Kiyamet

E

EU1

Ziyaretçi
Nostradamus-Marduk-2012-2025-Sera etkisi- İklim değişikliği derken
iyice şaşırdık. Neyin ne olduğunu birbirine karıştırır olduk. Kıyamet
alametleri ve sembolleri nelerdir; bunları nasıl yorumlamalı ve
anlamalıyız.. Bu yazı dizisi M.T.İ.A Derneği Başkanı Sayın Ergün
Arıkdal'ın seminer konuşmalarından derlenmiştir.(Ruh ve Madde cilt 31-
Sayı 363-364-365-366)

NEFSİN SEMBOLÜ YECÜC ve MECÜC


"Her devirde İnsanlık Ailesinin gelişim sürecine uygun bir uyku ve
sonradan uyanıklık dönemi yaşanmıştır. Uykudan genel uyanmaya geçmeden
önce menfi imajinasyon ve menfi düşünce çoğalır, otomatizma yayılır
nefsin hakimiyeti artar.


Dünya insanlığının bugün içinde bulunduğu ıstırap manzarası aslında
hepimize çok şey söylüyor: İnsanoğlunun günlük yaşamında büyük bir
huzursuzluk ve elem duyması, işlerinin hep ters gitmesi gibi
oluşumlar, menfi yani olumsuz bir durum içinde olmasından ileri
gelmektedir. Ve bu nedenle Yecüc Mecüc' ün yeryüzünü kaplaması deyimi
zaten şu anda yaşanan bir gerçekliği ifade etmektedir.


Yecüc ve Mecüc çoktan ortaya çıkmış ve yeryüzünü sarmıştır bile...


Eciş bücüş adamların çıkıp da her tarafı saracağını bekleyenler daha
çok bekler. Zira o bütün tezahürleriyle ortadadır. İnsanlar negatif
duygusallığın, hissiliğin her çeşidini yaşamaktadır. Bu, nefsani
azgınlık olarak tabir edilir. Nefsani azgınlığın Kutsal kitaplardaki
sembolü, Yecüc ve Mecüc'tür.


Çağımızda çığırından çıkmış durumda olan şuursuz, otomatik ve
nefsani yaşayış her şeyiyle bütün dünyayı etkisi altına almıştır. Ve
bu etki insanı öyle kandırır, öyle ikna eder ki, kurtulmak çok
zordur.O halde Yecüc ve Mecüc'ün ortaya çıkışını, nefsin azması olarak
açıklayabiliriz. Bağlı şuurla ilgili benliğin, egonun azgın hale
gelmesi demektir. Toplum olaylarının % 99'u, azgın nefsin
saldırılarından meydana gelen bir fenomenler zincirinden ibarettir. Bu
epeydir sürmekte olan ve muhakkak ki, genel bir uyanmaya gitmekte olan
insanlık için bir değişimin başlangıcını oluşturur."


VESVESE-ŞÜPHECİLİK


VESVESE ORTAMINDA BİLGİ ve BİLGELİK DEĞERİNİ KAYBEDER


"Kıyamet alametlerinden biri de "vesvese" yani sistemli
şüpheciliktir. "Sistematik şüphecilik" toplumlarda yaygınlaşmıştır.
Kuran'da bu kavram "vesvasil" diye geçer. Vesvese, her şeyin değerini
aşağılamak, küçültmek, düşürmek, alçaltmak manasına gelir. İnsan kendi
özünü bu şekilde kaybeder. Bu durumu açıklamak için "sağır ve kör
olmak" tabiri de kullanılmıştır. Sağır ve Kör olmak, kendi özünü
yitirmek demektir.


Vesvese, vicdan ve kalp güzelliğini yada hassasiyetini perdeler;
insanın ruhsal yönünü karartır ve öz varlığına kadar ulaşan bir kurda
benzer. Vesvese, insanın içini kemiren kurt gibidir. Ve şimdi yaygın
bir durumdadır. Dikkat edilecek olursa, yeryüzünde fizik hastalıklara
taş çıkartacak şekilde psikiyatrik rahatsızlıklar hızla
yükselmektedir. Bunun sebebi, hemen hemen bütün insanlarda vesvese ile
ifade edilecek ruhi bir çöküntünün mevcudiyeti, değer yargılarının
adileşmesi, değerlendirmelerin en kaba şekilde oluşu ve bir vesvese
halinin kemirici bir kurt gibi insanın içini sarmış olmasıdır


İnsanların doğadan kopup fizik güzelliklere, fizik iyiliklere ve
fizik algılamalara, özellikle ve en çok fizik ihtiyaçlara bağımlılık
şeklinde, bir nevi hastalık derecesinde bağlı bulunmaları nefsi bir
azgınlığın ifadesidir.Ve insan nefsi, bir nevi çıldırma tarzında,
yani hiç bir akli, hiç bir düşünsel ve hiçbir olumlu imajinasyonun
engel olamayacağı bir saldırı biçiminde, bu yolda ilerlemektedir.


Bu, Kuran'daki ifadesiyle "Yecüc ve Mecüc" tür.


Böyle zamanlarda yani uyanış zamanlarında "Bilgi ve Bilgelik",
"Hikmet ve Hakimlik" değerini kaybeder. Yani, saf bilgi ve saf
bilgiyle kendini doyurma işi ve bilge kişi değerini çoktan
kaybetmiştir; öyle ki, hiç bir yerde yeterince ortaya çıkamaz hale
gelmiştir. Bilgi ve bilgelik oluşamaz.


Neden? Çünkü daha önce sözünü ettiğimiz gibi, her şeyin değeri
aşağılanmaktadır. Aşağılayan nedir? Menfi imajinasyondur, menfi
düşüncedir. otomatizmadır, vesvesedir; yani sistematik şüpheciliktir,
şaşırtıcı bilgiler yoluyla bir nevi iblisin iğvasıdır.


Demek ki, bilgi ve bilgeliğin değerini kaybettiğini hissettiğimiz
her ortam, her konuşma, her tavırlaşma bize bir sistematik şüpheciliği
çağrıştırmalı ve uyanık olmalıyız. Kendimizi bir an önce böyle bir
ortamdan kurtarmanın ve tekrar olumlu düşünmenin bir yolunu
bulamazsak, bizde aynı vesveseye hizmet etmiş oluruz.


Evet! Dedik ki, vesvese ortamında bilgi ve bilgelik değerini
kaybeder. Belki tek tük mevcuttur, ama bu, binlerce hektarlık tarlada
birkaç tane gelincik çiçeği misalidir; oysa her taraf eğrelti otuyla
doludur.


Onlar da bu negatif akım karşısında, boyunlarını çaresiz
büküverirler...Ya da yapayalnız, her türlü acıya, sıkıntıya göğüs gerip
ayakta kalmaya çalışırlar!..."


İNSANIN UYANIŞI(İsrafil'in Borusu)


"Ruhsal Dünya'nın uyarıları ve yardımlarıyla. kapalı şuur halinden,
uyur-gezerlikten, sarhoşluktan, gerçek uyanıklık haline, ayıklığa
geçilir. Menfi imajinasyon ve menfi düşüncelerin hakim olduğu nefsani
şuur yok olursa, vesvese de ortadan kalkar. Bunun sembolü "İsrafil'in
Borusu"nu, yani Kalk Borusu'nu; Uyan Borusu'nu çalmasıdır.


Borunun ismi şuurdur. İsrafil'in Sur'u ötecektir, denir. Bu boru
öttüğü zaman öyle bir ses çıkarırmış ki, onu dinleyenin kulaklarının
zarı patlar, göğsü daralır, beyni allak bullak olurmuş ve herkesin
işitebileceği bir sesmiş. Sur'un üflenmesi, kıyametin kopması
demekmiş. "Nefn", Arapça üflemek, boru çalmak anlamına gelir. "Nefh-i
Sür", İsrafil'in Sur'u anlamındadır.


O halde, İsrafil tarafından Sur'un çalınması, o borunun öttürülmesi.
yani bir nevi uyan, ayağa kalk borusunun üflenmesi, artık apaçık bir
hale gelmektedir. İsrafil'in borusu, genel şuur uyanıklığına götüren
maddi ve manevi tesirler süreci demektir.


İsrafil'in Sur'u iki defa çalar. Biri, bireysel şuur uyanıklığı
içindir. Diğeri ise, genel uyanıklık içindir. Sakın ola ki, birisinin
upuzun bir boru alıp öttürmesi ve milletin ayağa kalkması akla
gelmesin. Elbette ki, lavların fışkırması, denizin kabarması vb.
tarzında maddi tesirler olabilir; ama bir de, insanın içinde meydana
gelen birtakım değişiklikler vardır ki bunlar bir manevi tesirle
beraber gelir. Tesir tek şekilde gelmez. Bu şuna benzer: Okuma yazması
bile olmayan birinden Ziya Paşa'nın bir beytini açıklamasını
istiyorsunuz ve bunu başaramayınca da onu dövüyorsunuz. Şimdi bu kişi
sopadan sonra o beyit'i açıklayabilir mi? Ne öğrendi? İşte, kıyameti
tek başına fiziki bir tesir halinde düşünmek de aynen buna benzer. Ama
siz, ona, aynı zamanda manevi tesiri, yani Ziya Paşa'nın şiirlerini
okuyup anlayabilecek bilgiyi de vermişseniz, sadece Ziya Paşa'nın
değil, başka bir şiir de yazsanız, onu anlayacak ve kendine göre bir
anlam çıkaracaktır."


DABBET ÜL ARZIN ORTAYA ÇIKIŞI


"Dabbet-ül arz, Arapça bir tamlamadır. Dabbe, hayvan veya binek
hayvanı manasına gelir. Dabbet-ül arz ise, kıyamet vakti yaklaşınca
yerden çıkacak olan korkunç bir hayvan anlamındadır.


Buna benzer korkunç bir varlık, Yuhanna'nın vahyinde de geçer.
Fiziki kıyamet vakti yaklaşınca canavarın yerden çıkacak olan
tarifleri, dünya işlerinin tamamen Ruhsal Alem'e bağlanacağım ifade
eder. İnsan tabiatında Ruhsallıktan verilmiş olan bilgilere,
öğretilere, uyanlara karşı bir emniyet şuuru ortaya çıkacaktır. Şimdi
ise Ruhsallık tanınmıyor; ayrıca insanlarda güven de yok. Ama bu güven
hali yeniden meydana gelecektir.


Kıyamet sembolleri arasında, kıyamete yakın dünyaya inecek,saçları
kızıl ve tek gözlü olarak tasvir edilen bir kötülük simgesi daha var.
O da; Deccal. Deccal yeryüzüne indikten sonra insanlar ikiye
ayrılacak, inananlar ve inanmayanlar, Deccal kötülükleriyle insanlığın
çok büyük bir bölümünü etkileyecek ve kontrolü altına alacak durum
böyleyken mehdi ortaya çıkacak az sayıda olan inananları himayesi
altına alıp deccal'la savaşacaklar ve savaş sırasında deccal'i ,
iyileri kurtarmak üzere yeryüzüne bedenlenmiş olan Mehdi öldürecek
ondan sonra dünyada adalet hüküm sürecek. Bu sembolik anlatım da tıpkı
diğerindeki gibi uyanış öncesinde insanın kendi nefsi ile
karşılaşmasını ve tüm nefsani davranışların azgınlaşacağı hatta bu tip
davranışların beğeni toplayacağı bir dönemi işaret ediyor ki, o
dönemi de zaten yaşıyoruz.Anlaşılıyor ki, ancak bu dönemin ihtiyaçları
karşılandıktan sonra tekrar ruhsallığa dönüş olabilecek. Yani Deccal
bir süre daha bizi sınamaya devam edecek.


RUHSALLIĞA GÜVEN


Ruhsal Otorite'ye güven şuuru, bencil işlerin terkine sebeptir ki;
bu da, uyanıklığın başlaması demektir.Yani insan, yavaş
yavaş,"İnşallah" sözünün şuuruna varır; "Tanrı'nın izniyle" demenin
manasını anlamaya başlar.


Kanunlar ne demektir; nasıl çalışıyor? Kaza ve kader nasıl teşekkül
ediyor? Nasipler nasıl oluyor? Uğraşıyor, didiniyorsun ve hiç bir şey
elde edemiyorsun. Ya da hiç ummadığın bir zamanda da bir şey çıkıp
geliyor. "Bu da neyin nesi? Akıl sır ermiyor!" diyorsunuz. Yani
"inşallah" sözünü anlamaya başlıyorsunuz.


"İnşallah" demek, "Ben Göğe ve Tanrı Kanunları'na güveniyorum."
demektir. Bu güvenin oluşması kolay değildir. Bu sözü lafzen
söylüyoruz, ama ruhen yatkın değiliz.


"İnşallah", Tanrı'nın izniyle anlamına gelir ve ilahi bir otorite'yi
kabul etmek demektir. Eğer insanın kalbinde ilahi otorite'ye karşı
gerçek bir iman yoksa, kuru kuru sayı sayar gibi, "inşallah" demesi
hiç bir şey ifade etmez. "Bizim işlerimiz de hep inşallah ile maşallah
ile gidiyor." diyen materyalistik cahiller, akılları sıra insanlarla
alay ederler.Tabii ki, her iş inşallah'la gider; her olay ilahi
otorite'ye bağlı olarak cereyan eder. Kim geleceğini garanti etmiştir?
Kimin geleceği hakkında elinde senedi vardır?


Bu, bir iman ve bilgi meselesidir. Bu söz dillere pelesenk edilmiş
olabilir, daima tekrarlanabilir. Ama bunu bilerek söyleyebilmek,büyük
bir meseledir. "inşallah mal mülk sahibi olurum, inşallah işlerim
tıkırında gider, vs." tarzındaki sözlerle insan, kendi maddi
ihtiyaçlarının tatmini için, nefsinin doyurulması için Gökyüzünün arka
çıkmasını bekliyor. Eğer gerçek bir inancı varsa, insan, "inşallah"
diyemez. Acaba onun arzusu ile ilahi Arzu bir araya mı gelmiş oluyor
ki, O'nu kendisi ile şahit tutuyor, teşrikçi kılıyor?"


KIYAMET DEVRİNDE İNSANLAR AÇIK BİLGİYE KAVUŞURLAR


"Ruhsal Otorite'ye güven şuuru, uyaklığın gözükmesi, bencil işlerin
terkine sebep olur. Böylece şuurlanmış olan insanlar; kendileri, dünya
ve evren hakkında ince bilgilere kavuşurlar; Dünya Okulu'nun açık
bilgilerine ulaşırlar. Kutsal Ruh, ruhsallıktan gelen açık bilgilerle
yaşanır.İnsanlar aldanma şuurundan, tasdik şuuruna geçerler, yani
verilen bilgilerin doğruluğuna bizzat kani olurlar; iman, bilgiye
dönmüştür.


Buna eski dilde "Refik-i ala" denir. En yüksek arkadaş demektir, yani
artık bir tasdik vardır. İman, bilgi haline geçmiştir ve bu aynı
zamanda Ruhsallığın insan aracılığıyla "Yeryüzüne inişi" demektir.
Bu bilme işi bir ihsandır, bir fazilettir, bir inayettir. Yani
kurtarıcı bir husustur iman ile hareket edenlerin bilgiye
kavuşmalarıdır. Hatadan çıkıp doğruya kavuşmaktır.


Ruhsal hiyerarşinin kudret ve yüceliği o kadar büyüktür ki, insan
şuurları bir türlü ona tam olarak iman edemez. Bu imansızlığın
azalması için, binlerce yıldan beri uyarı ve bilgi faaliyetleri
sürdürülmektedir. Ama dünyada yaşanan şuur darlığı bu bilgileri
anlayıp benimsemeye yetmemektedir. Bunun İçin şuurları uyandıran
tesirin gelmesi gerekir.


İnsan ruhu maddeye olan şuursuz ve otomatik bağlantısından
kurtulunca, nefsin takıntılarından sıyrılınca keşif sahibi olacaktır.
Bu ise kendi bilgisini ve Ruhsal Dünya'nın bilgisini arılayıp,
uygulaması anlamına gelir.


İÇ UYANIKLIK


Demek oluyor ki, her birimiz için bir Dabbe'nin çıkması lazımdır.
Yani Ruhsal Alem'e bağlılığı ifade eden bir iç uyanıklığın meydana
gelmesi lazımdır. İnsanlığın şimdiki durumunda öyle bir uyanma yoktur.
Bugün aldanma devresi içinde bulunan insanlıkta, uyumakta olan bir
insanlık aleminin vicdanında, henüz Ruhsallığa karşı bir emniyet şuuru
ortaya çıkmamıştır. Eğer bir küçük kıyamet kopacaksa, kendimizde bir
değişiklik olmaya başlayacaksa, kendi nefsimizde böyle bir şey
aramamız lazımdır.


Kendimizde göğe karşı böyle bir emniyet şuuru doğuyor mu? Rutubetin
yayılması gibi, bizde uyanıklığa doğru giden bir gelişme başlamış
mıdır? Eğer böyle bir hal teşekkül etmeye başlarsa, uyanmaya doğru,
kıyama doğru, bir gidiş var demektir.


Sufiler arasında, en yüksek makam, Abid'lik makamıdır. Abid, sadece
ibadet eden, yani hakiki kul olan demektir. Bir sürü düşünceden,
rütbeden ve sıfattan sıyrılmış olarak sadece kulluk yapar. Onun
üzerinde bir tek ağırlık bile kalmamıştır.insanın kul olduğunu idrak
etmesi lazım. Ama biz kendimizin kul olduğunu idrak ediyor muyuz?
Elimize biraz para, biraz mevki, biraz kudret geçse, yapamayacağımız
şey yoktur; aslan kesiliriz birbirimize karşı..."


HER İNSANIN ZAYIF YÖNLERİ VARDIR


"Derler ki: "Derecesine göre, satın alınamayacak kimse yoktur. Yeter
ki. sen fiyatını biç!" Bu, insanlar için çok önemli bir realitedir.
Demek ki, herkes realite realitedir ve herkesin zayıf bir noktası
vardır; orada kalakalır. O noktada artık bir şey yapamaz ve daha üst
mertebede olan, ona istediğini yaptırabilir. Demek ki, iğvaya
düşmeyecek İnsan yoktur. Bunu maddi olarak değil de daha geniş anlamda
alalım. İğvaya düşmeyecek, sapıtmayacak, şaşırmayacak insan yoktur
demek, her birimizin kendimize göre bir şeytanı vardır demektir.


Sembolik olarak ifade edecek olursak, farkına bile varmadan, onun
taktığı çelme ile tepe üstü yere düşeriz. Doğrulduğumuz zaman,
hayretle gene yere düştüğümüzü anlarız. Oysa, daha önce bir daha
düşmeyeceğimize dair kendi kendimize söz vermiştik: mücadelede kesin
kararlıydık. Ama ne oldu? Tekrar yere düştük... Artık, o oyunu bir daha
bize tekrar etmezler. Fakat iblisin oyunu biter mi? Onu bırakır ve
öbür oyunu dener. Bizim bilmediğimiz ne oyunlar var... Bu, genel
oyunları öğreninceye kadar sürer.


Umumi oyun ise, nefsi ya da kendini tanımanın içinden geçer.
Kendimizi tanıdığımız zaman, şaşırtıcı, saptırıcı ve kandırıcı
iblis'in,yani mekanik nefsin, otomatik hayatın da işleyişini
öğreniriz.


UYUYAN İNSAN SEVEMEZ


Uyuyan insan sevgi gösterileriyle aslında kendi nefsini okşar.
Kendimizi aldatmanın hiç gereği yok. İnsanlar sevemez. İnsanların
sevgisi egosantriktir. Ne yaparsanız yapınız, o döner dolaşır size
gelir. İnsan kendi sevgisinin merkezindedir, yani kendini sever. Çünkü
o kapasite henüz gelişmemiştir. İnsanlar hiç bir şeyi terk edemez.
Yani fen'a dediğimiz hadise meydana gelmemiştir. Sevgi bile bir
başkasını kendisine esir etmek için değil midir? Tutku ile aşk ile
seviyor; romanlar, şiirler yazılıyor ve cinayetler işleniyor.
Çelişkiye bakın.


Yeryüzünde sevmek demek, kişinin kendisine ait bir şey bulması
demektir. Bu, önder kabul edilen büyük insanları sevmekte de vardır.
İnsanlar kolay kolay sevemez. Realite icabı, bizim, gerçek sevgiyle
bir ilişkimiz yoktur. Bu, bir kusur değildir, ama bunu bilmemek
kusurdur. Biz ancak nefsimizi severiz. Nefsimize uygun, meşrebimize
uygun, bize yumuşak gelen şey bizim için iyidir. Katı realiteler,
gerçekler, bizim için iyi değildir. İnsanın sevebilmesi için gerçekten
uyanması ve her türlü hale karşı dayanıklı olması gerekir."


...bunu onlara bir tabak içinde vermeyin, bırakın kendi emekleri ile
kazansınlar; bu suretle onu daha iyi takdir edeceklerdir. Kolayca
gelenin değeri anlaşılmaz, zorlukla yapılabilen en büyük mükafatı
getirir...


Silver Birch


MADDİ VE MANEVİ BİR ARADA


"Maddi olanla manevi olan bir arada olmak gerekir. Tek başına hiç
bir şey olmaz. Çünkü insan tek bir ünite değildir; insan, ruh ve
maddeden oluşmuş üçüncü bir varlıktır.


O halde insanın, iki dili vardır, maddi ve manevi olmak üzere iki
tane beyni vardır. Bunların her ikisine birden hitap etmek
zorundasınız. Sadece birine hitap edildiği zaman diğeri cüce kalır,
yarım kalır, kadük olur, dejenere olur ve hiçbir şeye yaramaz. Her iki
beynin beraberce gelişmesi gerekir. Genel şuur uyanıklığına götüren
maddi ve manevi tesirler sürecine ise, "İsrafil'in borusu" denir.


Şuur uyanıklığına geçmek, nefsin terki ile olur. Bu çok zordur, çok
acılıdır ve çok korkunçtur. İşte, kıyametin kopuşunu anlatan tasvirler
bu fiilleri temsil eder. Bir çok zorluklar vardır; dağlar yürür,
ormanlar yanar, hayvanlar kaçışır, insanlar perişan olur, çocuklar
gider, buna benzer şekilde hatıra gelebilecek her türlü felaket,
korkunç olan ve bizim duyularımızın algılayabildiği, beynimize sokulan
menfi imajinasyonların her türlüsü nefsin terkini anlatır.


Bizim için en acı şey nefsaniyetimizi terk edebilmektir. Büyük
azaplar çekilir. Kıskanç bir insanın, fasık bir insanın kıskançlıktan
vazgeçmesinin, fesatlıktan vazgeçmesinin ne demek olduğunu bilir
misiniz? Çocuğun elinden süt şişesini alırsanız ne olur? Evinize
hırsız girse neler hissedersiniz? Canınıza kasteden biri sırtınıza
bıçağı dayasa ne hissedersiniz? Suratınıza alev püskürse ne
hissedersiniz? İşte, bütün bunların hepsi, bu sefer içeriden dışarıya
doğru taşmaya başlar. Yani dışarıdan bir müdahale olmadan siz kendi
kendinizle hesaplaşmaya başlarsınız. Bunu niçin yaparsınız? Değişmek
için, yenilenmek için... yani Kıyam etmek için, Uyanmak için...


Öyle bir şuur uyanıklığına geçmeniz lazım ki, sizi uyuşuk halde
tutan, sizi bağlayan, yani dar şuur fiilinde tutan her şeyden, farkına
varıp, anlayıp, uzaklaşma keyfiyeti başlasın. Zor iş!...


Bu, insanın cebindeki parasını dağıtmaya benzemez, evindeki eşyayı da
dağıtmaya benzemez. Onları verir, kurtulursunuz, ama varlığınız kalır
hiç olmazsa. Burada ise can pazara gidiyor. Zor iştir. İşte, kıyamet
budur. Gerçekten uyanmak zor iştir. Bütün kıyamet tasvirlerinin esası,
nefsin terkidir. Ağlasak da, sızlasak da, bağırsak da,çağırsak da, bu
terk işlemi yapılacaktır. Bu defterin dürülme vakti geliyor.


Kapalı şuur halinden, otomatik şuur halinden, uyurgezerlikten, el
yordamı ile yaşamaktan, bir nevi sarhoşluktan, maddeye bağlanmış
olmanın verdiği hazların sarhoşluğundan gerçek uyanıklık haline;
ayıklığa geçmek,nefsin terki ile olur. Çok zordur, çok acıklıdır,çok
korkunçtur. Ama hiçbir şey insan için imkansız değildir. Burası
imkanlar alemi, burada her şey mümkün..."


PUTLARA TAPMAK


"Eskiler insanı uyanışa götüren yola, "kan ve ateş yolu" demişlerdir.
Bu öyle bir yol ki, ancak içinizin kan ağlamasına bakar. Çünkü çok
şeyleri bırakıyorsunuz, çok sevdiğiniz varlığınızın bir çok bağlarını
koparıyorsunuz. Bu, insanın putlarından vazgeçmesi demektir. Tanrı'ya
inanıyoruz diye hiç övünmeyelim, zira bir bakıma hepimiz putperestiz.
Putperestlik demek, Tanrı'ya şirk koşmak, ortak koşmak, bir başka
Tanrı edinmek manasına gelmez. Haşa! Olacak iş değil. Putperestliğin
gerçek anlamı, kendi kendimize yarattığımız kıymetlerdir, yani nefsin
her türlü bağlılığı puttur, putperestliktir. Ve bu da tip tiptir. Hep
değişir; yaştan yaşa, seneden seneye, işten işe değişir. Belli bir
süre belli bir puta bağlanırsanız;o biter, bir diğerine bağlanırsınız
ve bu böylece birinden diğerine atlayarak gider.


Bu putlar arasında incelik farkı olabilir, yani daha kabasından daha
ince putlara gidilebilir. Fakat insan öyle çelişkili bir varlıktır ki,
Yaradan'ına ibadet ederken veya O'na içinden gelerek kulluk ederken
dahi etrafta Yecüc Mecüc ler, yani putları dolaşır durur. İnsan,
başkasını bırakıp kendi hayatını gözünün önüne getirecek olursa,
Yecüc Mecüc'ün hep çevresinde olduğunu görür. Biz, birtakım putların
gerçekleşmesi için dua ederiz. ''Yarabbi, senden sağlıktan başka bir
şey istemiyorum." ne demektir? Bu dua şu anlama gelir: "Ne olur beni
öldürme. Burada bu kadar güzellikler var, elbiseler var, para pul var,
yiyecekler var, iyice yiyip içeyim, giyineyim, eğleneyim vb:'. Baştaki
sözlerin arkasında bu yatar.


Kendimize dürüst davranacak olursak görürüz ki, yapılan ibadet bile
Tanrı için değil, kendimiz içindir. Tanrı'nın ibadete, benim
tapınmama, benim duama ihtiyacı yoktur ki! Yaradan'ın mahlukundan
böyle muhtaçlığı olur mu? Yaradan herhangi bir şeye muhtaç olur mu?
Demek ki, muhtaç olan benim. Ben O'ndan bir şeyler koparmak istiyorum.
Onu yapmakla, O benden bir şey istemiyor; ben olmasam da O var.
Birtakım sapık sufi yun, "İnsanoğlu olmasaydı, Tanrı olmazdı." diyor.
Oysa onun böyle düşünmesine bile sebep Tanrı'dır, ona o beyni veren
O'dur. İnsan, olsa ne olur, olmasa ne olur. O isteseydi,ne o kelimeyi
insana verirdi, ne de o beyni insanda teşekkül ettirirdi. Ve o kendini
bilmez sufi de böyle saçmalamazdı.


Demek ki, menfi imajinasyon, menfi düşünce ve otomatizmanın
yayılması, nefsin azması ve vesvese halinin her tarafı kaplaması,Yecüc
Mecüc sembolü ile ifade edilmiştir.


İsrafil'in Sur'u ise, genel şuur uyanıklığına götüren maddi ve
manevi tesirlerin süreci demektir. İsrafil, bütün bu süreci tanzim
eden bir tabiat kuvvetidir. Buradaki tabiat kuvveti, fiziki tabiat
kuvveti değil de, yaratılışla alakalı dört büyük ilahi kuvvet'ten bir
tanesidir."


DECCAL'İN ORTAYA ÇIKIŞI


"Kıyamet alametlerinin en önemlisi daha önce de sözünü ettiğimiz
gibi, Deccal'in ortaya çıkışıdır. O yüzden bu kavramı çok iyi
anlamak ve zihnimizde netleştirmek için tekrar kısaca ele almakta
yarar vardır.


Deccal aldatıcı anlamına gelir. Bu durum şöyle tasvir edilir:
Solunda cennet, sağında cehennem olan (halbuki Kuran'da cennet
sağdadır) ve iki kaşı arasında kafir yazılı bir varlık, yani bir küfr
ehli ortaya çıkar. Demek ki, bu bir varlık değildir. Bir insanın
solunda cennet, sağında cehennem olur mu? Ne demektir bu? Yani, sol
tarafında bütün hazlar, sağ tarafında bütün elemler ve ortasında da
küfr var. "Deccal, kendisine iman edenlere su içirip, yemek yedirir.
Yiyen ve içen artık iflah olmaz." derler.


"Bazı insanlar, bazı varlıklar, Deccal'in suyundan içmemek ve
yemeğinden yememek için ot kökü yiyerek Deccal'in zararlarından
kendilerini kurtarabilirler." deniyor. Dikkat edilirse, bütün
anlatılanlar teşbihidir, benzetim yoluyla ifade edilmektedir.


"Deccal yeryüzünü gezer. Mekke ve Medine hariç her tarafı dolaşır;
yalnız oralara giremez. Dımışk yakınlarındaki beyaz minareye Hz. İsa
indirilir. Hz. İsa'nın elinde süngü vardır. Deccal, Hz. İsa'yı görünce
tuzun suda eridiği gibi erir gider. Hz. Isa, Deccal 'i süngüyle vurur
ve öldürür. Böylece Deccal ortadan kalkar." diye anlatılır.


DECCAL NEFSANİYETİ TEMSİL EDER


Şimdi bu, tasvir edilmiş bir tablodur. Acaba bu olayın küçük kıyamet
olarak anlamı nedir? Çünkü insana lazım olan budur. Deccal, içgüdüsel
ve otomatik hissiyatı, nefsaniyeti temsil eder.


Kıyamet döneminde yaşanan kargaşa, nefsin tam manasıyla baş
kaldırması demektir.Yani, yanlış olanı, doğru olana karıştırmak
demektir. Daha önce İblis' ten bahsetmiştik. Kıyamet zamanı,
karıştırıcı, iltibas edici İblis'in hakimiyeti ortaya çıkar. Deccal
ile iblis hakimiyeti arasında çok yakın bir alaka vardır. Çünkü bunun
sonucunda genel bir teşevvüş (şaşkınlık) devri meydana gelmiştir.


Demek ki Deccal, dünyanın içinde bulunduğu genel teşevvüş halini
ifade eder. Ve Deccal çoktan çıkmıştır. Geldi, gelecek diye beklemeye
hiç gerek yok. O mevcuttur. Şu anda insanlar bir şaşkınlık
içerisindeler. Yani, yanlış olanı doğru olandan ayırt edememe hali
içindeyiz.


Bu devir, bir nevi sapıtma, yolunu şaşırma, Sırat-ı Müstakim'den
ayrılmış olma devridir. Yani Sırat Köprüsünden, vicdanla nefs
arasındaki o kıl kadar ince ayırım köprüsünden ayrılma, yolunu şaşırma
devridir.


Teşevvüş içinde Deccal ismini alan, azgın nefs ve teşevvüşe, bir
bakıma insanın şeytanı da denmektedir. Genel teşevvüşe paralel olarak
azgın nefsin ya da nefsani aşırılığın durumu Deccal'in ifadesidir.
Bunların hepsi de hali hazırda çevremizde mevcuttur."


DOĞRULUĞUN ÖNEMİNİ YİTİRMESİ


Deccal, insan nefsaniyetinin vicdan ve sevgiden yoksun olarak,
bilgisizce, körlük ve sağırlık içinde geri tesirlerin başarılı
olmasına hizmet etmesi ve insana kötülüğü emretmesidir. İşte teşevvüş
(şaşkınlık) budur. DeccaIi seviyedeki insan yani bu denli kendini
şaşırmış insan, Deccal 'e göre, her türlü şer işleriyle cennete,
iyilikle uğraşarak yani uygunsuz işlerle olan alakasını keserek de
cehenneme gider. Her türlü kötülüğü yaptığı zaman Deccal'in
cennetindedir; doğru ameller ise insanı Deccal'in cehennemine
götürmektedir. Yani, vicdanı ortaya çıktığı zaman, insan, ıstırap
çekiyor; nefsi ile hareket edip, vicdansızca davrandığı zaman da huzur
duyuyor. İnsanın böyle şaşırtılması, iyiliğin, doğruluğun,
dürüstlüğün, inancın neredeyse ayıp kabul edilmesi devri, "Kıyamet
devridir".


"Ben sana ne iyilik ettim ki, sen bana kötülük yapıyorsun." ifadesi
tam Deccal ifadesidir. Bu bir teşevvüş-şaşkınlık-iyiyi/doğruyu ayırt
edememe-ne yaptığını bilememe halidir. Bu davranışlar belki de
isteyerek yapılmıyor, zira insanoğlu derin bir teşevvüşün içindedir.
Ne yaptığının farkında değildir, çünkü Deccal 'i bir seviyede
bulunuyor. Her türlü şer işleriyle cennet hayatı yaşıyor; esrar,
eroin, döviz kaçakçılığı, gümrük kaçakçılığı, adam öldürmek vs. gibi
akla gelebilecek her türlü kötülük yapılıyor. İnsanın değeri maddi
kıymete göre tartılıyor. "Kaç paralık adamsın" deyimi ile insan değeri
ölçülüyor, sarraflık yapılıyor.


Uygunsuz işlerle olan alakanızı keserseniz dürüst hareket ederseniz,
vicdanlı davranırsanız, dedikodu yapmazsanız, iki küsü
barıştırırsanız, iki yanlış işi doğrultursanız, birine hizmet
ederseniz, insanlara sevecenlik gösterirseniz, Deccal sizi cehennemine
atar. Fesatlık yaparsanız,hain olursanız onun cennetine gidersiniz.
Ama bu, teşevvüş içerisinde bulunan Deccal 'i bir cennettir. Dünyanın
şimdiki hali budur. Kötülüğe, şerre, nefsaniyete prim veriliyor.


"Doğru sözlü dokuz köyden kovuluyor." Esasında bu, düşünen insan
için, teşevvüş alametinden başka bir şey değildir; şaşkınlığın bir
sonucudur. İnsanın kim olduğunu unutmuş olması anlamına gelir."


HAKİKATİN ÖRTÜLMESİ


"Nefsaniyetin, şuursuzluk içinde körü körüne, alabildiğine
yaşanması, hakikatin örtülmesi, karanlık perdenin çekilmesi,
yoğunlaşması, "küfr" demektir. Kafirler demek, küfr içerisinde olanlar
demektir. Kuran'da böyle geçer. Kafir başka dinden olan manasına
gelmez. Gerçekleri örten anlamındaki kafir Kelimesi, Deccal'in iki
kaşının ortasındaki yazıdır. Demek ki, kıyamet alametlerinden biri de
budur. Yani, "hakikatleri örteceklerdir" manasına gelir. Her türlü
vicdan ikazının dinlenmemesi demektir. Küfrün en büyüğü, en belirgin
olanı, vicdan sesini dinlememektir. Vicdan sesini duymazlıktan gelmek,
hakiki küfr'dür. Küfr, insanın kendi şuurundaki perdeden dolayı
doğruyu ve gerçeği görememesi, kendi kendini perdelemesi, örtmesi
demektir.


KIYAMET DEVRİ TEŞEVVÜŞ (ŞAŞKINLIK) DEVRİDİR


Bilgi sahibi, olgun kişi bile, dünyanın bu teşevvüş çağında nefsin
esaretine düşerek, doğruyu anlayamayacak hale gelmiştir. İrfan sahibi,
yani açık seçik bilgi sahibi, nefsi ile arkadaşlık etmek zorunda
bulunmaktadır. Böyle bir gerçeği de ifade etmek gerekir. Denir ki,
yiyecek ve içecek ancak onun yanında bulunmaktadır. Yani, bir insan
iman sahibi de olsa, olgun olsa da bu teşevvüş çağının bir icabı
olarak, nefsinin esaretine düşecek, doğruyu anlamayacak, doğru olanı
da örtmek zorunda kalacaktır. Çünkü devrin teşevvüşü bazen bunu
gerektirir. Bu bakımdan kendimizi fazlaca itham etmemeliyiz. Bütün iyi
niyetimize rağmen, elimizde olmadan bazı sürçmeler, bazı takılmalar
meydana gelebilir. Bu, genel bir tesirin etkisinden başka da bir şey
değildir.


Deccal devri tam anlamıyla sürüyor. İnsan nefsi ile olan cihadını
kaybetmek üzeredir.Merkez daima kendisidir. Nefsi arzular, bedeni
hazlar, şehvani lezzetler gibi adi fiil ve zevklerin peşindedir. Bu
ise, Deccal'in verdiğini almaktır. Deccal'in etkisi altında kalmaktır.


Bilgiye dayanmayan, ama mubah (geçerli) sayılan yollara fazlasıyla
sapmak zararlı bir şeydir. Haram değildir, yasak edilmemiştir, ama
mubah edilmiştir. Nefis terbiyesinde, yapıp yapmamakta, bir şeyi
yerine getirip getirmemekte vicdani ve ahlaki bir sakınca olmamakla
beraber, insanın kendisini hür hissetmemesi gerekir. Yani vicdanen ve
ahlaken o işi işlemenizde bir sakınca yoktur, yasak değildir; yani
mubahtır. Ama mubahtır diye, normal olarak bir iki defa yapmanız
gereken o fiili siz alışkanlık haline getirip 50- 100 defa yaparsanız,
sanki haram, yani yasak edilmiş bir şeyi yapıyormuşçasına aynı sonucu
verir. Şöyle bir örnek verebiliriz: Kanınızı tahlil ettirdiniz ve
şeker hastalığınızın olmadığım öğrendiniz. Ve hastaneden çıkar çıkmaz
soluğu tatlıcıda aldınız; arka arkaya birkaç porsiyon yediniz.
Şekeriniz yok ya; ertesi gün tekrar, ertesi gün tekrar ve bir ay sonra
karaciğerin iflası sonucu sarılığa yakalandınız.


Buna benzer şekilde vicdanen ve aklen, yapmanızda bir sakınca
olmayan bir şeyi bile çok ölçülü yapmak gerekir. Bu, oto kontroldür.
Ben hürüm; istediğimi yaparım,kim karışır; kimseye zararım yok,
tarzındaki davranışlar ölçülü olmadığı taktirde, insanı zarara
sokabilir. Bu, bütün sistemin kontrol altına, akli bir düzen içerisine
alınması demektir. Görülüyor ki, bilgiye dayanmayan, ama mubah sayılan
yollara fazlasıyla sapmak, insanı uykuya sokan boş hayal ve ümitlere
dalmak, geçici olan tatlara, dünya'nın süslerine, şan ve şöhretine,
putlarına bağlanmak Deccal'in cennetine girmek gibidir."


GERÇEK CENNET İNSAN UYANINCA YAŞANIR


"Deccal cenneti, ıstıraplı uyanış teşevvüşü ile yer yer cehenneme
döner.Yani, Ruhsal dünya, cenneti cehenneme; cehennemi de cennete
çevirebilir. Cennetin cehenneme çevrilmesi demek, rüyadaki gibi
eğlence cennetindeki bir insanın ıstıraplı bir teşevvüşle
(şaşkınlıkla) uyanmaya başlaması demektir. İnsan, o cennette gördüğü
her şeyin birer serap, birer aldatmaca, hiç bir işe yaramayan şeyler
olduğunu; boş hayaller, boş ümitler olduğunu fark etmeye başlıyor.
Böylelikle cennet cehenneme dönüyor.


Ruhsal dünya, insanı, cennet hali olarak uyku içerisinde,
gerçeklerle ilgili olmayan bir tasavvur içerisinde, bir imajinasyon
içerisinde tutarken, onu realiteyle karşılaştırmaya başladığı vakit,
cennet cehenneme dönüyor. İnsanlığın bugünkü hali böyledir. Ama bu
ümit vericidir, zira herkes ıstırap içerisinde, hiç kimse cennet hali
yaşamıyor.Herkesin bir cehennemi var bugün!...


Asıl cennet, bu cehennemin ötesindedir. "Cennete giden yol
cehennemden geçer." Sözü bunu ifade eder. Cehennemi yaşamayan, onu
görmeyen cennete gidemez. Cehennem ıstırabı, nefsin bağlarından
kurtulmaktır, bu bağları atabilme gücüdür. Cehennemin geneli de
dünyadır; mizanıyla, terazisiyle, ateşiyle, küreğiyle mükemmel
kurulmuştur, insanlar inim inim inlemektedirler.


Burada olanlar yukarıda da olur. Yani fiziki bedeni terk ettikten
sonra geçtiğimiz spatyom ya da ahirette de, bu işler daha etkili
olarak mükemmelen devam eder."Burada olanlar,orada olanların suyunun
suyudur."derler; "Yeryüzündeki ateş, cehennem ateşinin yedi kat
yıkanmışıdır." derler. Bu ateş, bizim bildiğimiz ateş değildir. Bu
sözün altında çok büyük bir hakikat vardır. Bizim yeryüzünde
duyduğumuz ıstırap, acı, pişmanlık, tövbe vs. belli bir dozdadır.
Bedene bağlı şuurun savunma mekanizmaları, bu acılan bir yerde keser,
durdurur. Bu ıstırabı fazla yaşamayız. Ağlarız, sızlarız, avunuruz ve
bir derece olsun onu unuturuz. Ama ruh alemine geçildiği vakit fiziki
bağlar koptuğu için, koruyucu mekanizmalar da ortadan kalkar. Ve
varlık vicdanı ile baş başa kalır. Vicdan, ruh alemine geçildiği zaman
da vardır. Hesap soracak olan da odur. Hiç bir şekilde sorgu meleği
denen başka bir varlık aramamak gerekir. Ve orada çekilen vicdan
azabı, göğün ateş misali çok daha acılıdır, zira belirttiğimiz gibi
savunma mekanizmaları ortadan kalkmıştır.


Deyim uygunsa, orada kalkan olmadığı için yumruğu direkt yer insan.
Burada tesirle varlık arasında bazı barajlar vardır; tesirin şiddeti
azaltılır. Ama spatyomda baraj kalkar. Tesir adeta agrandize olur,
büyür, yankılanır. Orada sessiz ağlanır. "


NEFSİYLE SAVAŞAN UYANMA YOLUNDADIR


"Nefsine karşı baş kaldıran, nefsiyle savaşan, nefsini uslu akıllı
eden uyanma yolundadır. Hz. Peygamber'in, "Ben şeytanımı Müslüman
ettim.' demesidir. Şeytan nefsidir."Nefsimi Müslüman ettim." demek,
"onu selim kıldım, selamet yoluna götürdüm, akıllı kıldım" demektir.
Yani akla, şeytan varlığını Müslüman dinine dahil etmek gelmemelidir.
Nefsini uslu eden, sabır ve metanetle vicdanına prim veren Deccal'in
cehennemindedir, yani orada zulüm görürler. Bu devirde Deccal vardır.
Nefsinize baş kaldırmayıp onu pohpohluyorsanız; nefis ile savaşmak
yerine, onunla sulh yapmışsanız; nefsinizi saldırgan halde, sapık
halde tutuyorsanız; vicdan yerine başka şeylerle meşgul iseniz, cennet
hali içerisindesiniz yani Deccal'in cennetindesiniz. O zaman zulüm
görmezsiniz. Yani bu sefer de Deccal zulmetmez de siz kendi kendinize
zulmedersiniz o ayrı...


Deccal'in bütün dünyayı dolaşıp durması, nefsin bütün tekamül
seviyelerinde insanı teşevvüşe düşürmekte olması manasına gelir.
Elbette ki, nefsinin dizginleri elinde olanlar ile uyanıkların
seviyesinde bu teşevvüşler olmuyor. Nefs denen Deccal, her kılığa
girerek gerçeği bilen, bilge kişiyi de sarsar. Bazı vehimlere düşürür.


Şüphenin, şekillerin, teşevvüşün putların hüküm ve tesirinin
kesilmesi Hakikat Ruhunun dünyayı sarmasıyla olur ki, simgesi Hz.
İsa'dır. Hz. İsa'nın diğer bir kozmik ismi de, "Hakikat Ruhu'dur".
Vicdanı ve sevgiyi sembolize eder.


Bunun İslam'da da bir menkıbesi vardır. Hz.İsa, ahir zamanda Şam'ın
kuzeyindeki Beyaz Minare'ye iner ve bir Türk mimari eseri olan o
minarede ezan okur, nida eder. Yani bütün insanları oradan davet
edecektir. Beyaz renk de önemlidir; kendisi de beyaz giyinirdi. Beyaz,
Hakikat Ruhu'nu ifade eder. Minare şeklen semayı, göğü gösterir. Hz.
İsa'nın oradan nida etmesi, Göklerin insanlara bir nidası, bir çağrısı
var demektir.Yani sembol açıldığında, Bu doğrudan doğruya vicdandır.


Bizler için "Hakikat Ruhu", sevgi ve vicdandan ibarettir. Yani,
insanları sevmek ve vicdanımızın sesini dinlemekle, "Hakikat Ruhu'na"
bağlanmış oluyoruz.


Demek ki, uyanış devrinde bütün insanlık arasında artık Deccal'in
hükmü değil, vicdanın ve insanlık sevgisinin yayıldığı görülecektir.
Şimdiki gibi, nefsin ve nefretin, düşmanlığın ve kötülüğün, göz
oyuculuğun ve gırtlak sıkıcılığın değil; gerçekten insanlık sevgisinin
ve vicdanın hükümran olduğu görülecektir. Yani vicdan sesi, rölatif
değil, doğrudan doğruya Yukarı'dan gelen, ulühiyete bağlı yüksek
tesirin insandaki tezahürüdür. Yani vicdan, artık insana kalmış bir
şey değildir; benim vicdanım, senin vicdanın yok. Yukarı'nın tesiri
doğrudan doğruya vicdanlarda yansımaya başlıyor. Biz bireysel olarak
kendi içimizde bu uyanışı şimdi de yaşıyorsak, kıyameti daha evvelden
yaşar, çeker gideriz...Ya da başkalarına yardım etmek için kalırız..."
 
çok güzl bi yazı tamamını okuyamdm ama fırsat buldkça okucam tşk.
 
X