra Avrupa'nın en güçlü devleti Avar İmparatorluğu oldu. Bizanslılar bu durum karşısında 582 yılında Avarlar'a yüklü bir vergi ödediler.

Bizans'ta Maurikus imparator olunca, Avarlar yeni bir anlaşma önererek yıllık verginin artırılmasını istediler. Bizanslılar bu kadar çok vergiyi reddedince Bayar Kağan da Belgrad ve yöresini zaptetti, sonra da Karadeniz bölgesine çıktı. Ancak soğuk kış nedeniyle Bayar Kağan merkezine çekildi ve Bizanslılara saldırmadı. Bizanslılar yüzbin altınlık vergiyi benimseyince Bayar Kağan Bizans İmparatorluğu'na dokunmayacağına dair söz verdi. 584 yılındaki barıştan sonra Avar egemenliği altındaki Slavlar Bizans'a saldırınca iki imparatorluğun arası açıldı ve Bizans İmparatoru verginin ikinci taksidini ödemeyerek Avar elçisini bir adaya hapsettirdi. Bayar Kağan da bunun üzerine, Vidin ve Silistre kentleri de dahil olmak üzere, tüm Tuna Vadisi'ni yakıp yıktı (586). Ertesi yıl ise Edirne yakınlarında Bizans ordusuna yenilen Bayar Kağan barış istemek zorunda kaldı. Bu zafer ile Bizanslılar Avarlar'a karşı savunmadan vazgeçerek saldırı zamanı geldiğine karar verdiler. İranlıları başarıyla geri püskürten Bizans ordusu bu kez batıda Avarlar'ın üzerine yürüdü. Bizanslıların değişen tutumu üzerine Avarlar da geniş bir ordu toplayarak yeniden saldırıya geçtiler ve Çorlu yakınlarında Bizans ordusunu yakalayarak kuşattılar. Bizanslılar bu büyük tehlike karşısında gene geleneksel hile politikasına başvurdular ve Bayar Kağan’a sahte bir mektup yolladılar. Mektubu alan Avar İmparatoru büyük bir kuşkuya kapıldı ve Bizanslılardan barış isteğinde bulundu. Bu olaydan sonra Bayar Kağan birkaç yıl merkezde kaldı ve yeni bir sefere çıkmadı.

Bizanslılar, sarsılan durumlarını kurtarmak için Slavlar üzerine bir saldırı düzenlemişler ve bunları yenerek büyük miktarlarda ganimet sağlamışlardır. Bayar Kağan kendi uyruğu olan Slavların yenilmesi karşısında hiç ses çıkarmamıştır. Birkaç yıl sonra Avarlar'ın Dalmaçya kıyılarında yeniden başlattıkları talan üzerine Bizans ordusu o bölgeye giderek Avar ordusunu bozguna uğratmıştır. Bu duruma kızan Bayar Kağan bütün güçlerini toplayarak Trakya'ya girmiş, fakat ordusu içinde yayılan veba nedeniyle geri dönmek ve 599 yılında Bizanslılarla yeniden anlaşmak zorunda kalmıştır.

600 yılında Bizans komutanı Priskos Tuna'nın aşağı kıyılarını ele geçirince Avar merkezini tehdit etmiştir. Bunun üzerine Bayar Kağan iki ordu hazırlamış, birincisini oğullarının komutasında Bizanslıların üzerine göndermiş, ikinci orduyu da kendisi yöneterek arkadan Bizanslıları çevirmeye kalkışmıştır. Oğullarının ordusu bozguna uğrayınca Bayar Kağan da ordusunu geri çekmiştir. Bundan sonra beş kez meydan savaşlarında Bizanslılar Avarları bozguna uğratmışlardır. Oğulları bu savaşlarda ölen Bayar Kağan da bu üst üste yenilgilerden sonra hayatını yitirmiştir. Bayar Kağan'ın ölümünden sonra Avar İmparatorluğunun yaşaması biraz da Bizans İmparatorluğunun içinde bulunduğu karışıklıklar sayesinde olmuştur. Bizans İmparatoru Phokas, Avarlar'a barış önerisinde bulundu. Yeniden yıllık para yardımı önerdi. Bunun üzerine Avarlar artık Bizans'a saldırmaktan vazgeçip kendilerine akın hedefi olarak İtalya'yı seçtiler. Önceleri Longobardlar'a yardım için Kuzey İtalya'ya ordu gönderen Avarlar daha sonraları buraları yakıp yıkmışlar ve bol ganimet ile geri dönmüşlerdir. Avarlar'ın gittikleri tüm bölgeleri yakıp yıkmaları tüm Avrupalıların bu ulusa barbar gözü ile bakmasına yol açmış ve Avarlar'a karşı diğer ulusları birleştirmişti. Orta Asya gelenekleri ile Avarlar her yıl çeşitli bölgelere akınlar yapıyorlar, buraları yakıp yıkıyorlar, toprakları ele geçirdikten sonra da bol ganimetle Macaristan'ın Segedin kenti yakınlarında bulunan merkezlerine dönüyorlardı. Avarlar'ın zenginliği Avrupa'nın yağmalanmasından ve Bizanslılardan alınan büyük vergilerden ileri geliyordu.

610 yılında Heraklios Bizans İmparatoru olunca Avarlar'a elçiler göndererek buluşmak ve görüşmek istediğini bildirdi. Avar Kağanı da yeni imparator ile buluşmak istediğini bildirmişti. Bunun üzerine elçiler aracılığıyla bugünkü Marmara Ereğlisi buluşma yeri olarak belirlendi. Avar Kağanı'nın bu yakınlığından çok mutlu olan yeni imparator, kağan onuruna büyük şenlikler ve araba yarışları düzenletti. Fakat Avar Kağanı için buluşma Bizans başkentine baskın yapmak aracından başka bir şey değildi. Kağan en seçkin askerleri ile yola çıkmış ve kendisini karşılamaya gelen Bizans İmparatoru'na saldırmıştı. Bu oyunu önceden sezen imparator kılık değiştirerek Bizans'a kaçmış ve savunma önlemleri almıştı. Avarlar, İstanbul surlarını tahrip etmişlerse de orduda çıkan salgın hastalık nedeniyle geri dönmek zorunda kalmışlardı. Avarlar'ın bu oyunu, karşı bir saldırıyı gerektiriyordu ama, Bizans İmparatoru kutsal haçı bulmak üzere İran'a gitmeye hazırlanıyordu. Elçilerin aracılığıyla ikiyüz bin altın karşılığı Avarlar ile Bizanslılar yeniden anlaştılar.

Bizanslıların İran üzerine gitmesi karşısında Avarlar ile Persler arasında Bizans İmparatorluğu'nu ortadan kaldırmak üzere anlaşma yapıldı. Buna göre İranlılar Anadolu yakasından, Avarlar da Trakya yakasından İstanbul'a yürüyeceklerdi. Kararlaştırılan tarihte Pers orduları Kadıköy'e geldiler. Avarlar ise bir ay gecikme ile geldiler. Slav filosu İran ordusunu Avrupa kıyısına geçirecekti. Ne var ki, Bizans donanması buna izin vermedi ve Slavlar ile İranlıları geri püskürttü. Avarlar ise yaklaşık iki ay İstanbul'u kuşattılar ve hergün saldırdılar, ancak Bizans kendisini çok iyi savundu ve tüm saldırıları geri püskürttü. Savaş sırasında büyük kayıplar veren Avar ordusu geri çekildi ve Macaristan'a döndü. Bizans kuşatmasının başarısızlığı Avar İmparatorluğu'nun dönüm noktası olmuş ve devlet artık bir çöküş dönemine girmişti. Avarlar'ın bütün Avrupa'yı yıldıran eski gücü de azalmaya başlamıştı.

Avarlar'ın gücünün sarsılması üzerine, onlara bağlı kavimler ayaklanmışlar ve bağımsızlık istemişlerdir. İlk olarak Slav boyları bağımsızlık için örgütlenmeye başlamışlardır. Bir Frank tüccarı, Karpatlar yöresindeki Slavlar'ı bir araya getirmiş ve Avarlar’dan koparak 625 yılında bağımsız bir devlet kurmuştur. Kendi krallığını ilan eden Samo ile hemen Bizanslılar Avarlar'a karşı anlaşma yapmışlardır. Bir süre sonra da Uturgur ve Kuturgur kavimleri de Panonia yöresinde ayaklanmışlardır. Bu sıralarda hızla yayılan İslamlık ile savaşan Bizanslılar Avarlar'a karşı onları uzak tutma politikası izlemiştir. Bizans, Avrupa sınırlarına Sırp ve Hırvat kavimlerini yerleştirerek onları Avarlar ile arasında bir tampon bölge oluşturmaya yöneltmiştir. 635 yılında Kuturgurlar'ın yeniden ayaklanmasını Avarlar bastırmıştır. Avarlar ayaklanmalardan sonra Karpat havzasındaki topraklarını ellerinde tutabilmişler ama, ülkenin batısı Slavlar'ın; Karpatlar'ın, doğusu da Kuturgurlar'ın başı Kobrat'ın eline geçmiştir. Bizans İmparatoru Heraklios uzak görüşlü politikası ile Avarlar'ın sonunu hazırlamıştır. Her yandan ayaklanma ve saldırı ile çevrelenen Avarlar'ın durumu günden güne kötüye gitmiştir. Avarlar 676 yılında barışçıl amaçlarla Bizans'a elçilik heyeti göndermişlerdir. Bu tarihten sonra Avarlar artık iyice kendi içlerine kapanmışlar ve uzun bir süre akınlara çıkmamışlar, savaş yapmamışlardır.

Tarih kaynakları 736 yılında Avarlar'ın yeniden toparlanarak Bavyera bölgesine saldırdıklarını bildirmektedir. Bavyera'yı yakıp yıkan Avarlar'ı sonra o bölgenin halkı kovmuştur. Bundan sonra Avarlar ile Bavyeralılar arasında yirmi yıl süren savaşlar başlamıştır. Franklar'dan yardım gören Bavyeralılar ise Avarlar'ı yenerek Viyana önlerine kadar gelmişlerdir. Bu yirmi yıl savaşları Avar devletini iyice sarsmış ve çöküşünü hızlandırmıştır. Daha sonraları Bavyera dukası Franklarla savaş için Avarlar ile anlaşmıştır.

Frank hükümdarı Büyük Karl ise büyük hazırlıklardan sonra 791 yılında Avar seferine çıkarak konuyu kesin bir çözüme bağlamak istedi. Çeşitli ordularla desteklenen Büyük Karl'ın seferi Tuna kıyılarında ilerledi. Avarlar kalelerini bırakarak ülkenin iç kısımlarına, dağlık ve ormanlık bölgelere çekildiler. Büyük Karl Viyana önlerinde karşılaştığı bir kısım Avar ile savaşmış ve onların direncini zorla kırabilmiştir. Ayrıca Tuna nehrinde de bir filo Avar ülkesinin içlerine doğru girmiştir. Filo ile beraber iki kara ordusu Avarlar'ın yerleştikleri bölgeleri kuşatarak ele geçirmişlerdir. Franklar Sirmium bölgesini de fethederek Avarlar’ın hazinelerine el koymuşlardır. Franklar'ın Avar seferi başarıyla ilerlerken birden kış bastırmış ve orduda veba salgını ortaya çıkınca Büyük Karl savaşı sürdürmekten vazgeçerek geri dönmüştür.

Frank seferinden sonra Avarlar dağınık bir durumda iken bu kez de Saksonlar gelerek Avarlar'ı Franklar’a karşı ayaklandırmışlardır. Avarlar'ın çoğunluğu intikam almak için ayaklanmışsa da sonraları barış taraftarları üstün gelmiştir.Yeni seçilerek başa geçen Tudun Kağan elçiler göndererek Hıristiyanlığı benimseyerek Frank koruması altına girmek istediğini söylemiş ama, Büyük Karl Avarlar'ın bu önerisini reddetmiştir. Bir süre sonra Büyük Karl yarım bıraktığı Avar seferine yeniden başlamıştır. Büyük Karl'ın oğlu Pepen Avarlar'ı yenerek onların devlet hazinelerini ele geçirmiştir. Pepen, Tudun'un barış isteğini kabul etmiştir. Avar Kağanı Tudun Büyük Karl'a bağlılık yemini ederek arkadaşları ile beraber Hıristiyan olmuştur. Hıristiyanlığı benimseyerek ülkesini kurtaracağını uman Tudun Kağan yanılmış ve Büyük Karl Avar ülkesinde belirli askeri merkezler kurarak ordusunun bir kısmını buralarda nöbetçi olarak tutmuştur. Tuna'nın sol kıyılarına kadar olan bölgeleri kendi ülkesine katmış ve böylece Frank Krallığı ile Bizans İmparatorluğu komşu olmuşlardır. Büyük Karl ayrıca Bizanslıların Avarlarla anlaşmalarını önlemek amacıyla Tuna boylarına Germenler ile beraber Slav boylarını getirterek yerleştirmiş ve arada bir tampon bölge oluşturmuştur.

Franklar'ın aldığı önlemler Avarlar'ı son derece kızdırmış ve bunun üzerine ayaklanarak başta Tudun olmak üzere Hıristiyanlıktan vazgeçerek Bavyera bölgesine saldırmışlar ve buradaki Frank komutanını öldürmüşlerdir. Bunun üzerine Büyük Karl yeni bir Avar seferini başlatmış ve bu kez Avarlar'ı kesin bir yenilgiye uğratmıştır. Franklar'ın bu son seferleri Avar İmparatorluğu'nu tarihin derinliklerine sürüklemiştir. Tarihsel kaynaklarda Avarlar'ın son tarihi olarak 803 yılı görülmektedir. Bu tarihten sonra Tudun adı yok olur ve yerine geçen Zodan ise bütünüyle Franklar'a bağlanır. Büyük Karl Avar İmparatorluğu'nu yıktıktan sonra Avar ülkesini yeniden düzenler ve bu toprakları beş kontluğa bölerek kendisine bağlar. Salzburg piskoposunu bu ülkenin ruhsal lideri ilan eder.


Avar İmparatorluğu

Avar İmparatorluğu dağıldıktan sonra çevrede yaşayan Komşu Slavlar bu ülkenin toprakları üzerine düşmüşlerdir. Kanlı savaşlardan sonra Avarlar yeni gelen yabancı kavimler ve daha çok Slavlar arasında erimişlerdir. Bir süre sonra 814 yılında Bizans'ı kuşatan Bulgar ordusunda Avarlar savaşmışlardır. Hırvatlar'ın Franklar'a karşı ayaklanmalarına Avarlar da katılmışlardır. Daha sonraları ise Avarlar, Tuna havzasına gelen ve buraya yerleşen Macarlarla birleşmiş, bunlarla kaynaşmışlardır. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Avar ülkesinin Bohemya ve Batı Macaristan bölgelerinde büyük Moravya adı verilen Slav devleti, Kuzey Macaristan, Eflak ve Bulgaristan'da Türk-Bulgar Hanlığı kurulmuştur. Karpatların güneyi ile doğusu da Macaristan'a günümüzdeki isimlerini verecek olan Onogurların eline geçmiştir. Günümüzde Macaristan devleti sınırları içinde yaşayan Avar kalıntısı bazı nüfus toplulukları bulunmaktadır. Bunlar kapalı topluluklar olarak eski geleneklerini yaşatan topluluklardır. Çiğil ve Szekely toplulukları Avarların günümüzde Macaristan'da yaşayan boylarıdır. Avarlar'ın bazı boyları da Bulgaristan'da yerleşmiştir. Tisa havalisinden Tuna sahillerine kadar uzanan alanda Bulgar Türkleri ile karışarak yaşamışlar ve günümüze kadar gelmişlerdir. Bulgaristan'da yaşayan Türklerin önemli bir kısmı burada yerleşen Avar boylarıdır. Ayrıca bugün Kafkasya'nın Dağıstan bölgesinde yaşayan çeşitli boylar da Avarlar'ın uzantılarıdır.

Avarlar'da Kültür

Avar kültürü ile ilgili buluntular daha çok Macaristan'da yapılan kazılarda çıkmaktadır. Bu buluntular iki gruba ayrılır. Birinci grup, doğrudan İç Asya'dan gelen Avarlarla ilgilidir. Macaristan'da ortaya çıkarılan onbeş bin Avar mezarından çıkarılan buluntular ağır dökme kayışlar, koşum takımları ve küçük heykelciklerdir. Macaristan'ın Balaton kenti yakınlarında daha çok Orta Asya'dan gelme Avar eşyası bulunmuştur. Bu tür eşya üzerinde süsleme olarak hayvan dövüşleri, hayvanları parçalayan grifon, üzüm salkımı ve yaprak biçimleri vardır. Bu grubun etkileri Almanya ve Fransa'da yaşayan kavimlerde de görülmüştür. Bu gruba daha çok Keszthely adı verilmektedir. İkinci gruba ise Martinovka kültürü adı verilmektedir ve daha çok İskit, Hun-Bizans ve Gotlar'ın etkilerinin karışmasından oluşmuştur. Bu buluntular öncelikle Avarlar ile birlikte bu alanlardan Macaristan'a giden Kuturgur ve başka Bulgar Türk kavimlerine aittir. İkinci gruba giren buluntulardaki madeni eşyalarda dövme tekniği görülür.

Birinci gruba giren kazılarda kafatasları da bulunmuştur. Bunlar genel olarak Brakisefal karakter taşımaktadır. Bu durumda yalnızca eşyanın işleniş biçimi değil, iskeletler de Avarlar'ın yönetici kesiminin Orta Asya'dan geldiklerini kanıtlamaktadır. Avar mezarlarının bazen binden fazla mezar barındırması onların topluca oturduklarını ve yaşadıklarını göstermektedir. Avarlar, ölüleri doğuya doğru yatırır ve öteki dünyada aç kalmasın diye de yanına yiyecek koyarlardı.

Diğer Orta Asya kavimleri gibi Avarlar da atlı ve yaylı bir kavimdi. Genellikle at sırtında dolaşır ve at sırtında yaşarlardı. Savaşlarda ise yay kullanırlardı. Yaylarını kemerin solunda, ok kutusunu ise kemerin sağında taşırlardı. Yayın yanı sıra savaşlarda kılıç da kullanırlardı. Avar kılıçları hem düz hem de eğri yapılırdı. Üzengileri ise daire biçimindeydi. Buluntular arasında ele geçen çifte borulu kaval da ilginçtir. Bir erkek iskeletinin elinde bulunan kaval iki artı beş olmak üzere toplam yedi delikliydi ve bunun benzerlerine Türkistan, Kafkasya ile Volga bölgelerinde rastlanıyordu.

Avarlar ile ilgili diğer arkeolojik buluntuların Orta Asya kazılarında ele geçenlerle benzerlik taşıması bu ulusun hem Türk, hem de Orta Asyalı olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca Avar dilindeki Türkçe kökenli sözcüklerin fazla olması da, Avarlar'ın Türklüğü'nü gösteren bir başka tarihsel kanıttır. Göktürk alfabesi kullanırlar ve Çuvaş Türkçesi ile konuşurlardı.

Avarlar'da Devlet

Avrupalıların "Avar" dedikleri bu kavmin Türkçe'de okunuşu "Apar"dır. Orhun yazıtlarında bu biçimde yer alması, Avarlar'ın Türkçe'de Apar olarak adlandırıldığını göstermektedir. Avrupa Avar kağanları da, Asya'daki Avar kağanlarının soyundan geliyorlardı. Hunlarla karşılaştırıldığında daha iyi bir devlet örgütleyicisi olan Avarlar Asya'da öğrendikleri devlet geleneğini Avrupa'ya taşımışlar ve bu geleneği Avrupa'da göçmen ve barbar olarak yaşayan kavimlere öğretmişlerdir. Macaristan'a yerleştikten sonra, devlet merkezini sağlam kurmuşlar, üç yüzyıla yakın bir süre oturdukları ülkenin egemeni olmuşlardır. Çeşitli savaşlarda yenilmelerine karşı, devlet geleneğinin güçlü olması nedeniyle bu kadar uzun bir süre ayakta kalabilmişlerdir. Kendi zamanlarında Roma ve Bizans İmparatorluklarına kafa tutabilmelerinin de arkasında yatan gerçek neden, sağlam bir devlet geleneğine sahip olmalarıdır.

Avarlar da temelde, Hunlar ve diğer eski Türk devletleri gibi göçebe bir kavimdiler. Avar devleti genelde kavimler ve kabilelerden meydana gelen bir federasyon yapısında kurulmuştu. Devletin yönetici kesimi Avarlar'ın kurucu hanedanından geliyordu ama, ülkede çok değişik kökenden gelen kavimler ve boylar vardı ve bunlar Avar egemenliği altında beraberce yaşıyorlardı. Kafkasya'dan geçerken birçok Bulgar-Türk kavimlerini bu arada Ogur, Oturgur, Kuturgur ve Onugur kavimlerini de beraberlerinde sürüklemişlerdi. Türk kavimlerinden başka Germen olan Gepid'ler ve önemli sayıda Slav boyları Avarlar'ın egemenliği altına girmişlerdi. Avarlar, kendilerine bağlı bu kavimleri daha çok sınır boylarına yerleştirirler ve saldırılara karşı tampon olarak kullanırlardı. Ayrıca bazı seferlerde gene bu bağlı kavimleri öncü güçler olarak savaşa sokarlardı. Avarlar kendilerine bağlı kavimlere pek acımamışlar tehlike anında onları kullanmışlardı. Böylece hem kendi ordularını koruyorlar, hem de bağlı kavimleri kırdırıyorlardı. Hem Asya, hem de Avrupa Avar devletlerinin başında kağan unvanı taşıyan bir hükümdar bulunuyordu. Kraldan sonra ise Yuğruş adını taşıyan vezirler geliyordu. Avarlar'da ayrıca bir de Tudun rütbesi bulunuyordu. Daha çok başkomutan için kullanılan bu unvana genelde kağan sahipti.

Avarlar'ın devlet örgütlenmesi temelde ordu ve askerliğe dayanıyordu. Avarlar her zaman Avrupa ülkelerinden fazla bir orduyu hazır tutmuşlar ve bu ordu ile seferlere çıkmışlardır. Ordu saldırı ve savunmaya göre iki türlü kuruluyordu. Saldırı ordusunun yapısı şöyleydi: Avarlar ve Bulgar Türkleri atlı güçleri, Slavlar, Gepidler ve diğer kavimler ise piyade ile filoyu oluşturuyorlardı. Sirmium savaşı sırasında kuşatmayı bilmeyen Avarlar, daha sonra bunun tekniğini çok iyi öğrenerek tüm savaşlarında başarı ile uygulamışlardı. Ordu devletin olduğu kadar toplumun da belkemiğini oluşturuyordu.

Dış politikada Avarlar kendilerinden önce ülkelerine egemen olan Batı Hun İmparatorluğu'nun yolunu izlemişlerdir. Avar kağanları ile Bizans imparatorları arasındaki ilişki her zaman gergin olmuştur. Her iki devlet sürekli olarak birbirine karşı iki yüzlülük ve kurnazlık politikası izlemiştir. Bizans imparatorlarının Avar devletine ödedikleri yıllık yardım paraları gerçekte ağır yıllık vergilerden başka bir şey değildir. Buna karşılık Bizans imparatorları Avar ülkesini her zaman Bizans İmparatorluğu'nun bir parçası sayarlardı ve bu toprakları kaçak oldukları için Bizans koruması altına giren Avarlar'a armağan olarak verdiklerini ileri sürerlerdi. Bizanslıların bu iyimserliğine karşı Avarlar, birkaç kez Bizans ülkesine saldırarak İstanbul yakınlarına gelmişlerdir. Bizans'a düşman olan Avarlar Batı Roma ve Germenlere karşı hoşgörü politikası izlemişlerdir. Longobardlar Avarlar ile dost ilişkileri içinde olmuşlardır. Yenilgiye uğrayan Gepidler ise Avarlara boyun eğmeyi, akraba Longobardlara uyruk olmaya tercih etmişlerdir. Avarlar da bunun üzerine Gepidlere iyi davranmışlar köle uygulaması yapmamışlardır. Gepidler zamanla Avarlar içinde erimişler ve isimleri Avarlar ile beraber tarih sahnesinden silinmiştir.

Slav tarihi açısından Avarlar'ın büyük önemi vardır. Atlı göçebe bir toplum olan Avarlar, savaşlarında ve seferlerinde kendilerine piyade hizmeti görecek asker sağlamak amacıyla fethettikleri yerlere Slav kavimlerini yerleştirmişler, sınır boylarında koruyucu göçler olarak kullanmışlardır. Slavlar, Avarlar sayesinde Elbe, Karpat, Vistül, Dalmaçya, Balkanlar ve Macaristan gibi çok geniş bir alana yayılmışlardır. Bu nedenle Slavlar genişlemelerini ve bu kadar geniş bir alana yayılmalarını Avarlar'a borçludurlar. Avarlar her şeye karşın Slavlar'ı çok derinden etkilemişlerdir. Slav kaynaklarında Avarlar ile ilgili çeşitli bilgiler görülmektedir. Slavlar Avarlar'ı kullanarak ilerlemişler ve yayılmışlar, daha sonra Avarlar'ın yok olmasıyla bugünkü durumlarına gelmelerini sağlayan sürece girmişlerdir. Slavların dilinde var olan "Avarlar gibi yok oldular" sözü, Slavların Avarlar'ın yıkılmasından ve onların yerlerini böylece ele geçirmelerinden dolayı sahip oldukları sevinci dile getirmektedir.

Avarlar'da Din

Din açısından Avarlar ile ilgili kaynaklar değişik bilgiler vermektedir. Diğer Orta Asya ve göçebe kavimleri gibi Avarlar'ın da şamanist oldukları düşünülebilir. Avarlar'da şamanlık ve şamanlar bulunduğunu gösteren bazı sözcükler, onların dilini yansıtan belgelerde ortaya çıkmıştır. Bizans kaynakları da büyücü veya sihirbaz olduğu sanılan bir kişinin Bayar Kağan'ın eliden kaçtıktan sonra Bizans İmparatorluğu'na sığındığını söylemektedir. Bu gibi veriler Avarlar'ın temelde ve başlangıçta şamanlık dinini benimsediklerini göstermektedir.

Avrupa'nın içlerine girdikçe ve Avrupalı uluslarla ilişki kurdukça Hıristiyanlık Avarların önüne çıkmıştır. Bazı Bizans rahiplerinin Avar ülkesinde Hıristiyanlığı yaymak için çalıştıklarına dair bilgiler vardır. Hıristiyan papazları propaganda yaparken yakalayan Avarlar bunlara pek bir şey yapmamış, sonra da serbest bırakmışlardır. Worms piskoposunun Avar ülkesinde Hıristiyanlık propagandasına çıktığı tarih kaynaklarında açıkça yazılmıştır. Avarlar Hıristiyan piskoposlara dokunmadıkları gibi, Hıristiyan olmaya da yanaşmamışlardır.

Avarların Hıristiyanlığı benimsemesi ancak Franklar'ın ülkeyi ele geçirmesinden sonra başlamıştır. Frank Kralı Büyük Karl'ın gönlünü kazanarak ülkeyi kurtarmak isteyen Avar Kağanı Hıristiyanlığı benimseyince, onunla beraber birçok kişi de Hıristiyan olmuştur. Ama ülke gene de elden gidince, Avarlar arasında bu kez de Hıristiyanlığa karşı bir tutum ortaya çıkmıştır.

bu arada benim kzılık soyadım avar yaaaaaaaaaaa
 
Büyük Çerkes Sürgünü
karikatür

Çarlık Rusyası, 300 bine yakın asker ve modern silahlarla saldırmasına karşın 1856 yılına kadar Kafkasya’ya tam hakim olamadı.Özellikle Batı kafkasya’da direnişler son dönemde çok çetin geçiyordu.1856 Paris Konferansı’nda Osmanlı ve Avrupalı müttefikler tarafından Kafkaslılar yalnız bırakıldı. Paris Konferansı sonuçlarına göre Rusya, Kafkasya’da ne isterse yapabilecekti.1859’da Şamil’in de teslim olmasıyla Doğu Kafkasya’da savaş hemen hemen bitmiş, Rusya bütün gücüyle Batı Kafkasya’ya saldırmaya başlamıştı.1860-1864 yılları arasında ( ki bu savaşlarda bütün Kafkas boyları yer almıştır) Batı Kafkas Cephesi yeniden kurulmuş ve çok çetin çarpışmalar olmuştu. Çarlık acımasız bir vahşet uyguluyordu.Köyler yakılıyor, ekinler yok ediliyor, mallar yağmalanıyordu.
“Bu gerçek ve acımasız bir savaştı.Yüzlerce Çerkes köyü ateşe verildi.Ekin ve bahçelerini imha için atlarla çiğnettik ve sonuçta bir harabeye dönüştü…”(Rus Tarikçi Yd. Felisin)
“Köylere gece karanlığında dalıvermek adet haline gelmişti.Gece karanlığının örtüsü altında Rus askerlerinin ikişer üçer evlere girmesini izleyen dehşet sahneleri öylesineydi ki, bunları hiçbir rapor görevlisi aktarmaya cesaret edemezdi…”(Kont Lev Tolstoy)
Halkın direncini kırmak için Çar orduları halkı sürgüne tabi tutuyor, geri dönüş umutlarını yok etmek için, gözleri önünde köylerini yakıyorlardı.Boşaltılan topraklara Kırgız ve Rus köylüleri yerleştiriliyordu.
Bir yandan süregelen savaş bir yandan süregelen soykırım 1864 baharına kadar devam etti. 1864 Mayıs ayında her boydan Kafkas savaşçıları, Soçi yakınlarında Aybgo Suyu yakınlarında yeni bir cephe açtılar.7-11 Mayıs tarihleri arasında Ruslar’a büyük kayıplar verdiler.Bunun üzerine Kafkasya’daki Rus birlikleri dört koldan bu son cepheye saldırdılar.Çerkes güçleri ağır top ateşi altında günlerce dayandılar…Hepsi şehit olana kadar…
Ve 1864 Mayıs ayının 21. günü Rus orduları Soçi yakınlarında Kbaada çayırlarında( şimdiki adıyla Krasnaya Polyana) büyük bir zafer şöleni ve resmi geçit yaparak, Kafkasya’nın düşüşünü kutladılar.General Yevdokimov, Kafkasya sorununun bittiğini Çar’a müjdeliyor, dağların yüksek noktalarında direnişi sürdüren küçük grupların da takip edilerek yok edileceğini bildiriyordu.
Yevdekimov’a göre kesin çözüm, Çerkesler’in topraklarından sürülerek denizin öteki yakasına kovulmalarıydı.Kuban ötesinde kalan ve boyun eğen halk bile onun gözünde zararlı ve tehlikeliydi.Onlarında sürülmeleri gerekiyordu.

Ve böylece…1864 yılı, sürgünün en yoğun olduğu yıl olarak tarihe geçti.Lapinski’ye göre 10 Temmuz 1864’e kadar 200 binden fazla Çerkes, gemilerle Osmanlı limanlarına taşındı.Tarihçilere göre Çar ve komutanlarının emriyle 19.yy.’da Osmanlı topraklarına 1.600.000 civarında çerkes Sürgün edildi.

“Gemicilerin gözü doymuyordu.50-60 kişilik gemiye 200-300 kişi alıyorlardı. Yanlarına aldıkları biraz su ve ekmek 5-6 günü aşınca tükeniyor, açlıktan salgın hastalılara yakalanıyorlar, yolda ölüyor ve denize atılıyorlardı. 600 kişiyle yola çıkan gemiden ancak 370 kişi sağ kalabilmişti…”(Fransız gazeteci A. Fonvill)

“Osmanlı’ya göç etmek için yola çıkanların yarısı bile oraya ulaşamadı.Be denli bir perişanlık insanlık tarihinde çok azdır…”(Rus İ. Dzarov)

İşte 21 Mayıs 1864, Çerkes halkının belleğine böyle kazındı.Çar ve orduları için zafer, Çerkesler için acının, hüznün, sürülüşün, bölünmüşlüğün ve ölümün gümü… 21 Mayıs’lar her şeye rağmen Çerkes halkının yaşama direncinin ifadesidir.Direniştir,başkaldırıdır, diriliştir.Tüm zalimlere inat, Çerkesya’nın yeniden var olma mücadelesidir. 21 Mayıs’lar, halkımızın belleğine kazınan tüm bu acıları, savaşları insanlık dışı uygulamaları dünyaya haykırmak istediğimiz gündür. 21 Mayıs’lar dün, bugün, yarın perspektifinde ulusal-kültürel kimliğimizi yaşama ve yaşatma isteği ile geleceğe ışık tuttuğumuz günlerdir. Kabardey Balkar, Karaçay Çerkes ve Adige Cumhuriyetlerinin Parlementoları 21 Mayıs’ı “Ulusal Yas Günü” ilan ettiler.Artık bütün dünyada Çerkesler, 21 Mayıs’larda anma günleri düzenliyorlar, Kafkas halklarını ulusal-kültürel yok oluş sürecine iten “Büyük Kafkas Sürgünü”nü ulusal ve uluslar arası kamuoyuna anlatarak, bu soykırım ve sürgünü unutturmaya çalışıyorlar.


KONU: “21 MAYIS 1864 BÜYÜK ÇERKES SÜRGÜNÜ”

“Köylere gece karanlığında dalıvermek adet haline gelmişti.Gece karanlığının örtüsü altında Rus askerlerinin ikişer üçer evlere girmesini izleyen dehşet sahneleri öylesineydi ki, bunları hiçbir rapor görevlisi aktarmaya cesaret edemezdi…”(Kont Lev TOLSTOY)

“ Osmanlı’ ya göç etmek için yola çıkanların yarısı bile oraya ulaşamadı.Bu denli bir perişanlık insanlık tarihinde çok azdır…”(Rus İ. DZAROV)

“ Gemicilerin gözü doymuyordu.50-60 kişilik gemiye 200-300 kişi alıyorlardı.Yanlarına aldıkları biraz su ve ekmek 5-6 günü aşınca tükeniyor, açlıktan salgın hastalıklara yakalanıyor, yolda ölüyor ve denize atılıyorlardı.600 kişiyle yola çıkan gemiden ancak 370 kişi sağ kalabilmişti…”(Fransız gazeteci A. FONVILL)

İşte 21 Mayıs 1864, Çerkes halkının belleğine böyle kazındı.Çar ve orduları için zafer, Çerkesler için acının, hüznün, sürülüşün, bölünmüşlüğün ve ölümün günü…


21 Mayıs’lar her şeye rağmen Çerkes halkının yaşama direncinin ifadesidir.Direniştir, başkaldırıdır, diriliştir.Tüm zalimlere inat, Çerkesya’nın yeniden var olma mücadelesidir.


21 Mayıs’lar, halkımızın belleğine kazınan tüm bu acıları, savaşları, insanlık dışı uygulamaları dünyaya haykırmak istediğimiz gündür.
 
Seteney GUAŞE

Kuzey Kafkasya Halk Destanlarının sembolü olmuştur Seteney Guaşe. Güzeldir, bilgedir, Nart kurultaylarında çözümlenemeyen toplumsal sorunlar O'nun dudakları arasından çıkan sihirli bir kaç söz ile hallolur.

Yarı tanrıça - yarı insan bir özelliği vardır. Grek mitolojisinde de rastlarız bu tür kahramanlara, örneğin, Achilleus, Hector, Agamemnon, Paris yarı tanrı - yarı insan kahramanlardır. Ne var ki Grek mitolojisinde kadın kahramanların çoğu salt tanrıça niteliği gösterir. Athena, Hera Aphrodite, Artemis bu tür tanrıçalardır. Seteney Guaşe ise Kuzey Kafkasya mitolojisinde tektir. Saydıpımız Grek tanrıçalarının kimi özelliklerini tek kişilikte birleştirmektedir. Güzelliği ile Aphrodite, cesur ve bilge oluşu ile Athena ve Hera'dır. Biraz da Artemis'tir Kuzey Kafkasya Mitolojisinde Seteney...

Demirci Tlepş ile olan ilişkisi, aphrodite ile ateş ve demirciler tanrısı topal ve çirkin Hephaistos arasındaki bağa benzer. Seteney'in çok yönlü işlevlerine kıyasla Grek tanrıçalarının işlevleri tek yönlüdür. Seteney'in farklı özellikleri Grek Mitolojisinde ayrı bir tanrıça ile simgelenmiştir.

Seteney için bilgedir demiştik, Büyük Nart Kurultaylarının çözemediği toplumsal sorunları çözer demiştik. Bu özelliği ile batılı araştırmacıları ve Kafkasologları yanlış yanılgılara itmiştir Seteney... Bu bilim adamları nart topluluğunu, dolayısıyla Kuzey Kafkasya boylarının anaerkil (Matriarkal) bir yapıya sahip oldukları kanısına varmışlardır. Anaerkil savına dayanak olarak da Sosrıkua'nın "Seteney oğlu Sosrıkua" (Seteneyko Sosrıkua) olarak tanımlanmasını göstermişlerdir. Oysa bu durum Seteney'in güçlü kişiliği nedeniyle yalnız Sosrıkua için geçerlidir. Sosrıkua dışında annesinin adı ile anılan Nart kahramanı yoktur. sosrıkua ve Seteney'in Kuzey Kafkasya Mitolojisindeki etkinlikleri Kuzey Kafkasya boylarının geçmişte salt anaerkil bir yapıya sahip olduklarını kanıtlamaya yetmez. Her toplumda olduğu gibi belli bir zaman kesiminde anaerkil bir düzene rastlanabilir. ancak Seteney Guaşe ile ilgili textlerin yoğun bir biçimde söylendiği çağlarda Kuzey Kafkas boylarının anaerkil süreyi tamamlayıp tamamlamadıklarını gösterir kesin deliller henüz saptanamaıştır.

Kuzey Kafkasya toplumlarının Abazin-Abhaz-Adiğr gruplarında bu kahramanı Seteney ismi ile yaşıya gelmiştir. Osetin-Karaçay-Balkar dillerinde Şatana veya Satana şeklinde değişikliklere uğramıştır.

Seteney ismi günümüz Kafkas dillerinde çiçeklerin en güzeli olan "Gül" anlamında kullanılmaktadır. Dolayısı ile kadın güzelliği ve erdemin sembolü olan bu destan kahramanının güzelliği, çiçeklerin en güzeli olan "gül-rosa" ile eş anlamlı tutulmuştur. Seteney sözcüğünün ayrışımından gülden başka anlamlar da çıkabilmektedir. Şöyle ki;

Adiğe şive grubunda "SE" sözcüğü bıçak, kılınç anlamında kullanılmaktadır. "TIN" veya "TEN" sözcüğü vermek veya lutufta bulunmak anlamındadır. "SETIN" bıçak vermek sözcüğü, belki de kahramanımızın isminin kökü olmuştur. Çoğu araştırmacılar bu açıklamada birleşmektedirler. Orta ve yeni çağlarda silahşör ve şövalyelerin ödüllendirilişi, onlara soylu ünvanlar verilişi, kılınçla (hükümdarca, özelliklede kadın hükümdarlarca) kutsanmalarından sonra olurdu. Batıda olduğu kadar Türk-İslam geleneklerinde de bu özellikler son yıllara kadar yaşamıştır (Kılıç kuşanma törenleri gibi). Bu uluslararası gelenekle Seteney'in güçlü kişiliği birleştiğinde sözcüğün kökenine, doğuşuna yaklaşabiliriz. Bu topluma düşünce ve davranışları ile yön verebilen, Nart kahramanlarına önderlik eden kadın kahramanın onlara silah vermesi, toplum için yöneticilik ve ünvanlar dağıtması olağandır. Böyle bir araştırma ile gerçeğe yaklaşmakta birçok bilim adamı birleşmektedir.

Geriye aydınlatılması gereken bir husus kalmaktadır: gül ile Seteney arasındaki ilişki, Kuzey Kafkasyalılar güzellikte ve bilgelikte eşi bulunmayan bu kahraman ile çiçeklerin en göz alıcısı olan, bir tanrıçaya yakışan "GÜL"ü şekilde ve anlamda birleştirmiştir.

Gül ile Seteney isminin arasındaki ilişki bir rastlantı sonucu, Arapgir ilçesinde yaşayan Hımsat adlı bir Kabardey nineden derlediğimiz bir küçük text ile aydınlanmış olmaktadır. Bu texti burada kısaltarak vermekteyiz:

"Seteney bir gün evinin bahçesinde oturmuş sırma işlerken, uzakta dağ yamacında, oğlu genç sosrıkua'nın devlerle kavgaya tutuştuğunu, devlerin onu öldürmek için, dizlerinden yaralamaya çalıştıklarını, bunun içinde dağdan Sosrıkua'nın üzerine demir tekerler yuvarladıklarını görür. Oğlunun ölüm ile karşı karşıya olduğunu anlar, gergefindeki sırma işlemesini bir tarafa fırlatarak oğlunu kurtarmaya koşar. Bahçe çitinden atlarken ayağına beyaz güllerin dikeni batar, ayağından damlayan kanlarla bir anda bütün beyaz güller kırmızıya dönüşür. O günden bu yana Kuzey Kafkasyalılar kırmızı gül anlamına gelen Seteney ismini kız çocuklarına ad olarak seçerler."

Bu küçük text, Kuzey Kafkasya Mitolojisinde karanlık kalan bir kavramı az da olsa aydınlatması bakımından önemlidir. Çünkü Hadağtle asker'in "Nartlar"ında, ne Dumesil'in "Mythe et Epopee" adlı yapıtında, nede son ıolarak 1975 yılında yayınlanan Meremkuıl Vladimir'in "Nartı Abazinsky Narodny Epos" adlı yapıtında bu konu bu denli aydınlığa kavuşturulamamıştır. Bu kısa öykü öteden beri savunulan Kuzey Kafkasya ve Grek mitolojilerinin arasındaki benzerlik ve Grek mitolojisinin Kafkasya mitolojisinden etkilenmiş olduğu savlarınıda desteklemektedir. Tanrıça Aphrodite ile Seteney'in benzeşimi bu sav'ın bir bölümüdür. Grek mitolojisine göre: "Kıskançlık yüzünden diğer tanrılar yakışıklı Adonis'in üzerine bir yaban domuzu salarlar. Sevgilisinin yardımına koşan Aphrodite'nin ayağına beyaz gülün dikeni batar. Yaradan akan bir damla kan Tanrıçanın çiçeği olan beyaz gülleri kırmızıya boyar." Ancak bu destan textinin Kuzey Kafkasya'dan Antik Grek'e geçtiğini ısrarla savunmaktayız. Zira Antik Yunan dilinde "Aphrodite" sözcüğü ile "gül" sözcüğü arasından etimolojik veya öyküsel hiçbir ilişki bulunmamaktadır. Oysa Çerkes dillerinde gülün karşılığı hala Seteney olarak yaşamaktadır.

Nartların en yaşlısı Wezırmes'ten kendi oğlu genç Sosrıkua'ya kadar herkesin akıl hocasıdır Seteney. Savaş ve barışa karar vermek, hasat için yeni usuller bulmak, onun görevlerindendir. Hastalık, kıtlık, deprem gibi doğal afetlerde toplumun son danışma mercii Seteney Guaşe'dir. Adiyukh, Yemğazei Gıaşe, Psıtha Guaşe gibi kadın kahramanlar salt güzellikte kadın olarak ün salmışlardır. Seteney Guaşe ise tek başına bir karr ve yargı mercii gibi Nart halkını etkilemektedir.

Doğan çocukalrın isim annesidir. Adını verdiği her çocuğun kulağına üflemek onun toplumsal görevlerindendir. Kulağına üflemediği çocuk geri zekalı olmağa mahkumdur. Bu konuda o denli bencilce davranırki, işine burnunu sokan Nart Tlepş ile çatışmaktan ve onu kırmaktan bile çekinmez.

Seteney bütün bu özellikleri ile Kuzey Kafkasya sanatında, toplumun isminde, zevkinde ve düşüncesinde destan çağından bugüne dek yaşamaktadır. Her çağda güzelliğin, bilgeliğin, aklın, sağduyunun, erdemin sembolü olagelmiştir.
 
Belki ilgilenenler olabilir diye
ADIGEY VE KABARDEY-BALKAR CUMHURİYETİ DEVLET ÜNİVERSİTELERİNE ÖĞRENCİ GÖNDERİLECEKTİR



(Son başvuru tarihi: 15 Ağustos 2007)

19.07.2007


Federasyonumuz geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da Adıgey ve Kabardey-Balkar Cumhuriyeti devlet üniversitelerine 10'ar öğrenci gönderecektir.

Ayrıca paralı olarak okumak üzere de Adıgey ve Kabardey-Balkar Cumhuriyeti Devlet Üniversitelerine öğrenciler gidebilmektedir.

Her iki üniversitede de eğitim 1 Eylül 2007 tarihinde başlamaktadır. İlk yıl öğrenciler hazırlık okuyacakları için 1 Ekim 2007 tarihinde okullarında olmaları gerekmektedir.

Adıgey ve Kabardey-Balkar Cumhuriyeti devlet üniversiteleri, Rusya Federasyonu'ndaki üniversitelerin başarı sıralamasında ön sıralarda yer almaktadırlar.

YÖK tarafından tanınan bu üniversitelerde okuyacak öğrenciler, yurtdışı öğrencilik tescili ve askerlik tecili konusunda sorun yaşamamaktadırlar. Rusya Federasyonu Lizbon Anlaşması'nı imzaladığı için denklik konusu, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde okuyanlar için nasıl uygulanıyorsa, Rusya federasyonu'nda okuyanlar için de aynı şekilde uygulanmaktadır.

Ayrıntılı bilgi için, aşağıdaki ilgili başlıklara tıklayınız:



- Başvuru Formu

- İstenen Belgeler

- Paralı Okuyacak Öğrenciler

- Denklik Durumu

- Milli Eğitim Bakanlığı Duyurusu

bir dahaki seneye için bilgi olsun
 
ÇERKESLERDE KADIN

Mıjey Mihail

"Adıge töresi ve bugünümüz" İsimli kitabından alıntı.
Adıge Psalhe gazetesi
12.5.2001 Nalçik
Çev: Ergun YILDIZ

Hanceriy bir yazısında şöyle bir olay anlatır:

Yaşlı bir Adıge kadınının savaşta üç oğlu varmış. Bunlardan ikisi savaşta can vermişler ve kadının son kalan oğlunu da kan içinde can çekişirken bir atın sırtında kapıya getirmişler bir gün.

Yaralı adam kapısının önüne gelir gelmez bir kelime dahi söyleyemeden boş bir çuval gibi atın üzerinden yuvarlanıp anasının ayakları dibine düşmüş ve oracıkta can vermiş.

Kadın hiç bir telaş göstermeden oğlunu getirenlere dönüp sormuş:

– oğullarım yiğitçe savaştılar mı?

Diğerleri cevaplamışlar

– Evet, kahramanca savaştılar, düşman karşısında asla geriye dönmeksizin yiğitçe mücadele ettiler.

Kadın bu sözü duyduktan sonra ancak ölen oğulları için ağlamağa başlamış. Bir yandan ağlayıp bir yandan "babalarına yakışır şekilde yaşayıp ölen yiğit oğullarım, güzel evlatlarım" diyerek ağıtlar yakıyormuş. Kadın bir an duralamış ağlamasını kesmiş ve şöyle söylemiş: "Hayır ben şanssız, bahtsız bir kadın değilim, yüreğim rahat oğullarımın akibetlerini bilerek, yiğitçe kahramanca öldüklerinden emin olarak evlatlarım için ağlayıp yas tutacağım, ama şanssız ve bahtsız değilim."

Hanceriy bu olayı anlattıktan hemen sonra ekliyor ve şöyle diyor devamında: Gördünüzmü Adıge kadınını, onun mitolojideki kadın kahramanlardan farkı nedir?

Dışarıdan Kafkas halklarını gözlemleyenler açısından ele alacak olursak bunların pek çoğu Adıgelerin kadına bakış açısını tam olarak kavrayabilmiş değillerdir, hala da böyleleri vardır günümüzde.

Kadının özgürlüğünü sınırlayan doğu kültürleri ile Adıge kültürünü bir tutanlar maalesef hala mevcut. Elbette ki bu kanaat büyük bir yanılgı olduğu gibi bu tür düşünenleri haklı çıkartacak hiç bir örnekte gösterilemez.

Hanceriy bir başka yazısında Adıgelerin kadına bakışlarının Asya’daki diğer Müslüman halklar gibi olmadığına örnek olarak Met Çunatıko Yusuf İzzet Paşa’dan naklen şöyle söyler: "Doğu toplumlarında olduğu şekilde Adıgelerde kadın ağır işlerde çalıştırılmaz. Onlarda adet olduğu şekilde bizde erkekler bir kenara çekilip kadını sert yamaçlarda ziraat işlerinde tarım işlerinde bahçe işlerinde çalıştırmazlar…"

Adıgelerde erkeğin kadına el kaldırdığı, küfrettiği veya aşağılayıcı sözler söylediği duyulmuş görülmüş değildir.

Ve bu tür hareketler çok büyük bir ayıp olarak karşılanır toplum tarafından.

Dolayısıyla da Adıgelerin kadına bakışlarını Müslüman doğu toplumlarının bakış açısı ile değerlendirdiğini söylemek doğru değildir.

Adıge töresinin kadına verdiği değeri ve kadına bakışını yansıtan pek çok örnek vardır söylencelerimizde.

Mesela Seteney Guaşe, Adiyuh, Meliçıphu, Dahenağue, Laşın ve benzeri pek çok örnek görebilirsiniz bu konuda.

Söylencelerden örneklediğim bu kadınlar hepsi aynı veya birbirinin benzeri karakterde değillerdir, onlara dair anlatılan olaylar da belki birbirinin zıddı olaylardır fakat bunların hepsinde Adıge kadınına dair, Adıgelerin kadına bakışına dair güzel örnekler bulabilirsiniz.

Bu söylencelerde örneklerini görebileceğinin bakış açısı ve değerlendirme biçimi bir kaç yüzyıldan günümüze kadar önemini yitirmeksizin devam ede gelen bir Adıge töresidir.

Mesela Seteney Guaşe'yi ele alalım. Onun Mitolojideki yeri diğer kahramanlarla kıyaslandığında hiçte küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Hatta daha ileri giderek "Belki de Seteney Guaşe olmaksızın Nart destanları bu günkü önemini kazanamazdı" diyebilirim.

V.İ.Abaev bu konuda şöyle söyler: "Eğer Nart destanlarından bir erkek kahraman eksilse bir şey olmaz ama Seteney bu destanların -olmazsa olmaz-karakteridir."

Şoten Askerbiy "Kadının üstünlüğünü ve değerini gösteren bu destanın bir benzerinin dünya kültürlerinde ve mitolojilerinde olmadığını" söyler bir yazısında.

Nart destanlarındaki erkek kahramanların pek çoğunun öldüğünü veya bir şekilde yaşamlarının son bulduğunu görürsünüz fakat bu destanların hiç bir yerinde Seteney Guaşe’nin öldüğünü söylemez, bir yoruma göre bu onun yaşamının son bulmasını kabullenemeyen o halkın isteğinden ve destanı bağlayış biçiminden kaynaklanır.

Çünkü Seteney güzeldir, akıllıdır, alımlıdır, o Nartların annesidir, danıştıkları akıl hocalarıdır, ileri görüşlülüğü ile onların gözüdür, sevecenliği ve ile iyiyi ve güzeli gösterendir, namuslarıdır kısacası. İncelediğinizde dürüstlük ve açık sözlülükte Seteney'i gölgede bırakabilecek bir başka tanrı yoktur Adıge mitolojisinde.

Günümüzde bile Seteney güzelliğin, dürüstlüğün, ileri görüşlülüğün, asaletin ve aklın bir tarifi gibi görülür, bu gün bile Adıgeler, Abhazlar, Asetinler kadını yüceltmek ve methetmek istediklerinde "O Seteneydir, Seteney gibidir" vb. İfadeler kullanırlar.

Bir diğer örnek olarak Meliçiphu'ı alırsak o Seteney gibi bilge, güzel, akıllı değildir mesela. Bu söylencenin ortaya çıktığı dönem ataerkil topluma geçildikten sonraki zamandır. Bu söylencede verilmek istenen mesaj " gerçek kadın güzelliği ile değil aklı ile kendisini kabul ettirendir " şeklinde özetlenebilir kısaca.

Buradaki kadın kahraman küçük ve zayıf, sıradan, hatta komik bile denebilecek bir kişiliktir ilk bakışta, fakat incelendiğinde görülür ki burada da kadının toplumdaki yerine, önemine ve Adıgelerin kadına bakışına dair pek çok örnek vardır.

Adıgeler kadına en çok değer veren halklardan biri olagelmişlerdir her zaman. Gerek toplumu ilgilendiren genel işlerde, gerek kendi cemiyeti ve dar çevresi, gerekse aile çevresi içerisinde her zaman kadının çok önemli bir yeri ve değeri olagelmiştir.

Bütün bunların ötesinde sadece Adıge töresini incelememiz bile kadının yeri ve önemi konusunda yeterince bilgi sahibi olmamız için yeterlidir.

Hanceriy bir yazısında kadına gösterilen saygının Adıge töresinde en önemli geleneklerin başında yer aldığını belirterek şöyle söyler: Öldürülen birinin intikamını almak için kılıç elde yola çıkan bir grup, araya bir kadın ricacı girdiğinde yollarından döner ve silahlarını bırakırlar.

Bu ve bunun benzeri örnekler pek çoktur eski Adıge söylencelerinde.

Eskilerde tüm toplumu ilgilendiren önemli konularda kadınlara danışıldığı zamanlar ve bu tür olayları anlatan pek çok örnek vardır. Fakat zaman içerisinde Adıgelerde de kadın toplum işlerinden çekilmiştir, fakat yinede aile ve toplumdaki saygınlığı aynı şekilde günümüzde de devam etmektedir.

Adıge töresinde kadına saygı sadece namus kavramı ile açıklanamaz. Erkek için öngörülmeyen pek çok hak kadına verilmiş ve saygı bu ilişkilerin temeline olmazsa olmaz koşul olarak konulmuştur.

Bir kadının hatırını kırmak, onu incitmek ve ona karşı saygısızca davranmak en ayıp işlerden biri olarak görülür.

Adıgelerde kadına verilen değer yaşamın her alanında belirgin bir biçimde gözlemlenebilir.

1829 yılında Kafkasya’da bulunan bilim adamı Jan Şarl De Bess şöyle anlatır kitabında : "Bir atlı yolda bir kadın ile karşılaştığında, atından iner ve atını kadın'a verir binmesi için; eğer kadın bunu kabul etmezse adam atının gemini tutarak kadına gideceği yere kadar yaya olarak eşlik eder."

Bir atlı yolda bir erkekle karşılaştığında eğerinin üzerinde hafifçe doğrulup onu selamlaması yeterli idi, fakat eğer bir kadınla karşılaşmışsa atından inip onu selamlamak ve ona bir süre eşlik ettikten sonra yoluna devam etmek gerekirdi.

Bir gurup erkeğin oturduğu bir odaya kadın davet edildiğinde veya öyle bir ortama kadın geldiğinde kadın en iyi yere oturtulur ve erkekler ayağa kalkarak ona güzel sözler söylerler gönlünü alırlardı. Sofrada olanın iyisi kadına ikram edilirdi, odada bir kadın olduğu sürece sert bir ifade ile konuşulmaz. Kötü söz ve küfür benzeri kelimeler kullanılmaz, bu tür konuşmalar kadına duyurulmazdı.

Kadının gözü önünde hayvanlar kamçılanmaz, onlara vurulmaz, bir yolculuğa çıkılacaksa, kadınlar sürücünün at'ı(veya öküzü) kamçıladığını görmeyecek şekilde oturtulurlardı.

Çeşmelerde veya derelerde kadın suyunu doldurup işini bitirmedikçe atlılar oraya atlarını sulamak için girmezlerdi.

Dörtnala giden atlı eğer kadınların olduğu bir yerden geçiyorsa yavaşlardı, silahını göstererek tutmaz, kadının olduğu yerde silah çıkmazdı.

Eğer erkek bir kapı önünden geçerken bir kadının odun kırdığını veya benzer ağır bir iş yaptığını görürse yanına gider o işi kadının elinden alıp kendisi yapar ve sonra yoluna giderdi.

Yolculukta kadının rahat etmesi için azami özen gösterilir, eğer dağda, ormanda veya yolda yemek yenecekse kadına yemek yaptırılmaz bu iş erkekler tarafından yapılırdı.

Görüldüğü gibi Adıge toplumu töresinin gereği olarak kadını en üst mertebede tutmakta ve ona hak ettiği değeri vermektedir.

Bunun yanı sıra büyük sıkıntılar çekip baskılara uğrayan, pek çok hakkı gasp edilen kadınlar da olmuştur toplumumuzun içerisinde. Fakat bunun asıl sorumlusu Adıge toplumu ve töresi olmayıp sonradan pek çok geleneğimizin deforme olmasına yol açan din kaynaklı davranış biçimleri ve bunu kendi çıkarları için en iyi şekilde kullanan feodalitedir.

Bu tür istisnalar hiç bir zaman Adıge toplumunu ve töresini tümüyle sorumlu kılmaz ve kapsamaz fakat yinede günümüzde bile o dönemlerden kalmış ve Adıge kültürüne uygun olmayan pek çok hatalı davranış biçimi hala muhafaza edilmektedir maalesef.
 
Bölüm 1
[youtube]bYx0rgLCn08[/youtube]

Bölüm 2
[youtube]axb2dpQJEl4[/youtube]

[youtube]NaIbGIjQzeo[/youtube]

[youtube]qmb-aZwVzxY[/youtube]
 
Çerkeslerin yemekleri kendilerine has özellikler taşır. Yemekler daha çok et ve süt ürünlerine dayanır. Sebzeye pek itibar etmezler. Şişmanlığı kınayan Çerkeslerin kuvvetli ve sağlıklı bünyeye sahip olmalarının yemek kültürleri ile doğrudan alakası vardır.

Pasta

Çerkesler ekmek yerine pasta dedikleri ve ufak darı veya mısır unundan pişirilmiş lâpayı tercih ederler. Pirince daha az kıymet verirler. Pasta yapılacak ufak dârıyı evvelâ ona mahsus tahtadan yapılmış el değirmeniyle çekerek tamamen kabuğunu çıkarırlar. Sonra içindeki beyaz darıyı suda pişirerek pasta yaparlar. Mısırı da değirmene vermeden evvel fırında iyice kuruttukları için pastalık mısır unu bir dereceye kadar kavrulmuş demektir. Bunu da suda kaynatarak pasta haline getirirler. Her nevi pasta istendiği şekle konabilecek derecede katı yapılır. Bazen tuz katarlar bazen katmazlar, pirinci olduğu gibi temizleyip kaynatırlar.

Pastayı şeven denen dibi yuvarlak kulplu demir tencerede kuvvetli ateş üzerinde ve demire temas eden kısmı da kızaracak derecede iyi pişirdiklerinden hamur tadı vermez. Çerkesler sacayağı kullanmazlar. Tencereyi ocağın içine daima asılı duran, istenildiği derecede kaldırılıp indirilebilen ve lehunç-tlexunç adı verilen demir zincire asarak kaynatırlar.

Pastayı karıştırmak için belağ dedikleri küçük bir tahta ve düz kürek kullanırlar.
Tencere yere indirilir belâğla güzel karıştırılıp tekrar asılır. Bu suretle bir kaç defa indirilip bindirilerek iyi bir şekilde pişmesine dikkat edilir. Pasta birlikte yenecek katığa göre sofranın üzerine dâire veya yarım daire şeklinde ince ve uzun olarak konur. Bazen de sofrada bulunacak her misafirin hissesi birbirinden ayrı olarak konur ve bu şekil daha kibar sayılır.
Pasta yekpâre ve daire şeklinde sofraya konursa birlikte yenecek "şıpsı", yağda kızartılmış ve üzerine tereyağı veyahut kaymak konmuş peynir, söğüş et ile yenmek üzere yapılan güzel salça pastanın ortasına oyulan çukura konur. Pişmiş et, kuru peynir, ufak ufak doğranarak pastanın sathına biraz batırılmak suretiyle konur.

Pasta el ile lokma haline getirilerek yendiği için sofradan evvel ve sonra eller behemehal sabunla yıkanır. Temiz peşkirle kurutulur. Hizmet eden sağ eliyle ibriği, sol eliyle leğeni tutar ve dizlerinin üzerine biraz çömelerek suyu döker. Misafirler el yıkamak için yerlerinden ka1dırılmaz. Apleş dedikleri peşkir ekseriyetle kızların ketenden yaptıkları uçları nakışlı, beyaz ve uzunca temiz bir havludur. Fakat yemek yerken kimse kucağına havlu koymaz.

Haluzz-Haluj

Üçken şeklinde yağda kızartılmış peynirli puf böreğine haluz derler. Bir de ince açılmış hamurun içine peynir ve soğan koyduktan sonra yumurta büyüklüğünde veya biraz daha büyük boyda yuvarlak hale getirip suda pişirirler ki buna da psihaluj derler. Su böreği gibidir. Bu börek pek muteber olmadığından ağır misafirlere ikram edilmez. Bazen de suda kaynatıldıktan sonra ve meselâ ertesi gün yenmek istenirse kızartıp da yerler. Haluz sofraya bir sahan içinde olarak konduğu gibi bazen de öylece konur. Koparıp dağıtmamak için el ile tutularak ısırılıp yenir. Haluzz-Haluj pasta gibi ekmek makamında safraya konduğu için yoğurt, kaymaklı süt, tereyağı, bal veya tiritle yenir. Ekseriya hediye olarak akraba ve ahbaplar arasında hediye olarak götürülür. Halujun bir de patatesli cinsi vardır ki bu da şu şekilde yapılır. Patates sayulduktan sonra su içinde kaynatılarak güzelce pişirilir. İçine biraz kırmızı biber, tereyağı, tuz konur ve evvelce hazırlanmış olan açılmış dört köşeli yufka içine konur, yufkanın bir yarım daire şeklinde yapıştırılmasını müteakip biraz durduktan sonra kaynar suyun içine atılır ve kaynatılır. Sıcağı sıcağına yenir.

Meterej

Katıca hamuru uzunca ve ince yuvarlak bir ha1e koyduktan sonra üçer parmak boyunda keserler. Her parçayı ince çubuklar dan yapılmış beyaz ve temiz sepet üzerinde yuvarlayarak içi biraz boş ve üstü kertikli bir hale getirdikten sonra kaynar yağ içinde kızartırlar. Bu suretle yapılan meterej taneleri hediye olarak başka yere gönderilecek ise ince kınnapa dizilir. Haluj gibi bir sahan içine konur ve onun gibi katıklarla yenir.

Mejag

Ufak darı unundan yapılmış cıvık bir hamuru yassı bir kap içine koyarak fırında pişirirler. Mejag adını verdikleri bu yemekleri daha büyük yapmak isterlerse fırının içine kızdırılmadan üç parmak kadar yükseklikte olmak üzere çamurdan büyük bir dikdörtgen yada dörtgen yaparlar. Fırın kızınca bu dikdörtgenin içine cıvık hamur kepçe ile dökülerek ağzına kadar doldurulup pişirilir, piştikten sonra fırının ağzını muvakkaten yıkarak çöreği bozulmadan çıkarırlar. Bir tanesi öküz arabasının içine ancak sığar. Mejagtan icap ettikçe baklava biçiminde ufak parçalar halinde kesilerek sofraya konur. Bununla da haluj ile yenen katıklar yenir.

Bedjın

Yulafın kabuğunu güzelce çıkararak özünü kaynatırlar. Sonra kıvamını buluncaya kadar belağla ça1arlar. Bu bulamacı kaşık ile yerler. Bedjin Avrupalıların "purej"dedikleri yemek ise de ondan lezzetli ve nefis olur. Bedjin sıcak olarak bal şerbetiyle yenir. Biraz yapışkan olduğu için dikkat etmeyenlerin dilini yakar. Bu misafire ikram edilen yemekler arasına girmiyor.

Haluğ ekmek

Ekmeği somun halinde fırında pişirirler. Pide ve yufka yapmazlar. Buğday, mısır unundan yapılan somunlar fırına konurken altının temiz olması için küreğin üzerine genşi meşe yaprağı koyarak fırına atarlar.
Piştikten sonra da sıcak iken yapraklar çıkarılır ve altı güzelce kızarmış olarak servise konur. Çerkesler ekmeği az kullanırlar.

Stir- Çorba

Stir denen çorbaya Çerkesler çok önem vermezler ve az yerler. Mısır çorbası iki suretle yapılır. Mısır evvela (suxu) de döverek kabuğunu çıkarırlar. Sonra suda pişirerek içine bir miktar süt katılır. Bazen az da olsa fasulye tanesi katarlar. Üzerinde yağla haşlanmış biberli soğan gezdirirler. Bunu öğlen dışında yemezler. Bazen de suhuden çıktıktan sonra mısır taneleri 3-4 parçaya ayrılacak surette el değirmeninde kırılır. Sonra birinci usuldeki gibi pişirler. Ufak darı özünden yapılan çorbalar da aynı şekilde pişirilip hazırlanır ve onlara da süt katılır. Ufak darı çorbası daha kibar sayılır. Çorbalar ekmek ile yenir.

Lepsi

Et suyudur. Çerkesler bunu çok severler. Taze eti haşlayıp içine biraz tuz koyarlar. Yerken üzerine az miktarda siyah biber ekerler.

Gumilej

Darı (fug) unuyla baldan ve bazı nebatların eklenmesiyle yaptıkları bir nevi ekmektir. Gumilej kuvvetli bir yemektir. Bu nedenle senelerce muhafaza edilebilir. Çerkesler savaşlarda bunları terkelerinde taşırlar.

Söğüş

Çerkesler tâze eti daima söğüş yani haşlama halinde sıcak yerler. Başka şekilde pişirmeyi bilmezler. Haşlanacak et, sofrada bir adam önüne konabilecek büyüklükte olmak üzere parçalara ayrıldıktan sonra kaynatılır. Haşlanmış et iki şekilde sofraya konur. Bazen parçalar tirit olarak büyük bir kâse ile sofraya konur. Bunu kibarlar yapmazlar. Bunun için başlanmış ve biraz soğutulmuş et parçaları her şahsın önüne pasta parçalarının üzerinde konur. Eti bitirip yemek için yapılan cevizli nefis salçalı tabak içinde yahut pasta müdever ise oyulmuş çukura konur.

Leğejağ- Kuru et

Koyun ve semiz sığır etlerini pastırmalık gibi ince ve güzel kesip tuz ve az sarımsakla iki üç gün terbiye ettikten sonra ocağın içinde seyrek çitler üzerine dizerler. Altında çok ıs vermeyen gürgen ağacından mütedil bir ateş yakılır. Arada çevrilerek bir kaç gün zarfında güzelce kurutulur ve nefis bir et olur. İşte bu kuru eti icap ettikçe şişe takarak köz üzerinde güzelce kızarttıktan sonra birer lokma olacak derecede ufak parçalar halinde doğrayıp pastanın üzerine koyup yerler. Bazen de kızartmadan önce ufak doğranır, sonra tava içinde kızartılıp yağıyla beraber pastanın ortasındaki çukura konur.

Şipsi

Meşhur çerkes tavuğu (Şipsi) çoğu cevizden bulamayanlar yağda kavrulmuş undan ve bazıları da süt ilave ederek yaparlar. Şipsi daima pasta ile yenir. Şipsi pastanın oyulmuş ve kenarları biraz çıkık yapılmış büyük çukurun içine doldurulur. Etler de yarısı dışarıda kalacak ve tutulup çıkarılacak surette çukurun kenarına dizilir.

Değelibj

Kavurma ettir. Etler ufak pârçalara ayrıldıktan sonra kendi yağında kavrulur. Teneke ve kutulara konur yine kendi yağı ile üstü örtülür. Ateşte ısıtılıp pasta ile yenir.

Vedbesim

Kuzu kebabı, hıdrellez kuzusu gibi tandır kebabıdır. Kuzu kesildikten ve iyice temizlendikten sonra yanına baş, ciğer ve böbrek eklenerek sıcak tandıra konur. Tandırın ağzı iyice kapatılarak sıvanır. 2-3 saat bırakıldıktan sonra tandır açılır, ilik gibi pişmiş et bıçakla parçalanır ve tepsiye konur.

Metazz

İyice yoğrulan mayalı hamur açılır, içine çerkes peyniri, biraz da tuz konarak iki yumurta, hacminde kapatılır. Kaynar suyun içinde iyice kaynatılır, sıcak sıcak yenir.

Seheş

Bildiğimiz sütlaçtır. Aynı şekilde yapılır, sıcak ve soğuk olarak yenir.

Suqu

Bir nevi kuru darı unudur. Erler bunları gıda gibi heybelerine koyarlar, seferlere, savaşlara götürürler, gittikleri yerlerde, dağlarda ateş yakıp suda pişirirler ve yerler. Yahut sıcak süt ilâve edilerek pişirilir, tabağa konur ve soğuyunca üzerine kaymak ilave edilerek yenir.

Adighe kueyej-Çerkes peyniri

Evvela iki kilo süt ateşe konur. 2-3 gün önceden kalma ekşi yoğurt suyu süt kaynama derecesine varınca yavaş yavaş kepçe ile dökülür. Süt içinde beyaz topraklar, üstünde yeşil su oluşuncaya kadar hafif ateşte kalır. Tel süzgeç ile süzülür. Şekil vermek için 1-2 defa çevrilir ve ılık iken iki tarafı tuzlanır, bir tabağa konur. Böyle taze iken yendiği gibi bir dolaba veya rafa da konularak kurutulur. Uzun bir zaman dayandığından sonraları da yenir.

 
X