Yılmaz Odabaşı Şiirleri

Bozgun

I
biz bu kentlere sığdık da
bu kentler bize sığmadı asiya
ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında
arttıkça yalnız, sustukça silik?

ay ışığı gölgeleri büyüttü
son kuşlar da vuruldular dağlarda
yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin
çağın vebalı gövdesinde
bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık

kaldık?kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi?

II
düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa
sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda
ve daha eskimemiş tüfeklerle
ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp
bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda
bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın
ömrünü piç bir bebek gibi
bırakmanın
bulvarlara
bozgunlara
ve yanlış yalan aşklara;
bir bedeli
bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların?

*
biz bu kentlere sığdık aslında
bu kentler bize sığmadı asiya
ah son kuşlar da vuruldular dağlarda!

III
ay ışığı gölgeleri büyüttü
mutluluk oyununda geç kalan ölü kuşlara geldim
geldim?kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi

ve ömürlerimizde bin kasvetle upuzun
sefalet seferlerinin ayazı
belki de yalnız gezeceğiz artık kimbilir
batan gemiler gibi yiten aşklardan geride
kalan her kışı, güzü ve yazı

ay ışığı gölgeleri büyüttü
ayrılıklar eskidi?biz eskidik
aşk bize küstü asiya?

IV
belki de uzun sürecek bu bozgunun saçağında
sen şarkılarını sesine yasla
ve bırak beni de usulca
bir apansız yalnızlığa!

ay ışığı gölgeleri büyüttü
büyüdü ölüm
ve biz küçüldük asiya?

Yılmaz Odabaşı
 
Her Mevsim Bahardır

Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
"özgür dağ havası koklamış insanların örselenmiş gururuna..."
siz, boğdunuz hayatı
savruldu aşkların külleri kalplerimizden
o sevinçler
göz kırparak geçtiler düşlerimizden!

bilinir, dışarıda zemheri vardır
ama barış için, aşk için
yine de her mevsim bahardır

aşklarımızın gözbebeğinde kıvılcım
her mevsim bahardır yine de...


Yılmaz Odabaşı
 
Siyah

siyah olur şiirleri
de simsiyah hayatların
şiir ey, attım ömrümü, geldim
kalbim sendedir
kara kara gelen bela gündedir
efkarla inzivada şu gönlüm
âlemi seyirdedir...


Yılmaz Odabaşı
 
BULAMAM

Her ateş bir kül,bulur elbet kendine;
Her yeşil bir dal,
Her su bir damla,
Her ateş bir kül,
Her takvim bir yıl bulur elbet kendine!
Her yangın bir duman,
Her öğrenci bir okul,
Her artı bir eksi,
Her yol bir taşıt,
Her soru bir yanıt,
Her ressam bir tuval,
Her kış bir ayaz,
Her kitap bir okul,
Her şarap bir adam bulur kendine;
Yeter ki şarap, şarap olsun içen çıkar...
Her deniz bir martı,
Her ömür bir tufan,
Her rüya bir uyku,
Her nota bir şarkı,
Her mezar bir ölüm,
Her ağaç bir kök,
Her dağ bir duman,
Her güneş doğacak bir kuytuluk bulur ya kendine,
Bulur ya; ben senden başka sen bulamam
B u l a m a m !

Yılmaz Odabaşı
 
KISA BİR ÖYKÜDÜR HAYAT

Kısa bir öyküdür hayat
Uğruna upuzun acılar çektiğimiz
Kısa bir türküdür
Bir kez daha söylemek için delirdiğimiz

Yılmaz Odabaşı
 
KİMSESİZ

Kimsin?
Kim karşılar bir kente
Kim uğurlar bir aşka seni?

Karşıla ve uğurla kendini...

Yılmaz Odabaşı
 
NİCE KÜLLERDEN

İç cebimde
Sol göğsümle
Senin o dalgın ve dargın yüzün
Susuyor
Sanki ağrımış, ağlamış bir hüzün

İç cebimde
Sol göğsümle
O renksiz günlerden kalan geriye
Nereye gitmişliğin
Eskimişliğin
Ah bir de beklememişliğin?

İç cebimde
Tarihsiz
Ve tarifsiz suretin senin
Her sabah giyinir benimle
Düşer düştüğüm yere
Ve dönüşlerimde eve?

Dönüşlerimde
Düşlerimle
Ne buruksun
İç cebimde
Sol göğsümle
Bir fotoğrafsın
Nice küllerden geriye?

Yılmaz Odabaşı
 
O ANALAR O ANILAR O YILLAR

Bir kahvenin telvesinde buğulanırdı zaman.
Analar bize seslenirdi taş avlulardan.
Koşarak gelirdik...
Koşarak ağrıyan, yoksul çocuklardan.
Türküler, maniler duyulurdu daracık sofalardan.

"Yara benden
Ok senden yara benden
Ne sende ok tükenir
Ne acı yara benden."


O analar, o anılar o yıllar yaşardılar.
Analar mağrur mabetler gibi susardılar
Eyvânlarda serin yaz geceleri
kurutulmuş patlıcanları tokuşturudu rüzgâr...

Bir kahvenin telvesinde buğulanırdı zaman.
Analar bize seslenirdi taş avlulardan.
Koşarak gelirdik...
Koşarak yırttığımız sokaklardan.
Türküler, maniler duyulurdu ilenen avurtlardan.

"Su olup taşabilsem
Dağları aşabilsem
Ne kadar sevinirdim
Sana yaklaşabilsem."


O analar, o anılar o yıllar yaşadılar.
Analar ana kokar, gül bakar, şehriye açardılar;
analr gökyüzüne ne güzel bakardılar.

Analar saçlarında aklıkları kınalarla kandırıp
kandillerde mum yakar,
yatırlarda mahçup dilekler tutardılar...

Herkesin anası bir defa ölür;
ölür kınaları, yemek tarifleri ve türküleri.

Herkesin anası bir defa ölür;
ölür sevgileri, kokuları ve öpüşleri...

Herkesin anası bir defa ölür:
Bir
hançer
birden
böler
ikiye
yüreklerimizi...

Ylmaz Odabaşı
 
SEN ATEŞ OL BEN YANAYIM

Tenin tenimde ben sana haldaş olayım,
bir yaprak gibi dalına sarılayım;
uğruna yanılayım, uğruna yorulayım.
Ahını ahıma kat sevdan olayım.
Sesime bir ilmek at sesine tutunayım...

Sen ateş ol ben yanayım,
sen yaz ol ben ayaz kalayım;
uzasın gölgeleri şu ışıkların,
sen tutukla ben hükümlü kalayım.
Hükümlü kalayım...

Yılmaz Odabaşı
 
BİR AŞK BİR YARA

"Beni yalnızlığımla vurdular o gece vakti
Kalbimi suyla yudular o gece vakti
Öldüğümü bile söylemediler..."

-A. Erhan-

Ben şu kısa boylu hayatta
uzun boylu kederlerle acırım.
Yorar beni şu telaş, şu karmaşa.
Bir sığınak aranırken şu uğultuda,
bir aşk gelir, bir yara.
Bir yara... Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır.
Kimse bilmez he canım,
bir yara bir ömür nasıl kanatır...

Ben seni hep ayrılıkla anmışım
Titreyen ellerimle günlerin buğusuna
Adını... Hep adını yazmışım.
Bir aşk gelmiş bir yara.
Bir yara... Bir yara daha!

Eski bir aşk,
yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez he canım
bir yara bir ömür nasıl kanatır...

Yılmaz Odabaşı
 
GÜNLERİN YAKASINDA ELİM KALACAK

Ömrümü bu rüzgârlara savurmamı saymazsak,
bu serseri yağmurlarda aklım kalacak.
Yurt büyütüp divane gexerken mapuslarda
aldırmadan yürüyende ahım kalacak!

Hep özgür gezdim tutkunların içinde.
İğde kokularında anılarım kalacak.
Bütün öpüşmeler şimdi bir yalan belki;
saçlarında kadınların kokum kalacak...

Yanıldım ve yoruldum vuslatların izinde;
beyhude kederlerde sözüm kalacak.

Ölüp gitmek belki hiçbir şey ama;
günlerin yakasında elim kalacak...

Yılmaz Odabaşı
 
MARTILARLA RANDEVU

Uzaklarda kara gözden bir selam vardı,
saramadım, soramadım ömrüm zarardı.
Artık bu ayrılıklardan kalbim usandı,
bir gökyüzü, bir duvar, bir resmin kaldı.

/Oysa dünya ne geniş, koğuşum dardı.
Bıraksalar martılarla randevum vardı.../

Çömeldiğim avlularda düşler sarardı;
o muhteşem dostluklardan şimdi kim kaldı?
Hançerlendim akşamların alacasında.
Ne yaşadım ne öldüm, ömrüm talandı.

/Oysa dünya ne geniş, koğuşum dardı.
Bıraksalar martılarla randevum vardı.../

Yılmaz Odabaşı
 
ŞERİF ALİ BEY NOSTALJİSİ

O yıllar evlerin upuzun avluları olurdu;
upuzun avlularda upuzun çocuklara gebe gelinler.
Şehirlerde her şey göz önünde dururdu.

Bir elimiz midelerimizde, aç,
diğeri yüreklerimizde, geberesiye âşık;
ve âşıklar hep kaçamak yerler bulurdu...

O yıllar delikanlılar yaman tüfekler gibi susar,
kızların göğüslerinde mavi boncuklar bulunurdu.
Cami avlularında nemli yaşlar
gün boyu güneşe dizilir kurur;
evlerde ağızları tülbentlanmiş testiler otururdu...

Sokaklar meşe kokar, ayıcılar tefleriyle gelirdi;
komşular nalburlarda sohbet kurulurdu.
Muhammet Ali, Yılmaz Güney vurdukça,
vurdukça içimize serin pınarlar oturudu.
O yıllar bütün gollerin babası Fenerbahçeli Cemil;
Kıbrıs savaşında şehirlerde karartmalar olurdu...

Daha paramparça değildi rüyalarımız;
henüz yıllara savrulmamıştı ayrılıklarımız...
Öyle oldu, dedim Şerif Ali Bey, öyle oldu! Her şey
bir nargilenin dumanı gibi birden savruldu... O
geniş avlulu evlerin yerine prefabrik apartmanlar
kuruldu, o upuzun gelinler art arda yeni çocuklar
doğurdu. O çocuklar da büyüdüler; şimdi şu yeni
evlerde kimileri gebedirler, ama hiç de anaları ka-
dar işveli gülümseyemezler...

Artistler emekli oldular, rûtubetli evlerde ölmeye
oturdular; kahramanlar ise hemoroit ve prostattan
mağdurlar. Nalburlar kapandılar, oğulları işsiz
kaldılar... Cami avlularında güneşe dizilip kuruyan
o nemli yaşlılar ise şu yeni mezarlıkları doldurdu-
lar...

Biz mi? Sonbaharını geçkin yaşımız, unutulma-
mış aşklarımız, artık hayli sararmış fotoğrafları-
mızla kentlerde ve yaşamda hâlâ kiracıyız. Çocuk-
lar mı, iyiler, hızla büyümekteler, büyüdükçe bize
hiç benzememekteler. Gözlerimizde irileşen halka-
lar, alınlarımızda derin çizgiler gelip geçmiş o yıl-
ları kederle süzmekteler...

Bu sabah yine ters yanımdan kalktım. Üstünüze
sağlık, romatizmalarım; hanım mutfakta, çocuklar
okuldalar. Kapıcılar karşı binanın kapısında
çömelmiş konuşmaktalar; bir baktım, dışarıda,
resmi geçitte yıllar bana sanki kompliman yap-
maktalar...

"Sen!" dedim Şerif Ali, böyle buruşacak, ağrıya-
cam adam mıydın? Sen bu dar odalarda bir ekme-
ğin yazgısına sığacak kadar yalan mıydın?

Oysa o yıllar her şey göz önünde dururdu.
Düşlerimiz yıllara meydan okurdu.
Ayıcılar tefleriyle gelirken,
âşıklar kaçamak yerler bulurdu...

Hey o yıllar, kahveler, nalburlar,
şimdi payıma bir sokak dünyada
ve bayat
bir hayat...

Ömürdenmiş yiten zaman.
Artık her şey... Her şey yitti!
Önün ölüm;
payına düşen ne varsa Şerif Ali:
Bitti... Bitti!

Yılmaz Odabaşı
 
MAYIN HATTI

Bunlar, aşkların vurgun yediği gündüzlerde
ısıttığım sokakları soğutacak,
öptüğüm kadınları ağlatacaklar.
İşte bunlar, diyorum, bizi çıldırtacaklar;
buruşturup sevinçleri göğü kanatacaklar...

Mayın
hattında
bunlar,
bizim olan yamaçları bir bir kuşatıp,
yüreğime uçurduğum güneşi çalacaklar...

Mayın hattında ömrüm,
olur olmaz gülmeyin;
yaralanır, düşlerim koğuşlara,
umurumda mı, gelmeyin!
Gider tüfek çatarım dağda,
hiç ardıma düşmeyin, efkârıma ilişmeyin!

/Çünkü kısa bir öyküdür hayat,
uğruna upuzun acılar çektiğimiz...
Kısa bir türküdür
bir kez daha söylemek için
delirdiğimiz.../

Yılmaz Odabaşı
 
DİYET VE ÖZET
- Av. Medet Serhat'ın anısına -

Ömrümüz derin suların özetidir;
âşıktır,
yabandır,
asidir...

Ömrümüz bukağısı kilitli esaretin sesidir.
Tekindir,
çünkü tekildir...

Ve kapılarımızdaki devriyelerin nobetidir.
Ruhlarımızdaki devrilmelerin metnidir.
Yanımız yöremiz kuş iskeletleridir...

Ömrümüz dolaşır o diyar, bu yâr
memleketi neresidir?
Ömrümüz, biz ölünce geride kalan giysilerin
neresidir?

Ömrümüz asmaların dayısıdır, şarabın testisidir.
Ömrümüz efkârın gergefi, sevginin kardeşidir.
Ömrümüz suların.
Derin suların özetidir...

YILMAZ ODABAŞI
 
DAĞLARDA ÖLMEK İSTERİM

Ömrümde nice sızı var
kışların önü, sonu var.
Kalbim bu kuşatmalarda dar;
dağlarda ölmek isterim...

Ben ateşten, hınçtan doğdum.
Üç beş kuruşa kul oldum,
yetmedi de mahpus oldum;
dağlarda ölmek isterim.

Kaç mevsim ağladım kaldım,
tutuşan özlemle yandım,
kentler zalimdi dayandım;
dağlarda ölmek isterim...

Yılmaz Odabaşı
 
VUSLATA KALSIN

Heyhat
yeniden
ıskaladın
vuslatı!

Şimdi eyersiz atlar gibi özgür
ve lânetli bir keder gibi
uzak
yağmurda...

Çok dost olmasan,
çok olmazdı düşmanların da...

Çok gâlip gelmek istemesen,
kim bilir böyle çok yenilmeyecektin.

Çok gülmesen belki bir zaman,
böyle aç almazdı hayat;
ağlamazdın
çok...

Çok sevmesen,
çok özlemezdin.

Çok görmesen, bilemezdin;
çok bilmesen çok acıtmazdı hayat...

Çok gitmesin yollara;
upuzun yollara,
böyle çok olmazdı dönüşün...

Bana öyle uzak durmasan,
sana böyle yakın olmazdın.

Yanmasam,
kül
kalmazdım...

Şehvetin türküsü vuslata kalsın!

II

Uçurumlar eskisin, bırak
ve şehvetin türküsü vuslata kalsın
ki bu başıbozuk uğultuda mağlûp sesim
sesine varsın...

Seni bana uzak kılan bu ıssız
ve derin uçurumlar...
Uçurumlar utansın!

III

Ama diner şehvet;
bir gün aşınır vuslat da.
Bir okyanusa baka baka kalırız palamarlarda;
kalırız, kuytularda... Sanki bir yalnız karınca
kararınca kalırız
solgun güz bahçelerine aşklar varınca...

Ey kırık dal parçaları
uzak
yağmurda,
şehvetin türküsü vuslata kalır
ve yiter... Ve her hikâye biter;
herkes yangınından külüne döner.
Bir ihanettir ten bedende;
Çekip gider... Çekip gider!

Sonra kırık dal parçaları
uzak, yağmurda
bize benzerler...

IV

Hıçkırıkların
kuytuluklara,

sevincin
kahrına,

dönüşün
yıllara kurban!

Kalbin
kabrine,

dostluğun
pusulara,

yenilgin
umuda kurban!

Özlemim,
özlemine kurban yâr,
yangınım şimdi ben.

/Yangınım,
bir kibrit çöpüne kurban!/

Yılmaz Odabaşı
 
AŞKLARIN YETİM RENGİ

Yalnızlığımda seni büyüttükçe kalabalıklaşacağım;
Sen kendi kalabalığında hep yalnız olacaksın...


I

Kapattım ucu kıvrılı yerinden bir defteri.
Bir defter adınla hükümlü şimdi...

Sen kendinin pası, kilidi.
Gençliğin kendine savurur seni.
Esmersin, cehennemin dibinde doğmuşsun,
baban iki karılı; evlerde, erkeklerde bekler seni.
Sen feodalizmin kara dilberi,
gündüzlerin gölgesindeydi sevgi.
Gölgesinden gündüzlerin iklimler geçti...
Sesin şimdi kanayan bir gül gibi:
Kangren...

II

Sen orda
manastırının huysuz müridi.
Sen orda
bir korkuda,
bir şarkıda,
ölüm susan uğultuda...

Sen orda
düşlerine leş kargası tüneyen.
Elleri ayazlarda
sen orda,
esmerliğine rehin feodal şatolarda...

Uyurken sen hasretin avlusunda,
gündüzlerin gölgesinde oturuyordum.
Sonra boşuna çizdim karanlığa resmini.
Boşuna... Ezberleyip hasreti!

Oysa nasıl istersen öyle gebertebilirdin beni.
Nasıl istersen!
Artık sulara k(atalım) aşkların yetim rengini...

Yılmaz Odabaşı
 
BATMAN GARI

Döndüm lê gûle batman'a vardım.
Batman'dan diyarbekir'e bir bilet aldım.
Kara tren bozuldu silvan düzünde.
O yalan yollarda hasretle kaldım...


Batman garında altı donuk yüz... Çığlık ve hınç
böyle topraklar boyu; gökyüzünde turnalar ve
gri... Ay ışığı geceyi ayartacak birazdan. batman
garında altı donuk yüz...

Birinci yolcu soluksuz; sanki ayazlarda yaralı bir
geyik göğsü. İkincisi sevdalı: 'Sen beni bir kez ol-
sun sevmedin/Habar saldım gecelerde gelmedin,'

gibi kahır yüz. Üçüncüsü bir kadın: De ki şakağın-
da dolunay Dicle'nin. Dördüncüsü tekmil temsili
bakış, sanki kurşunlanmış bir türkü Tendürek dağ-
larında. Beşincisi kandırılmış çocuklar gibi; yükü
yatağı, kasketinde ter. Altıncısı ben; dağlı yaralar,
yaralı dağlar gibi...

Batman treni bir feryat gibi gardan çıkıyor. Ter-
li akşam alacası trene vuruyor, tren yollara... Ay
öksüz bir geceden geçiyor ve biz, öksüz bir gece-
de ayın altından geçiyoruz... Gecenin terli göğsün-
de bir deli türkü: "Ahmedê lê vayêê / Hesênê lê va-
yêê!"
Bu türkü... Bu ne türkü? Türkü değil, çığlık
bu; göğünden koparılmış gibi mavinin...
O mavi? Ulan o bizim mavi! Mavide eşkıyalar da
yitirmişler tüfeklerini...

Boş vagonlar yollara düşmüş batman düzünde.
Gecenin göğsünde bir deli türkü... İşte Gevaş,
uzaklarda yarasıyla susuyor, geride şark çıbanıyla
Batman'ın göğsü, Silvan düzünde ateşler yanıyor...
Bir ihtiyar: "Biz ne doğmuşuk ki" diyor: "Ne ölek
kardaş!"
Batman treninde altı donuk yüz... Çığlıklar
oturmuş gözlerinde büyüyor...

O saat Sirkeci'de martılar, aç çocukları o uzak
suların. O saat Beyoğlu hınca hınç, Kızılay sersem!
O saat nasılsın Yalova feribotu, Buca dolmuşu,
Üsküdar iskelesi? O saat Bodrum kalesi daha sperm
kokuyor... Çingene çadırlarında çengi çalıyor... O
saat Köln'de bir mülteci sessizce hıçkırıyor... O saat
gecede son orospu bir türkü tutturmuş rüzgâra ka-
şı... Bir adam Adana'nın bulvarında kusuyor... O
saat Artvin'de bir öğretmen gecikmiş düşlerini dö-
vüyor...

O saat tarihin alnında ter, insanlık vahşetin göz-
lerine baka baka susuyor... O saat gecede bir kah-
pe kurşun, Diyarbakır'ın göğsünde bir adam dü-
şüyor!

"Boşuna çırpınma gökyüzü: Yurdum kadar ağ-
layamazsın..."

Yılmaz Odabaşı
 
BUĞULU ATLAS

"Bir şiirde, bir satır saklayabilir başka bir satırı
Nasıl ki bir kavşakta bir tren belki örter bir treni
...
Aşkta, başka bir sitem saklayabilir bir sitem
ve küçük bir serzenişte, koskoca bir şikayet gizlidir belki
Bir adaletsizlik bir başkasını saklayabilir-bir sömürgeci-
bir başkasını.
Bangır bangır bir kırmızı üniforma bir tane, bir tane
daha!"

-Kenneth Koch-

Göğünde aç kartalların, atmacaların yarıştığı tenha
bir atlastan geldim.
Kıyamda, kıymette namluların kuytu dağlarla
öpüştüğü bir atlastan.

Yılları, yolları, yaşları yok
gurbet yüzlü adamlardan,
sur diplerinde bıçaklanan aşklardan...

Yaşamı hiç bilmeden ölümü ezberleyen
badem gözlü, sıtmalı çocuklardan;
yazgısı uçurum çocuklardan...

Zarif Dicle'de, asi Fırat'ta,
sıska keleklerde, kıl çadırlarda
güneşe sataşan adamlardan...

Mendillerde, halaylarda
gülüşleri kundaklanan hayatlardan;
yazgısı uçurum hayatlardan...

Darmadağın yılları hüzne satılmış,
burunları hızmalı, şarkıları figan,
doğurgan ve mübarek kadınlardan;
yazgısı uçurum kadınlardan...

Orada şarkılara akar katran,
akar kan...
Orada ihlâl ve iflah olmaz vatan!

Tarih susarken günahları,
bıçak sırtında yaşanmış o ah'ları
ve aysız karanlıkları dağ başlarında.

Nicesi aylaklığa bağışlanmış, sefil;
ölüme, açlığa sebil.
Kiminin ergen bıyıklarında aşk taslakları.

Ya kederiydik kendimizin,
ya bir halkın kaderi;
ya şakağı ya şafağı bu halkın
namlular çarmıhında!

Çünkü yok satıyorsa hayat,
çok satıyordur erk, çok tüfek;
Yok satıyorsa nehirlerimizde şafağın ilk ışıkları,
çok satıyordur şiddet, nefret, aşiret.

İşte sürüldü şarjöre mermi, indi emniyet,
katıldı otuz bine bir daha
yağmurlu bir sokakta delik deşik bir ceset.

Yaşasaydı kendinin kederi olacaktı,
yaşasaydı belki bir gün torunlarıyla
dolunaylı gecelerde yıldızlar sayacaktı...

Kenger toplarken ellerine diken batan çocuklar,
bilmezlerdi gözleri bağlanıp kurşunlanan bir aşkın
hazin bir ünlem bırakacağını hayata.

Bilmezlerdi bütün melodramların yalan olduğunu
çekirdek çitlenen eski yazlık sinemalarda...

Onlar hâlâ gülümsüyorlar buğulu bir atlastan.
Anıları damlıyor fotoğraflardan...

Biz de geçtik o dağlanan ağıtlardan.
Biz de göçtük kirden, pasaktan, hırçın ışıltısından.
Yıkılmış köylerden, kesilmiş kulaklardan,
o kanlı ayinlerden, perişan ormanlardan;
biz de geçtik o murdar hayatlardan...

Herkes gidecek elbet bu yavşak zamanlardan;
bu kan revan, bu iğfâl akşamlardan...
Herkes gidecek!

/Ve ant olsun ki,
hiçbir kurşun,hiçbir çelik,
hiçbir toprak ve hiçbir vatan,
daha kutsal değildir insandan!/

Yılmaz Odabaşı
 
X