Bir Annenin Oğluna Son Mektubu

E

eny

Ziyaretçi
Canım Oğlum,

Nereden, nasıl başlasam bilmiyorum. O kadar özledim ki seni…

Canım yavrum, sen bizim ilk göz ağrımızdın.. Dört gözle beklemiştik babanla doğumunu… Dokuz ay sonra hastanede seni kucağıma bıraktıkları ilk gün vuruldum sana… Ne güzel gözlerin vardı, ışıl ışıl… Öyle güzel kokuyordun ki… Evimize neşe getirdin. Bir de hep uslu çocuktun, hiç üzmedin beni… Ne sık sık ağladığını bilirim, ne de yok yere huysuzlanmanı… Uyurken bile gülümserdin, meleklerle oynadığını düşünürdüm. Hastalanırsan başından ayrılmazdık, babanla nöbet tutardık sabaha kadar… İlk adımını unutamam, sonra ilk ‘anne’ deyişini… Hep üstüne titredik.

Sonra büyüdün… Zaman su gibi geçiyor. Her dışarı çıkışında, her seyahatinde sana belli etmedim ama yüreğimden neler koptu.

Bir tek seni askere uğurlarken rahattım. Komutanlarının sana gözü gibi bakacağından emindim. Bir süre sonra Güneydoğu’ya gideceğini haber ettin. O kadar heyecanlıydın ki, öyle emin konuşuyordun ki… “Göreceksin anne, bu devlet düşmanlarına gereken cezayı vereceğim. Vatanımın dağlarını bu eşkıyalardan temizleyeceğim” diyordun. Hep komutanlarının iyiliğinden, arkadaşlarından bahsettin. Rahatlığın, güvenin bizleri de rahatlattı. Sana sadece “Kendine dikkat et evladım” diyebildim. Ne de olsa seni bugünler için yetiştirmiştik. “Merak etme” diyordun, “Merak etme annem. Kalbini rahat tut!” Bir gün merakta bırakmadın bizi, fırsatın oldukça sık sık aradın, ayda bir mektubunu aldık. Mektubunu dakikalarca kokladığımı bilirim. Gönderdiğin fotoğrafları baş ucumuza koyduk.

Son mektubunda “Ben şehit olursam, ağlamayın sakın! Düşmanları sevindirmeyin.” diyordun. Telefonda “O nasıl söz oğlum” dedim. Sustun, sanki içine doğmuştu. “Hakkını helal et, güzel annem” dedin. Nereden bilirdim bu konuşmanın seninle son konuşmamız olduğunu… Baban duymuş önce, haberlerde söylemişler. Söylemediler önce bana… Kardeşin de sakladı. Ana yüreği bu, hissettim ben… Sonra öğrendim ki, pusuya düşürmüşler, çıkan çatışmada vurmuşlar seni… Elleri kırılsın o zalimlerin… Sanki canımı aldılar, sanki dünyayı başıma yıktılar. Bir ateş ki yüreğimin tam ortasına oturdu. Komutanlarınla görüştük, seni çok övdüler. “Kahramanca çarpıştı. Kanı yerde kalmayacak. Bizi de evladınız sayın artık.” dediler. “Vatan sağolsun” dedim. Oğlum seninle hep gurur duydum, sağlığında bir gün olsun boynumuzu eğik gezdirmedin … Cenaze töreninde de başımız dik, gururluyduk. Sana sözümüzü tuttuk, bir damla gözyaşı göstermedik, namertler sevinmesin diye… Hep içimize akıttık gözyaşımızı… Bayrağa sarılı tabutunu öptüm. Ben senden bir saat, bir dakika ayrı kalamazdım, şimdi seni nasıl toprağa koyacaktım a canım oğlum!

Aradan onca zaman geçti. Acın, hasretin içimizde yavrum… Bir kerecik bile olsa kokunu alabilsem, saçlarını okşayabilsem, öpsem gamzenden… Sevindirici bir haberim var sana… Komutanların sözünü tuttu yavrucuğum, kanın yerde kalmadı, sana kıyanları tez zamanda buldular, cezalarını verdiler. Cenazene gelmeyenler, cenazene gelmeye utananlar, “senin gibi ana kuzularını vuranları affettiler yavrum… Acımıza, acı eklediler.” Onları affetmeyeceğim. Canım oğlum, fırsat buldukça yanına geliyorum, dertleşiyorum seninle… Sağolsunlar, komutanların her fırsatta gelip misafirimiz oluyor. Yokluğunu aratmıyorlar. Yakında kardeşin de askere gidiyor. Bu vatana bir arslan verdim, gerekirse ikincisini veririm. “Vatan Sağolsun”

Seni çok seven annen…

alıntıdır...
 
Dersimiz, Hayat Bilgisi” ve “Hocamız Temel”

Yaşli Temel usta, çırağının sürekli herseyden sikayet etmesinden
bikmistir. Bir gün çırağını tuz almaya gonderir.

Hayatindaki her şeyden mutsuz olan çırak dondügünde,

yasli Temel usta ona, bir avuc tuzu,bir bardak suya atip icmesini soyler.

Cirak, Temelin soyledigini yapar ama icer-icmez
agzindakileri tukurmeye baslar.
- Tadi nasil? diye soran yasli Temele
- çırak ofkeyle aci diye cevap verir.

Temel Usta gülerek ciragini kolundan tutar ve disari
cikarir. Sessizce az ilerdeki gölün kiyisina götürür ve çiragina
bu kez de bir avuc tuzu gole atip, golden su icmesini soyler. Söyleneni
yapan cirak, agzinin kenarlarindan akan suyu koluyla silerken, Temel usta ayni
soruyu sorar:Tadi nasil?
- Ferahlatici diye cevap verir genc cirak.

- Tuzun tadını aldın mi? diye sorar yasli Temel,

- Hayir diye cevaplar ciragi. Bunun uzerine
yasli Temel, suyun yanina diz cokmus olan çırağının yanına oturur ve soyle
der:

- Hayattaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok.

Acının miktari hep aynidir. Ancak bu acının siddeti,neyin icine konulduguna baglidir..
Acın olduğunda yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir.

-Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."
 
enycim kaç ana yüreği var böyle yaralı ama kimsenin kılı kıpırdamıyor hergün onlarca şehit veriyoruz bir hiç uğruna bitsin artık yaa bir kez daha içim sızladı :KK43:
 
Hèloise’den Abèlard’a

Yanıtlamadım mektubunu.
Yapamadım. Öyle perişandım ki...
Perişanlık değil de, utanç içindeydim.
Fark ettim ki , duygularımı açmasaydım sana,
bırakmayacaktın kendini.
Her zaman üstündün benden, hele duygularda...
Istırabının da böyle olacağını düşünmeliydim.
Sana yazmakla, yazmanı istemekle hata ettim.
Kabahatliyim.

Hala da mektubuna yanıt değil bu yazdıklarım.
Mektup denemezdi ki ona,
bir hıçkırıktı. Erkek kadının karşısında ağladığında,
babası, kardeşi, sevgilisi....kim olursa olsun,
çocuğu gibi oluverir kadının gözünde.
Ah! Seni rahatlatmak için ne yapabilirim?
Yüreğimdeki acı kalktı bağrıma çöreklendi.
Utanç içindeyim,
asla yok olmayacağını bildiğim bir utanç.
Beni bağışlamanı dileyemem senden.
Sevdana kuşkunun gölgesi düşer, istemem.
Bir haftadır, yedi gündür, mektubunu yanımda taşıyorum,
her götürdüğüm yerde suçluyor beni,
sanki sensin taşıdığım.
Artık yazmamak gerek diye düşünmüştüm.
Şimdi diyorum ki, gaddarlıktır, aptallıktır bu.
Olan oldu ikimizi de.
Açtığımız gibi iyileştirelim yaralarımızı. Mektup yazalım.
Seni böyle rahatlatırım ancak.
Beni böyle rahatlatırsın ancak.
Elimizde kalan azıcık mutluluğu yitirmeyelim.
Hayatımızı mahvettiler,
ama karışamazlar mektuplarımıza, onlara dokunamazlar.
Satırlarında kocam olduğunu okuyacağım,
karın olarak sesleneceğim sana.
Kağıt üzerinde daha da yakınlaşırız,
daha yumuşak, daha sıcak sesleniriz birbirimize.
Mutluymuş gibi yaşayan,
önce teklifsizleşen, ardından gaddarlaşan, sonunda kayıtsız kalan

inkar etme beni, kendini, ya da bizi.
Yaz bana, gizli düşüncelerini öğreneyim.
Yanında gezdireyim mektuplarını,
onları seni öptüğüm gibi öpeyim.
Kıskanmaya gücün varsa,
tek rakibin, öptüğüm mektupları kıskan.
Özensizce, düşünmeden, çekinmeden yaz bana.
Beynini değil yüreğini dinlemek istiyorum. Kadınca...
Beni sevdiğini duymadan yaşayamam artık.
Aşkın can damarı oldu hayatımın.

Küçücük bir kuş gibiyim.
Havam sensin, es üstüme.
Küçücük bir balık gibiyim.
Suyum sensin, ak üstüme.
Suskunluğun çöl olur bana.
Suskunluğunda boğulurum.

Görevimin başına dönüyorum şimdi.
İçim rahat gidiyorum, sayende.
Buraya sen gönderdin beni.
Bana ‘Ana’ diyorlar.
Senin ana olamam ki.
Karım demelisin bana.
Ben senin karınım

Abèlard’dan Hèloies’e

Pek az insana nasip olmuştur,
Sevdiğimiz gibi sevmek. Pek azına nasip olmuştur...
Istırap içindeysem de müteşekkirim.
Acı içinde olmasam da şükran duyacaktım,
acımın sebebine sarılacaktım.

Ayrılık, sevdanın türbesidir derler.
Derler ki, uzun ayrılıklarda ölür gidermiş sevdanın sıcaklığı.
Madem öyle, neden azalmadı aşkımız, bir nebze bile?
Yokluğun durup dinlenmeden sevdamı hatırlatıyor sadece
Düşünmüştüm ki, seni görmezsem eğer,
Bir anı olursun, canım istedikçe belleğimde canlanan.
O da canım isterse...
Ama ne oldu?
Anılarıma gömdüm kendimi, teslim aldın benliğimi.
Düşünmüştüm ki, oruç tutarım, çok çalışırım,
küçülür gidersin anılarımda.
Oruçlar tuttum, gece gündüz çalıştım, durdum.
Ne fayda! Yalnızca senin gözlerini okuyorum kitaplarımda.

Bu saplantı canımı sıkıyor, itiraf ediyorum.
Sana rastlamadan önce yaptıklarıma döneyim diyorum.
Aristo’yla kavgaya tutuşuyorum.
Öğrencilerle noktanın virgülün tartışmasını yapıyorum.
Şimdi de oturmuş güya St. Paul hakkında yazıyorum.
Hepsi beyhude...Hiçbir yararı yok!.
Ne dualar, ne ağıtlar yardım edebilir, erkeğin kaybettiği erkekliğini geri getirmeye.
Ah! Ruhumun kırılgan kasesi, zavallı bedenim...
Neden ‘İlk Günah’ denen o bağnazlıkla sakatlandı gitti?
Böylesine sadık olup hüznümü artırma.
Gövden yapamaz belki ama,
bari düşüncelerinde ihanet et bana.
Ben artık Abelard değilim ki...
Sen de Heloise olma.
Gücendir beni. Bırak yabancılaşayım.
Tanrım! Nasıl da gıpta ediyorum,
sevgisi bizim gibi olmayanların mutluluğuna.

Nedir şu tutkulu halim benim?
Delikanlı heyecanıyla oturmuş yazıyorum.
İnsanın insana aşkı doruğuna vardığında,
Yanılmıyorum, eminim böyle olduğuna.
Kim yaşamışsa bu yoğun çılgınlık dakikalarını,
kim bu hain girdaba girip çıkmışsa,
dönüp durmuşsa kendi etrafında,
kim kimdir, ne nedir, unutuncaya kadar...
o aşağılık duygu kaplamışsa her yanını,
etleri kasılmışsa ölecek gibi,
gözleri yaşarmışsa heyecandan,
bilsin ki, aşkın hazzıyla kıvranmaktadır.

Yine de tiksiniyorum bedensel aşktan.
Tedavi olmuş değilim henüz.
Aklım reddediyor onu,
yüreğimse bağışlıyor.

Nasıl da uğraştım kendimce sana kara çalmaya...
Aklımdan tüm kusurlarını tekrarladım, durdum.
Yalan söylemiştin, hatırladım.
Bir keresinde epeyce kabaydı davranışın...
Bu da işe yaramadı.
Hatalarında da sen vardın.
Onları hatırlarken erdemlerin geliyordu aklıma,
güzelliğin canlanıyordu gözlerimde.
Daha acısı, boynundaki o minicik beni hatırlıyordum...

Adım filozofa çıkmıştır benim.
Kendi tutkularını dizginleyemeyen şu koca filozofa da bakın!
Sen de çevrenin en akıllı, en iyi yetişmiş kızlarından birisin, değil mi?
Kilisenin demiyorum, dikkat et.
İkimiz de duygularımızın merhametine sığındık işte.
Kafamızı çalıştıramıyoruz,
Paçavraya dönen ruhlarımıza sahip çıkamıyoruz.
Kalan azıcık aklımızı da kullanamıyoruz.

Durup bir soluk almalı mıydık,
O girdaplara dalıp apaçık felakete sürüklenmeden önce?

Bir erkek gibi konuşacağım şimdi; anlamaya çalış beni:
Gözyaşlarını bir yana koy,
Üstüne benimkileri de ekle.
Bütün endişelerimizi, üpertilerimizi kat hepsine.
Kıskançlığı, üzüntüyü hesaplamayı unutma.
Güvensizliği, korkuyu da kat o hesaba.
Şimdi topla bakalım hepsini, ne ediyor?
Aşkın kısacık hazzıyla karşılaştır. Değiyor mu?
Aptallar iflasını isterdi bu hesapla.
Peki biz ne demeye direndik,
elimize asla geçmeyecek bir şeyin hastalıklı bedelini ödemekle?

Sıkıldın, değil mi? Bakkal gibi yaptım hesabı.
Ama gördüğün gibi, öğrenmeye çalışıyorum ben de,
bir zamanlar sana öğrettiklerimi.
Geleceğim eserlerimde yatıyor, sen ise geçmişimsin.
Benim için durum apaçık böyle.
Seni de özgürleştiriyor bu durum. Acı veriyor, değil mi?
Doğum da acı verir.

Yine de...neden rahat edemiyorum ben?
Yeni hayat yok: Hiçlik, ölüm bu!
Bakımsız bir mezarın üstündeki taşlar gibi.
Benim geleceğim yok mu yani?
Yani, ben yazdığım bütün şiirleri, yazdığım her şeyi,
senin tırnağın kadar değersiz mi görüyorum?
Hem şairim, hem filozofum ben; mesele burada.
Filozof dediğin, lafın tek gerçeğinin yine laf olduğunu iyi bilir.

O zaman soruyorum kendime:
Bizimki gibi bir aşkın amacı ne?
İnandığımız gibi, Tanrı’nın bir hikmeti varsa işin içinde,
her şeyi tüketen aşkımızdan öte,
O’na bağlılığımızın sapması da mı bu hesabın içinde?

Nedir bu aşkın amacı?
Seni kendi ruhumun yansıması gibi mi seviyorum?
Seni severek, kendi ruhuma, sonra Tanrı’ya mı ulaşacağım?
Tanrı’nın habercileri miyiz birbirimize?

Dizlerimin üstünde yakarıyorum Tanrı’ya da, sana da.
Utanmadan, lanetlemeden, dua ediyorum:
Seni bana versin, tut elimden, sen götür beni O’na.
İhtiyacım sonsuz sana.
Senden mahrum kalırsam, ruhum da Tanrısız kalacak.
İşte bir elimle özür bıraksam seni, ötekiyle bağlıyorum.
İyi de, nedir ki özgürlük?
Sevdanın zulmü!
Yazmayacağım artık. Artık hiçbir şey bilmiyorum,
ihtiyacımın bu sonsuzluğundan başka.

FRAU VON STEIN'a

Neden sana acı çektiriyorum, sevgilim?
- Neden hep, ya sana acı çektirmek, yada kendi kendimi aldatmakla geçiyor günler. Biz birbirimizin hiçbirşeyi olmayacaktık; ama herşey olduk. Seninle böyle düpedüz konuşuyorum, çünkü sen her bakımdan anlarsın. Şu var ki ben, herşeyi olduğu gibi görüyor ve bunun için de çIğrımdan çıkıyorum. İyi uyu meleğim ve uyan! Seni artık görmeyeceğim yalnız biliyorsun ya ben kalbimi ah , hepsi saçma, ne soylesem hepsi boş. Yıldızları nasıl seyrediyorsam bundan böyle sana da öyle bakacağım demek! Hele, bir düşün bunu...

Wolfgang von Goethe(Goethe'nin Seçilmiş Mektupları kitabından)

ROSENBERGLER

Benim canım sevgilim,
Beni saran kollarından koparken ne kadar isteksizdim, ahh.. Ve hücreme yaklaşırken adımlarım nasıl geri geri gidiyordu bilsen... Hücre- sessiz, acımasız ve umursamaz tavırlı, sahibinin gidişinin farkında değilmiş gibi görünen ama sonunda döneceğini bilerek böbürlenen hücre, orada beni bekliyordu. Dudaklarım, konulmaz bir açlık içinde seninkilerle kenetleneli yalnızca üç gün oluyor. Daha üç gün önce, yıllardır sevdiğim, garip bir aşinalık, garip bir yabancılık duyduğum, sayısız geceler boyu yanında yattığım ve tatlı uyuduğum o varlığa kondu gözlerim. Takvime göre yalnızca üç gün, bana sorarsan aradan birçok evren çağı geçti ve ben seninle sanki hiç konuşmadım da konuştuğumu düşte gördüm. Sevgilim "kendimden geçtim " derken benim yerime de konuşmuş oluyorsun. Tırmandığın basamaklar, içeri girdiğimde beliren görüntün. Manny'nin kulağıma boğuk boğuk gelen sesi, içinde bulunduğumuz oda .. Hepsi ve herşey öyle çılgın bir gümbürtüyle bilincime aktı ki, ağzımı açamaz oldum . Sonra, fiziksel selamlaşmamızın acı veren eşsiz tadına daha tümüyle varmadan, bununla birlikte, içtikçe daha çok susadığımın bilincinde olarak ayrıldığımı ve kaldırılmaz bir masanın aramIıda olduğunu gördum..!
Ahh, Monsieur, Je t'aime, Je t'adore. Büyük yalnızlık duyan karın Ethel ( Ethel ve Julius Rosenberg'lerin hapishanede birbirlerine yazdığı mektuplardan oluşan "Rosenbergler" kitabından..)
 
Aslında aşk yok... Ya da var. Kim tanımlayabilmiş, kim doğrusunu bulmuş?..

Görmüş geçirmiş, epeyce yaşamış kişiler diyorlar ki, insanın yaşamına bir sürü kişi girer; hatta belki aynı anda iki-üç kişi birden vardır. Ama bunca kişi arasında birkaçı için farklı duygular taşırsınız. Ötekiler sıradandır, birkaç kişi farklıdır, işte bu aşktır. Peki, öyle olsun ama neden bu birkaç kişi farklı? Bunun yanıtı yok. Çevrenizde karşı cinsten pek çok kişi vardır; hoşturlar, yakışıklıdırlar, size karşı çok iyidirler, ama belki de siz en az hoş olanına, size en az iyi davrananına ilgi duyarsınız. Sevişmek ve öpüşmek yani dokunmak bile, onunla farklıdır. Neden? Fizikten mi kimyadan mı? Ben bilemiyorum nedenini, bir bilen olduğunu da hiç sanmıyorum. Nasıl anlayacağız peki âşık olduğumuzu, hangisinin "farklı" olduğunu?


Şöyle:



Yanınızdaki kişi horluyorsa, kaçıp gitmek veya onu tekmeleyip yumruklamak, gırtlağını sıkmayı istemek gibi duygular yerme, hafifçe dokunup öperek onu uyandırıyorsanız, bu aşktır.


Aşık olduğunuz kişinin bir başkasıyla daha birlikte olduğunu öğrendiğinizde, hemen onu terketmek yerine ne yapalım, bundan böyle poligam yaşayacağız demek ki diye düşünmüşseniz, bu aşktır.


Yemek yapmaktan nefret ettiğiniz halde, sevdiği bir yemeği hiç sıkılmadan pişiriyorsanız, bu aşktır.


Ondan telefon beklerken yapmanız gereken işe konsantre olamıyor, bir kitaptaki cümleyi üç-dört kez okuyor, evden çıkamıyorsanız, bu aşktır.


Seviştikten sonra hemen kalkıp giyinip eve gitmeyi ya da onun kendi evine gitmesini istemiyor da birlikte uyumayı istiyorsanız, bu aşktır.


Gitmeyi çok arzuladığınız bir konser ya da bir eğlenceden, o istemiyor diye vazgeçiyorsanız, bu aşktır.


Akşamı nasıl geçireceğinizi düşünürken, önceliği ona bırakıyor, ancak o olmadığında başka şeyler yapıyorsanız, bu aşktir.


Uzun zamandır unuttuğunuz bir duyguyu, örneğin özlem duygusunu, yeniden anımsamıssanız, bu aşktır.


En sevdiğiniz tatlıdan, yarısını değilse bile bir kaşık da ona verebiliyorsanız, bu aşktır.


Onunla birlikteyken, işkembe çorbasını sarmısaksız içiyorsanız, bu aşktır.


O, aşırı durumda nezle, öksürük ve gripken, geceyi onunla birlikte geçirmeyi başarabiliyorsanız, bu aşktir.


Orgazm olamadığınız zamanlarda sinirlenmiyor, ona sarılıp uyumaktan da o ölçüde keyif alıyorsanız, bu aşktır.


O asık suratlı, yorgun, sıkıntı içinde, hiç konuşmadan, gülmeden, sizinle ilgilenmeden oturduğu halde, siz de onun yanında uslu uslu oturup, o geceki partiyi kaçırdığınız için ah vah etmiyorsanız, bu aşktır.


Tek eşlilikten hoşlanmadığınız, poligamiyi savunduğunuz halde birdenbire tek eşli oluvermişseniz, bu aşktir.


Burnunda çıkan koca kırmızı sivilcenin onun güzelliğini bozmadığını düşünüyor, hatta arada bir uzanıp o sivilceyi öpüyorsanız, bu aşktır.


Bir sevişme sırasında canınızı acıtınca, içinizden okkalı bir küfür savurmuyor, o can acısı sonucunda bedeninizde oluşan morluklara sevgiyle, arzuyla bakıyorsanız, bu aşktır.


Yurt dışı gezilerinizde elinizde kalan son para ile kendinize parfüm alacak yerde, ona after-shave alıyorsanız, bu aşktır.


---
İşte böyle... Bazı kavramlara aşırı anlam yüklememek gerekir. Eğer bu anlattıklarımın birini, birkaçını ya da tümünü tanıyorsanız, işte o aşktır. Daha fazlasını ne yapacaksınız ki? Keşke herkes bu duygulan tadabilse.


Kadınca, Temmuz 1991

Duygu Asena
 
ben bunların hemen hepsini yapıyorum çünkü ben ÇOOOK AŞIĞIIIIM!
 
Aşık olduğunuz kişinin bir başkasıyla daha birlikte olduğunu öğrendiğinizde, hemen onu terketmek yerine ne yapalım, bundan böyle poligam yaşayacağız demek ki diye düşünmüşseniz, bu aşktır.

bu mu aşk yanii 3 kişi:dead:
 
Sevgili Duygu Asena'nın güzel bir yazısı ve malesef bu gün onun vefat ettiğini öğrendim çok üzüldüm Allah rahmet etsin sevdiklerine sabırlar versin...
....Uzun zamandır unuttuğunuz bir duyguyu, örneğin özlem duygusunu, yeniden anımsamıssanız, bu aşktır......



 
13 senelik evliyim ve ben aşığııııııııııııııııııııııııııııııımmmmmmmmm
 
hayatımdaki insana bunalrı hissedemediğim için bitti sanırım herşey şimdi anlıyorum ki aşk yoktu ve hayat anlamsız dı onunla olup olmamak önemli diildi alışkanlıkları atmak için şimdi tüm çabam içimde bu duyguları beslicek birini bekliyorum şimdi sonra dibine vuracam aşkın aşık olamnın mutlulugunu tadıcam sağol enycim o kadar güzel geldi ki bu yazı
 
Aşık olduğunuz kişinin bir başkasıyla daha birlikte olduğunu öğrendiğinizde, hemen onu terketmek yerine ne yapalım, bundan böyle poligam yaşayacağız demek ki diye düşünmüşseniz, bu aşktır
bu madde dışında hepsine katılıyorum ve bende aşığımm çok seviyorum delii gibi :1w000t: :sm_cool: :dance:
 
böyle bi kadında karşısında adam gibi adam ister kadın üç aşağı beş yukarı bulursun belki bu özelliklerde ama adam gibi adam bulacağımızı hiç zannetmiyorum hem de hiç keşke olsa da bende yanılsam
 
Duyduk, duymadık demeyin!

Siz hiç ilk defa işiten bir çocuk gördünüz mü? Ben gördüm. İlk önce korkuya benzer büyük bir şaşkınlık, sonra yüz, içinden ışıklanmış gibi aydınlanırken bir sevinç çığlığı duyuyorsunuz. Ama bildiğimiz bir ses değil, farklı bir haykırış. Onların çoğu doğduğundan beri duymadığı için bizim dünyamızın notalarını bilmiyorlar. Ama o kadar şaşırıp o kadar mutlu oluyorlar ki! Siz de bir taraftan gülerken bir taraftan da acıklı olan bu sahneyi seyrederken annesi, babası veya yakınları gibi ağlıyorsunuz.

İŞİTMEYEN ÇOCUKLAR
Eskiden belki de bu kadar anlayamazdım onları. Ama tedaviden sonra işitme sorunu yaşıyorum. Bazen su mu kaçıyor, iltihaplanıyor mu bilemem; hiç duymuyorum. O zaman suyun içinde kavanozdaki bir balık gibi hissediyorum kendimi. Hani kavanozda kırmızı balıklar vardır. Baktığımızda ağızları oynar, ama sanki sudan dolayı duyamıyoruzdur söylediklerini. O da aynen bizim ona baktığımız gibi şaşkın bakar dışarıdaki dünyaya ve ağızları oynayan bir sürü insana. İnsan duymadığı zaman yalnız işitme kaybına uğramıyor. Denge duygusu bozuluyor. Şöyle diyeyim; tam nereye ne kadar bastığınızı bilmiyorsunuz, hışırtı filan duymadığınız için kim, nerede ve ne mesafede belli değil. Çıt çıkmayan bir dünyadasınız. Ne söylediğinizi ne de sesinizin tonunu ayarlamasını biliyorsunuz. Çevrenize algılamanız bozuluyor, kendinizi çok yalnız ve her şeyin dışında hissediyorsunuz. Onun için geçen gün kulaklarına işitme cihazı takılacak birkaç çocukla afiş resmi çekimi sırasında birbirimizi anlayarak kucaklaştık. Öptüm, kafalarını okşadım, ellerinden, omuzlarından tuttum, ağzımı gözümü aça aça bir şeyler anlatmaya çalıştım. Garip sesler çıkarıyorlar, bazen anlamadım, ama onlar bana çok güldüler. Starkey işitme cihazlarının geçenlerde 'Dünya İşitebilsin' temalı geleneksel galası için Türkiye ve Ortadoğu temsilcisi Emin Örnek ve müdiresi Müge Karakılınç ile Minnesota'ya gitmiştik. Limuzinler, kırmızı halılar, televizyonlar falan, 2 bin kişilik büyük bir davet. Orada fark ettik ki Minnesota, birçok büyük firmanın ana merkez. Dolayısıyla tanıdığımız tanımadığımız birçok markanın sahipleri, patronları oradaydı. Ünlüler destek veriyor bu kampanyaya. Tanınmış şarkıcılar, en önemlisi şov dünyasının en bilinen ismi Jay Leno vardı sahnede. Bizim orada olduğumuzu, etrafımızdakilerle sohbetimizi fark etti mi bilmem, ama yanımdaki hanım Jinette ve yan masadaki Best Buy mağazaları zincirlerinin sahibi, Türkiye'de duymayan çocuklar için 400 bin dolarla gecenin en büyük bağışını yaptı. Starkey mensupları Amerika'dan gelip imkânı olmayan bin tane çocuğa 1 - 4 Kasım arasında en son teknoloji ürünü olan işitme cihazı takacak. Bunun için şimdiden başvurulması lazım. Duyduk, duymadık demeyin! Türkiye'nin her ilinden tanıdığınız, bildiğiniz imkânı olmayan işitme engelli çocukları lütfen (0212) 296 58 07 ya da (0212) 230 45 32 numaraya bildirin. İstanbul'a gelmeleri için belediyeler yardımcı olacak. Lütfen acele edin, firmanın organize edebilmesi için hemen başvurun. Normal eğitim görmelerine aracı olalım ve onları topluma kazandıralım. İçlerinden bakalım ne sanatçılar ne öğretmenler ne devlet adamları çıkacak! Tekrar ediyorum; Türkiye'de duymayan (işitmeyen) çocuk kalmasın! Hatta, hatta birkaç sene içinde: "İmkânı olmadığı için işitmeyen (küçük, büyük) hiç kimse kalmasın!" Başvurularınızı bekliyoruz.

Filiz Akın
 
Başkalarına yardım etmek için illaki onlar gibi mi olmak lazım. Neden daha önce yapılmazki bu yardımlar. Para içinde yüzüyorlar ama önceden böyle birşey yapmak akıllarına gelmiyor. Yine de Filiz Akın'ı tebrik ediyorum böyle birşeye kalkıştığı için. En azından 1000 çocuğa yardımcı olacak. Ya diğerleri. Diğer sanatçılarımız napacak.???
 
Ne kadar da ağır geliyor rimellerimizle farlarımız.
Bir de tabii uykusuzluk... Kapanmak üzere göz kapaklarımız.
Daracık, yüksek topuklu ayakkabılarımızın içinde büzüşmüş,
sızlıyor ayaklarımız. Saçlarımız kendince özgür işte. Her gün
fönlü filan... Dipleri de gelmiş ama, idare eder bir hafta onbeş
gün daha.


İncecik olacağız diye açlıktan gözlerimiz kararıyor; morarmış
gözaltlarımızı kapatıcılarla rötuşlayıp, solgun yanaklarımızı
allıklarla renklendiriyoruz.
Kışkırtıcı ve rahatsız giysilerimiz içinde "aklımızca"
baş döndürüyoruz.


Belki doğduğumuz andan itibaren aramızda gelişen ya da başkaları
tarafından geliştirilmiş olan rekabet duygusundan; belki
asırlardır bütün dillerin, dinlerin, kültürlerin geri planda
tuttuğu cins olmamızdan; belki kadından önce "insan" olabilmek
için, varolabilmek ve ayakta durabilmek için....


Kimbilir başka şansımız olmadığını düşündüğümüzden belki de
sadece, bütün bunlar yüzünden belki de, kariyerimiz, sanki bizim
tek şansımızmış gibi düşünüyoruz. Tek güvencemiz, hayat
sigortamız, sadık sevgilimiz o bizim.


Çalıştıkça bize kimse ilişmiyor, akşam eve kaçta döndüğümüze
kimse karışmıyor, hatta bazen eve dönmesek de sorun çıkmıyor,
cüzdanımızda kaç parayla dolaştığımızı kimse merak etmiyor, ay
sonunda ismimize gelen ekstreleri kimse kurcalamıyor.


Bunun tek nedeni para kazanmamız değil. Biz çalışarak, "kadın
olmaktan başka meziyetlerimizin de olduğunu"
anlatmış oluyoruz ailelerimize, sevgililerimize, kocalarımıza.
Kendilerinin dahil olamayacakları başka hayatlar yaşadığımızı
fark ettikleri zaman bir adım geride duruyorlar.


İşte bu yüzden, kimsenin bize karışmadığı hayatlar yaşayabilelim
diye gece yarılarına kadar çalışıyoruz.
Elimizden hep "en iyisi" çıksın istiyoruz. Sahip olduklarımızla
yetinmeyip daha fazlasını istiyoruz.
Çünkü "daha fazlasına" sahip oldukça, "daha özgür"
oluyoruz.


Verdiğimiz "dişice" mücadele bizi yorsa da, ara sıra "ben ne
yapıyorum böyle?" desek de işte sadece bu yüzden bildiğimizi
yapmaya devam ediyoruz.


Her birimiz en zeki kendisi gözüksün, en iyi raporları kendisi
hazırlasın, en iyi sunumu kendisi yapsın ve tabii bir basamak
daha yukarı çıkan kendisi olsun...
İşte bu yüzden istiyor.


Kurallarını biraz bizim, biraz içinde bulunduğumuz çarkın
belirlediği, "finish"i olmayan bir yarış bu.


"Çocuk da yaparım, kariyer de..." diyen neşeli reklam şarkısı
aklıma gelince gülüyorum. Diğerlerini bilmiyorum ama benim değil
çocuk, tatil günümde evde kek yapacak halim bile olmuyor.


Ama sorun değil. Hesap vermiyorum ya kimseye, bu bana yetiyor.
Diğer kariyer kadınları da galiba temelde bu yüzden bu kadar
"yıpranıyor". Mutlu olup olmadığını bile pek düşünmüyor. Çünkü
özgür olmadan mutlu da olunmuyor galiba.


Savaşıyorum her gün. Savaşıyoruz her gün.
Amazon kadınları Rahat savaşabilmek için memelerini yakarmış onlar.
Biz, rahat savaşalım diye onları büyütüyoruz.


Aramızdaki fark bundan ibaret ..
 
Çocuk da yaparım, kariyer de..." diyen neşeli reklam şarkısı
aklıma gelince gülüyorum. Diğerlerini bilmiyorum ama benim değil
çocuk, tatil günümde evde kek yapacak halim bile olmuyor. :Roflol: :Roflol:


çok güzeldi tşkler canım,kadınların işi ne kadar zor yaaa
 
Savaşıyorum her gün. Savaşıyoruz her gün.
Amazon kadınları Rahat savaşabilmek için memelerini yakarmış onlar.
Biz, rahat savaşalım diye onları büyütüyoruz.

VALLA ÇOK DOĞRU:Roflol: :Roflol:
 
Evet doğru... Ben de aynen böyleyim. Beraberinde tek başıma oğluma ve anneme de bakıyorum... Ama kendimi çok mutlu hissediyorum. Çünkü ülkemde güneydoğu kadınlarının gerçeği diye birşey var ve bunu hiç unutmadığım için şansıma teşekkürediyorum ve tamgaz çalışmaya devam ediyorum. Bu kadar mücadelenin karşılığı hiçkimseye eyvallahımın olmaması ve bu beni inanın mutlu ediyor. Yaşadığı yenin adını bile bilmekten aciz 12 çocuklu kadınları düşündükçe daha çok sarılıyorum hayatıma....
Paylaşımın için teşekkürler...
 
Malesef kelimesi kelimesine hepsi doğru ve çevremdeki (çalıştığım yerdeki) satenayında dediği gibi kadınları gördükçe çalışmaya daha bir hevesli oluyorum
 
Evet doğru... Ben de aynen böyleyim. Beraberinde tek başıma oğluma ve anneme de bakıyorum... Ama kendimi çok mutlu hissediyorum. Çünkü ülkemde güneydoğu kadınlarının gerçeği diye birşey var ve bunu hiç unutmadığım için şansıma teşekkürediyorum ve tamgaz çalışmaya devam ediyorum. Bu kadar mücadelenin karşılığı hiçkimseye eyvallahımın olmaması ve bu beni inanın mutlu ediyor. Yaşadığı yenin adını bile bilmekten aciz 12 çocuklu kadınları düşündükçe daha çok sarılıyorum hayatıma....
Paylaşımın için teşekkürler...

Güneydoğu kadınları deyince aklıma geldi.Nebil Özgentürk ün hazıırladığı Bir Yudum İnsan adlı programda izlemiştim.Güneydoğu da mikro kredi alarak küçük birer dükkan açan kadınları ele alan programda kadınların kendilerine olan güvenlerini görmeliydiniz..
 
X