Güçlü Kadın Miti; Beklentiler Bastırılan Sesler ve İçsel Uyanış!​

Toplumun kadınla kurduğu bağ, çoğu zaman sessiz bir sözleşmeye benzer, yazılı değildir ama herkes uyar, kimsenin de gerçekten imzaladığını hatırladığı yoktur. Kadın, bir yandan yumuşak, bir yandan dirençli, bir yandan bakımlı, bir yandan fedakâr, bir yandan sabırlı, bir yandan da çok da sesini yükseltmeyen biri olmalıdır. Bu beklentiler, görünmeyen bir bavul gibidir, hafif görünür ama yıllar geçtikçe omuzları içe doğru büken bir ağırlığa dönüşür.


Toplum kadından genellikle bir tür duygusal sihirbazlık bekler. Ortamın gerginliğini hissetsin, kim kırıldıysa onu fark etsin, herkesin ruh hâline göre kendi tonunu ayarlasın istenir. Bir nevi ruhsal navigasyon cihazı gibi, yanlış bir virajda “neden daha yumuşak davranmadın?” sorusu hazırdır. Doğrusu pek söylenmez ama yanlışları baş tacıdır. Bu beklenti, kadının iç dünyasında hafif bir pus, zamansız bir sis, tatlı ama yorucu bir bulanıklık yaratır.

Kadının kendinden beklentisi ise çoğu zaman bambaşka bir yerde durur. Kadın, çoğu zaman mükemmel olmak istemez; sadece tam olmak ister. Kendini yarım yamalak değil de, bütün hâliyle kabul edebilmek. Güçlü görünmekten çok, dürüst kalabilmek, her şeye yetişmekten çok, bazen hiçbir şeye yetişmemeyi göze alabilmek. İşte bu noktada toplumun yüksek çözünürlüklü beklentileri ile kadının içindeki sade çözünürlük arasında ince ama keskin bir çatlak oluşur.

Güçlü kadın algısı tam da bu çatlağın ortasında, tuhaf bir parıltı ile durur. Güçlü kadın denildiğinde çoğu insanın zihninde dimdik ayakta duran, asla ağlamayan, kimseye ihtiyaç duymayan, her şartta kontrollü biri belirir. Oysa gerçek güç, vitrin gücü değildir, gerçek güç, bazen dağılıp sonra kendini toplayabilmektir. Bazen “yapamıyorum” diyebilmek, bazen yorulduğunu itiraf edebilmek, bazen de kimse izlemiyorken kendine sarılabilmektir. Bu yüzden güçlü kadın, aslında sessiz bir paradox gibidir, hem kırılgan hem dirençli, hem hassas hem sınırları olan bir dengedir.

Toplumun kadına yüklediği roller, uzun zamandır aynı dansı yapar gibi görünse de müzik çoktan değişmiştir. Eskiden kadından sadece idare etmesi beklenirken, şimdi hem idare etmesi hem üretmesi hem güzelleşmesi hem de kendiyle barışık olması isteniyor. Bu çok katmanlı beklenti, kadının zihninde adeta bir zihinsel kalabalık yaratır. İçeride konuşan onlarca ses, fikir, ihtimal ve soru, hangisi kadına ait, hangisi toplumdan ödünç alınmış, ayırt etmek bazen gerçekten zorlaşır.

Kadının kendinden beklentisi ise daha içsel, daha organik bir yerde yeşermeye başlar. “Ben ne istiyorum?” sorusu basit görünür ama cevabı oldukça labirentsidir. Çünkü bu soru, yalnızca hayat planlarını değil, ruhun ritmini de yoklar. Kadın bazen topluma yetişmeyi değil, kendine yaklaşmayı seçmek ister. Daha yavaş bir tempo, daha dürüst ilişkiler, daha gerçekçi hayaller, abartısız, filtresiz, sahici bir yaşam arzusu. Bu istek, dışarıdan bakıldığında küçük bir lüks gibi görünse de aslında ruhsal bir temel ihtiyaçtır.

Güçlü kadın imajının en can alıcı yanı ise şudur, kadın güçlü olmak zorunda değildir, güçlü görünmek bir mecburiyet değil, bir tercihtir. Toplum kadının her şartta güçlü olmasını beklerken, kadın kendi iç dünyasında sadece var olmanın, olduğu gibi kalabilmenin de bir güç olduğunu yavaş yavaş fark etmeye başlar. Bu fark ediş, sessiz bir devrim gibidir. Gürültülü değil ama sarsıcı, görkemli değil ama kökten!

Sonunda toplumun kadından beklentileri ile kadının kendinden beklentileri arasında görünmez bir ince ip oluşur. Kadın, bu ipin üzerinde bazen dengede durur, bazen sendeleyip yine ayağa kalkar, güç tam olarak burada saklıdır. Mükemmel olmada değil, sürekli toparlanabilme hâlinde, sert kabuklarda değil, esneyebilen sınırların içinde, sessiz kalmakta değil, kalbiyle uyumlu kalabilmekte, ve belki de güçlü kadın, hiç bağırmadan var olabilen, hiç kanıtlamadan hissedilebilen, hiç rol yapmadan yaşayabilen kadındır.

Toplumun kadına bakışı çoğu zaman bir aynaya benzer ama bu ayna gerçeği yansıtmaz, görüntüyü biraz eğer, biraz uzatır, biraz da parlatır. Kadın, bu aynanın karşısında kendini izlerken, gerçekten kim olduğunu değil, kim olması gerektiğini görmeye zorlanır. İşte tam bu noktada, içsel bir çatlak sesi duyulur, ince bir çıt sesi, ne yüksek ne dramatik, sadece yeterince gerçek. Çünkü insan, en çok kendi benliğinden uzaklaştığında değil, kendi benliğine yaklaşmaya korktuğunda yorulur.

Kadınlar çoğu zaman güç kelimesini bir zırh gibi taşımak zorunda bırakılır. Güçlü ol, dimdik dur, kimseye belli etme. Oysa duygular bastırıldığında kaybolmaz, sadece daha derinden konuşmaya başlarlar. İçte biriken yorgunluk, bazen uykusuz gecelerde, bazen sebepsiz sessizlikte, bazen de kalabalıkta hissedilen o tuhaf yalnızlıkta ortaya çıkar. Güçlü kadın imajının altında bazen sadece dinlenmek isteyen bir kalp, anlaşılmak isteyen bir ruh ve fark edilmek isteyen küçücük bir iç ses vardır.

Toplumun beklentileri, kadının ruhuna ince ince işlenen bir nakış gibidir. Çocukluktan başlayan uslu ol, idare et, ayıp olur döngüsü, zamanla otomatik bir iç sese dönüşür. Kadın bazen kendi düşüncesinin mi konuştuğunu, yoksa yıllardır içine yerleştirilen kalıpların mı dile geldiğini ayırt edemez. Bu durum, zihinde tatlı ama rahatsız edici bir karmaşa yaratır, bir tür ruhsal parazit, bir çeşit düşünsel uğultu.

Kadının kendisiyle kurduğu ilişki ise bambaşka bir doğaya sahiptir. Bu ilişki ne tamamen mantıkla açıklanabilir ne de sadece duyguyla. İçinde sezgi vardır, içgüdü vardır, bir de tarif edilemeyen o derin “ben buradayım” hissi. Kadın, kendine yaklaştıkça toplumdan biraz uzaklaşır gibi hisseder oysa bu bir uzaklaşma değil, bir yakınlaşmadır, kendi merkezine, kendi iç coğrafyasına yapılan uzun bir yürüyüş gibidir.

Güçlü olmak çoğu zaman yanlış anlaşılır. Güçlü olmak, her şeye yetmek değil, yetemediğini kabullenebilmektir. Güçlü olmak, yorulduğunu inkâr etmek değil, yorulduğunu sahiplenebilmektir. Güçlü olmak, duvarlar örmek değil, gerektiğinde duvarları inceltebilmektir. Bu anlayış, kadının kendi iç dünyasında yavaş yavaş filizlenir, gözle görünmez ama hissedilir, gürültüsüzdür ama etkilidir.

Toplum kadından çok şey bekler ama nadiren bir soru sorar, Sen ne bekliyorsun? İşte bu soru sorulmadığında, kadın kendi sorusunu kendi sormaya başlar. Hayatının bir köşesinde sessizce oturup, hiçbir yere yetişmeden, hiçbir role bürünmeden, sadece kendisi olarak var olmayı öğrenmeye başlar. Bu öğrenme hâli, bir lüks değil, bir iyileşme hâlidir, bir tür ruhsal tamir, zihinsel nefeslenme, kalpten kalbe temiz bir alan açma sürecidir.

Bu süreçte kadın, güçlü olmanın dışarıya gösterilen bir performans değil, içerde büyütülen bir kök olduğunu fark eder. Kök ne kadar derindeyse, fırtına o kadar az yıpratır. Toplum bunu çoğu zaman görmez, çünkü kökler toprağın altındadır. Ama kadın bilir, hisseder, taşır, ve bu bilme hâli kadının kendine karşı geliştirdiği en sessiz ama en gerçek devrimdir.

Ve belki de asıl devrim, kadının artık güçlü görünmeye çalışmadan da güçlü hissedebilmesidir!