Türbelerimiz ve Hikayeleri

AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİ KİMDİR?
Kısaca bahsedicek olursak; Fadlullah bin Mahmûd'un oğlu olan Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri 1541 yılında Koçhisar'da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar'da geçmiştir. O, bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz pâdişâh devrini idrâk etmiş bir gönül sultanıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irşâd, vaaz ve nasîhatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuştur.

Osmanlı devri İstanbul velîlerinin büyüklerindendir. Asıl adı Mahmûd'dur. "Hüdayi" ismi ve "Aziz" sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri'nin neslinden olup, "seyyid"dir. Bunu ilâhîlerinin birinde: Ceddim ü pîrim sultan Sensin yâ Resûlallâh diyerek kendisi de ifâde eder.

Hüdâyî Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsîli yanında tasavvufî bir alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde'nin muîdi olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazîfelerinde bulundu. Son olarak da Bursa'ya tâyin edildiler. Hocası başkadı, kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk mahkemesinde kadı nâibi oldu.

Hüdâyî Hazretleri, üstâdı Üftâde'nin vefatından sonra Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi'nin delâletiyle İstanbul'a yerleşti.

O'nun Üsküdar'da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitab eden mâneviyat ve irfân mektebi hâline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve alâkasını celb etti. Onları da dergâhın dervişleri arasına kattı. Husûsiyle III. Murâd Han, I. Ahmed Han, II. Genç Osman Han ve IV. Murâd Han, Hüdâyî Hazretleri'nin yakın irşâdına mazhar oldular. Hüdâyî Hazretleri, bunlardan IV. Murâd Han'ın kılıç kuşanma merâsiminde bizzat bulunmuş ve âdet olduğu üzere Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin türbe-i seâdetlerinde Hazret-i Ömer'in kılıcını yeni pâdişâha bizzat kuşandırmıştır.

Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri 1628 yılında vefat etmiştir.
 
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ

Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. 948 (m. 1541)’de Şerefli Koçhisar’da doğdu. Bursa’da Muhammed Üftâde hazretlerinden feyz aldı. 1007 (m. 1598)’de Üsküdar’da câmi ve dergâh yaptırdı. 1038 (m. 1628)’de vefât etti. Üsküdar’daki kendi dergâhı yanındaki türbesindedir.

Mahmûd Hüdâyî, Fadlullah bin Mahmûd’un oğludur. Mahmûd Hüdâyî’nin çocukluğu Sivrihisar’da geçti. Burada ilk tahsiline başladı, ilmini ilerletmek için İstanbul’a gitti. Küçük Ayasofya Medresesi’nde tahsiline devam etti. Mahmûd Hüdâyî, çok zekî olup bir defa okuduğunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi. Hocalarından Nâzır-zâde Ramazan Efendi, ona husûsî bir ihtimâm gösterdi. Mahmûd Hüdâyî genç yaşta; tefsîr, hadîs, fıkıh ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocası Nâzır-zâde onu yanına yardımcı olarak aldı. Mahmûd Hüdâyî, bir taraftan hocası Ramazan Efendi’ye yardım ederken, bir taraftan da, Halvetî yolunun şeyhlerinden Muslihuddîn Efendi’nin sohbetlerine katılarak tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. Bu arada hocası Nâzır-zâde’nin, Edirne’de bulunan Sultan Selîm Medresesi’ne ta’yini çıktı. Mahmûd Hüdâyî, yirmisekiz yaşında iken hocası ile Edirne’ye gitti. Ramazan Efendi, kısa bir süre Edirne’de müderrislik yaptıktan sonra, Şam ve Mısır’a kadı olarak gönderildi. Talebesi Mahmûd Hüdâyî’yi oraya da götürdü. Mahmûd Hüdâyî Mısır’da Halvetî şeyhlerinden Kerîmeddîn hazretlerinden ders alarak, tasavvuf yolunda yetişmeye çalıştı.

Mahmûd Hüdâyî otuzüç yaşında iken, hocası Nâzır-zâde ile Bursa’ya geldi. Üç sene Ferhâdiye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Üç sene sonra, hocasının vefâtı ile Bursa’ya kadı ta’yin edildi. Bursa kadısı olarak vazîfeye baslıyan Mahmûd Hüdâyî hazretleri, kadılığı esnasında birgece rü’yâsında Cehennemi gördü. Cehennemin ateşinde tanıdığı ba’zı kimselerin yandığını gördü. Bu korkunç rü’yânın verdiği dehşet ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanım bir da’vâ getirdi. Bu da’vâdan sonra Bursa kadılığını bıraktı ki, hâdise şöyle idi:

Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nail olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Evde hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline oldukça üzülürdü. Yine bir sene hac mevsiminde, parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir bir gün, üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı ve hanımına; “Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talak ile boşadım” dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, evde hanımı boş olacaktı. Bir yerlerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı birgün, hatırına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip ağlayarak durumunu anlattı. O da; “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git, selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine derman olur” buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede’nin dükkânına koştu. Mehmed Dede’ye, hocasının selâmını söyleyip derdini anlattı. Mehmed Dede; “Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma” dedi. Fakir gözlerini açtığında kendilerini Mekke’de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, kerâmetiyle fakiri bir anda Hicaz’a götürmüştü. O gün, arefe idi, hacılar Arafat’a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat’a çıktılar. Ertesi günü Kâ’be-i muazzamada vakfeye durdular. Ziyâret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olan Mehmed Dede’yi ve Fakiri görünce sevindiler. Fakir birkaç hediye alıp, bir kısmını da getirmeleri için komşusu olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Yine Mehmed Dede’nin kerâmetiyle bir anda, Mekke-i mükerremeden Bursa’ya geldiler. Fakir getirdiği ba’zı hediyelerle eve gelince, hanımı birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?” dedi. Kocası da; “Hanım, ben hacca gittim ve geldim, işte bu getirdiklerimi de Mekke’den aldım” dediyse de, kadın: “Bir de yalan söylüyorsun. Üç beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim” dedi. Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye giderek durumu anlattı ve “Nikâhımızın fesh edilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız olarak yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple haram işlemek istemiyorum” dedi. Azîz Mahmûd Hüdâyî, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir; hacca gittiğini, Kâ’be-i muazzamayı tavaf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp getirmeleri için emânet dahî verdiğini iddia etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede’yi şahit gösterdi. Mehmed Dede de; “Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir anda Kâ’be’ye gitmesi niçin kabûl edilmez” dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği güne te’hir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde şahit olarak, fakirin hac vazîfesini yaptığını, hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şahitlerin verdiği bu ifâde ile da’vâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma hâdisesi olmadı.

Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede’nin yanına gidip; “Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim” dedi. O da; “Nasîbiniz bizden değil, Üftâde’dendir. Onun huzûruna giderek müracaatınızı bildirin” dedi. Kâdı evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını, sarığını giyerek hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerinin dergâhına gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmii’nin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Ne kadar uğraştıysa da atı ileri süremedi. (Bu kayanın üç kuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla Üftâde’nin dergâhına doğru yürüdü.

Kâdı, dergâha vardığında, Üftâde hazretlerinin üzerinde eski bir hırka olduğu hâlde, bahçeyi çapalamakta olduğunu gördü. Muhammed Üftâde gelenleri görünce, doğruldu ve; “Yazıklar olsun ey Kâdı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ki, biz yokluk kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sahibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi yoktur” buyurdu. Bu sözler Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye çok te’sîr etti. Gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; “Efendim! Herşeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmağa hazırım” dedi. Bu samîmi ifâde üzerine Üftâde hazretleri tane tane buyurdu ki’ “Ey Bursa kadısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Hergün de dergâha üç ciğer getireceksin!” Herşeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâyî derhal kadılığı bırakıp ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında, “Ciğerci! Ciğerciiii!” diye diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; “Bursa kadısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş” diyorlardı. Bu şekilde, nefsini kırıp, rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam dergâha geldiğinde hocası ona; “Bugün ne yaptın? Ciğerleri satabildin mi?” diye soruyor, o da, o günkü olanları anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde, yeni talebesinin nefsini iyice kırmak ve terbiye etmek için, dergâhta hela temizleme işinde çalışmak üzere vazîfelendirdi. Onu, husûsi sohbetler ve teveccühler ile yetiştirmek ve evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü.

Bir kış günü akşamı, Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; “Dostlarım! Canımız taze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür?” buyurdu. Talebeler içlerinden; “Bu kış günü, bu karda taze üzüm olur mu?” diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; “Madem ki bu sözü hocam söyledi, mutlaka bunda bir hikmet vardır” diye düşünerek ayağa kalktı ve; “Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim” deyiverdi. Müsâade edilince, sepeti aldığı gibi Bursa’nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti. Bağ karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümlerin sarkmakta olduğunu gördü. Bunun, hocası Üftâde’nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymağa başladı. Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuş idi. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Yolda, hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı. Çaresiz kalınca hocası Üftâde’den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; “İmdat! Yâ mübârek hocam!” der demez, çukurun başından bir ses geldi. “Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim” diyordu. Başını kaldırdığında birisinin kendisine gülümsediğini gördü. Elini uzattı. Yukarı çıktığında, bir anda o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru sür’atle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devam ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde, yardım edenin Hızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler, hocaları Üftâde’nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin hocalarına olan teslimiyetini bir kere daha anladılar.

Azîz Mahmûd Hüdâyî, sabah erkenden, hocası Muhammed Üftâde hazretlerinin abdest suyunu ısıtarak, ibrikle dökmek vazîfesini yapardı. Birgün, suyu ısıtmaya vakit bulamadan hocası kapıda göründü. Mahmûd Hüdâyî telâş içinde, hocasının abdest alacağı yere gelinceye kadar, ibriği göğsüne bastırdı. Allahü teâlâya olan aşk ateşiyle suyu bir anda ısıttı. Suyu hocasının avuçlarına döktüklerinde, sıcaklıktan elleri yanacak şekilde müteessir oldu ve; “Evlâdım Mahmûd! Bu su normal ateş ile ısınmamış. Bunu gönül ateşi ısıtmış. Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor” buyurdu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri, hocası Muhammed Üftâde’ye üç sene hizmet etti. Her emrini harfiyyen yerine getirerek talebelerin yıllarca uğraşarak erişemediği derecelere kavuştu. Evliyâlık makamlarında ziyadesiyle pay sahibi oldu. Üç senenin sonunda Muhammed Üftâde, ona, icâzet verdi ve çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’a, İslâmiyeti yaymak, emir ve yasaklarını bildirmek üzere gönderdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî, ailesiyle birlikte Sivrihisar’a giderek hizmete başladı. Altı ay kadar çalıştıktan sonra tekrar Bursa’ya geldi. Bursa’ya geldiği günlerde, doksan yaşından ziyâde olan hocısının hizmetini görmeğe başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun olan Muhammed Üftâde; “Oğlum! Pâdişâhlar rıkâbında yürüsün (Sen atın üzerinde, pâdişâh da yaya olarak arkandan yürüsün)” diye duâ etti. O sene Üftâde hazretleri vefât etti.

Azîz Mahmûd Hüdâyî ma’nevî bir işâretle Trakya’ya gitti. Bir müddet sonra da Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi’nin vasıtasıyla İstanbul’a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fâtih Câmii’nde, talebelere, tefsîr, hadîs ve fıkıh dersleri verdi. Burada kaldığı müddet içinde, ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar’da kendi dergâhının bulunduğu yeri satın aldı. Buraya dergâhını inşâ eyledi. Dergâhında yüzlerce talebenin yetişmesi için çok uğraştı. Kısa zamanda nâmı her tarafta duyuldu. Akın akın talebeler dergâhına koştular. Hasta kalblerine şifâ olan sohbetlerine kavuştular. Onun feyz ve bereketleri ile ma’rifetullaha kavuştular. Dergâh, en fakirinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricaline kadar her tabakadan insanlar ile dolup taşıyordu. Devrin pâdişâhları da ona hürmette kusur etmiyorlardı. Üçüncü Murâd Hân, Birinci Ahmed Hân, ikinci Osman Hân ve Dördüncü Murâd Hân’a nasîhatlarda bulundu. Dördüncü Murâd Hân’a, saltanat kılıcını kuşattı.

O sırada İranlılarla yapılan Tebrîz seferine Ferhat Paşa ile beraber katıldı. Zaman zaman pâdişâhların da’vetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin, çeşitli câmilerde va’z vermesi için sevenleri devamlı taleplerde bulundular. O, Üsküdar İskelesi’ndeki Mihrimah Sultan Câmii’nde ve Sultan Ahmed Câmii’nde belli günlerde va’z vererek, insanlara feyz ve ma’rifet sundu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin talebesi olmakla şereflenmek için, herkes birbiriyle yarış yapıyorlardı. Bunların, başında; Sadr-ı a’zam Halîl Paşa, Dilâver Paşa, Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi, Şeyhülislâm Hocazâde Es’ad Efendi, Okçu-zâde Mehmed Efendi, İbrâhim Efendi, Nev’i-zâde Atâyî Efendi geliyordu. O zamanda Hüdâyî Dergâhı, İstanbul’un en mühim bir kültür merkezi hâline geldi. Pekçok âlim yetişti.

Birgün Sultan Birinci Ahmed Hân rü’yâsında: “Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Zâhiren bakıldığında rü’yâ çok korkunç idi. Sabahleyin, derhal huzûra getirilen âlimler ve rü’yâ ta’bircilerinden hiçbiri bu rü’yâyı, Pâdişâhı tatmin edecek şekilde ta’bir edemediler. Nihâyet Üsküdar’da bulunan Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin, bu rü’yâyı ta’bir edebileceğini arz ettiler. Pâdişâh Birinci Ahmed de bir mektûp yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve ta’bir edilmesini rica etti. Haberci, mektûbu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını gördü. Habercinin getirdiği mektûbu alırken, kendi elindeki mektûbu Pâdişâha verilmek üzere ona verdi ve; Sultânımızın gönderdiği mektûbun cevâbıdır” buyurdu. Mektûbu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektûbu sultâna götürdü ve gördüklerini anlattı. Sultan Birinci Ahmed Hân’ın gönderdiği mektûp, daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Hân, gönderilen bu mektûbu heyecanla okudu. Deniyordu ki: “Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin biraraya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rü’yâdan İslâmın temsilcisi olan pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Pâdişâh bu ta’biri pek beğendi ve; “İşte gördüğüm rü’yârun ta’biri budur” dedi. Derhal Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine bin altın gönderdi. Bu sırada Mahmûd Hüdâyî’nin hanımı hâmile idi ve doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak çocuğun ihtiyâçlarını alamamışlardı. Bu sebeple hanımı; “Bursa kadılığını bıraktın, medrese hocalığını terkettin... Elindeki malını mülkünü, ona buna vererek harcadın... Dünyâya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok!...” diyerek üzülüyordu. O bu hâlde iken kapı çalındı. Azîz Mahmûd Hüdâyî kapıya doğru giderken hanımına: “Hâtun, Allahü teâlâ istediğin dünyalığı gönderdi” buyurdu. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Hân’ın hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim etti. Ertesi gün de Pâdişâh kendisi gelerek elini öptü ve talebesi olmakla şereflendi.

Pâdişâh Ahmed Hân birgün Üsküdar’a gitmişti. Atı ile çarşıda dolaşırken hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri ile karşılaştı. Sultan Ahmed, hocasını görür görmez atından aşağı atladı ve hocasını atına bindirdi. Kendisi de Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin arkasında yaya olarak yürümeğe başladı. Kısa bir müddet at üzerinde giden Mahmûd Hüdâyî, dünyayı titreten Koca bir Pâdişâhın, arkasında yaya yürümesine râzı olmadı ve; “Sultânım! Sırf hocam Muhammed Üftâde hazretlerinin duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o, “Pâdişâhlar rikâbında yürüsün” diye duâ etmişti.” buyurarak atından indi. Atâ, tekrar Sultan Ahmed Hân’ı bindirdi. Bu hâdiseden sonra, Sultan Ahmed Hân’ın şu şiiri yazdığı söylenir:

“Varımı ben Hakka verdim, gayri vârım kalmadı.
Cümlesinden el çekip pes dü cihanım kalmadı.

Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.

Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,
Safiyim, buldum safâyı dü cihanım kalmadı.

Ahmedî der, “Yâ ilâhi! Sana şükrüm çokdurur”,
Hamdulillah aşk-ı Haktan gayri vârım kalmadı.”

Azîz Mahmûd Hüdâyî birgün, Sultan Ahmed Hân’la sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hân’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; “Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bir kerâmetini görseydim” diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultan’ın gönlünden geçenleri anlayarak; “Hayret! Ba’zıları bizden kerâmet arzu ederler, Halîfe-i rûy-i zemîn’in elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu. Sohbet esnasında Sultan Ahmed Hân; “Efendim! Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, kıyâmet günü talebelerine ve pekçok günahkâr mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivâyetler var. Bu rivâyetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâyî hemen cevap vermedi. Bir müddet murâkabe hâlinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Sonra Pâdişâh. “Efendim! Acaba zât-ı âlinizin bizlere bir va’diniz ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâyî ellerini kaldırarak: “Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar, ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler, îmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler” diye duâ eyledi. (Âlimler ve evliyâ bu duânın kabûl olduğunu, bu yola mensûp kimselerin hiç denizde boğulmadıklarını ve pekçok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)

Sultan Ahmed Hân, hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerini ziyârete gitmişti. Bir müddet sohbetten sonra atlarına binerek gezintiye çıktılar. Karaca Ahmed mezarlığının yanından geçerken, Mahmûd Hüdâyî, Pâdişâha dönerek; “Sultânım! İster misiniz bugün size birşey göstereyim?” diye sordu. Sultânın, “İsterim” demesi üzerine, kabristanlığa dönerek; “Kalkınız” dedi. Bu hitâb karşısında bütün ölüler arpa başağı gibi kabirlerinin içinden dikiliverdiler. Pâdişâh bu hâli gördükten sonra, Mahmûd Hüdâyî; “Dönünüz!” emrini verince, kabir ehli yine eski hâllerine döndüler.

Sultan Ahmed Hân, büyük bir câmi yaptırmak istiyordu. Karârını verdi ve yerini tesbit ettirdi. Temel atma merâsimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî ve diğer âlimleri da’vet etti. Kurbanlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri vurdu. Pâdişâh, yoruluncaya kadar temel kazdı. Böyle bir başlangıçtan yıllar sonra, Câmi yapıldı ve açılışını yapmak ve Cum’a hutbesini okumak üzere Azîz Mahmûd Hüdâyî da’vet edildi. O gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesâret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâyî, Üsküdar iskelesine geldi ve husûsî kayıkçısına emrederek, yanında birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnuna doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin himmeti bereketiyle, kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç te’sîr etmiyordu. Bu şekilde herkes korkudan denize çıkamazken, Azîz Mahmûd Hüdâyî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî yolu” dendi ki, fırtınadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu olduğu kabûl edilir.

Kimya ilmini öğrenmeye merak eden bir kimse, Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bu ilimdeki maharetini öğrenmişti. Birgün huzûruna çıkarak, kimya ilmini öğrenmek istediğini arzetti. O anda Azîz Mahmûd Hüdâyî, dergâhının bahçesinde bir asma ağacının altında istirahat ediyordu. Hiç kimseyi reddetmek âdeti olmadığı için, talebenin bu arzusunu kırmadı. Yeni talebe, bu husûsta bir ma’rifet göstermesi için ısrar edince, Mahmûd Hüdâyî asma ağacından bir yaprak kopardı. Yaprağın üzerine bazı duâlar okuduktan sonra, talebenin hayret dolu bakışları arasında yaprağın altın olduğu görüldü. Talebe fazla ısrar edince bu hâli üç defa tekrar etti. Talebenin maksadı, tekrarlar esnasında duâyı öğrenmekti, öğrendiğine kanâat getirince; “Bu iş çok basitmiş, ben de yapabilirim” diyerek asmadan bir yaprak aldı ve üzerine öğrendiklerini okudu. Fakat bir türlü altına dönüşmedi. Sonra; “Efendim! Ben de sizin okuduklarınızın aynısını okuduğum hâlde yaprak altın olmadı. Sebebi nedir acaba?” diye sordu. Azîz Mahmûd Hüdâyî de; “Evlâdım! Kimyayı öğrenebilmek için, önce nefsi terbiye etmek icâbeder. Nefsi kimya etmeden, bu ma’rifete kavuşulamaz.” buyurdu.

Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin zamanında İstanbul’da veba salgını olmuştu. Öyle ki, hergün yüzlerce insan vebadan ölüyordu. Her evi üzüntüye boğan bu âfet karşısında halk toplanıp Azîz Mahmûd’a başvurdular. Duâ edip, salgından kurtulabilmeleri için talebde bulundular. Fakat Mahmûd Hüdâyî; “Bu gibi husûslara karışmak bize uygun değildir” buyurduysa da, halk duâ etmesi için ısrar ettiler. Onların bu ısrarına dayanamayan Azîz Mahmûd hazretleri: “Karaca Ahmed mezarlığına gidiniz. Bir servi ağacının altında, sâdece hasırı bulunan bir yaşlı kimse oturur. İsmine Hasırpûş Dede derler. Onu bulunuz ve derdinizi anlatınız. Şayet red ederse, bizim gönderdiğimizi söyleyiniz” dedi. Herkes sevinç içinde Karaca Ahmed mezarlığına gitti. Hasırpûş Dede’yi bulup durumu anlattılar. Hasırpûş Dede önce kabûl etmedi, Mahmûd Hüdâyî’nin gönderdiğini öğrenince derhâl ayağa kalkarak ellerini açtı ve duâ etti. Gelenlere dönerek; “Bugün bir kimsenin daha cenâze namazı kılınsın da, sonra veba salgım dursun” dedi. O günden sonra veba salgınından ölen olmadı. Zengin bir kimse, Mahmûd Hüdâyî’nin üstünlüğünü görmek, anlamak için huzûruna gitti. Hiçkimseye göstermeden, Mahmûd Hüdâyî’nin seccadesinin yanına elindeki altın dolu keseyi bıraktı. Ayrılmak için izin isteyince, Mahmûd Hüdâyî; “Bırakmış olduğunuz altınlar ile, hem dünyâ hem de âhıret ma’mur edilebilir. Altın velîye de deliye de lâzımdır. Onun için bu altınları, hayr yoluna sarfetmek üzere kabûlünde bir mahzur görmüyor, red etmeyi uygun bulmuyorum” deyince, o zengin; “Efendim kalbimde gizlediğim şeyleri aynen ifâde ettiniz” dedi ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye muhabbeti ve hürmeti artmış olarak huzûrdan ayrıldı.

Sultan Ahmed Hân, ba’zı devlet erkânıyla gezmeye çıktılar. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kızarttılar. Pâdişâha ikram ettiler. Sultan Ahmed Hân besmele çekerek elini ete uzattığı an, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri orada beliriverdi. Pâdişâha; “Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et zehirlidir” buyurdu. Etten bir miktar kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhal öldüğü görüldü.

Zamanın pâdişâhı vezirlerinden birini azletmiş, mührünü de Üsküdar tarafında oturan bir başka vezire göndermişti. Yolda mührü götüren haberci, bir deniz kazasına tutulduğu için mührü denize düşürdü. Mührün denize düştüğünü öğrenen pâdişâh, Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye gidip durumu anlatınca, o da pöstekisinin altına elini uzatıp, suları damlamakta olan mührü pâdişâha teslim etti.

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri, 1038 (m. 1628) senesinde hakîki âleme göçtü. Vefâtından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helâlleşti, vasıyyetini yaptı. Son nefeste de Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar’daki dergâhındadır. Âşıkları, onu ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde etmekdedirler.

Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin söylediği ilâhilerden ba’zıları şöyledir:

Kim umar senden vefayı,
Yalan dünyâ değil misin?
Muhammed-ül-Mustafâyı,
Alan dünyâ değil misin?

Yürü hey vefasız yürü,
Sensin hod bir köhne karı,
Nice yüzbin erden geri,
Kalan dünyâ değil misin?

Kimisini nâlân edip,
Kimisini giryân edip,
Ahırı kâr üryan edip,
Soyan dünyâ değil misin?

Kastedip halkın özüne,
Toprak doldurup gözüne,
Ehl-i gafletin yüzüne,
Gülen dünyâ değil misin?

Eğer şah ve eğer bende,
Her kişiyi salan bende,
Kimse mekân tutmaz sende,
Viran dünyâ değil misin?

Sihr ile donatıp kendin,
Meydâna salan semendin,
Âleme mihnet kemendin,
Salan dünyâ değil misin?

İşin gücün dâim yalan,
Çok kişiden arta kalan,
Nice kere boşalarak,
Dolan dünyâ değil misin?

Yalancı dünyâya aldanma yâ hû,
Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez,
iki kapılı bir viranedir bu,
Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.

Bakma bunun karasına akına,
Gönül verme bostanına bağına,
Benzer heman çocuk oyuncağına,
Burda aklı olan insan eğlenmez.

Vârını Îsâr eyle Mevlâ yoluna,
Bunda ne eylersen anda buluna,
Birgün sefer düşer berzah iline,
Otağı kalkacak Sultan eğlenmez.

Sen ey gâfil ne sandın rüzgârı,
Durur mu anladın leyl-ü-nehârı,
Yükün yineldigör evvelden barı,
Yoksa yolcu gider kervan eğlenmez.

Doğrusuna gidegör bu yolların,
Geçegör sarpını yüce bellerin,
Dünyâ zindanıdır mü’min kulların,
Zindanda olan kul kolay eğlenmez.

Ömür tamam olup defter dürülür,
Sırat köprüsü ve mîzân kurulur,
Hakkın dergâhında elbet durulur,
Buyruğu tutulur ferman eğlenmez.

Hüdâyî n’oldu bu kadar peygamber,
Ebû Bekr ve Ömer, Osman ve Haydar,
Hani Habîbullah Sıddîk-ı Ekber,
Bunda gelen gider bir can eğlenmez.

Kudümün rahmetu zevku sefâdır yâ Resûlallah!
Zuhurun derdi uşşâka devadır yâ Resûlallah!

Seninle irdiler zâte dahî envai lezzâte,
İşin erbâbı hâcâte atadır yâ Resûlallah!

Kemâli zümre-i kümmed senin nûrunla bulmuştur.
Vücûdun mazhari tâmi hudâdır yâ Resûlallah!

Nebî idin dahî Âdem dururken mâi tîn içre,
İmâm-ül-enbiyâ olsan revadır yâ Resûlallah!

Hüdâyî’ye şefaat kıl eğer zâhir eğer bâtın,
Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Resûlallah!

Azîz Mahmûd Hüdâyî, insanların Ehl-i sünnet i’tikâdında bulunmaları ve ibâdetlerini doğru olarak yapmaları için pekçok eser yazmıştır. Bu eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Nefâis-ül-Mecâlis, 2- Tecelliyât, 3- Dîvân-ı ilahiyat, 4- Habbet-ül-Muhabbe, 5-Necât-ül-Garik, 6- Tarîkatnâme, 7-Tezâkir-i Hüdâyî, 8- Ahvâl-ün-Nebiyy-il-Muhtâr aleyhi salevâtullah-il-Melik-i Cebbâr, 9- Câmi-ül-fadâil ve Kâmi-ur-rezâil, 10- Feth-ül-bâb ve ref-ül-hicâb, 11- Feth-ül-ilâhî, 12- Hâşiye-i Kühistânî fî şerh-i fıkh-ı Keydânî, 13-Hayât-ül-ervâh ve necât-ül-eşbâh, 14-Tarikat-ı Muhammediyye, 15- Vâkiât, 16- Şerhun alâ Kasîdet-il-Vitriyye fî medhi Hayr-il-Beriyye, 17- Mensûr Mevlîd-i Nebî ve daha pekçok....

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 372

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1033

3) Semerât-ül-fuâd sh. 145

4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî) sh. 760

5) Fezleke cild-2, sh. 113

6) Evliyâ Çelebi Seyehatnâmesi cild-1, sh. 479

7) Silsilenâme-i Çelveti sh. 82

8) Lemezât-ül-hulviyye vr. 187 a

9) Tezâkîr-i Hüdâyî (Fâtih blm. 2572)

10) Külliyât-ı Hazret-i Hüdâyî

11) Hadîkat-ül-Cevâmi’ cild-2, sh. 195

12) Menâkıb-ı Azîz Mahmûd Hüdâyî

ALFABETİK SIRA
HİCRÎ ASIRLAR

http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri-Ansiklopedisi/Detay/AZIZ-MAHMUD-HUDAYI/3526
http://www.facebook.com/EhliSunnetBuyukleri
http://twitter.com/ehlisunnetbyklr
http://www.youtube.com/user/Ehlisunnetbuyukleri
http://instagram.com/ehlisunnetbuyukleri
 
Dostlar buraya eklediğim türbelere gidenler haber edin de burada sohbetler de edelim de bizlere de oraya ziyaret ettiğinizde dualarınıza ekleyin ALLAH'A dualarınızı ederken o mübareklerin yanında ne güzel olur
 
HZ.UVEYS VEYSEL KARANİ'NİN TÜRBESİ

veysel-karani-turbesi.jpg


25082320_8.jpg
 
Veysel Karani Türbesi:
Hazreti Veysel Karani Türbesi
ziyaret beldesindedir. Yörenin" Cas" denilen harcıyla 1901 yılında yapılmıştır ve kubbe ile örtülmüştür. Hz. Veysel Karani türbesi 1967 yılında yıktırılmıştır ve yerine yeni türbe yapılmıştır. Hz. Veysel Karani türbesi ve külliyesi 2001 yılında valilik tarafından tamir edilmiştir. Modern bir görünüme kavuşmuştur. Bu yüzden türbenin mimari yönden bir özelliği bulunmuyor. Hz. Veysel Karani' nin türbesi her yılın 16-17 mayıs tarihlerinde Veysel Karani ' yi anma etkinlikleri yapılmaktadır. Adına bir diğer türbesi ise Siirt' in Baykan ilçesinde inşa edilmiştir. Hz. Veysel Karani' nin kabri Suriye' nin Rakka ilindedir.İslam din büyüğüdür. Yemen' in Karn köyünde doğmuştur. Köken olarak Yemen' li olduğu biliniyor ve doğum tarihi bilinmemektedir. Hz. Veysel Karani müslüman olduktan sonra her haraketi ve her sözü ile insanlara ibret ve nasihat olmuştur, en önemli yönü peygamberimize olan aşkıdır. İbadete canla başla devamı ve annesine saygısıdır. Hz.Veysel Karani annesine çok hizmet etmiştir. Hayır duasını almıştır annesi kendisine bakacak kimse olmadığı için ona izin vermedi ve Peygamberimizi göremedi. Bu durum nedeniyle, İslam' dan anne sevgisini yücelten bir konuma sahiptir. Hz.Veysel Karani'nin babasının adı Amir olduğu için Üveys Bin Amir- i Karanidir, babasını 4 yaşında kaybetmiştir ve deve çobanlığı yapmıştır.

Hz.Veysel Karani Sıffın savaşı sırasında 657 yılında ölmüştür. Bu savaştaki şehitlerin büyük çoğunluğu, savaşın olduğu yerde toprağa verilmiştir. Şehitlerin içinde Hz. Veysel Karani' de vardır, mübarek naaşı için üç ayrı kabile toplanmış ve sahip çıkmışlardır. Hz. Veysel Karaniye gönderilmiş olan " hırka-i şerif " günümüzde " hırka - i şerif " Camisinde bulunuyor. Soyundan gelenlerin himayesindedir. Hz.Veysel Karani Peygamber Efendimizin döneminde yaşamıştır. Ama peygamber efendimizi hiç görememiştir. Annesine verdiği sözden dolayı peygamber efendimizi göremediği için sahabeden sayılmaz. Muhadramun' dandır.

Muhadram: Hadisçilerin ıstılahına göre cahiliye zamanı, hem de peygamber efendimizin zamanına idrak edip efendimizi görme şerefine nail olmaksızın müslüman olanlara verilen isimdir.
Yunus Emre tarafından onuruna " Yemen illerinde Veysel Karani " adlı şiir yazmıştır.
 
Veysel Karani Hz. Türbeleri:
  • Bitlis’in Baykan ilçesinde Veysel Karni Köyü
  • Şam
  • Yemen’de Zabit kasabası dışında Meşhed-i Şerif
  • Beyrut
  • Diyarbakır’ın Kerap ilçesi
  • Bursa-Gemlik yolu üzerinde Atıcılar.(Bursada aynı zamanda devesinin çöküp iz bıraktığı taşda vardır.)
  • Hicaz
  • Hindistan
  • Horasan
 
Türklerin Anadolu’yu yurt edinmelerinin ardından örgütlenme ve eğitim ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Devlet’in medreseler aracılığıyla yürüttüğü eğitim tamamen Arap- Fars kültürüne dayanmaktayken Horasan’dan Anadolu’ya gelen Erenler adıyla adlandırılan aydın kesim Türk dilinde eğitim görmek amacıyla Anadolu’nun ve özellikle Türkmen kesiminin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde kutsal addedilen önemli şahsiyetlerin yatırları üzerinde ve adlarıyla uyumlu şekilde birer tekke yapılmıştır. Bu tekkeler Selçuklu sultanları ve Osmanlı padişahlarınca da desteklenmiştir.

İşte bunlardan bir tanesi de Hüseyin Gazi tekkesidir. Bu tekke hem okul işlevi görmüş hem de insanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamıştır. Ülkemizde bu tür Türkçe eğitim veren kurumlar Bektaşi Tekkesi diye adlandırılmıştır. Türk kültürünün öncülerinden Hacı Bektaş Veli adıyla kurumlaşan bu tür tekkelerden günümüze ulaşan bir takım tekkeler vardır. Bunların başında Eskişehir Seyit Gazi ilçesinde bulunan ve Hüseyin Gazi’nin oğlu Battal Gazi adına kurulmuş tekkelerde olduğu gibi.

13. Yüz yılda bir Bektaşi Tekkesi niteliğinde kurulan Hüseyin Gazi Tekkesi Anadolu’nun birkaç yerinde aynı adla kurulmuştur. Hüseyin Gazi Tekkesi Çorum Alaca, Kütahya Körs Köyü, Divriği ilçesi’nde de makam olarak kurulmuştur.

Ankara Hüseyin Gazi tekkesi diğer Bektaşi tekkeleri gibi birkaç kez kapatılmış olup, bir süre sonra yeniden açılmıştır. 1378 yılında tamir gördüğü kayıtlarda ve bu gün Hüseyin Gazi türbesinin girişinde yazılan bir kitabeden anlaşılmaktadır.

Tekkelerin genel kapatılmasının ilki 1526 tarihidir ki, Kalender Çelebi isyanı nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman tarafından kapatılmış olup, yine Kanuni tarafında 1551 yılında yeniden açılmıştır. İkinci kapanış ise Yeniçeri Ocağının kapatılmasıyla birlikte 1826 tarihidir. Bu olay Sultan 2. Mahmut tarafından yapılmıştır. Yeniçeriliğin Bektaşiliğe bağlı iddiası ile tüm Bektaşi tekkeleri kapatılmış, ancak Sultan Abdulaziz tarafından 1868 tarihinde yeniden açılmıştır. Osmanlı kaynakları Abdulaziz’in bir de pişman name yayımlayarak yeniden açtırması hatta Bektaşi tarikatına girmesi çoğu kaynak tarafından teyit edilmiştir.

Kapatılması anında tüm mallarına el konulan tekkelerin 60 yaşın altındakilerin binaları dahi yıktırılmıştır. 1868 de açılan tekkeler eski gücüne kavuşamadan 1925 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.

1925 yılında 677 sayılı yasayla tüm tekkeler top yekun kapatılmıştır.

Tekkelerin kapatılması yeni Türkiye Cumhuriyetinde halkın eğitim birliğinin sağlanmasını hedeflemiştir ki bu kararı Alevi-Bektaşiler hoşgörü ile karşılamışlardır.Ve Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konudaki kararını saygı ile karşılamışlardır.

Tekkelerin kapatılması halkın geleneksel yapısını ortadan kaldırmamış, aksine bu inancı inatla sürdürmüşlerdir.

Bu anlamda kapatılan Ankara Hüseyin Gazi tekkesi malları Ankara Etnografya müzesine taşınmıştır. Tekkenin kapatılmasının ardından fırsatçılar, çapulcular bundan yararlanarak Hüseyin Gazi’de bulunan tekke binaları yağmalanmış, türbenin üzerinde bulunan kurşun kubbe sökülerek götürülmüştür. 1940 lı-50 li yıllara gelindiğinde bu alanda külliyeye ait eşyaların kalmadığı ve bütün binaların yıkıldığı görülmüştür.

Halkın anlatımından edinilen bilgilere göre ki, ben Gülağ Öz o dönem inşatını yapan usta

ve işçilerle yaptığım görüşmelerde aynı olayı anlatmışlardır. Kalaba semtinde oturan zengin bir Ankaralı hacca gideceği sırada rüyasında Hüseyin Gazi’yi görür. Hüseyin Gazi bu rüyada Hacca gitme türbemi yap der. Ve bu olay üç gece sürer. Vatandaş rüyanın etkisiyle türbeye çıkar ve buranın rüyada görüldüğü biçiminde yıkık ve harabe olarak görür. Gerçekten de hacca gitmekten vazgeçerek türbenin yıkık bölümlerine zor koşullarda yapmayı başarır. Zor diyorum çünkü oraya kum, çimento vb malzemelerin çıkartılması oldukça güçtür. Eşek ve katırlarla malzeme taşıyarak bir ay içerisinde türbe binasının yeniden tamirini tamamlarlar. Sekiz köşeli olan türbenin kubbesinin orijinali Selçuklu mimari tarzında iken, bu kez cami kubbesi biçiminde tamamlanır.

İnsanlar 1925 yılından beri sürekli olarak bu alana kurban ve adaklar çıkartılarak geleneksel kültürlerini yaşarlar.

1997 yılına kadar rast gele yapılan hizmetler, büyük bir çevre kirliliği ve bakımsızlık yaratır. 1989 yılında zamanın Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, buranın tarihsel kültür yapısının bilincinde bir aydın olarak bu alanda bir çalışma başlatır. Ve 2 dönümlük alanı taş duvarla kapatarak kötü görüntünün az da olsa önüne geçer. Bu ara küçük bir aşevi ile kadın ve erkek olmak üzere ikişer tuvalet yaptırır. Ancak Zeybek’ten sonra burası yeniden sahipsiz kalır ve Karapürçek Köyü’nden Hacı Ali adlı bir vatandaş burasının kullanılmasını ve bekçiliğini üstlenir. Ancak bunca kalabalık ziyaretçiye karşın tek başına başarılı olamaz ve onca ziyaretçiye sorunlar yaşar.

Yozgat ilinin merkez köylerinden Cemal Mutluer Dede burada kestiği bir kurbana Kültür Bakanlığı şube müdürlerinde Gülağ Öz ile Avukat Ali Yıldırım’ı da davet eder. Buranın bakımsızlığından ve rastgele yaşayan insanların ve başıbozukluktan rahatsızlık duyarlar. Ve buranın bir dernekle düzene sokulmasına karar verirler. Ve çeşitli kişi ve kurumlarla yapılan görüşmelerde sonuç alamazlar. Ancak Ankara’da bulunan aydınlarla bir dernek kurmaya karar verirler. Yörede çiftliği bulunan işadamı Yusuf KOÇ’un da yardımıyla oluşturulan dernek kısa sürede faaliyete geçerek buranın yapılanmasında önemli adımlar atarak, halkın yararlanabileceği tüm hizmetlerin buraya getirilmesini sağlarlar.
 
NİŞANCI FERİDUN AHMET PAŞA TÜRBESİ

38893693.jpg


Nişancı Feridun Ahmed Paşa Türbesi İstanbul ili Eyüp ilçesi, Eyüp Sultan Mahallesi, Beybaba Sokak’ta bulunan bu türbe Mimar Sinan tarafından 1483 yılında yaptırılmıştır. Nişancı Feridun Paşa

Nişancı Feridun Ahmed Paşa Türbesi

İstanbul ili Eyüp ilçesi, Eyüp Sultan Mahallesi, Beybaba Sokak’ta bulunan bu türbe Mimar Sinan tarafından 1483 yılında yaptırılmıştır.

Nişancı Feridun Paşa Sultan II. Selim’in (1566–1574) ve Sultan III. Murad (1575–1595) dönemi devlet adamlarından olup, Osmanlı münsirlerinin (nesir yazı yazan kâtip) en iyilerindendir. Baş Defterdar Çivizâde Abdullah Çelebi’nin yanında yetişmiş Diva-ı Hümayun kâtiplerindendir. Sokullu Mehmet Paşa’nın Sır Kâtibi olmuş, ardından Reisülküttap (1570), Nişancı (1573) olmuş ve ardından da Semendirek Sancak Beyliğine atanmıştır. Daha sonra ikinci kez Nişancı olmuş, Mihrimah Sultan’ın kızı, Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu Ayşe Hanım Sultan’la evlenmiş 1583 yılında da ölmüştür. Feridun Paşa’nın Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar Seferi’nden sonra yazılmış Neshet’ül Ahbar, Miftah-i Cennet isimli kitapları vardır. Ayrıca bugünkü Emirgân’da Feridun Bey Bahçeleri denilen bahçesi vardı.

Nişancı Feridun Paşa Türbesi Klasik Osmanlı mimarisi üslubunda, kesme taştan, dikdörtgen planlıdır. Türbenin üzeri 4.30 m. çapında eksedralı bir kubbe ile örtülüdür. Kubbe yivlerle 24 bölüme ayrılmıştır. Türbe altlı üstlü pencerelerle aydınlatılmıştır. Bunlardan alt pencereler mermer söveli olup, mermer şebekeleri 1945 yılında yapılan onarım sırasında kaldırılmıştır. Üst sıra pencereler sivri kemerli ve vitraylıdır. Türbenin önünde iki sütunun taşıdığı bir revak bulunmaktadır. Bunun üzerinde sülüs yazı ile yazılmış kitabe bulunmaktadır.

Kitabe:


Geçti cihandan dar-ı bekaya
Feridun Paşa rûh-i revânı
Nâmı siyavuş mütevellisi
Bevvab Sultan yazdıran anı
Dokuz yüz doksan birinde (1583) tarih
Cennetde kılsun in’âm-ı mekânı
Fâtiha ruhiyçün.


Türbe içerisinde Feridun Paşa ile eşi Ayşe Sultan’ın sandukaları bulunmaktadır.

 
SOKULLU MEHMET PAŞA TÜRBESİ

784.gif


Sokullu Mehmet Paşa Türbesi (Eyüp)
İstanbul ili Eyüp ilçesi, Cami-i Kebir Caddesi üzerinde Sokullu Mehmet Paşa’nın medrese, dar’ül kurra, türbe ve çeşmeden oluşan külliyesi bulunmaktadır. Külliyenin camisinin olmamasının nedeni, hemen yakınında bulunan Eyüp Sultan Camisi’nin olmasıdır. Bu külliye Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568–1569 yıllarında Mimar Sinan’a yaptırılmış, 1961–1962 yıllarında onarılmıştır. Külliyenin medresesi günümüzde Eyüp Sağlık Merkezi, dar’ül Kurası da Çocuk Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır.

Sokullu Mehmet Paşa, Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566), Sultan II. Selim (1566–1574), Sultan III. Murad (1574–1595) dönemi sadrazamıdır. Bosna’nın Sokoloviç kasabasında doğmuş, 15 yaşında Osmanlı ordusuna devşirme olarak girmiş, Edirne Sarayı’nda eğitilmiştir. Ardından Topkapı Sarayı’na Enderun’a gönderilmiş, oradan Kapıcıbaşılık görevi ile çıkmıştır. Barbaros Hayreddin Paşa’nın 1546 yılında ölümü üzerine Kaptan-ı Deryalık ve Rumeli Valiliği görevine getirilmiştir. Tameşvar Kalesinin ele geçirilişindeki başarısından ötürü Vezir olmuştur. Sultan II. Selim’in kızı İsmihan Sultan ile evlenmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın son dönemlerinde Sadrazam olmuş, Onun ölümünden sonra da Sultan II. Selim ve Sultan III. Murad zamanında da sadrazamlık görevini sürdürmüştür. İran seferine katılmış, Zigetvar Kalesinin fethi, Bosna ve Yemen isyanlarının bastırılması, Tunus’un ve Kıbrıs’ın fethi Onun zamanında olmuştur. Süveyş Kanalını ilk defa açmak istemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun donanması ile Akdeniz’de hâkim olmasını sağlamıştır. Sokullu Mehmet Paşa 12 Ekim 1579’da görevi başında şehit olmuştur.

Türbe iki yüzü sokağa yönelik, medresenin dershanesi ile aynı eksen üzerindedir. Dershane ile aynı saçakla birbirlerine bağlanmıştır. Sekizgen gövdeli türbenin duvarları köfeki taşındandır. İç kısmında sekizgenin köşelerine sekiz yuvarlak niş yerleştirilmiştir. Bu nişlerin arasına yedi pencere ve bir de kapı açılarak sekizgen prizmalı gövde on altıgene çevrilmiştir. Üzerini örten kubbe doğrudan doğruya duvarlar üzerine oturtulmuştur. Bundan ötürü de dış görünümünde duvarların profil saçaklarının bittiği yerde kubbe eteği başlamıştır. Türbenin sol yönünde medrese ile müşterek avlu kapısı bulunmaktadır. Bu kapı üzerinde üç satır halinde kitabesi bulunmaktadır.

Kitabe:
Şah Selim’e Vezir-i â’zam olan
Yâ’ni hem-nâm-ı mefhar-ı dü-cihân
Eyleyüb hâkır-ı şerife hutûr
Ayet-i Küll-ü men aleyha fan
Kıldı bünyâd o Hazret-i Paşa
Bir makâm-ı şerif-i âli-şân
Merkad-i pâki oldu evlâdın
Hur u gılmâna ravza-i Rıdvân
Didi bu dâr-ı cennet âsâya
İki târih idüb Nihâdi hemân
Bes makâm-ı latif cây-ı şerif
Türbei pâk-ı dâr-ı ehl-cinân
976 (1568).

Türbe kapısı iki kanatlı ve kündekâri tekniğinde ahşap geçmeli olup, oval kemerli bir niş içerisinde yer almaktadır. Türbe iki sıra halindeki pencerelerle aydınlatılmıştır. Alt sırada dikdörtgen mermer söveli yedi pencere, üst sırada da alçı şebekeli pencereler bulunmaktadır.

Türbenin içerisinde çini yazı ile bir ayet kuşağı tüm kubbeyi çepeçevre dolaşmaktadır. Burada lacivert zemin üzerine beyaz sülüs yazı ile Ayet’el Kürsi yazılıdır. Kubbe koyu kiremit kırmızısı zemin üzerine beyaz renkte rozet, palmet, rumi ve çiçek motiflerinden meydana gelen kalem işleri ile bezenmiştir.

Türbe içerisinde Sokullu Mehmet Paşa’nın ahşap sandukası bulunmaktadır. Diğerlerine göre daha büyük ölçüdeki bu sandukadan başka beş ahşap sanduka daha bulunmaktadır. Ayrıca türbe içerisinde on tane mermer lahit daha bulunmaktadır. Türbede Sokullu Mehmet Paşa’dan başka Sokullu Hasan Paşa (1604), Sokulluzade İbrahim Paşa (1621), Sokulluzade Mustafa Bey, Sokullu Mehmet Paşa’nın kızı Safiye Hanım Sultan (1562), Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Sultanzade Pir Mehmet Bey, Ali Bey (1567), Mehmet Bey Şehidin (1571), Sultanzade Ahmet Bey (1566), İbrahim Hanzadeoğlu Defter Emini Mehmet Bey (1666), Mehmet Bey’in oğlu Ali Bey (1715), Ali Bey’in oğlu Bahir İsmail Bey, Bahir İsmail Bey’in oğlu Ahmet Bey, Kasım Paşa’nın kızı Ayni Hatun gömülüdür.

Türbenin duvarının yanındaki çeşme 1568–1569 yılında yapılmıştır. Türbe İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, günümüzde ziyarete açıktır.

 
@Ters Lale kuzum nasılsın senin İstanbulda olduğunu bildiğimden bu türbelerden gittiğin var mı Eyüp sultan efendimizin de türbesini de ekledim bu sayfadaki Sokullu Mehmet paşanın Feridun Ahmet paşanın türbelerine gittin mi hiç? Kimsenin de bu konuya baktığı yok
 
ZAL MAHMUT PAŞA-ŞAH SULTAN PAŞA TÜRBESİ EYÜP

785.gif


İstanbul ili Eyüp ilçesi, Feshane Caddesi’nde Zal Mahmut Paşa Camisi’nin avlusunda ve medresenin karşısında bulunan bu türbe cami ile birlikte 1577’de yapılmıştır.

Zal Mahmut Paşa Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) ve Sultan II. Selim (1566–1574) dönemi vezirlerindendir. Bosna’da dünyaya gelmiş, Enderun’da yetişmiş, çeşitli devlet görevlerinde bulunduktan sonra 1553 yılında Kanuni Sultan Süleyman’a yaptığı hizmetlerden ötürü “Zal” (pehlivan) unvanını almıştır. 1564’de Anadolu Beylerbeyi, 1567’de Vezir olmuştur. Bu sırada Sultan II. Selim’in kızı Şah Sultan ile evlenerek saraya damat olmuştur. Zal Mahmut Paşa ile eşi Şah Sultan 1580 yılında hastalanmış, aynı gün ve aynı saatte ölmüşlerdir.

Türbe Mimar Sinan tarafından Zal Mahmut Paşa Külliyesi ile birlikte yapılmıştır. Klasik Osmanlı üslubundaki türbe kesme köfeki taşındandır. Dıştan sekizgen, içten kare planlı olup, üzeri 5.10 m. çapında bir kubbe ile örtülüdür. Duvarlarında iki sıra pencerelere yer verilmiştir. Bu pencerelerden alt sıradakiler birer kenar atlayarak açılmıştır. İkinci sıra pencereler cephenin her yüzünde olup, sivri kemerlidir. Türbenin girişinde dört sütunun taşıdığı, üzeri çatı ile örtülü sundurmalı bir revak bulunmaktadır.

Türbenin içerisinde kubbe göbeği, eteği ve pandantifler, ayna tonozları döneminin kalem işleri ile bezenmiştir.

Türbede Zal Mahmut Paşa, eşi Şah Sultan ve kim olduğu bilinmeyen bir kişiye ait mezar bulunmaktadır. Türbe İstanbul Vakıflar Baş Müdürlüğü tarafından 1960 yılında onarılmıştır.

 
786.gif

Hançerli Sultan Türbesi (Eyüp)

İstanbul Eyüp ilçesi, Eyüp Sultan Camisi’nin Bostan İskelesi Sokağı’na açılan avlu kapısının sağında bulunan bu türbe 1553 yılında yaptırılmıştır.

Hançerli Fatma Sultan, Sultan II. Beyazıt’ın (1481–1512) oğlu Şehzade Mahmud’un kızı, Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşa’nın oğlu Mehmet Bey’in de eşidir. Hançerli Sultan’ın 1553 tarihli vakfiyesinden öğrenildiğine göre İstanbul ve Bursa’da vakıf eserleri olduğu öğrenilmektedir.

Türbe dört mermer sütunun taşıdığı tuğladan kubbeli bir yapıdır. Açık türbe şeklindeki bu türbenin sütunlarının arasına demir şebekeler yerleştirilmiştir. Sokak yönündeki mermer kapısı üzerine de kitabesi yerleştirilmiştir. Bu kitabenin bazı harfleri silinmiştir.

Kitabe:
Vezir-i Azam’ın yetimi dehli
Mehmet ibn-i İbrahim Paşa
……. İçin oldu tarih
Makam-ı pür nür İbrahim Paşa.

Türbe içerisinde iki lahit bulunmaktadır. Bunlar Hançerli Sultan ve eşi Mehmet Bey’e aittir.
 
787.gif



Barbaros Hayrettin Türbesi (Beşiktaş)

İstanbul ili Beşiktaş ilçesi, Beşiktaş Meydanı’nda bulunan bu türbe Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa tarafından ölümünden önce 1541’de Mimar Sinan’a yaptırmıştır.

Barbaros Hayreddin Paşa Osmanlı tarihinin ünlü denizcilerinden olup, Akdeniz’de Osmanlı egemenliğini kurmuş ve Avrupalıların ortaklaşa düzenlediği donanmayı Preveze Deniz Savaşı’nda yenmiştir.

Barbaros Hayreddin Paşa, Gelibolulu bir sipahinin oğlu olarak 1470’li yıllarda Midilli adasında doğmuştur. Asıl ismi Hızır Reis olup, Hayreddin ismi Kanuni Sultan Süleyman (1520–1566) tarafından verilmiştir. Barbaros’un sakalının kızıl olmasından ötürü de Avrupalılar tarafından Kızıl Sakal anlamında Barbarossa ismi yakıştırılmıştır.

Türbe Klasik Osmanlı türbe mimarisi üslubunda, kesme köfeki taşından sekizgen gövdeli olup, üzeri sekizgen kasnak üzerine oturtulmuş kubbe ile örtülüdür. Giriş kapısı dışındaki cephelerinde iki katlı birer penceresi bulunmaktadır. Bunlardan alt sıra pencereler dikdörtgen söveli, üst sıradakiler de sivri kemerli ve alçı şebekeli olmak üzere toplam on dört penceresi bulunmaktadır.

Türbe girişinde iki tam, iki yarım sütunun taşıdığı, üzeri ayna tonozlu, revaklı bir giriş kısmı bulunmaktadır. Bu tonozun içerisi kalem işleri ile bezenmiştir. Giriş kapısı üzerinde kitabesi bulunmaktadır.

Kitabe:
Hâzâ türbe-i fatih-i Cezâyir ve Tunus merhum gazi kapudan Hayreddin Paşa rahmetu’llahi aleyh sene 948 (1541.

Türbe içerisinde Barbaros Hayreddin Paşa ve eşi Bâlâ Hatun ile Cafer Paşa ve Cezayirli Hasan Paşa’nın sandukaları bulunmaktadır.

Türbe günümüzde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Deniz Müzesi’nin yönetiminde olup, sürekli açık olmayıp, yalnızca 1 Temmuz Kabotaj Bayramı ile 4 Nisan Deniz Şehitlerini Anma Günü’nde resmi ziyarete açılmaktadır. Türbenin önünde heykeltıraş Zühtü Müridoğlu’nun ve Ali Hadi Bara’ın 1942 yılında yaptıkları bronz Barbaros Hayrettin Paşa Anıtı bulunmaktadır.
 
788.gif


Şeyh Zafir Türbesi (Beşiktaş)

İstanbul Beşiktaş ilçesi, Yıldız Mahallesi, Balbaros Bulvarı’nın yanı başında, Yıldız Caddesi’nde bulunan Şeyh Zafir Türbesi, Ertuğrul Dergâhı’nın bir bölümünü oluşturmaktadır. Yapı topluluğunu Sultan II. Abdülhamid (1876–1909) Şazeli Tarikatının önde gelen şeyhlerinden Şeyh Hamza Zafir Efendi adına 1887 yılında yaptırmıştır.

Mimar Raimando D’aronco’nun XIX. yüzyılda İstanbul mimarisine getirmiş olduğu Art-Nouveau üslubunda bir yapı olan türbe, kütüphane ve çeşme ile aynı üslupta tasarlanmış olup, kesme taştan yapılmıştır. Kare planlı, üzeri kubbe ile örtülü türbenin farklı bir görünümü vardır. Cephede ince uzun bir niş içerisinde pencere ve bunun iki yanında da kare söveli birer pencereye yer verilmiştir. Bütün bunlar dışarıya taşkın yuvarlak bir saçak içerisine alınmıştır.

Yakın tarihlerde, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından dergâh ile birlikte restore edilmiştir.
 
789.gif


Şemsi Ahmet Paşa Türbesi (Üsküdar)


İstanbul ili Üsküdar ilçesi, Şemsi Paşa Külliyesi içerisinde bulunan bu türbe, külliye ile birlikte 1580 yılında yapılmıştır.

Şemsi Ahmet Paşa, Sultan II. Selim (1566–1574) ve Sultan III. Murad (1574–1595) dönemlerinde vezirlik yapmıştır. İsfendiyar ailesinden Kastamonu Beyi Kızıl Ahmet Bey’in torunu, Mirza Paşa’nın da oğludur. Osmanlı Saray Okulu olan Enderun’da yetişmiştir. Avcıbaşı, Bölük Ağası, Müteferrika ve Sipahiler Ağası olmuştur. 1554 yılında Anadolu, bir süre sonra da Rumeli Beylerbeyliği yapmıştır. Sultan II. Selim tarafından vezirliğe yükseltilmiştir. Şemsi Ahmet Paşa 1580 yılında ölmüş ve cami, medrese, sıbyan mektebinden oluşan külliyesindeki türbeye gömülmüştür.

Şemsi Ahmet Paşa, türbesini caminin doğu tarafına sağlığında yaptırmıştır. Türbe camiye bitişik, kareye yakın 4.00x4.50 m. ölçüsünde olup, üzeri ayna tonozla örtülmüştür. Klasik Osmanlı türbe mimarisinin özelliklerini taşıyan bu yapının mermer söveli, yuvarlak kemerli giriş kapısı üzerinde kitabesine yer verilmiş ancak bu kitabe cami ile birlikte 1940 yılı öncesinde son derece harap olduğundan kitabe kırılmış ve yerine konulması mümkün olmamıştır. Onarım sonrası külliyenin içerisinde bulunan kitabe parçaları çalınmıştır. Kaynaklara göre bu kitabenin metni şöyledir:

Türbesinin kenarı deryada
Şemsi anınçün eyledi bünyad
Geçerken bu kenarı deryada
Aşinalar dua eyle ede yâd
Ya ilahi bî Hakkı rumi Nebi
Nurdan eyle ol kulum azad.

Şemsi Paşa Türbesinin zeminden itibaren yüksekliği caminin kubbesine kadar ulaşmaktadır. Bu örtü sistemi İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü Y. Mimarı Süreyya Yücel tarafından 1940 yılında külliye onarılırken yenilenmiştir. Orijinaline yakın bir şekilde yapılan türbenin ana yapısı kesme taştan, tonozları da tuğladan yapılmıştır. Türbenin giriş duvarı kapı nedeni ile çok dar olduğundan buraya pencere açılmamış, içerisi üst sıradaki üç pencere ile aydınlatılmıştır. Türbenin giriş dışındaki diğer kenarlarında altlı üstlü üçerden altı penceresi vardır. Türbe içerisinde orijinal kalem işlerine rastlanmamakla beraber, üzerini örten ayna tonozun ortasındaki kare boşluk içerisinde geometrik, geçme ve palmet izleri görülmektedir. Türbenin camiye açılan tunç şebekeli, yuvarlak kemerinin kemer taşı üzerine sarı kabartma harflerle bir ayet yazılmıştır.

Türbe içerisinde Şemsi Ahmet Paşa’nın sandukası dışında başka bir mezar bulunmamaktadır.

 
X