- 3 Aralık 2006
- 3.073
- 132
- 62
Belleğinde bir fotoğraf karesi gibi yaşıyor o an... Yere uzatılmış bir kadın bedeni. Beyaz bir örtünün altında... Tam karnının üzerinde büyük bir bıçak. Kadın yatıyor. Usulca açıyor baş kısmından örtüyü. Gözleri kapalı. Uyuyor sanki... Saçları kınalı... Seslense uyanır mı? “Eşkıyan, yaramazın geldi!” dese... Ağlayamıyor bile! Boğulacak acıdan. Bedeni, tepeden tırnağa acıya kesmiş halde balkona çıkıyor. “Teneke kutularda fesleğenler”... Dokunamıyor bile... Uzaklara bakıyor. Çok uzaklara... Uzaklar var mı ki? Gökyüzü, o her zaman mavisinde huzur bulduğu gökyüzü, Temmuz ayı olmasına karşın o kadar soğuk ki!
***
O gün mü edindi bu onmaz hüzünleri, bu onmaz yaraları!.. Bu deli yalnızlığı, bu gurbetliği... O günmü yaşlandı ne! O gün mü terketti onu çocukluğu... Yurdu olan çocukluğu?
Ağız dolusu gülüşleri, yalnızca fotoğraflarda kaldı... Artık, her şey eksik biraz... Göğün mavisi, badem çiçeklerinin beyazı, sazın ezgisi, serçelerin balkona konuşu, karın şarkısı, sevgilinin dudağı... Sözcükler! Her şey eksik! Her şeyde hüzün...
Uykunun teninde ürperti.
***
Oysa uykular ne güzeldi! Yurdu olan çocukluğunun uykuları... Nerede okumuştu? Kim söylemişti, şimdi anımsamıyor. Çocukluk insanın yurdudur. İnsan, yaşlandıkça, yurdundan uzaklara düşüyor... Yaşlandıkça bir gurbetlik duygusu kuşatıyor kalbini... Ve yalnızlık...
Zaman zaman, bu gurbetlik ve yalnızlık duygusuyla alkol duvarını aştığı oluyor. Uykunun ürperen tenini alkolle uyuşturuyor sanki. Ertesi gün gözünü açtığında, duygu ve alkol yorgunu kalbi, çocukluğunun gündüz uykularını arıyor.
Öğle ya da ikindi vakti. Ya erkenden uyanıp kuzuları otlatmaya gitmiş ve dönmüştür... Ya da tarlada, bağda bahçede koşuşturmuş, yorulmuş... O yorgunlukla uzanmıştır sedire. Dalmış gitmiştir. Yaz bile olsa, insan uyurken üşürmüş. Bir el, sıcacık bir el, uyandırmamak için usulca bir hırka örter üzerine. O, uyanmasın diye karınca adımlarıyla, usul usul yaklaşıp, aynı usullukla üzerini örterken, gerçekte uyku ile uyanıklık arası bir yerdedir. Duyar gelişini, üzerini örtüşünü. Ama seslenmez. Büyük bir sevgi yumağının sıcaklığı kuşatır bedenini. Sonra, o uyku ile uyanıklık arasındaki zaman dilimi sürer, sürer... Sanki bir düş dünyasında yaşar bir zaman. Kuşların ötüşlerini dinler. Çok uzak bir dünyadan geliyordur sanki sesleri... Annesi, kap kacak yıkar, ortalığı toplar... Bir şeyler yapar işte... Yine çok uzak bir dünyadan gelir gibi, bütün sessiz olma özenine rağmen çıkan tabak çanak seslerini duyar. Bu sesler bir ninnidir sanki. Uzakların ninnisi... Uzakların salladığı beşikte uyur... İnsan çocukken, uzaklar var demek ki!
***
Uzaklar varken uykular ne güzeldi! Yataklar sıcak... Hele de şafak sökerken... O, uykuyla uyanıklık arasındaki tembellik zamanları. Bir an önce kalkmalıdır oysa. İşe gidecektir. Büyümüştür artık, çalışıyordur, ama çocuktur hâlâ... İnsan, annesi yaşadıkça çocuktur. O karınca adımlar, defalarca gelir yatağın başına, uzaklaşır yeniden. Zaman gelmiştir, uyandıracaktır ama... Kıyamaz. Bir defasında, böyle bir anda, gözlerini açtığında yüzüne bakar görmüştü annesini... Uyandırmaya gelmiş ama, kıyamıyor... O anı anımsayarak yazmıştı “Yola Hazırlık” şiirini: “Telaşlı bir gölge dolaşıyor sabahı / Biraz daha alsın uykusunu yeryüzü / Bir çocuk o, gömmüş başını yastığa / Parmak uçlarına basarak dolaşıyor annem / Babam atları tımar ediyor avluda”. Uyandırmaya kıyamadığı zamanlarda, annesinin dilinden düşmeyen sözü de unutmuyor... Yine çırılçıplak dört sözcük:
“Yoksulluğun gözü kör olsun!”
Anneler kıyamaz çocuklarına... Yoksulluk kıyar. Ve geceleri uyurken, o güzel uykuları uyurken yoksul çocuklar, “söküklerin üstünde” sızlar annelerin elleri...
***
Anneler, “Dünyanın sıcak göğsü”dür... Öyle bir sevgi yumağıyla kuşatır ki çocuğunu. Öyle sever ki... “Onu ben doğurdum, ninnisini söylüyorum. / O, yalnız benim yavrum...” diyen anneler. Ama bir gün, “Bir ovanın ortasında birden yol biter gibi” terk ederler çocuklarını... Ve o çocuklar büyür birden. Çünkü yaşlanmak, annesiz kalmaktır.
***
Bütün kadınlar annesiydi biraz. Sevgilileri de... Avuçları terleyerek, yüzü kızararak aşık olduğunu söyleyebildiği ilk kız, “İyi düşün! Sen bir sevgili mi istiyorsun kendine, yoksa bir anne mi?” demişti. Henüz çocuktu daha! Çünkü, annesince terk edilmemişti henüz... Bayramlarda, tatillerde, “yollardan gözlerini toplayıp gidiyordu annesinin”... Artık yollara dökülen o gözler yok!
***
Bir ovanın ortasında birden yol bitti. Belleğinde bir fotoğraf karesi gibi yaşıyor o an... Yere uzatılmış bir kadın bedeni. Beyaz bir örtünün altında... Tam karnının üzerinde büyük bir bıçak. Kadın yatıyor. Usulca açıyor baş kısmından örtüyü. Gözleri kapalı. Uyuyor sanki... Saçları kınalı... Seslense uyanır mı? “Eşkıyan, yaramazın geldi!” dese...
***
O gün yaşlandı işte! O gün terk etti onu çocukluğu. Yurduna uzak düştü o gün. O gün başladı gurbetliği... Bu deli hüzünler... Bu yalnızlık! O gün bütün kadınlar öldü! Ne uykularında üstüne hırka örten, ne de söküklerin üstünde sızlayan bir el...
Uykusunda geliyor bazen annesi... Uykusunda sesleniyor. Ama ne öpebiliyor sesinden, ne dokunabiliyor gülüşüne... Sesini öpemese de, gülüşüne dokunamasa da, unutmuyor, hep anımsıyor o yüzü. Hele fesleğenleri okşadıkça... Çünkü, “iki şey var ancak ölümle unutulur / anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”.
***
Sahi, niye hiç düşünmedi ki, annesinin “resmini”, “kuşlara bakarken çekmeyi”?
***
Çünkü, bilmezdi “kelimelerin kifayetsiz olduğunu”. O gün öğrendi. Sözcüklere “aşklardan daha çok zaman” ayırmıştı oysa. Kadınlardan ve annesinden... Sözcükler hep elinden tutar sanmıştı. “Yedi aşkı vardı / altısı şiir”. Oysa şiirler, sözcükler, en dokunulmadık imgeler yetmiyordu ne o anı, ne gurbetliğini anlatmaya... Anladı ki “kelimeler... gerçeğin beceriksiz avcıları”ydı. Başka imgeler aramaya gerek yok. Yetmeyecekler nasılsa! Her şey iki sözcük. Çırılçıplak, en yalın anlamıyla iki sözcük:
Annem öldü !
M.Mahsun Doğan
***
O gün mü edindi bu onmaz hüzünleri, bu onmaz yaraları!.. Bu deli yalnızlığı, bu gurbetliği... O günmü yaşlandı ne! O gün mü terketti onu çocukluğu... Yurdu olan çocukluğu?
Ağız dolusu gülüşleri, yalnızca fotoğraflarda kaldı... Artık, her şey eksik biraz... Göğün mavisi, badem çiçeklerinin beyazı, sazın ezgisi, serçelerin balkona konuşu, karın şarkısı, sevgilinin dudağı... Sözcükler! Her şey eksik! Her şeyde hüzün...
Uykunun teninde ürperti.
***
Oysa uykular ne güzeldi! Yurdu olan çocukluğunun uykuları... Nerede okumuştu? Kim söylemişti, şimdi anımsamıyor. Çocukluk insanın yurdudur. İnsan, yaşlandıkça, yurdundan uzaklara düşüyor... Yaşlandıkça bir gurbetlik duygusu kuşatıyor kalbini... Ve yalnızlık...
Zaman zaman, bu gurbetlik ve yalnızlık duygusuyla alkol duvarını aştığı oluyor. Uykunun ürperen tenini alkolle uyuşturuyor sanki. Ertesi gün gözünü açtığında, duygu ve alkol yorgunu kalbi, çocukluğunun gündüz uykularını arıyor.
Öğle ya da ikindi vakti. Ya erkenden uyanıp kuzuları otlatmaya gitmiş ve dönmüştür... Ya da tarlada, bağda bahçede koşuşturmuş, yorulmuş... O yorgunlukla uzanmıştır sedire. Dalmış gitmiştir. Yaz bile olsa, insan uyurken üşürmüş. Bir el, sıcacık bir el, uyandırmamak için usulca bir hırka örter üzerine. O, uyanmasın diye karınca adımlarıyla, usul usul yaklaşıp, aynı usullukla üzerini örterken, gerçekte uyku ile uyanıklık arası bir yerdedir. Duyar gelişini, üzerini örtüşünü. Ama seslenmez. Büyük bir sevgi yumağının sıcaklığı kuşatır bedenini. Sonra, o uyku ile uyanıklık arasındaki zaman dilimi sürer, sürer... Sanki bir düş dünyasında yaşar bir zaman. Kuşların ötüşlerini dinler. Çok uzak bir dünyadan geliyordur sanki sesleri... Annesi, kap kacak yıkar, ortalığı toplar... Bir şeyler yapar işte... Yine çok uzak bir dünyadan gelir gibi, bütün sessiz olma özenine rağmen çıkan tabak çanak seslerini duyar. Bu sesler bir ninnidir sanki. Uzakların ninnisi... Uzakların salladığı beşikte uyur... İnsan çocukken, uzaklar var demek ki!
***
Uzaklar varken uykular ne güzeldi! Yataklar sıcak... Hele de şafak sökerken... O, uykuyla uyanıklık arasındaki tembellik zamanları. Bir an önce kalkmalıdır oysa. İşe gidecektir. Büyümüştür artık, çalışıyordur, ama çocuktur hâlâ... İnsan, annesi yaşadıkça çocuktur. O karınca adımlar, defalarca gelir yatağın başına, uzaklaşır yeniden. Zaman gelmiştir, uyandıracaktır ama... Kıyamaz. Bir defasında, böyle bir anda, gözlerini açtığında yüzüne bakar görmüştü annesini... Uyandırmaya gelmiş ama, kıyamıyor... O anı anımsayarak yazmıştı “Yola Hazırlık” şiirini: “Telaşlı bir gölge dolaşıyor sabahı / Biraz daha alsın uykusunu yeryüzü / Bir çocuk o, gömmüş başını yastığa / Parmak uçlarına basarak dolaşıyor annem / Babam atları tımar ediyor avluda”. Uyandırmaya kıyamadığı zamanlarda, annesinin dilinden düşmeyen sözü de unutmuyor... Yine çırılçıplak dört sözcük:
“Yoksulluğun gözü kör olsun!”
Anneler kıyamaz çocuklarına... Yoksulluk kıyar. Ve geceleri uyurken, o güzel uykuları uyurken yoksul çocuklar, “söküklerin üstünde” sızlar annelerin elleri...
***
Anneler, “Dünyanın sıcak göğsü”dür... Öyle bir sevgi yumağıyla kuşatır ki çocuğunu. Öyle sever ki... “Onu ben doğurdum, ninnisini söylüyorum. / O, yalnız benim yavrum...” diyen anneler. Ama bir gün, “Bir ovanın ortasında birden yol biter gibi” terk ederler çocuklarını... Ve o çocuklar büyür birden. Çünkü yaşlanmak, annesiz kalmaktır.
***
Bütün kadınlar annesiydi biraz. Sevgilileri de... Avuçları terleyerek, yüzü kızararak aşık olduğunu söyleyebildiği ilk kız, “İyi düşün! Sen bir sevgili mi istiyorsun kendine, yoksa bir anne mi?” demişti. Henüz çocuktu daha! Çünkü, annesince terk edilmemişti henüz... Bayramlarda, tatillerde, “yollardan gözlerini toplayıp gidiyordu annesinin”... Artık yollara dökülen o gözler yok!
***
Bir ovanın ortasında birden yol bitti. Belleğinde bir fotoğraf karesi gibi yaşıyor o an... Yere uzatılmış bir kadın bedeni. Beyaz bir örtünün altında... Tam karnının üzerinde büyük bir bıçak. Kadın yatıyor. Usulca açıyor baş kısmından örtüyü. Gözleri kapalı. Uyuyor sanki... Saçları kınalı... Seslense uyanır mı? “Eşkıyan, yaramazın geldi!” dese...
***
O gün yaşlandı işte! O gün terk etti onu çocukluğu. Yurduna uzak düştü o gün. O gün başladı gurbetliği... Bu deli hüzünler... Bu yalnızlık! O gün bütün kadınlar öldü! Ne uykularında üstüne hırka örten, ne de söküklerin üstünde sızlayan bir el...
Uykusunda geliyor bazen annesi... Uykusunda sesleniyor. Ama ne öpebiliyor sesinden, ne dokunabiliyor gülüşüne... Sesini öpemese de, gülüşüne dokunamasa da, unutmuyor, hep anımsıyor o yüzü. Hele fesleğenleri okşadıkça... Çünkü, “iki şey var ancak ölümle unutulur / anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”.
***
Sahi, niye hiç düşünmedi ki, annesinin “resmini”, “kuşlara bakarken çekmeyi”?
***
Çünkü, bilmezdi “kelimelerin kifayetsiz olduğunu”. O gün öğrendi. Sözcüklere “aşklardan daha çok zaman” ayırmıştı oysa. Kadınlardan ve annesinden... Sözcükler hep elinden tutar sanmıştı. “Yedi aşkı vardı / altısı şiir”. Oysa şiirler, sözcükler, en dokunulmadık imgeler yetmiyordu ne o anı, ne gurbetliğini anlatmaya... Anladı ki “kelimeler... gerçeğin beceriksiz avcıları”ydı. Başka imgeler aramaya gerek yok. Yetmeyecekler nasılsa! Her şey iki sözcük. Çırılçıplak, en yalın anlamıyla iki sözcük:
Annem öldü !
M.Mahsun Doğan
Son düzenleme: