Kendimi Affetmeyi Öğrendiğim Gün; Sessizliğin İçinde Büyüyen Gücüm!​

O gün, kendimi affettiğim gün, yağmur hafifçe çiseliyordu. Pencereden dışarı bakarken yağmurun ritmiyle birlikte içimde uzun zamandır bastırdığım bir sesin titreştiğini hissettim o ses, ne bağırıyor ne de yalvarıyordu, sadece varlığını kabul ettiriyordu. Yıllarca başka insanlara gösterdiğim merhametin, başkalarını affetmenin kolay geldiği ama kendimi hesaba çektiğim her seferde sertleştiğim anların toplamıydı o ses. Kırgınlıklarımı, pişmanlıklarımı ve keşkelerimi bir bir dizmiş, üzerlerine ağır bir örtü çekmiştim, örtü yıllar içinde kabalaşıp bedenimin bir parçası olmuştu.

kendini affetmek.webp

İlk adım küçük oldu mutfağa gittim, demliği masaya koydum, çaydan gelen buhar yüzüme dokundu. Sanki bir dış dünyayla temas kurarım diye bekliyordum, oysa içimdeki dünyanın sınırları daha yakındı. Kendime baktım, aynada gözlerimin kenarında beliren çizgiler daha önceki sakin gecelerin, ağlamaların izlerini taşıyordu. Ne zaman ağladığımı, ne zaman kendi sesimi susturduğumu sayacak kadar net değildim, sadece biriken yükün ağırlığını hissediyordum. Ve o an fark ettim ki, affetmek bir karar değil, bir serbest bırakma işiymiş bir yükü elden bırakmak, yere koymak, adını koymamak.

Geçmişim, bana ait hatıralar kümesi değilmiş gibi davranıyordu. Onu bir suçlu gibi tutuyor, her hatamı suç tezkeresine çeviriyordum. Hâlbuki hatalarım da benimdi, onların hikâyeleri de. Bir hatanın içinde yalnızca yanlış yok bazen korku, bazen cehalet, bazen de korunma dürtüsü saklıydı. Kendimi suçladığımda, o parçaları görmüyor, tek bir kareye sıkışmış bir fotoğraf gibi değerlendirmeye zorluyordum kendimi. Affetmeye başladığımda gördüm ki, o fotoğrafın arkasında bir sürü sahne, bir sürü sebep, çözülmesi gereken düğümler varmış.

Affetme süreci bir anlık aydınlanma beklemiyor, aksine aralıksız küçük anların toplamıydı. İlk gün, eski bir mektubu bulup okudum. İçindeki cümleler beceriksizdi, karşılığını zamanında veremediğim duygular vardı. Mektubu yırtmadım, sakladım. İkinci gün, geçmişte kırdığım bir arkadaşımı aradım, ne dram ne de uzun açıklama vardı, sadece bir özür dilerim ve arkasından gelen kısa bir sessizlik. Üçüncü gün, kendime karşı konuştuğum dili değiştirdim aptal ve başarısız kelimelerinin yerine öğrenen ve çabalayan kelimelerini koydum. Bu değişim sessizdi ama etkisi derinden hissedildi. Dil, düşünceyi, düşünce davranışı şekillendiriyordu, davranış da hayatı.

Kendimi affetmek, başka birinin affetmesiyle aynı şey değildi. Bir başkası beni affettiğinde, dışarıdan onay alıyordum, kendimi affettiğimde ise içimdeki boşluğu dolduruyordum. Bu süreçte küçük ritüeller edindim, her sabah uyandığımda üç derin nefes alıp “Bugün kendime nazik olacağım” diye fısıldamak, her akşam yatmadan önce günün içinde beni iyi hissettiren üç anı zihnimde tekrar etmek. Bu ritüeller basit ama köklüydü çünkü süreklilik, değişimin gerçek mimarıydı.

Kendimi affetme yolculuğunda en zor anlar, yüzleşmenin tam göbeğine denk geliyordu. Öfkemin kaynağını inceledim, çoğu zaman öfkeyi başkalarına yöneltirken asıl hedefin kendim olduğunu gördüm. “Neden daha önce vazgeçmedin?”, “Neden o an susmayı tercih ettin?” gibi sorularla karşılaştım. Bu sorular sarsıcıydı ama aynı zamanda aydınlatıcıydı. Çünkü cevaplar kusursuz olmak zorunda değildi, cevaplar sadece doğru olmak zorundaydı. Ve doğrularım, hatalarımla birlikte yaşama hakkına sahipti.

Bir gün, elime bir çiçek aldım, adı önemli değil. Onu pencere kenarına koydum ve suladım. Bu küçük bakım eylemi, kendi içimdeki kırgın parçaya gösterdiğim ilk nazik jest oldu. Kendime yapılan en ufak iyi davranış, içimdeki sert kabuğun çatlamasını sağlayacak bir mikrodavrayıştı. Zamanla, kendime daha fazla izin verdim, hata yapma izni, yardım isteme izni, kızgın olma izni. Bu izinler bana hafiflik getirdi. Hafiflik, affetmenin sesi oldu.

Kendimi affetmek, geçmişi unutmak değil, geçmişi başka bir açıdan okumak. Geçmişteki hatalarımı, kardeşim gibi yanımda taşıdım, ne sürekli baktım ne de uzak tuttum. Onları kabul ettim ve onlarla konuşmayı öğrendim. Konuştukça, o hataların beni nasıl şekillendirdiğini, hangi dersleri verdiğini görmeye başladım. Bu dersler, acı yanılsamalarla maskelenmiş armağanlardı. Onları almak zor ama önemlidir.

Affetmenin en beklenmedik yanı, özgürlüğün geldiği andı. Bir gün fark ettim ki geçmişin gölgesi artık hareketimi kısıtlamıyor. Daha önce yapmadığım şeyleri yapmaya başladım, sabahları daha erken kalkıp yürüyüşe çıkmak, uzun zamandır ertelediğim bir kursa kayıt olmak, eski bir hikâyeyi yazıya dökmek. Bu hareketler, affetmenin pratik tezahürleriydi. Affetmek teorik bir kavram değildi, günlük hayatın içinde sürekli tekrarlanan küçük seçimlerdi.

Bir sabah, aynaya baktığımda gözlerimde değişen bir şeyin farkına vardım. Hala kırışıklıklar vardı, hala pişmanlık anıları aklımın köşesinde gezinirdi, ama yüzümde artık hafif bir yumuşama, bir kabul vardı. O an kendime bir şefkat sözü söyledim, “Sen elinden geleni yaptın, şimdi kendine izin ver.” Bu cümle, yıllardır kilitli duran bir kapıyı açan anahtar gibiydi.

Kendimi affettiğim gün, yalnızca geçmişimle değil, geleceğimle de barıştım. Gelecek, eskisi kadar ürkütücü gelmedi, hatalarımın gölgesinde yürümek yerine, onlarla beraber dans etmeyi öğrenmiştim. Affetmek, bir son değil, yeni bir başlangıcın kapısını aralamaktı. Artık hatalarımın ağırlığını taşımıyor, onlardan aldığım derslerle daha esnek bir adımla ilerliyordum.

Ve en sonunda anladım ki, kendini affetmek beklenen büyük bir kahramanlık değil, günlük hayatta gösterilen bir şefkat. Çoğu zaman kahramanlık, sabah kalkıp aynaya bakmak ve gülümsemek kadar basit bir şeydir. O günden sonra daha az sert, daha fazla merhametli yaşadım. Kendime gösterdiğim merhamet, hayatıma nazik bir ışık getirdi ne abartılı, ne dramatik, sadece gerçek.