Foucault Sarkacı - Umberto Eco

pamuksekeripembesi

"be a voice, not an echo"
Kayıtlı Üye
6 Ocak 2014
186
87
a792728f-3d11-45b6-ae48-04f2819d6642.jpg

Umberto Eco’nun ikinci romanı Foucault Sarkacı (Il pendolo di Foucault), kısaca, bilimdışı gerici düşüncenin 500 yıllık tarihinin 500 küsur sayfalık bir serüvenidir. 14. yüzyılda Templier tarikatının çözülmesinden başlayarak dünya çapında tasarlanmış hayali bir entrikayı konu alan, entrika ile gerçeğin iç içe geçtiği bir gerilim romandır. Kitabın adını aldığı Foucault Sarkacı, adını Fransız fizikçi Léon Foucault’dan alan, ilk defa deneysel olarak Dünya’nın kendi ekseni çevresinde döndüğünü kanıtlayan sarkaç düzeneğidir. Bir sarkacın asılma noktası değiştiği halde salınımı değişmediğini gözleyen Foucault, yeterince büyük bir sarkaç harekete geçirildiğinde, bunun salınım düzeninin değişmeyeceğini, fakat yerin, yani dünyanın hareket edeceği kuramını geliştirmiştir. Eğer dünya dönüyorsa, dünya ile birlikte sarkacı izleyen gözlemciler de dönecekler, buna karşın sarkacın salınım düzlemi hareketsiz kalacaktı. Bu nedenle sarkacın salınım düzlemi gözlemcilere göre yavaşça hareket ediyor gibi görünecekti. Gerçekte ise, gözlemcilerin dolaysız bir yolla izlemiş oldukları olay, dünyanın kendi etrafında dönmesinin bir sonucuydu.Düşünceleri ile toplumda büyük bir ilgi uyandıran Foucault’ya imparator III. Napolyon, deneyini Paris’teki büyük kubbeli Panthéon binasında yapmasına izin vermiştir. Foucault, kubbenin ortasına 67 metrelik çelik telle 28 kg ağırlığında bir demir top asmıştır. Topun alt tarafına sivri bir uç takılarak, yere serili ince kum tabakasında, bu ucun bıraktığı izlerden yararlanarak, sarkacın salınım düzlemindeki değişimin gözlemciler tarafından izlenebilmesi sağlanmıştır.Bu tarihi deneyi izlemek için Pantheon’a büyük bir kalabalık toplanmıştır. Foucault’nun sarkacı hareket ettirmesinden bir saat önce, titreşim ve hava akımlarına engel olmak üzere, gözlemcilerin hareketsiz ve sessiz olmaları temin edilmiştir. Sessizce salınımına başlayan sarkacın salınım düzleminde, bir süre her hangi bir değişim gözlenmemiştir. Bu sessiz bekleyişin ardından gözlemciler, kumun üzerindeki izlerin yavaşça değiştiğini görmüşlerdir. Sarkacın salınım düzlemi gözle görünür biçimde dönmektedir. Bu topluluk, tarihte ilk kez dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğüne tanık olmuştur. Foucault’nun 1851’de, bu deney sırasında Pantheon’a yerleştirdiği bu sarkaç hala aynı yerde asılı durmaktadır.

Kuzey Kutbu ya da Güney Kutbu’nda, bir sarkacın salınım düzlemi, altındaki dünya dönmeye devam ederken, yıldızlara göre değişmeden sabit kalacaktır. Tam turunu tamamlaması bir gün sürecektir.
Foucault sarkacına benzeyen bir düzenekle benzeri bir deney, Foucault’dan iki yüzyıl önce 1661’de Vincenzo Viviani tarafından gerçekleştirilmiştir.
Dünyadaki pek çok kurum, müze ve laboratuarlarda, Foucault sarkacına benzeyen sarkaçlar bulunmaktadır. Hatta Güney Kutbu’nda da bir Foucault sarkacı bulunur. Türkiye’de Bilkent Üniversitesi Fen Fakültesi binasında bulunmaktadır.

Eco'nun ilk romanı Gülün Adı gibi, ikinci romanı Focault Sarkacı'da, kılıç-pelerin romanı, serüven romanı, tarihsel roman, ırmak roman, yeni roman, post modern roman, polisiye roman gibi roman türlerine tam olarak girmiyor. Belki de en uygunu, onu bir bilim roman, ya da sui generis bir roman olduğu için, Eco roman diye nitelendirmek. Giderek, gösterge bilimsel roman diye de betimlenebilir Foucault Sarkacı. Çok katlı, çok değişik düzlemlerde okunabilecek bir roman oluşu, Foucault Sarkacı'na değişik açılardan yaklaşmamıza olanak veriyor. Biçim ve kurgu olarak da kendine özgü bir yapısı var romanın. On Sefirah'a denk düşen on bölüm, Kabalacı evren kuramının bir eğretilemesi. Foucault Sarkacı'nın teması irrasyonel düşüncenin 500 yıllık tarihinin 500 sayfalık bir serüveni olarak özetlenebilir, pozitif bilimin yanı sıra, uzantıları günümüze dek süregelen gizli bilimlerin, ortaçağı da kapsayan çok uzun bir zaman birimi içinde bilim büyü kardeşliğinin öyküsü, çok dilli bir çağrışımlar, anıştırmalar, örneksemeler, andırışımlar, eğretilemeler, göndermeler yelpazesi.
Foucault Sarkacı ritm bakımından tam anlamıyla başarılı bir yapıt. Eco, Gülün Adı'nın ardından yazdığı Postille (Sonrası)'de, bir romanı soluğundan söz ederken, kimi romanların ceylanlar gibi, kimilerinin de balinalar ya da filler gibi soluk aldığını söyler. Eco'ya göre, uyum, soluğun uzunluğunda değil, soluk alışın düzenliliğindedir; iyi bir romancı, sürekli bir temel ritmin çerçevesi içinde, hangi noktada hızlanacağını ya da firene basacağını, bu pedala basışların dozunu nasıl ayarlayacağını bilir. Gerçi diyor Eco, Müzikte de rubatolar yapılabilir, ama gereğinden çok yapılmamalıdır. Yoksa Chopin çalmak için rubatoları abartmanın yeterli olacağına inanan o kötü icracılar çıkar karşımıza. Romanı oluşturan on bölümün her birinin kendi içsel ritmi, bir bölümden ötekine geçerken, romanın soluğunu, temel ritmini aksatmıyor; tersine onu bütünlüyor,Foucault Sarkacı'na, on bölümden oluşan bir müzik yapıtı gibi baktığımızda, allegroları (allegro vivace, allegro spirituoso, allegro con brio, molto allegro con fuoco; seyrek olarak, allegro assai ya da allegro ma non troppo) andantelerin, andanteleri (yer yer andantino grazioso, özellikle Belbo'nun çocukluk anılarını anlattığı bölümlerde andante malinconico) vivacelerin, vivaceleri gravelerin graveleri scherzoların izlediğini; gösterge bilimsel iletinin bir basso continuo, bir leitmotiv gibi derinden sürüp gittiğini görürüz. Scherzoların bolluğundan ötürü, göstergebilimsel bir şaka da diyebiliriz Foucault Sarkacı'na.

Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı’ndan Bir Bölüm
Sarkacı o zaman gördüm.
Küre, koro yerinin tonozuna tutturulmuş uzun bir telin ucunda, devingen, eşzamanlı bir görkemle geniş salınımlar çiziyordu.
Dönümü telin uzunluğunun kareköküyle, yeryüzü zihinleri için usdışı da olsa, Tanrısal usla, tüm olası dairelerin çemberleriyle çaplarını zorunlu olarak birbirine bağlayan p sayısı arasındaki ilişkinin belirlediğini biliyordum -bu dingin soluğun büyüsü içinde kim olsa sezinlerdi bunu- böylece, kürenin bir kutuptan ötekine salınma süresi zamandan bağımsız ölçüler arasında gizemli bir elbirliğinin sonucudur: asılma noktasının birliği, soyut bir boyutun ikiliği, p sayısının üçlü niteliği, kökün gizli dörtgeni, dairenin kusursuzluğu arasında.
Asılma noktasının düşeyi üzerinde, tabanda, çekimi kürenin içinde gizli bir silindire ileten magnetik bir düzenin, devinimin sürekliliğini sağladığını da biliyordum: maddenin direncine karşı koyan, ama Sarkaç Yasası’na ters düşmeyen, tersine, bu yasanın kendini ortaya koymasına izin veren bir düzen; çünkü, boşlukta, genleşmeyen, ağırlıktan yoksun bir telin ucuna asılı, havanın direnciyle karşılaşmayacak, asılma noktasıyla da sürtüşmeyecek, ağırlığı olan herhangi bir maddi nokta sonsuza dek düzenli olarak salınırdı. (s. 15)

Bir konuşmayla silkindim; gözlüklü bir oğlanla -ne yazık- gözlüksüz bir kız arasında, kayıtsızca bir konuşma:
“Bu Foucault Sarkacı,” diyordu oğlan. “İlk deney, 1851’de, bir mahzende yapıldı, sonra Observatoire’da, sonra da Pantheon’un kubbesi altında; 67 metre uzunluğunda bir telle 28 kilo ağırlığında bir küre ile. 1855’ten beri de burada, küçültülmüş boyutta, şu kirişin ortasındaki delikten sarkıyor.”
“Peki, ne yapıyor, sallanıp duruyor mu öyle?”
“Dünyanın döndüğünü gösteriyor. Ama, asılma noktası sabit kalıyor …”
“Neden sabit kalıyor peki?”
“Çünkü, bir nokta… nasıl söylesem… tam merkez noktası, iyi bak, gördüğün tüm noktaların tam ortasında duran nokta, tamam işte o nokta -geometrik nokta- onu göremezsin, boyutları yoktur; boyutları olmayan bir şeyse ne sağa gidebilir, ne sola, ne aşağıya, ne de yukarıya. Demek ki, dönmez. Anlıyor musun? Noktanın boyutları yoksa, kendi çevresinde bile dönemez. Kendisi bile yoktur…”
“Ama dünya dönüyor.”
“Dünya döner, ama nokta dönmez. İster hoşlan, ister hoşlanma, böyle bu. Tamam mı?”
“Bu onun bileceği iş.”
Zavallıcık. Başının üstünde kozmosun biricik sabit noktası, panta rei’nin1 lanetinden kurtulmuş biricik şey duruyordu da, bunun kendisinin değil, Sarkaç’ın bileceği şey olduğunu düşünüyordu. Kızla oğlan hemen uzaklaştılar oradan; oğlan, olağanüstü şeylerin olabilirliğine karşı onu körelten bir el kitabıyla eğitilmiş, kızsa, uyuşuk, sonsuzun ürpertisine karşı duyarsız, ikisi de, Bir’le, En-Sof’la, Söylenemez’le karşılaşmalarının -ilk ve son karşılaşmalarının- ürkütücü yaşantısını belleklerine kaydetmeksizin. Bu kesinlik sunağının önünde nasıl diz çökmez insan? (s. 17-18) Umberto Eco
Umberto Eco’nun Yaşam Öyküsü
(d. 5 Ocak 1932, Alessandria, İtalya), İtalyan edebiyat eleştirmeni, romancı ve göstergebilimci.
Torino Üniversitesi’nde doktorasını tamamladıktan (1954) sonra Radiotelevisione Italiana’da (RAI) kültür programlarının yayın yönetmenliğini yapmaya. başladı. Ayrıca 1956-64 arasında Torino Üniversitesi’nde, daha sonra Floransa ve Milano’da ders verdi. Sonunda 1971’de Bologna Üniversitesi’nde profesörlüğe atandı.
İlk araştırma ve incelemeleri estetik alanındaydı. Bu alandaki başlıca yapıtı Opera aperta’dır (1962; yb 1972, 1976; Açık Yapıt). Bu kitabında Eco, çoğu modern müzik yapıtında, simgeci şiirde ve Franz Kafka ya da James Joyce’un romanlarında olduğu gibi anlatı düzeninin bilinçli biçimde bozulduğu edebiyat yapıtlarında mesajların temelde belirsiz olduğunu, okur ya da dinleyicinin, yorum ve yaratma sürecinde daha etkin biçimde katılmaya çağrıldığım öne sürdü.
Sonraki çalışmalarında öteki iletişim ve göstergebilim alanlarını araştırmaya yöneldi. Her ikisini de İngilizce yazdığı A Theory of Semiotics (1976; Bir Göstergebilim Kuramı) ve Semiotics and the Philosophy of Language (1984; Göstergebilim ve Dil Felsefesi) ile Ilimitidell’ interpretazione (1991; Yorumun Sınırları) adli yapıtları bu araştırmalarının en ünlüleridir. Eleştiri, tarih ve iletişim konusundaki çok çeşitli yazılan birçok dile çevrilmiştir.
Eco’nun fantastik romanı Il nome della rosa (1981; Gülün Adı, 1986) görünüşte 14. yüzyılda, bir İtalyan manastırındaki cinayet öyküsünü anlatır. Oysa roman özünde, ilahiyat, felsefe, bilim ve tarih açılarından Umberto Eco “gerçek”in sorgulanmasıdır. Uluslararası başarı kazanan ve en çok satan kitaplar arasına giren roman, Jean-Jacques Annaud’nun 1986’da çektiği aynı adlı filme kaynaklık etmiştir.
Eco’nun sonraki romanı Il pendolo di Foucault ise (1989; Foucault Sarkacı, 1993) 14. yüzyılda Templier tarikatının çözülmesinden başlayarak dünya çapında tasarlanmış hayali bir entrikayı konu alan, entrika ile gerçeğin iç içe geçtiği bir gerilim romandır.
Eco’nun bazı denemeleri Türkçede Günlük Yaşamdan Sanata (1991) adıyla yayımlanmıştır.

Kaynak: http://mabellejournal.blogspot.com