Yılmaz Odabaşı Şiirleri

Kendin ol, kendin ol…
Sen buysan başkası ol!

Buysan kederden öleceğim,
başkası olursan de kimi seveceğim?


Selam olsun ustaya , şiirlerini severim..
Ama en çok farklısıda Bir nehrin tükenişidir benim için..
 
O UZAK GÖÇEBELER EPEYDİR GÖÇEBELER

"Say acı olanı, uyanık tutanı say
Beni de onlara kat..."

-Paul Celan-

I

Nerdesin?
Beni anlamazsan duyulmaz sesim...

Masallar öldü,
o sevilen yüzler de.
Benim ömrüm ölü yüzlerle arkadaş;
ömrüm yaslı sözlerle, yitik güzlerle,
ömrüm infazlarda o güllerle arkadaş...

Hey güller, martıları bilir misiniz?
Kaç metre küp ter,
kaç milyon megavat keder yüklenir otobüsler;
Sorsam... Sorsam anlatabilir misiniz?

O uzak göçebeler
epeydir göçebeler...

II

Masallar öldü,
öpülesi yüzler de!
Biz şu dağların buzulundayız.
El vurup yüz sürdükçe zamanın aynasına,
baktık tufanlar ortasındayız...

Masallar öldü,
yaralıdır düşler de;
biz aynı notalardayız,
köhne rüyalardayız...

İlkyazlar yağma,
esrikti gülüşler de,
hangi anılarla avunmadayız?

O uzak göçebeler
epeydir göçebeler...

III

Daha aşklarımız kuruyor, dağlar kuruyor;
hızla ölüyor her şey, hızla soluyor.
Bu yüzden kahrını dağlar salan
uzak bir yıldız gibi,
yıldızını uzaklara salan kahırlı dağlar gibi,
yıldızsız dağ, dağsız yıldızlar gibi;
yaşamak bile bile
Üstelik kuşlar gibi.
Üstelik kuşlar gibi...

IV

Yine geceyi bir kuşun sesi vurdu;
kimse görmedi, kimse!
Fail de beraat, meçhûl de.
Ölüm oyununda duraklardayız.

İşte bu yıkımlarda savrulan ömrümüzdür,
savruldukça küçülen, çürüyen ömrümüzdür;
biz külü, kül de bizi tanımlar ağlar...

V

Büyük sevgiler büyük ölüler.
Papatyalar, akarsu ölürler.
Kan sıçrar, seherin göğsüne vurur:
masallar ölür, düşler ölürler!

Oysa kim bilir ki
yanağımda
yangınlardan çok önce
eski yârin bıraktığı öpüş izi var;
yüreğimde oralardan kalan bir düş izi var...

VI

Kaç ömür eskittik şunca yaşamışlıkta.
Nerdesin?
Nerdesin?
Beni anlamazsan duyulmaz sesim...

Daha bizi soracak olursan,
burada her şey bilmediğin gibi.
Daha beni soracak olursan:
"Herkesin biraz faili olduğu
meçhûl bir cinayetim şimdi!"

Yılmaz Odabaşı
 
uygarlık ve barbarlık kardeştir.”
-Havel-

dünya sığmıyor insana havel
yüzlerdeki, yüreklerdeki maske
parada kir, suda klor, havada nem
yüksek borsa, alçak basınç
ve kanun hükmünde ihanetler, sahtekâr jestler

/insan, sığmıyor insana havel!/

ve her şey:
şey!
mesela o takvimler, o günler
her biri şimdi kim bilir neredeler
yalancıdır aynalara gülümseyen o muhteşem gençlikler
bir yaz yağmuru gibi çabucak geçecekler
bize kalan kurt kapanı sözleşmeler
ve iş akdi kıvamında morarmış evlilikler

oysa insanı büyüten yalnızlık mıdır havel?
biz bu kentlerde
bu ömürlerin gecelerinde çürüsek bile
şimdi eski dağlarda vakur bir şafak yırtılmaktadır
ve dışarıda üşüyen bir haziran
kalbimde yılların tufanından artık bir hazan

(kalbimde hazan
ve şairdir elbet
sözcüklere rus ruleti oynatıp yazan!)

dışarıda üşüyen bir haziran
kanımda nikotin cehennemi
kısa kibrit uzun duman
yaan!
yine yaan! yine yaaaan!
yan ki yangınlar bile yansın
haklıdır içindeki abdal bırak ağlasın...
bırak ağlasın artık gündüzlerin ışığında aşk
gecelerin sularında yakamozlar yok
ve kuşlar konsun diye gerilmiyor balkonlara
çamaşır ipleri
duyuyorsun işte şiir de yazıyorlarmış iğfal şebekeleri(!)

dışarıda üşüyen bir haziran
dışarıda aşksız aşk, aids, hepatit b
dışarıda hormonlu sevinçler, kokmayan güller
viagra cinsellikler, çıldırtan günler!

ve dışarıda dostluğun, puştluğun kolunda gülümsemesi
ama öğrendim karanlıklardan ışık destelemeyi
ve baka baka irkilmiş gözlerine hayatın
inatla!
inatla gülümsemeyi
öğrendim içimdeki abdalı hünerle gizlemeyi...

(herkes fanusuna asmış kendini
bu yüzden beklemiyorum farklı kıyametleri...)
dışarıda üşüyen bir haziran
dışarıda öldü insan
öldü insan
hiçbir kitaba yakışmadan!

ben de yaza yaza çürütüp dünlerimi
her gün bu cehennemden çalıyorum kendimi

bu yüzden her şey:
şey!
havada hava, günlerinde gün, evlerde sarmısak soğan;
hepsi bu işte basit, olağan
her şey şey’dir; inandıklarımızdır belki de yalan
abarttığımızdır,
kül’dür herkesin payına kalan...

Yılmaz Odabaşı
 
DAĞLAR DAĞILDIĞI KENTLER YENİLDİ DİYORLAR

“Şarkılarımda ağlamak var bir şarkıya.”
-Ülkü Tamer-

I
Artık hayatlarımız düşlerinden sökülüp monte
ediliyorlar. Üstümüzde ne kuşlar ne dolunay...
Böyle alkole batmış akşamlar, sersem sabah-
lar; gittikçe tuzak, sevdikçe ihanet, sevdikçe ba-
tak! Herkes kavramış da ötekini çaresizliğinden
emeğinin tabutuna zar atıyorlar; sonra her gece al-
kolün esrik tadından etin vahşi tadına sızıyorlar ve
sokak çocukları her gece gökyüzüne eksik yatakla-
rın şarkısını söylüyorlar...

Kirvem, buradan görünmüyor uzun koyaklar;
yine o dağların ardı yâr,
ama vuslat bir uzak diyar.
Dağlar dağıldı, kentler yenildi diyorlar!

Böyle geçip giderken uzun zamanlar,
kimleri unuttuk kimler kalanlar?

II
Kimleri unuttuk kimler kalanlar?
Ve suyla değil, tükürükle yıkananlar
birbirlerine dantel takımlarını,
iyi hâl kağıtlarını gösteriyorlar.

Siz hayatı böyle mi bellediniz!
Bulutlara çizdiniz ömürlerinizi;
siz hayatı böyle mi?

Gelip geçerken uzun zamanlar,
kimleri unuttuk kimler kalanlar?

III
Artık cennet düşleri yeni cehennemler doğuru-
yorlar.
Yoksullar yine varoşlarda beraber ve solo şarkı-
lar söylüyorlar; yine kargalar pisliyorlar mezarlık-
lara. Hep incinen, ama incelemeyen kadınlar, her
güne bir Prozac’la katlanıyorlar ve rüyalarına inti-
har süsü verilmiş çocuklar artık düşlerini gıcırdat-
mıyorlar...

Oysa bir düş bulsa yaslanacak çocuklar…
/Hayatın düşlere borcu vardır;
çünkü hayatın insana borcu vardır…/

Bir düş bulsa yaslanacak çocuklar…

Böyle gelip geçerken uzun zamanlar,
kimleri unuttuk kimler kalanlar?

IV
Artık hayatlarımız düşlerinden sökülüp monte
ediliyorlar ve düşenler yitiyor, kalanlar yürüyorlar…
Orospular uzun bacakları ve slikon memeleriyle
caddeleri pervasız arşınlıyorlar. Artık en namuslu-
lar orospular; bu yüzden yağmurlar şehri boşuna
yıkıyorlar...

Kirvem, buradan görünmüyor uzun koyaklar;
yine o dağların ardı yâr,
ama vuslat bir uzak diyar.
Dağlar dağıldı, kentler yenildi diyorlar…

Be kirvem, burada ne nüshayız ne asıl;
susmuş kanun, bitmiş fasıl!
Bizi hiçliğe yazıyorlar
Bizi hiçliğe yazıyorlar…

YILMAZ ODABAŞI
 
Son düzenleme:
Ey Şehir

`sisler iner bütün dağlardan
uyuyan şehrin üstüne`

-S.George-

ey şehir,
yaralı yatağım benim
unutmadım sokaklarına meteliksiz dadandığımı
hollere, bulvarlara, kokulara acemi
şarkısız kadınlara abandığımı...

unutmadım göğünde kanımın nasıl alazlandığını
dökülmesinler diye yaprakları
ağaçlarında nöbetçi kaldığımı...

ey şehir,
sende kaldı hemşehrilerin
anılarda giderek küllenen kederlerim
sende tedirgin sevinçlerim, hazin yenilgilerim
dağlarda kartalların kanat şakırtıları
uyur mu koynunda hâlâ eski sevgililerim?

Ey şehir
kal öyle içinde kalelerin
kal, evlerin ışıkları yanıp sönsün, yanıp sönsün
karpuzlar çatırdasın avlularında
külhanbeyler, kahpeler üşüşsün bulvarlarına

ellere ne şehir benim, düş benim
gündüzlerinin göğünde güzercinlerim
buruk bir sızıdır hâlâ içinde kederlerim...

ey şehir,
yaralı yatağım benim
birazdan akşam olacak
Karacadağ`dan kalkan kuşlar saçlarına konacak...
unutmadım, unutma ben yine yılmaz`ımdır
yorulmuş, yanılmış, yılmamışımdır
nafile karıştırma saçlarını bitmiş, kalmamışımdır
e y ş e h i r, k a l m am ı ş ı m d ı r...

(Mayıs 2000, Saray Kapalı Cezaevi)

Yılmaz Odabaşı
 
Yaşam Hızla

İşte yaşam
da bizimle birlikte yeniliyor.
Gündüzlerin mezar taşları,
şafağın buğusu yeniliyor:
Hızla, hızla, hızla!

Artık sırrı dökülen aynalardan
herkes eskiyen kendini süpürmelidir…

Kaçak bir türkü gibi kendine söylemeli,
ıssız kumsallar gibi kendine çekilmeli
ve süpürmeden bizi şu yanlış kalabalık,
herkes kendi kalabalığını süpürmelidir...

İşte yaşam
da bizimle birlikte yeniliyor:
hızla, hızla, hızla!

/B u y a ş a m a k,
h i ç b i r a ş k a d e ğ m i y o r!
B u y a ş a m a k,
y a ş a m a y a d e ğ m i y o r …/

Yılmaz Odabaşı
 
HERKES ÖLÜR ÖLÜMÜNÜ

“Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.”
-C. Pavese-

I

Kanatlanır, kanatılır bütün boşluklar.
Aynalar her gün bir başka yalan söyler
ve kalınır geride çizilmiş hayatlardan,
geride yağmurlardan ve çığlıklardan.



Herkes çizer boşluğunu…



II

Her aşk başlarken pembe,
ayrılıkta rengi siyah yalnızlığın…



Herkes arar pembesini.
Oysa kendinden ötesi yoktur;
kimse sevmez yalnızlıkta gölgesini…



III

Herkes sever doğumunu;
kim sever ölümünü?



Herkes sever doğrusunu;
kim sever yanlışını?



Herkes susar ayıbını.
Herkes susar ayıbını…



IV

Herkes bilir gitmesini.
Bir zaman öğrenirsin
gideni sırtından öpmesini



Herkes yaşar hasretini…



V

Herkes geçer gençliğini
Herkes…Buğusunda anıların
yitirir kekliğini…



VI

Herkes yaşamakla suçlu,
aşkıyla hükümlüdür;
herkes doğarken ölümlüdür.



Herkes ölür ölümünü;
göğe salıp düşlerini,
salıp tenini, nefesini
bırakır ceketini.



Herkes bırakacaktır ceketini…



yılmaz odabaşı
 
Bileklerimde Bayat Bir İntihar

Geliyormuşum;
pencerelerde yaz
ve bileklerimde bayat bir intihar

Oysa ölünecek bir şey yokmuş,
gidince sen,
yaşanacak bir şey olmadığı kadar

Yanıyormuşum;
vardığım yere bırakıp kendimi.
Atlasında yeryüzünün
çılgın
ve çirkin
ve hüzünle oyalanan.
Yüreğimde kül tadı nice yangından kalan...

Ölüyormuşum;
senin saçların uzuyormuş üstelik.
Ölünce ben, cıgarayı da bırakıp taksit ödüyormuşsun.
Bedenin tecritmiş geçliğinden,
ikisi de yalnızmış,
geceler öpüyormuş memelerinden...

Bense geçliğimi pazarlıksız
ve hızla geçtiğimden;
bugünler saçlarımla birlikte şiir yazmayı da kısa
kestiğimden,
piç kalmış aşklarla avutup kendimi,
bileklerimde bayat bir intiharın dikiş izleri,
gelip geçmiş yılların diş izleri ömrümde,
neşter ve gül’müş hayat.
Gülüyor...Gülüyor...Gülüyormuşum...

Yılmaz Odabaşı
 
Ben Bir Erken Akşam Bir Telaşlı Kasaba

Ben mızrabı kırık bağlama,
ben bir erken akşam, bir telaşlı kasaba;
savurdum yüreğimi erken göçen kuşlara…

Ben geride kimsesi kendi kalmış.
Bir yalnız bulut terk edilmiş ufukta.
Islıkla türküler söyledim zifiri sokaklara…

Ben okyanuslarda yalnız bir taka.
Hep özlettim kendimi kıyılara,
hep özettim ünlemlere, hep özet sorulara…

Yaslanıp bir gülün kokusuna,
dağıttım ömrümü incinmiş notalara,
dağıttım gençliğimi terli ayrılıklara…

Ben mızrabı kırık bağlama,
ben bir erken akşam, bir telaşlı kasaba;
savurdum yüreğimi erken göçen kuşlara.

Daha bakıp durmaktayım göklerde kanatlara...

Yılmaz Odabaşı
 
EKSİK AVUNTULAR

"Bir şiir caddelerle ve lağımlarla,
azizelerle, kahramanlarla, dilencilerle, delilerle
dolu bir şehir gibidir (...)
Şiir savaştaki bir şehirdir.
Bir şiir, saati 'niye' diye sorgulayan bir şehirdir.
Bir şiir yanmakta olan bir şehirdir.
Bir şiir silahlar altındaki bir şehirdir."

-C.Bukowski-

Yağmurların eteğinden geçer çarşılar,
çarşılarda tokmak sesleriyle bakıcılar;
eteğinden
çarşıların
sahaflar, limoncular;
duraklarda, kuyruklarda bezgin ağrılar
ağlar...

Ağrılar ağlar!

Kalabalık ağrılardır günler
ve yeşil elmalardır.
Kalabalık ağrılardır günler,
ak sulardır, şarkılar ve şaraplardır...

Kalabalık ağrılardır günler.
İsterik orospulara benzerler
ve bıkıncaya dek
eksik avuntular emzirirler...

Oysa yaşam sadece an'lar;
ağlarsa an'lar ağlar,
anlarsa an'lar anlar.

Sonrası anılar...

An'lar anlatılamaz, yaşanır
ve bir alaboraysa yaşam,
her şey yaşanarak anlaşılır...

Yılmaz Odabaşı
 
Kumrular Sokağı Şiirler

I
Yağmur dalgın bir efkâr giyinir Ekim’de.
Kumrular sokağı‘*nda çekilmiş bir diş gibi kalırım;
çekilmiş bir diş gibi Diyarbakır’dan...

Ağrırım,
bağırırım
aldırmaz!

İlle de gökkuşağı giyinir gökyüzü her Ekim’de...

II
Kumrular sokağı bir kente uzayıp gider.
Gökkuşağım, ayrılığım,
ömür ki eskir ve aşka uzayıp gider…

Tırmalarken göğsümü sabrın sancısı,
yalnızlığın kül tadıyım;
bakarım, yağmur utanmaz bulutundan,
hasretin üvey adıyım..

III
Kumrular sokağında
efkârın adıyla bir akşamüstü;
gövdesine tutunmuş dal,
dala tutunmuş serçe,
telaşlı, o da kendince…
Sonra aşklarda kül, camlarda perde;
usulca harlanır sevişmeler de...

IV
Kumrular sokağında
andlara hep bol geldim,
küfürlere dar.
Dönüp baktım, ne göreyim,
yağmalamış gençliğimi yargıçlar!

Desene Sivas’ın kırık sazıyım,
kendimin ayazıyım,
kalbimde ölü çocuklar…
Tufanlar ardımda ve buruşuk anılar.
Nedense hiç uslanmamış bozgunlar.


V
Oysa haklı ve haksız bütün kitaplar yazılmıştır.
Susuşlar eskimiş, küfürler edilmiştir.
Biliyorum, yalnızlıktan öte dostun yok insan;
insan ki bozuk paralarda bozgundur, yenilmiştir.

/Şimdi bilekleri kesik bir intihardır yaşam.../

VI
Düştüğü yerde tanımazken kendi suyunu yağmur;
biliyorum, aynı dalda gül bile anlamaz dikenini.
Anlasana, anlatamaz kimse yıkımını başka yıkıma.
Cudi’de napalm Datça’da ıssız koylara,
New york Şırnak’a anlatılmaz.
Her gün yanar söner yanar söner kasvetimle bin ateş;
ölüm, dirilere anlatılamaz...

VII
Bilirsiniz her sokağın bozuk bir sicili vardır
ve utancı sokakların,
günleri şehvete fedâ eden şizofren babalardır.
Gözlerinde yalnızlığı bir hançer gibi saklayan kadınlardır.

Sonrası sokakların, bozkırlardır,
hani bir ak tay düşüyle uzayıp gider
ve rüzgârların ıslığıyla göklere teğet geçer.

Oysa kumrular sokağı bir kente uzayıp gider;
gökkuşağım,
ayrılığım,
ömür ki eskir ve aşka uzayıp gider…

VIII
-Daha sevginin herkesten şikayeti var.-
Daha herkes kendi sanıklığıyla kör,
tanıklığıyla yargıç.
Bu yüzden söz,
bitmiştir...

Gökyüzü
mü?
O,
kırgındır,
kirletilmiştir!

Yılmaz Odabaşı
 
HER ÖMÜR KENDİ GENÇLİĞİNDEN VURULUR

- İsa'dan sonra XX.yy. -

I

Yaşarken de söylemedim kimse bilmeyebilir bunu;
Fatiha suresi kadar eski,
günlerin çarmıhında İsa kadar yaslıyım
ve tanrılar kadar çok yaşadım
kimse bilmeyebilir...

Daha kırlangıçları yalancı bir dünyada yaşıyorum;
dağları yıkılan, dalları kırılan bir dünyada.
Kayıp suretler için fotoğraflara koşuyorum
kimse bilmeyebilir...

Günlerin çarmıhında
Küle savruldum, ayrılıkları saydım.
Bir hançer sapladım nevrozlu bir sevgiye;
kan bile damladı, yürüyüp gittim.
Yüzüme yalancı bir sevinç iliştirdim...

II

Fal bakan çingeneler esmerdi, yalancıydı,
dönmeyecektin!
Belki kurucaktım,
belki çarpa çarpa akacaktım o denizlere;
İntiharlara aktığım gibi o denizlere,
bilmeyecektin...

Çıkıp sina dağına o denizlerle
İbrinice konuşacak, İblis'i kovacaktım;
İblis'i
kovmak
belki,
yarısını dünyanın
kovmak demekti...

III

Bir gülün bir odayı,
bir leşin bir semti korkuttuğu kentlerde
bir ömür,
çarpar,
akar
da nasıl eskitir yatağını
kimse bilmeyebilir...

Tanıktım,
yargıç
ve sanık;
Yürüyüp gittim...
Yüzüme yalancı bir mutluluk iliştirdim:

Günlerin çarmıhında İsa gibiyim!

IV

Günlerin çarmıhında
seni ağrıyan yanlarımla sevdim,
tutuklu kollarımla;
yokluğunda burada yıllar verdim.

Yokluğuna, burada!

Herkes bilecek bunu; tabancaya gerek yoktur...
Tabancaya gerek yoktur!
Sen haklı bir cinayetsin günlerin duvağında:
Her ömür
kendi gençliğinden vurulur...

Yılmaz Odabaşı
 
SESİ KALDI

-Edip Cansever'in anısına...-

Şairim, masaya: "Kim bulmuştu ki yerini/Kim ne anlamıştı sanki mutluluktan" sesini koydu. Nisan'dı; bulutları morarmış bir ilkyazda sesinin yankısı vardı. Onun soruları bütün "İlkyaz Şikayetçileri"nin sorularıyla yağmurlarda sırılsıklamdı.

Her şey uyarabilirdi onun içindeki sessizliği. Küreksiz bir teknede çıkarıp flütünü kendinden uzaklara çalardı... Oysa o da bir zaman geçerdi tek yıldızdan üşüyerek; yürüdükçe dizlerinin imbiğinde incelirdi kent...

Şairim masaya "Umutsuzlar Parkı"nı koydu; park tenhaydı, ama rengarenkti hayat gibi, aşk gibi... Orada sözcükler seviştirdi; dizeleriyle "Sevda ile Sevgi"yi kesiştirdi... Sonrası kalırken, sonsuzlukta şairin sesi... Elden ele, karanfili! Daha "dağılmış pazaryerlerine benzerken memleket", kaypak rüyalara kaçardı yüzünde güz izleri taşıyan şairin sevgilisi...

Şairim, masaya "Tragedyalar"ı koydu; destur adlı şiirden ve ateşin böğründe durdu. Yangının alazında şiir demledi, ağladı, seyreyledi... Şairim, masaya "Kirli Ağustos"u koydu. Ağustos, kirini güz aylarına emziriyordu; sonra yapraklar sararıp savrulurken, şairim ölüyordu... Dizeleri ise hâlâ "Bakmalar Denizi"ni kucaklıyordu; onun şiirinin Diyarbakır'da bile imbat kokması belki bundandı...

Şairim masaya "Sonrası Kalır"ı koydu. "Masanın üstüne ne varsa koydu: masa da masaymış ha/Bana mısın demedi bu kadar yüke." Sonrası kaldıydı, bu doğru... Birileri az az içinde yaşıyordu; aşkı duyunca bir başına kalıyordu. "Bir pencere az, bir pencere çoğala çoğala." Şairim bir pencerenin önünde bir karanfile gülüyordu, karanfil ona. O ki ölüme dek şiirle hep bir itirazda ve öyle bir tevayuzdu ki yetindi toprakla, bir onunla...

"Kim bulmuştu ki yerini" şairim, "kim ne anlamıştı sanki mutluluktan?" Unutma, sesi geçti şairimin yorgun, yaslı kalabalıktan...

Yılmaz Odabaşı
 
Son düzenleme:
BÜTUN SULARI BIÇAKLANMIŞ BİR AKŞAM

I

Aşk,
dinmemiştir;
yine de dalgındır elleri aşkın
ve sıcaktır
bir yurt kadar...

Bir de burada uçurum kokar kadınlar.
Susarlar…Geceler boyu susarlar…
Yorgun tenleri terli avuçlarla.
Kırık bir dal mı,
yağma bir bahçe mi ömrümüz?

II

Yağmur
dinmiştir
de bilinir dinmemiştir korku!
Hava çığlık ve tükürük kokmaktadır.
Bir de geçip gidince atlar ve şarkılar;
geride bütün suları bıçaklanmış bir akşam...

Bütün suları bıçaklanmış,
rengine rehnedilmiş bir akşam;
unutmuş sevişmeyi, sebebini
ve kendini,
bir akşam...

Ben de bütün kıyıları kurşunlanmış bir aşksam,
ses de ölmüştür artık.
Geriye kalan kendisi kokmaktadır;
ve şubat ayaz, çığlık uçurum kokmaktadır..

III

Çünkü sevda bir ayaz-
sa artık bütün gülüşler tutukludur.

/Bu yüzden gökyüzündeki son ıslak bulutu da biz
çözeceğiz.
Ama daha çok tüfek ve daha çok aşk gerek…/

Aşk gerek!

Çünkü önce aşk, sonra göç başlar.
Göç başlar burada:

savrulur aşklar

Geride bütün suları bıçaklanmış bir akşam...

Yılmaz Odabaşı
 
Son düzenleme:
YILMAZ ODABAŞI İLE ŞİİR VE...

“Çağ ve şiir?”

“Çağ, beraberinde birçok sosyal, kültürel dönüşüm ve yenilikle birlikte, insanlığın sanayi cehennemindeki yalnızlığını da giderek büyütüyorsa ve şair için şiir, bir duyarlık üleşimi olarak bu mutsuz olma durumuna da bir manifestoysa eğer, bu manifesto yeni çağda boyutlanmak zorundadır. Çünkü enformasyonun, sanayileşmenin, özetle modernitenin evre- ninde şiir, insanın giderek irileşen yalnızlığına bir panzehir de sayılıyor, bir gereksinme olu- yorsa, bu gereksinimi”nesnel karşılık” içeren yapıtlar karşılayabilir ancak.

Yani şair, bu cehennemin cenderesinde kendi özerk cennetini şiirle kurarken, şiir, yeni çağın acılarını ve dışarıda örseleyen, savuran sanayi uygarlığının ‘yeni hayat’ını da açıklamak, karşılamak zorundadır. Bunu, “Şiirin bir nesnel karşılık” içermesi olarak nitelemek daha doğru olacaktır.

‘Nesnel karşılık’ nitelemesi, benim şiirimin omurgası sayılır.Çünkü popüler kültürün seri üretimi, giderek sanat yapıtlarını da yabancılaşmanın faktörleri haline getiriyor; tüketim toplumu histerisinde ve zarif bir vahşetin pazar ilişkileri ağında ‘kimi’ sanat yapıtları da içeriğinden yalıtılıyor. Bu çürümenin özneleri, adeta yazım kılavuzlarına dönüşen sözcük yığınla-rında çoğu kez kendi yansımalarını görerek avunuyorlar.

Oysa ki şiir, en büyük süngüyü bu rasyonaliteden yiyorsa eğer, biçimsel yetkinlik ve yenilik gibi kaygıları da hiç yadsımadan, olup bitenle didişmeyi ve karşılamayı da gözetmelidir diye düşünüyorum.”

“Çağ ve şair?”

“Çağımızda şair, şiirin insanlık tarihiyle yaşıt mirasını da devralıyor. Bu miras, hem şiirde daha yeni olanaklar sınayabilmeyi sunuyor bize, hem de daha önce sınanmış biçim ve milyonlarca imge ile bir anlamda önümüzü de tıkıyor.

Yeni bir çağ, yeni kuşaklarla birlikte ‘yeni insan’ını da kuşkusuz beraberinde getiriyor. Bu ‘yeni insan’, sosyo psikolojik olarak önceki çağ ve toplumsal dönemlerin insanından farklı özellikler taşıyor; bu farklı ruhsal ve karakteristik özellikler arasında medya kuşatmasında u- zaktan kumanda edilmesi, kendi iç evrenine yönelerek yalnızlaşması var, toplumsal reflkslerinin iğdiş edilmesi var. Özetle, bir şair bıçkınlığı, coşkusu taşımaktan uzaklaşmış bir nicel kalabalıkta birileri, bu ‘yeni hayat’ın ve ‘yeni insan’ın şiirini artık nasıl yazacak? Ayrıca, yazılsa bile, üretilen, artık görsel medyanın manyetik alanındaki uzaktan kumandalı potansiyele (bu piyasa ilişkilerinin kirine hiç bulaşmadan) ne oranda ulaşabilecek?

Zira artık“yapıt”ın sunuluşu ve niteliğinin belirlenmesi, okurun da, eleştirmenlerin de tercihi olmaktan çıkmış olup, tamemen basın tekelleriyle iletişimle, dirsek temaslarıyla orantılı.Medya, ne düşülnelecek, ne tartışılacak ve ne okunacaksa onu da biz belirleriz yaklaşımıyla yığınları manipule etmektedir.

Günümüzde herkes gibi şair de bir kirlenmede ve kuşatmadadır. Bu kuşatmayı nasıl kıracaktır? Aslında şair, meta değil, şiir üretiyor; ne var ki ürettiği pazar dolaşımında bir meta olarak sahipleniliyor ve sunuluyor. Şairin bu reel durum karşısında masumiyeti ise sonucu değiştirmeye yetmiyor, yetemiyor...

Artık bu yeni çağda kimse Robenson değil. Her birey gibi şair de nesnel gerçeğiyle direkt bir etkileşimde ve sistemin hem nesnesi hem öznesi haline getirilmiştir. Hiç kimse ve elbette ki şair de artık hiç masum değil.Tüketim toplumu bireyi olan şair de artık ‘meşru’dur; meşru birey, ‘yıkıcı’ ve ‘illegal’ olması gereken şiirin mecrasına nasıl akacaktır?

Artık toplumun şairden, şairin toplumdan beslenmesinin olanakları birer birer gasp e- dilirken, binlerce yapay gündemin atmosferinde, bu enformasyon çağında insanlığın antenle- rinin nelere, nerelere yöneltildiğini görmemiz, şairin ve şiirin onuru adına irkilmemiz için yeterlidir.

Kuşatma artarak, boyutlanarak sürüyor ve sürecek...2000”li yıllarda popüler kültürün hegemonyası, medyanın da katkısıyla bu ülkede ciddi boyutlarda deformasyona neden ola-caktır.Şair de konumunu buna göre belirlemelidir.Ya popüler kültüre göre sığlaşarak medyanın yörüngesine girecek ya da kendini geri çekip bu anti estetik, anti ideolojik durumdan yalıtarak vakur bir yalnızlığı, bir anlamda dışlanmışlığı yaşayacaktır.Çünkü şiiri olmayanlar şair, müziği olmayanlar müzisyen olacaklardır.Genel anlamda sanat ve yazı, içeriğinden yalıtılıp sığlaştırılacaktır.

“ Şiir ve coşku?”

“Şair, ilk dizesini yazdığı an’dan itibaren verili olanı reddeden bir tercihle uzun menzil-li bir itirazın peşine düşmüş demektir. Bu itiraza yaraşabilmek için ille de sarsılmalı ve önce kendi evreninde depremler yaşamalı, coşkusu ise hep bir şahlanışta durmalıdır.

Aslında Türkiye’deki edebiyat ortamı, bizim içimizdeki çocukluğu ve o çocukluktaki coşkuyu defalarca katletti; bir de okurların ilgi ve duyarlığı olmasa, her türden rant ilişkileri- nin, kötülüğün ve kirlenmenin sürdüğü böyle bir edebiyat ortamında durmazdım. Ama neyse ki şiir, mangalar, düzineler halinde paslaşmalardan değil, yaşamdan ve insandan besleniyor. Neyse ki her türlü örselenmenin nedeni olan yaşamı ve insanı da yine bu iki bileşen-yaşam ve insan- onarıyor.

Şiirin objesi de asıl yaşam ve insandır. Yaşam dinamik, insanın evreni ise uçsuz bucaksızdır; kendine bu iki bileşende karşılık bulan şiir ise coşkuludur. Bana kalırsa günümüzde şaire en çok ‘çarmıh’ sözcüğü yakışıyor. Dışarıda her gün coşkularına tükürülen insanlığın yüzüne bakmaktan utandıkça ve o utancı kalbinde büyüttükçe, şair de çarmıhını yedeğinde taşıyıp ‘günlerin çarmıhında’ yaşıyor. Başarabilirse, coşkusunu hep yedeğinde taşıdığı o çar- mıhtaki çığlıklardan emziriyor ya da mağlup olup coşkusunu tam da bu gerçeklikte yitiriyor. Benim şiirim temasız, düşüncesiz bir şiir değildir; ama salt düşüncenin şiiri de değildir; yalnız düşüncenin şiiri de olmaz.

Ben aykırılığımın, yüreğimde kopan fırtınaların ve o fırtınalardaki coşkumun şiirini yazmaya çalıştım hep. Gözettiğim coşkuyu içermeyen nice şiiri de yırtıp attım. Çünkü afo- rizma filan değil, şiir yazıyordum. Şiire coşkuyu damıtmak ve o coşkuyu da okura taşımak, günümüzün coşkuları yağmalanan insanına yapılabilecek anlamlı jestlerden biri olmalıdır.

Coşku ise salt içerikte değil, kanımca biçimdedir de; biçim, coşkudaki çıplaklığı giydiren güzel ve gerekli bir elbisedir, içeriği bütünler.

Şimdi şiirin onuru ve etiği; bu yüzden coşkusu da bazı sözde edebiyat ve medya ve medya merkezlerinin manipülasyonlarıyla kirletiliyor. Bize düşen ise, hep aynı cocukluktaki coş- kuya ve o coşkudaki şiire de tutunmaktır; kendi adıma hep böyle sınayacağım kendimi...”

“Şiir ve gerçeklik?”

Picasso, ‘Sanat, gerçek değildir, bize hakikati anlamayı öğreten bir yalandır’ diyordu. Yine yanılmıyorsam Ritsos, ‘Gerçek, sanatta salt yaşanan değil, düşlenendir de’ diyordu. Bu cümleleri düşünürken evimdeki akvaryuma bakıyordum ve önümdeki bir kâğıda şöyle not düş müştüm.(Bu notu, bir şiir kitabımın son sayfasına almıştım.) Şöyle diyordum:“Bir akvaryu-mu yazmak, akvaryumda yaşamaktan kolaydır; bu yüzden her dize biraz eksik, her şiir biraz yalandır...”Zira, aslolan hayattır!

Şiirde gerçekçilik direkt, somut değil, sembollerle, soyutlamalarla sindirilmelidir. Yoksa yazdığımız parti bildirisi ya da gazete haberi olur. Edebiyat, yalnız esinlenen değil, esinleten de olmak zorundaysa eğer, şair, yalnız gerçekliğin somut evrenine değil, düşlerinin imgelem denizinde, ütopyalarına gezinebilmelidir; şiirinin harcından gerçekliği kovmadan şiirinin yapısını, çatısını kurmalıdır.

Özetle şiir, somut gerçekliği imgesel bir mecrada estetize etmeli ve bu gerçekliğe şiiri şiir yapan asıl faktörlerle- ritm, sözdizimi gibi-tamamlamalıdır.Burada şu söylenebilir: Gerçek tek başına şiiir değildir, ama şiir, gerçeğe de sataşan, onu estetize eden bir söz sanatıdır.

“Şiir ve esin?”

“1980 yılında şiire koyulduğumda, nice yitirilmiş şairi yitmemiş şiirleriyle sarsılarak tanışmıştım. Öyle örnekler vardı ki, tıpkı benim Ahmed Arif’le aynı kentli olmam, kültürel ve ideolojik akrabalığımla hep onun yörüngesinde kalacağım, onu izlek alacağım kaygım gibi, bazan ‘bu şairlerden sonra şiir yazılmaz!’ diyebilecek kadar ürktüğümü itiraf edebilirim…

Mâkul esinlenmeler belki hoşgörülebilirdi, ama her şair kendi dilini, özgünlüğünü edinerek şiirin kulvarında soluk alabilirdi. Böyle görkemli bir miras sözkonusuyken, bir öz- günlük sınavı vermek gerikiyordu. Kendi adıma bu sınavı verdiğime inanıyorum. O yıllar, yani 1980’lerde Türkiye ve dünya şiirini kendi koşullarımda izlerken, daha ‘iyi’ değil, daha ‘yeni’ bir şiir yazabilmek umuduyla şiire koyulmuştum. Yeni bir tarihsel, toplumsal süreçte daha farklı siyasal kıvılcımlara ve yeni kültürel dönüşümlere tanıklığımı ürettiğime taşırsam, şiirime bir yenilik, bir işlevsellik katabilir miyim?’ diye düşünüyordum.

Şimdi ürün yayınlat ma boyutuyla yirmi yıla ulaşan emeğimin ardından, bu gibi kay- gılarıma yaraştığımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Eğer ‘esinlenmekten’ kastettiğiniz buysa, özetle bunları söyleyebilirim. Ama bir de şairin yaşamdan, insandan, nesnelerden, ob-jelerden vb. esinlenmesi var...O da başlı başına bir başka sohbetin konusudur.”
 
DEVAMI...

“Şiir ve gelenek?”

“Yine şiire başladığım ‘80’li yılların ilk yarısından örnekleyecek olursam, o yıllarda şairlerin gelenekten nasıl beslendiklerini filan araştırdığımda, karşıma hep uç örnekler çıkı- yordu. Örneğin, 1985 yılında Gösteri dergisinde kendisiyle yapılan bir söyleşide şair Metin Eloğlu, ‘Gelenekten payıma zırnık düşmemiştir,’ diyerek geleneği büsbütün yoksayan, yad- sıyan bir tavrı yeğlerken, şair Hasan Hüseyin ise denilebilir ki bütünüyle geleneğin saçağında üretiyordu.

Aradan geçen yıllarda her ikisinin de Türkiye şiirindeki konumlarını daha nesnel kav- radığımda, ‘gelenekten payına zırnık düşmeyen’in de, geleneğin bahçesinde çoğaltmalarla uyak üretenin de çok başarılı şairler olmadıklarını gördüm; ya da kimbilir, belki de sadece
ben öyle düşündüm...

Bu yüzden geleneği yadsımamak, ama bütünüyle geleneğin saçağında da yazmamak gerektiğine inanıyorum. Yaklaşık on yıldır geleneği yadsımadığımı, ama geleneğe körü kö- rüne bir bağlılığın da günümüz çağdaş şairini geriye götüreceğini; yani çağın yeni insanının yeni yaşamına ne geleneği büsbütün yadsıyan ne de bütünüyle sahiplenen bir şiir anlayışının karşılık içermeyeceğini savunuyorum.

Mesala Necip Fazıl’ı da, Nâzım’ı da iyi okudum. İkisini de şair olarak önemsiyorum; ama kendi konumlanışımdaki ideolojik tercihte elbette ben Nâzım’la saf tutarım. Etik, ideolojik ve estetik tercihte Nâzım’dır benim izleğim. Ancak, şiirin estetik kuruluşunun onuru adına Necip Fazıl’a, Sezai Karakoç’a, bugünde ise İsmet Özel’e dek hiçbirinin şiirine saygısız olma hakkı- nı bulmam kendimde; dahası şiire saygımla ben böyle bir cüreti vermem kendime. Fakat be-nim de ideolojik tercihlerim ve beslendiğim bir mecra, bir gelenek vardır elbette.

Bu beyanlarımla anlaşılacağı gibi, şair, geçmişte kalmış olanla bugündeki, yitmiş olanla yaşayan arasındaki dengeyi temkinli gözetmelidir. Bu da, yukarıda özetlediğim gibi geleneği bütünüyle yadsımamak, ama o besiden yararlanıp onu çağdaşa uyarlamakla mümkündür.”

Yazın, Frankfurt-Almanya, s. 78, Kasım 1997

Yılmaz Odabaşı
 
OKUR OLSANIZ NE ÇIKAR ŞİİRLERE

"aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır!"
A.Camus

yıkadım sevgilerimi ve baktım tozu alınmamış dünyaya
baktım az insanlık, az aşklar, az ıslaklık az yağmurlarda
baktım az ekmek, az umut, az uykulara
herkes yıkanırken düşlerinde serin kırıntılarla, baktım
ve "bakın!" dedim, bakın DENİZ SUYUYLA TUZU,
AŞKLA ACIYI, CÜRETLE KORKUYU KARIŞTIRAN
VE BİR KORKAĞI BİLE KENDİYLE VURUŞTURAN HAYATA BAKIN!-
ca bir alev bile değildiniz hamuru besleyen o fırınlarda;
siz hep çelmeciler, hep işkembeciler,
aslında beraber öldünüz o bulvarlarda...
beraber fireniydiniz, beraber aids...
her sabah tonlarca atıktınız belediye kamyonlarında;
doğrulunca herkestiniz, yıkılınca hiç kimse!

azar azar öpüştünüz, azar azar güldünüz
azar azar sonra mezarlıklarda...
protez dişler gibi yakışmadınız girdiğiniz ağızlara;
işitileceklere kulak, öpüleceklere dudak,
su olmadınız kuruyan ırmaklara
iskemle olmadınız öyle yorgun oturacaklara
üye olsanız ne çıkar derneklere
memur olsanız ne çıkar devletlere
okur olsanız ne çıkar şiirlere...
evet, okur olsanız ne çıkar şiirlere!

Yılmaz Odabaşı
 
SARKMIŞ ENTARİSİ HAYATIN

haftanın bir ucuna sarkmış oturuyor bir pazar
ve sarkmış entarisi hayatın
ben sevmem sarkmış günlerimi
yarındır yaşam
hiç sevmem dünlerimi

haftanın bir ucuna sarkmış oturuyor bir pazar
ben bitkiyim, böceğim, bulutum gittiğimde
ölüm olsa ne yazar!

Nisan 1999, Bursa E Tipi Cezaevi

Yılmaz Odabaşı
 
EFKÂRDIR PAYİDAR KALAN

"bitirmeyişin senin büyüklüğündür
hiç başlamayışın, senin kaderin
şarkın yıldızlı gökkubbe gibidöndürücü,
başla son hep aynı;
ortanın getirdiği ise
besbelli sonda geri kalan ve başta var olandır."
-Goethe-

Iste bu yeni corabim, bu eskimis yalnizligim
Bekler sanki yildizini oyle gecede ciban
Cikamam gunduzlere su rezil uykulardan
Lan benim omrum kurak bir yalan
Tiip! Tiip! Tiip!
Damlalardan… damlalardan su calan

Simdi sabahinda disarinin
Suyu yanina almis yuruyen adam
Cikiyor gunduzlere deliksiz uykulardan
Ask siziyor omrumun burgaclarindan…

Bak suyu yanina almis yuruyor adam
Suyu yanina almadan yurusen
Yalan! Kossan
Da yalan! Ucsan
Da yalan! Sen omrunce bir dus -
Sen de yalan!
Cikma oglum elalemin gunduzune
Su rezil uykulardan

Senin yazgin
Hani ilelebet maglup olan
Efkardir payidar kalan
Turkiyem Turkiyem cinnetim
Benim essiz kurakligima dolan

Yılmaz Odabaşı
 
HERKES MAĞLUP DÖNÜYOR KENDİNİ İĞFALİN CİNNETİNDEN

sesimde bir uğultu aşklarımın aşkıyla
sesimde ölülerden devralınmış söz...



her çağ sürgit kabul
törensel ışıltılarla avutan dinlerin büyüsünden
hanedanların, kralların erkinden
ulandık
ve kaldık paranın, sanayinin kirinden

artık herkes mağlup dönüyor kendini iğfalin cinnetinden!

herkes hızla soyunur benliğinden, hızla sevgililerinden
yakıp upuzun güneşleri
kimse caymıyor seherinden

herkes maymun
ve memnun
genel geçer halinden

herkes mağlup dönüyor kendini iğfalin cinnetinden!

bu dünyanın mazgallarından artık bakamam
bu kentler benim olsa asla yatamam!

kimseler tutmuyor aşklarının elinden
işte geldim geçiyorum şu günlerin içinden
ben caymışım güneşimden, kinimden;
"güneşin altında yeni bir şey yok’"

herkes mağlup dönedursun kendini iğfalin cinnetinden...



İstanbul/ Aralık/ 1998

Yılmaz Odabaşı
 
X