- 13 Nisan 2007
- 15.555
- 36.069
Siddharta / Hermann Hesse
1946 - Nobel Edebiyat Ödülü
Brahmin’in oğlu Siddhartha, başka bir din adamının oğlu Govinda’yla birlikte büyüdü. Siddhartha, babasından birşeyler öğreniyor ve bilge kişilerin konuşmalarına katılıyordu, onlardan düşünme, düşüncede yoğunlaşma sanatını öğreniyor ve bu konular üzerine Govinda’yla tartışıyordu. Sessizce Om çekmeyi çoktan öğrenmişti. Atman’ı, yıkılmaz evrenle bir olan Atman’ı, varlığının derinliklerinde duymayı da biliyordu.’
Bu akıllı, bilgiye susamış oğul, babasını çok mutlu ediyordu; büyüdüğünde önemli bir bilge, bir rahip, Brahminler arasında bir prens olacaktı oğlu. Arkadaşı Govinda herkesten çok seviyordu onu.Herkes Siddhartha’yı seviyordu, herkese sevinç veriyor, mutlu kılıyordu herkesi O.
Oysa Siddhartha mutlu değildi, kendisi sevinç duymuyordu. Huzursuzluğun içinde filizlendiğini duyuyordu. Babasının, anasının, arkadaşı Govinda’nın sevgilerinin bile kendisini mutlu kılamıyacağını, ona huzur veremeyeceğini, yetemeyeceğini, onu doyuramayacağını sezmeye başlamıştı. Değerli babasıyla öteki öğretmenlerinin, bilge Brahminlerin bütün bilgilerini, en iyi bilgilerini kendisine aktardıklarını, hepsini olduğu gibi kendisinde aç bekleyen o dağarcığa döktüklerini biliyordu; gene de dağarcığın dolduğundan, aklının doyuma ulaştığından, ruhunun huzura erdiğinden, yüreğinin tek duracağından kuşkuluydu. İnsanın Benlik’inden, özünden, herkesin içinde taşıdığı ölümsüzlükten başka nerede olabilirdi Atman? Bu benlik, bu öz, neredeydi? Et ya da kemik, düşünce ya da bilinç olamazdı bu! En bilge kişiler böyle sanıyorlardı oysa. Neredeydi öyleyse? Kendine, Atman’a yaklaşmaya çalışmak-denenmeye değer başka bir yol var mıydı? Kimse göstermiyordu bu yolu, kimse bilmiyordu- ne babası, ne öğretmenleri, ne bilge kişiler, ne de kutsal ezgiler. Birçok değerli Brahmin tanıyordu, en çok da, kutsal, bilgili, saygıdeğer babasını. Beğenilecek bir insandı babası; ölçülüydü, soyluydu. İyi bir yaşam sürüyordu; sözleri bilgelik doluydu, ince soylu düşünceleri vardı. Böylesine çok şey bilen babası mutluluk içinde miydi, huzurlu muydu? O da hiç durmadan arayan biri, doymak bilmeyen bir insan değil miydi? Atman yok muydu içinde? Kaynağı kendi yüreğinde bulamıyor muydu? İnsan kendi içinde bulabilmeliydi kaynağı, kendisi sahibolmalıydı ona. Bunun dışında herşey bir arayıştı, bir sapma, bir yanlıştı. Bunlardı işte Siddhartha’nın düşündükleri; susuzluğu, acısı buydu onun.
Bir gün Siddhartha’nın oturduğu kentten bazı Samanalar geçti. Başıboş dolaşan bu asetikler zayıf, yıpranmış üç kişiydiler; ne gençtiler, ne yaşlı; omuzları toz, kan içindeydi; nerdeyse çırılçıplaktılar; güneşte kavrulmuş, yalnız, yabanıl, düşman görünüşlü kişilerdi, insanların pırıl pırıl dünyasında yaşayan bir deri bir kemik çakallardı bunlar. Çevrelerinde, sessiz bir tutkululuk, bitirici bir çalışma, kendine acımayı bilmeme havası vardı. Siddhartha, Samanalara katılma fikrini önce arkadaşına sonra da babasına bildirdi. Önce karşı çıkmasına rağmen, Siddhartha’nın kararlılığı karşısında babası izin vermek zorunda kaldı, arkadaşı Govinda da Siddhartha’ya katıldı. O gün akşama doğru Samanalar’a yetiştiler, aralarına katılma isteklerini, bağlılıklarını bildirdiler ve kabul edildiler. Sıradan insanların, ilgilendikleri, değer verdikleri olaylar, kavramlar, bunların hiçbirisi dönüp bakmaya bile değmezdi; herşey yalandı, yalan kokuyordu; duyuların, mutluluğun, güzelliğin yanılsamalarıydı bunların hepsi. Herşey çürüyecekti, buruk bir tadı vardı dünyanın, yaşam acılarla doluydu.
Siddhartha’nın tek bir amacı vardı artık;boşalmak, susuzluktan, tutkulardan, düşlerden, zevkten ve üzüntülerden arınmak. Benlik’ini öldürmek. Ben olmaktan çıkmak; arınmış bir yüreğin dinginliğini tatmak, salt düşünceye ermek, buydu onun amacı. Benlik bütünüyle ele geçirilip öldürüldü mü bir kez, tüm tutkular, tüm arzular susacaktı; işte o zaman en son şey, Varlık’ın artık Ben olmayan iç özü-o büyük sır- uyanacaktı!
Samanalar’ın en yaşlısı, benliğini yadsımayı Samanalar’ın kurallarına göre düşüncede yoğunlaşmayı öğretiyordu. Siddhartha Samanalar’dan, oruç tutmayı, düşünmeyi ve beklemeyi (sabretmeyi) öğrendi. Üç yıldır Samanalar’la birlikte yaşamak ve bu süre zarfında onlardan öğrendikleri de yetmemişti. Tam bu sırada çeşitli yerlerden bir söylenti, bir bildiri geldi kulaklarına. Gotama denen aydın bir kişi çıkmıştı ortaya: Buddha. Bu kişi kendi içinde dünyanın acılarını yenmiş, yeniden doğuş çevrimini durdurmuştu. Çevresinde izleyicileriyle dolaşan malsız, mülksüz, evsiz, karısı olmayan, başı yukarda dolaşan, ermiş bir adam; ülkeyi baştan başa dolaşıp vaaz veriyordu; Brahminler’le prensler onun önünde boyun eğiyor, öğrencileri oluyorladı.
Bu bildiri, bu söylenti, bu öykü şurda burda duyuluyor, yayılıyordu. Kentte Brahminler, ormanda Samanalar bundan söz ediyorlardı hep. Buddha adı bazen iyi, bazen kötü denerek, bazen övgülerle, bazen aşağılamalarla hiç durmadan kulaklarına geliyordu geçlerin. İnananlar onun büyük bir bilgiye sahip olduğunu söylüyorlardı;O, önceki yaşamları anımsıyordu, Nirvana’ya ermişti, çevrime hiç kaptırmamıştı kendini, biçimlerin o dertli ırmağına düşmüyordu artık. Onun hakkında birçok olağanüstü, inanılmaz şey söyleniyordu, Tanrılarla konuşmuştu. Öte yandan düşmanlarıyla ona inanmayanlar da bu Gotama’nın başıboş bir dolandırıcı olduğunu söylüyorlardı;günlerini zevk içinde geçiriyor, kurbanları aşağılıyordu; bilgelikten uzaktı; ne dualardan ne de bedenini öldürmekten haberi var onun, diyorlardı.
-alıntı-
....devamı bir sonraki mesajda.