Kadın ve Medya; Görünürlük mü, Stereotipi mi?​

Televizyonun, dizilerin reklamlardaki gülümseyen kadınların ya da haberlerdeki güçlü figürlerin ardında aslında ne var hiç düşündün mü? Ekranda kadın hep varmış gibi görünür ama o görünürlük, gerçekte var olabildiğimiz anlamına gelir mi? İşte tam da bu soru, medyayla kadın arasındaki en ilginç çelişkiyi anlatıyor.

ekrandaki kadin.webp

Bir yandan kadınlar artık her yerde! diye sevinirken, diğer yandan aynı kalıplar, aynı yüz ifadeleri, aynı hikâyeler karşımıza çıkıyor. Televizyon dizilerinde başarılı iş kadınlarını görüyoruz ama onlar genellikle sert, soğuk ya da kariyer uğruna her şeyini feda eden tipler. Reklamlarda ışıl ışıl gülümseyen kadınlar izliyoruz ama o gülümseme genellikle bir temizlik ürününe, bir parfüme ya da bir mutfak aletine hizmet ediyor. Haberlerde güçlü kadınlar anlatılıyor ama çoğu zaman o güç, bir trajediden sonra fark ediliyor. Yani biz aslında kadının kendisini değil, medyanın çizdiği bir kadın imajını izliyoruz.

Bu imaj, çok tanıdık ama bir o kadar da uzak. Kadın her yerde ama hep belli bir çerçevenin içinde, hep belli bir ışığın altında, hep seyredilebilir bir biçimde var.
Güçlü ama zarif, zeki ama ılımlı, anne ama mükemmel, güzel ama doğal olmalı. Kadın, hep doğru oranda bir şey olmalı. Fazla iddialı olursa korkutucu, fazla duygusal olursa zayıf görülür. Bu dengeyi kurmak, görünür olmanın en yorucu biçimi belki de.

Medya, kadınlara bazen sihirli bir cam fanus sunuyor, parlak, renkli ama kırılgan. Bir yandan kadın gücü vurgusu yapıyor, öte yandan bu gücü şekillendiriyor, yumuşatıyor, estetikleştiriyor. Oysa kadın dediğin, bir reklam cümlesine ya da dizi karakterine sığmayacak kadar çok katmanlı bir varlık. Ama medya genellikle o derinliği değil, parlayan yüzeyi tercih ediyor, çünkü gerçek kadın, bazen hikâyeyi fazla gerçek kılıyor. Ve gerçekler, reyting kadar çekici değil.

Dizilerde Kadın; Güçlü mü, Güzel mi?​

Ekran karşısına oturduğunda gördüğün kadın karakterler aslında ne kadar senin benzerin. Yazarların, yapımcıların ve izleyicinin beklentileri, o karakterleri şekillendiriyor senin gözünden süzülmüş değil, çok katmanlı filtrelerin ardından geliyorlar.

Bir dizide kadın karakter güçlü gösteriliyorsa bu genellikle şöyle kodlanıyor, az duygusal, mantıklı, fedakâr olmayan, işine tutkuyla bağlı, ama bir eksik nokta var sahnelerden biri çıkartılsa, onun hayatı neredeyse yalnızca üzerine kurulmuş gibi görünebilir. Güçlü kadın çoğu zaman duygularını bastıran kadındır, çünkü ekranda çok fazla duygu görünürse o aşırı dramatik olabilir.

Öte yandan, güzel kadın karakterler, neredeyse kusursuz bir estetikle çizili. Makyaj her hâlde mükemmel, saçlar asla yolunda gitmez gibi durmaz, kıyafetler hem çekici hem kadına yakışır olmak zorundadır. O güzellik bir yük olur karaktere, dış görünüşünden, bedeninden, makyajından bağımsız değilmiş gibi sunulur.

Acı olan şu ki, çoğu izleyici de bunu sorgulamaz, çünkü yıllardır bu kalıba alıştırılmıştır. Bu kalıplaşma, ekranlarda gördüğümüz karakterleri sınırlıyor aslında çok daha fazlası olması mümkünken.

Stereotiplerin Kalıpları,​

“İyi kadın / kötü kadın” ayrımı; Dizilerde kadın karakterler neredeyse hep ya “fedakâr, masum, doğru yanlı” kadın, ya da “kıskanç, hırslı, kötücül” kadın olarak ayrılır. İkisi arasında gri alan çok nadir görülür.

“Annelik kaderdir” teması; Her başarılı kadın karakter sonunda annelikle sınanır ya da annelikle tamamlanır gibi sunulur, sanki kadın öz itibariyle annelikle bütünlenmeli.

“Romantik kurtarılma” beklentisi; Kadın karakterin başarı hikâyesinde mutlaka romantik bir ilişkiyle tamamlanma, kurtarılma fikri devreye girer. Başarı kendi başına yeterli kıymet taşımıyor, aşk taç gibi takılır.

“Bakımlı olmalı, ama doğal görünmeli” paradoksu; Karakterin makyajsız hali çok çirkin, çok makyajlı hali yapay olarak etiketlenir. Oysa gerçek hayatta makyajsız hâlimiz de bizimdir, ekranlar buna nadiren izin verir.

Araştırmalar Ne Diyor?​

Medya temsilleri, kadınlara dair stereotipleri pekiştiriyor; objektifleştirme, cinselleştirilme hâlâ yaygın. Kadın karakterler hâlâ televizyon ve sinemada konuşan roller açısından erkeklerle kıyaslanınca daha az görünür durumda.

Çocuk ve gençlerde medya aracılığıyla verilen stereotipik mesajlar, onların benlik algısını etkiliyor, izledikleri programlardaki cinsiyet rolleri, onların “ne yapabilirim, ne yapamam” algısını şekillendiriyor. Televizyon programlarında kadınlar daha çok ev işleri, bakım rolleriyle bağdaştırılıyor. Örneğin reklamlarda kadınların temizlik, yemek, çocuk bakımı işleriyle görünme oranı çok daha yüksek.

Haberlerde Kadın; Kahraman mı, Kurban mı?​

Akşam haberlerini açtığında dikkat ettin mi hiç? Kadın genellikle iki uçta görünür, ya “büyük bir başarının gururla anlatılan kahramanı”dır, ya da “acı bir olayın dramatik mağduru.” Ortası yoktur, kadın haberlerde ya alkışlanır ya da acınır. Ama nadiren dinlenir. Oysa kadınların hikâyeleri bu iki kutuptan çok daha geniştir. Bir kadın, bir sporcunun rekorunda da vardır, bir öğretmenin öğrencisine ışık tutan sabrında da, bir bilim insanının laboratuvardaki sessiz mücadelesinde de. Ama medya bu hikâyeleri sık sık arka plana iter çünkü drama, reyting getirir, başarı değil. Kadınların gündelik kahramanlığı fazla sakin, fazla sade bulunur. Oysa o sessiz kahramanlık, toplumun dokusunu taşıyan asıl hikâyedir.

Haber Diline Sızan Cinsiyet​

Bir haberin nasıl anlatıldığı, ne söylendiği kadar önemlidir. Kadına dair haberlerde kullanılan kelimeler, çoğu zaman bilinçsizce ama etkili bir şekilde, önyargı taşır.
“Genç kadın öğretmen”, “yaşlı kadın sürücü”, “kadın doktor” gibi ifadeler. Hiç “erkek doktor” ya da “erkek öğretmen” dendiğini duydun mu? Kadının varlığı hâlâ özel durum gibi sunuluyor, sanki kadın olma hali başlı başına bir haber niteliğinde. Bu dil, farkında olmadan kadını istisna haline getiriyor.

Haberlerde kullanılan görseller bile bu önyargıyı pekiştiriyor. Erkekler genellikle ciddi, kararlı yüz ifadeleriyle gösterilirken, kadınlar ya ağlayan, ya gülümseyen, ya da duygusal bir an içindedir. Sanki kadın duygularının, erkek ise aklının temsilcisidir. Oysa haberin merkezinde kim varsa, onun insani yönü anlatılmalı, cinsiyeti değil.

Gerçekler Ne Diyor?​

Medya temsillerine dair yapılan çok sayıda uluslararası araştırma, bu farkı açıkça ortaya koyuyor, UNESCO’nun 2023 Küresel Medya İzleme Raporu’na göre, dünyadaki haberlerin yalnızca %25’i kadınları içeriyor. Yani her dört haberden sadece biri kadını doğrudan konu alıyor. Türkiye’de ise bu oran daha da düşük, Kadın temsili %18 civarında (Bianet Medya İzleme 2023 verisi).

Kadınlar haberlerde yer aldığında da çoğunlukla mağdur kimliğiyle anılıyor, özellikle şiddet, istismar veya trajedi haberlerinde.
Erkekler ise karar verici, otorite sahibi veya uzman olarak konuşma hakkına sahip oluyor. Bu tablo, medyanın kadını sadece haber konusu yapmayı bildiğini, ama haber kaynağı olarak görmediğini gösteriyor. Kadınların söyleyecek sözü var, ama mikrofon genellikle başkalarına uzatılıyor.

Dijital Medya; Sessizliği Bozan Alan​

Yine de umut var, sosyal medya, YouTube, podcast gibi yeni dijital platformlar, kadınların kendi sesini duyurduğu yepyeni alanlar yarattı. Artık haberin içinde değil, haberin yaratıcısı olabiliyoruz. Kadın gazeteciler, bağımsız platformlarda sadece hikâyeyi anlatmıyor, hikâyeyi kimin, nasıl anlattığını da sorguluyor. Birçok kadın medya girişimi, toplumsal cinsiyet farkındalığıyla haber üretmeye başladı. Örneğin 5Harfliler, Kız Başına, Teyit.org’un toplumsal cinsiyet projeleri, kadınların hem içerik hem temsil açısından görünürlüğünü güçlendiriyor.

Artık kadın kahraman veya kadın mağdur etiketleriyle yetinmiyoruz. Kendimizi, kendi sesimizle anlatıyoruz. Haber bültenlerinde yer bulamadığımız o hikâyeleri, şimdi kendimiz yayımlıyoruz. Bir mikrofon, bir kamera ya da sadece bir telefon, yeter ki anlatmak isteyelim!

Sonuç; Kadın Haberin Konusu Değil, Yaratıcısıdır​

Bir gün haberleri açtığında, belki kadın cinayeti değil, kadın bilimi, kadın sanatı, kadın keşfi manşet olur. Belki bir gün, bir kadın yalnızca yaşadığı şiddetle değil, yazdığı kitapla, yaptığı buluşla, söylediği şarkıyla gündeme gelir. O gün geldiğinde, kadın artık kahraman ya da kurban değil, hikâyesinin anlatıcısı olur. Ve belki işte o zaman, kadın sesi medyada sadece duyulmaz, yön verir.

Orta Yol Karakterleri Neden Az?​

Neden dizilerde ne sadece iş kadını, ne sadece anne, ne sadece romantik kadın karakterleri nadir? Çünkü senaristler, izleyicinin beklentilerine güvenirler, bu beklentiler genellikle kalıplarla beslenir. Ama bazı diziler ve karakterler sınırları zorluyor. Karakter hem annelik hem kariyer hem sosyal yaşamı aynı anda yaşayabiliyor. Hatalar yapabiliyor, kırılabiliyor, zayıf yanları olabiliyor ama yine de saygı kazanıyor. Fiziksel görünüşünden bağımsız olarak değer görmesi mümkün olabiliyor. İzleyici artık bu tip gerçek kadınları görmek istiyor, senaryolar bunu göz ardı etmeyecek kadar ilerliyor.

Reklamlarda Kadın Ne, Güzellik mi?​

Bir reklamı izlerken gerçekten neye bakıyoruz? Yeni bir ürün mü, bir markanın vaat ettiği yaşam tarzı mı, yoksa kadının bir kez daha göz önüne serilen imajına mı?
Aslında çoğu zaman fark etmeden üçüncüsüne bakıyoruz, kadın bir ürünü tanıtmıyor, ürün kadın üzerinden satılıyor. Yıllardır reklamlarda kadın, hem tüketici hem de satış aracısıdır. Deterjan reklamında evin meleği olur, kozmetik reklamında erişilmez güzellik, parfüm tanıtımında baş döndüren cazibe, otomobil reklamında ise modern hayatın zarif süsü. Yani ne satılırsa satılsın, kadın imgesi satışı kolaylaştırmak için sahneye çağrılır. Bu durum sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, farklı biçimlerde devam ediyor.

Bir yandan kadın gücü temalı reklamlar çoğalıyor gibi görünse de, çoğu hâlâ aynı çemberin içinde dönüyor. “Güçlü kadın” denilince bile, o gücün mutlaka estetik, zarif, gülümseyen ve toplumun onayladığı kadar güçlü olması gerekiyor. Bir kadın ter içinde antrenman yaparken bile, makyajı akmadan doğal güzelliğini koruyor.
Temizlik yaparken bile ipek gibi saçları uçuşuyor. Çünkü kameranın gördüğü kadının, izleyiciyi rahatsız etmemesi gerekiyor. Gerçek değil, seyredilebilir kadın yaratılıyor.

Araştırmalar gösteriyor ki, reklamların büyük bir kısmında kadınlar hâlâ estetik bir obje olarak kullanılıyor. Dünya genelinde yapılan bir içerik analizine göre (Geena Davis Institute, 2023), reklamlarda yer alan kadın karakterlerin %45’i güzellik, moda, bakım temalarıyla ilişkilendiriliyor. Erkek karakterler ise daha çok otorite, başarı, güç kavramlarıyla sunuluyor. Yani bir banka reklamında güven veren yüz genellikle erkek olurken, aynı bankanın kredi kartını tanıtan yüz alışveriş yapan, mutlu kadın oluyor.

Türkiye’de de tablo çok farklı değil. RTÜK’ün 2022 tarihli raporuna göre, televizyon reklamlarında kadınların %60’ından fazlası ev içi rollerle, erkeklerin %70’i ise kamusal alanlarla (iş, araç, finans) ilişkilendirilmiş durumda. Bu da gösteriyor ki kadının yeri artık her yer dense de, medya hâlâ onun yerini seçiyor.

Güzellik, reklamlarda adeta ahlaki bir sorumluluk gibi sunuluyor. Kırışıklıklar düşman, doğal saç bakımsızlık, kilo özensizlik olarak kodlanıyor. Bir krem sürmek sadece bakım değil, sanki toplumsal bir görev haline geliyor. Kendine bakmalısın, çünkü güzel olmazsan değerin azalır, bu mesaj, özellikle genç kızlar üzerinde ciddi etkiler yaratıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) gençlik araştırmalarına göre, medya kaynaklı güzellik baskısı ergenlerde özgüven düşüklüğünün başlıca nedenlerinden biri.​

Ama işin ironik tarafı şu, son yıllarda doğallık da bir pazarlama trendine dönüştü. Artık markalar “filtre yok”, “doğal sensin” gibi sloganlarla satış yapıyor, fakat o doğal hâl bile özenle ışıklandırılmış, profesyonelce kurgulanmış bir doğallık. Yani “doğal ol” derken bile sana nasıl doğal olacağını gösteriyorlar.

Değişim Başlıyor mu?​

Tüm bu tabloya rağmen umut verici gelişmeler de var. Son yıllarda bazı markalar gerçekten farklı bir dil kurmaya başladı. Beden çeşitliliğini yansıtan, yaş almayı utanılacak bir şey değil, bir zenginlik olarak gösteren kampanyalar artıyor. LikeAGirl, ThisGirlCan, RealBeauty gibi küresel kampanyalar kadınları güçlendiren, onları kalıpların dışına çıkaran örnekler arasında. Bu tarz çalışmalar, reklamcılığın sadece satış değil, temsil meselesi olduğunu hatırlatıyor.

Yani evet, reklamlar hâlâ kadınlarla yürüyor olabilir ama artık kadınlar da o sahnenin seyircisi değil, yönetmeni olmaya başlıyor. Kendi markasını kuran, kendi ürününü tanıtan, kendi bedenini temsil eden milyonlarca kadın var. Gerçek kadınlar, photoshop’lu gülümsemelerin arasından sızıyor yavaş yavaş. Ve belki bir gün, bir reklamda kadın sadece bir imaj değil, kendi hikayesinin kahramanı olacak.

Kadınları En İyi Anlatan Film Sahneleri;​

Bazı film sahneleri vardır, jenerik biter ama o sahne aklından çıkmaz. Bir bakışı, bir susuşu, bir kararıyla tüm kadınların yaşadığı o görünmez duyguları anlatır. Kimi zaman özgürlüğü, kimi zaman baskıyı, kimi zaman da kendi sesini bulmayı. İşte sinemanın büyüsü burada gizlidir, kadının hikâyesini sadece göstermekte değil, hissettirmekte.

Little Women – Kendi Yolunu Çizmek

Greta Gerwig’in yönettiği Little Women (Küçük Kadınlar), kadınların hem sevgi hem özgürlük arasında nasıl bir denge kurmaya çalıştığını anlatır. Jo March karakteri, evlenmeden de güçlü olunabileceğini, kadının mutluluğunun tek adresinin bir yuva olmadığını hatırlatır. O ünlü sahne vardır ya., Jo, pencereden dışarı bakarken, yazı masasında kalemiyle geleceğini çizer. O an, sadece bir karakter değil, tüm kadınlar kendi hayat hikâyesinin yazarı olur. Bu film, 19. yüzyılda geçse de bugünün kadınları için hâlâ günceldir. Çünkü hâlâ birçok kadın ne olmaları gerektiğiyle değil, ne olmak istedikleriyle yargılanıyor.

Erin Brockovich – Gücün Tanımı

Julia Roberts’ın efsanevi performansıyla hayat bulan Erin Brockovich, sadece adalet mücadelesi değil, kadın gücünün farklı bir tanımıdır. Ne takım elbise giyer, ne diplomaları vardır. Ama adalet için savaşırken, zekâsı, empatisi ve kararlılığıyla sistemin en sert duvarlarını bile yıkar. Filmin o meşhur sahnesinde, Erin bir masanın başında dosyalarla çevrilidir, yorgun ama kararlıdır. “Bu insanlar bana güvendi, ben onları yüzüstü bırakamam,” der. İşte kadın dayanışmasının, inancın ve direncin sinemadaki en yalın hali budur.

The Hours – Sessizlikteki Çığlık​

Nicole Kidman, Meryl Streep ve Julianne Moore’un oynadığı The Hours (Saatler), kadınların içsel dünyasının derinliklerine inen nadir filmlerden biridir. Her karakter, farklı bir dönemde yaşar ama aynı soruyla mücadele eder. “Gerçek benliğimle yaşayabilir miyim?” Bir mutfakta, bir parkta, bir masanın başında bile, o sessizlikte boğulan binlerce kadın vardır. Film, özellikle Virginia Woolf’un o mektubu yazdığı sahnede, kadınların kendi sesini bulma mücadelesini iliklerine kadar hissettirir. Bu sahne, yalnızca bir veda değil, bir uyanıştır.Kadınların duygularının fazla değil, insanca olduğunu anlatır.

Frida – Renklerle Direnmek​

Salma Hayek’in canlandırdığı Frida Kahlo, sanatın, aşkın ve acının iç içe geçtiği bir kadın portresidir. Frida, yaşadığı tüm bedensel acılara, ihanete, kısıtlamalara rağmen renklerle yeniden doğar. Tuvalin başında fırçasını tutarken, sanki “Beni tanımlayamazsınız, ben kendi rengimim,” der. O ikonik sahnede, yüzündeki çizgiler bile bir manifesto gibidir. Kadın, kırılır ama yeniden şekil alır. Frida Kahlo’nun hayatı, kadın olmanın hem ağırlığını hem de mucizesini anlatır. Kısıtlanmış bedenin bile özgür bir ruhu vardır.

Suffragette – Bir Hak Mücadelesi​

Gerçek bir tarihsel direnişi anlatan Suffragette (Kadın Hakları), kadınların oy hakkı için verdiği mücadeleyi çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Filmde, kadınlar yalnızca hak değil, varlık mücadelesi verir. Emmeline Pankhurst’un (Meryl Streep) kısa ama etkileyici konuşması, sinema tarihine kazınmıştır. “Bizi susturabilirsiniz ama
durduramazsınız.”
Bu söz, yalnızca 20. yüzyılın değil, her dönemin kadınlarına hitap eder. Kadın, sesi bastırılsa da yankılanır çünkü o ses, bir kişinin değil, bir neslin sesidir.


Bugün sinemada kadınların hikâyeleri artık yalnızca erkek yönetmenlerin gözünden anlatılmıyor. Greta Gerwig, Chloé Zhao, Deniz Gamze Ergüven gibi kadın yönetmenler, kadının duygularını güçsüzlük olarak değil, derinlik olarak işliyor. Bu da kadınların artık sadece kamera önünde değil, arkasında da söz sahibi olduğunun bir göstergesi.

Çünkü kadını anlamanın en gerçek yolu, onun kendi hikâyesini kendisinin anlatmasıdır. Her film, bir kadının sessizce “Ben de buradayım,” deyişidir. Bazen kalemle, bazen fırçayla, bazen bir bakışla. Kadınlar artık hikâyenin ilham perisi değil, hikâyenin kendisi.