Ulu Önder Atatürk'ten anılar

ressam1970

Popüler Üye
Kayıtlı Üye
17 Mart 2007
658
2
53
Atatürk'ün) En sevdiği hikayelerdir. Arada kendi anlatır, arada baskasna anlattırır, hep gülermiş. (F. R. ATAY)
Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Bir ara dinleyicilere sormus:
"Bir eşegin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı. Hangisini içer?"
Cevabı kendi veriyor: "Tabii suyu."
Gene bitirmiyor soruyor: "Neden?"
Arkadan bir bekri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.
"Eşekliğinden."
Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor.
Bir akşam Orman çiftliğinde yanında erkanı, açık havada oturuyorlar.
Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:
"Söyle çocuk: Bir eşegin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su. Hangisini icer?"
Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa Hazretlerinin ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri. Devletin en büyükleri...Esas vaziyetine geçiyor:
"Rakıyı kumandanım!"
Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip:
"Aman beyler! Neden diye sormayın!"
 
ATATÜRK’Ü AĞLATAN OLAY
(alıntıdır)
“Ben İnsan Değil miyim?”

Yıl 1922. 14 Ocak gece yarısı. Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi, savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e gidip annesini görecek. Ve Latife’yi.

Ama o gece çok sıkıntısı var Mustafa Kemal’in ve bir türlü uyku tutturamıyor.

Ali Çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor. Kapıya dayanmış karanlığı seyreder ken bir yandan da kendi kendine mırıldanıp duruyor.

“Bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim.

İşte, sonunda şifreli telgraf geldi. Zübeyde anamızı yitirdik. Peki, ne duruyorum. İçeri girip onu uyandırmalıyım. Ama işe bak, giremiyorum. Kıyamıyorum paşama. Nasıl derim ki: ‘Anamız öldü paşam!’ diyemem. Onun yüreği anası için atar. Hep söyler. Vatanı kurtarmakla anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. Kapıyı açsam, telgrafı uzatsam, ‘Paşam sen sağ ol’ desem ‘Eyvah demez mi?’ ‘Koca vatanı kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?"

Ali Çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. İçeriden bir ses geliyor. Mustafa Kemal sesleniyor.

Çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:

“Emret Paşam”.

Mustafa Kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:

“Ne demeye kapıda bekliyorsun sen?”

“Uyku tutturamadım da Paşam”

“Annemden bir haber var mı?”

“Az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar.”

“Boşuna kıvranma Ali, benden de saklamaya çalışma. Ben haberi aldım.”

Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:

“Ne olan, ne haber aldın ki paşam? Hayır haber inşallah.”

Mustafa Kemal usul usul anlatıyor.

“Az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. Hep olduğu gibi bana birşeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç!..”

Çavuşu bir titremedir almıştı. Derken.. Mustafa Kemal emri verdi:

“Çocuk! Al getir şu telgrafı, hemen!”

Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.

“Ver onu” dedi. “Paşamız bekliyor.”

Kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve: “Sen sağol paşam” dedi.

“Millet sağ olsun.”

Gözünden iri bir damla göz yaşı akıvermişti. Çavuş “Ağlama paşam” diye yalvardı.

“Neden? Ben insan değil miyim? Anam öldü. Ben buna ağlarım. Ama, Anavatan kurtuldu. Bununla da te selli bulurum. Benim için ikisi bir.”

İşte ben bunun için:

‘Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’ diye cevap vermedim mi Namık Kemal’e? Birden Mustafa Kemal ile Ali Çavuş birbirlerine sarıldılar ve açık açık, hıçkırıklarla, içli içli ağlıyorlardı.
 
Atatürk Duygusuz Bir İnsandı Diyenlere İthaf Olunur"

Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına
rasladık. Atatürk attan inerek bu ihiyar kadının yanına sokuldu.

- Merhaba nine

Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

- Merhaba dedi.

- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Kadın şöyle bir duralayıp,

- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?

Paşa gülümsedi.

- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin
malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip
nereye gittiğini söyleyecek misin? Kadın başını salladı.

- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç
bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana
bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum
gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez
görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi
Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı
Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan
belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadını birden yüzü
sertleşti.

- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim
vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını
onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi
istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun
sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol
paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen
efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı
bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok
duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,

- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm,
benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum
anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni
buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.

Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere
fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi
de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul
gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın
ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket
çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e
uzattı;

- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana
hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.

Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.

Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;

"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün.
Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."
 
Kıbrıs'ı verelim de kurtulalım diyenlere Atatürk'ten bir anı:

Günlerden birgün İtalyan büyükelçisi Ata ile görüşmek ister ve huzura davet edilir. O günün muhtelif ekonomik-siyasi konuları hakkında konuşulduktan sonra büyükelçi: '' Ekselans dün Roma ile yaptığım bir görüşmede hükümetimizin Hatay'ı almak istediği kararını size iletmem söylendi.'' der. Odada bir an sessizlik olur. Ata büyükelçiye birşeyler daha ikram eder ve iki dakika odadakiler ile başbaşa bırakır. Döndüğünde ayağında çizmeleri, üzerinde mareşal üniforması ve belinde tabancası vardır. Doğru masasına gider, manyetolu telefondan Mareşal Fevzi Çakmak'ın bağlanmasını ister ve Çakmak'a:'' Paşa İtalyan dostlarımız Hatay'a gelmek istiyorlar hazır mıyız?'' der. Fevzi Çakmak durumu anlar ve '' Biz hazırız Paşam. '' diye yanıtlar. Ata büyükelçiye döner ve: '' Biz hazırmışız, hükümetinize söyleyin isterlerse Hatay'ı gelip alabilirler.
 
Atatürk'e bir köylünün cevabı

Tarihimiz sayisiz savaslarla doludur. Biz bu savaslardan baskaldirip ne memleketi imar edebilmisiz, ne de kendimiz refaha kavusmusuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda oldugu kadar düsmanlarimizdadir da. Çünkü basta moskoflar olmak üzere düsmanlarimiz hep söyle düsünürlerdi :

- Türklere rahat vermemeli ki, baska sahalarda ilerleyemesinler...

Bunun için de sik sik basimiza belalar çikarirlar, savaslar açarlar, Balkan milletlerini istiklal diye kiskirtirlardi.

Biz böyle durmadan savasirken de o zamanlar askere alinmayan gayri müslimler durmadan zenginlesirlerdi.

Onlarin neden zengin, bizim neden fakir kaldigimizi bir köylü, Atatürk'e verdigi kisa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmistir.

Atatürk, mMersin'e yaptigi seyahatlerden birinde, sehirde gördügü büyük binalari isaret ederek sormus :

- bu kösk kimin ?
- kirkor'un...
- ya su koca bina ?
- yargo'nun
- ya su ?
- salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormus :

- onlar bu binalari yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananlarin arkalarindan bir köylünün sesi duyulur :

- biz mi nerede idik ? Biz Yemen'de, Tuna boylarinda, Balkanlarda Arnavutluk daglarinda, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savasiyorduk pasam...

Atatürk bu hatirasini naklederken :

- hayatimda cevap veremedigim yegane insan bu ak sakalli ihtiyar olmustur, der dururdu.
 
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalik bir halk kitlesi iskelede etrafini çevirmis bulunmakta idi. Bir kadinin, elinde bir kagitla Atatürk’e yaklastigi görüldü. Ihtiyar, zayif bir kadindi. Ata’nin yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanidin mi ogul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komsunuzdum. Bir oglum var; devlet demiryollarina girmek istiyor. Siz onu alsinlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oglumu yine ise almamis..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakisli gözleri samimiyetle parladi... Elleriyle genis jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oglunu almadilar mi? Dedi. Ben tavsiye ettigim halde mi almalidar? Ne kadar iyi olmus... Çok iyi yapmislar... Iste Cumhuriyet böyle anlasilacak...
Kadin kalabaligin içinde kaybolmustu. Ve Atatürk adeta vecd (çosku) dolu bir sesle:
- iste Cumhuriyetten bekledigimiz netice... Diyordu.
 
Atatürk bu engin insanlik duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygi ve bagliligini izmir’e girdigi sirada da göstermisti... O’na İzmir’de Karsiyaka’da bir ev hazirlanmisti ki, bu evde isgal esnasinda Yunan krali Konstantin’de kalmisti... Evin sahibinin oglu ile hazirlikta çalisanlarin bazi yakin akrabasi Yunanistan’da esir bulunuyorlardi; isgal esnasinda, bütün Türkler gibi çok izdirap çekmislerdi; içlerinden yaraliydilar ve yunanlilardan öç almak atesiyle yanip tutusuyorlardi. Bu duygularin etkisi altinda evin dis merdiveninin üzerine, muzaffer baskomuta’ninin basip geçmesi için, ipek bir düsman bayragi sermislerdi...
Atatürk yere serili bayragin önünde durmustu; etrafinda bulunan kadin-erkek izmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaslarla dolu:
“buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabanci kral bu evden içeri, bizim bayragimiza basarak girmisti; siz lütfedin, bu karsilikla o lekeyi silin. Burasi bizim sehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvariyorlardi.
Hiçbir durumda benligini ve sagduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatli bakis ve sesi ile:
“o, geçmiste hata etmis; bir milletin iskitlalinin timsali olan bayrak çignenmez, ben onun hatasini tekrar edemem,” cevabini vermisti ve ancak bayragi yerden kaldirttiktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmisti...
 
Bu milletvekilliği ayrıcalığını hiç beğenmedim

Atatürk bir sabah florya’dan dolmabahçe sarayina dönüyor. Yesilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve basyaver’e:
- sorunuz, tren var mi? Diye emir veriyor.
O sirada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanindakilerle trene biniyor. Karar ani verildigi ve tatbik edildigi için bu trene binis hemen kimsenin nazari dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her seyden habersiz olan kondüktör ata’nin bulundugu kompartimana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;
- vazifeni yap! (yanindakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?
Yanindakiler cevap verirler.
- pasam biz mebusuz. Tren bileti almayiz. Parasiz seyehat ederiz.
Ata hayretle:
- bu imtiyazi hiç begenmedim, der. Çok ayip ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçilik!
 
Kurtdereli...

Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralık bir İş Bankası çeki veriyor. Altını Kemal Atatürk diye imzalıyor, zaten çeklerde resmi de var. Pehlivan çeki İş Bankası' na götürüyor; kendisine 1000 lirayı ödüyorlar. Muazzam bir para.

Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?" diye sorduklarında çeki beklediğini söylüyor.
"Parayı aldın, çek bizde kalacak" diyorlar.
"O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" diyor. "Onda Atatürk'ümün imzası var." Ve parayı iade edip Atatürk imzalı çeki sevgiyle cebine yerleştirerek gidiyor
 
On yıl sonra...

Samsun’dan havza’ya gidiyorduk. Altimizda, birinci dünya harbi’nden kalan benz marka bir otomobil vardi. Söför de Türk degildi. Yola çiktik, biraz sonra motorda bozukluk oldu ve araba durdu. Otuzalti yasinda zaferler kazanan kumandan Mustafa Kemal Paşa’nin ne demek oldgunu arkadaslari bilirler. Kizdi ve asabilesti. Söförü azarladi ve kendisi makinayi harekete geçirmege ugrasti. Tabi muvaffak olamadi.
Ben, doktor Refik Saydam ve Kazim Dirik bir kösede duruyorduk. Dogrusu, içimizden neden ise karistigina hem üzülüyor, hem sinirleniyorduk. Içimizden geçeni anlamis gibi bize bakti ve dedi ki:
- on sene sonra sizinle, kendi yaptigimiz yollarda, Türk söförleri bizi istedigimiz yerlere götürecekler!
Biz sustuk. Içimizden geçenlerin ne oldugunu bilmem anlatmak lazim mi? Aradan tam on yil geçti. Ben birinci umumi müfettis idim. Diyarbakir’a gelmisti. Bir yolda giderken gene otomobil bozuldu. Kafile durdu. Beni yanina çagirdi ve Türk söförle islemeye baslayan makineyi isaret etti:
- vaadimi yerine getirdim!
 
Sivas'ta vatan bütünlügü ve bütün millet adina bir kongre toplamaya karsi olanlar çoktu.
Isgal kuvvetleri ile İstanbul hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birligi etmislerdi. Binbasi rütbesinde bir fransiz jandarma subayi, yanina bir tercüman alarak sivas valisine geldi.
"eger burada kongre toplanirsa fransizlar sivas'i isgal edecekler" dedi.
Vali, Mustafa Kemal'e ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan'da toplanmasini söyledi. Kuva-i milliyeci bir genç sonradan Sivas milletvekili Kasim da valiyi desteklemekteydiler. Mustafa kemal, ingilizlerin Samsun'u topa tutmak, on güne kadar yeni isgaller yapmak santaji ile kendi çalismalarina engel olmak istediklerini hatirlatarak bu blöflere kulak asmamalari cevabini verdi.
Hiç bir vaka olmadan 2 eylül aksami Sivas'a varilmistir. Sehirde ne kadar fayton ve yayli araba varsa hepsini karsilayicilar tutmuslardi. Yalniz hürriyet ve itilaf partisinden kimse yoktu. Kalabalik arasinda fransiz subayin tehdidi üzerine telaslanan genç rasim'i Gören Mustafa Kemal:
- "gençler için vatan islerinde ölmek olabilir, korkmak asla !
Kurtulus Savasi’nda Sakarya Zaferi nasil bir kader dönümü olmussa, anadolu'da yeni devletin kurulusunda sivas kongresi’nin o kadar büyük önemi vardir.
 
Serbest firka'nin kurulusu ve kaldirilisi :
Gazi, 1930 yilinin kasim’inda Kayseri yönünde trenle yurt gezisine çikmisti. Yol arkadaslarina ilk sordugu soru;
"serbest firka'yi kapatmakla iyi mi ettik?" idi. Tabii herkes "iyi oldu" diyordu. Ama bu soru bütün gezi boyunca sürecekti. Sonunda 22 kasim 1930'da gazi Samsun'a varmisti. Samsun'da olaganüstü önlemler alinmistir. Halk asker kordonlarinin arkasina sinmistir. Aksam ziyafet verilir. Ama masada kenti temsil eden hiç kimse yoktur. (Bosnakzade Ahmet Bey).
"Belediye baskani nerede? Nasil olur? Kentlerine konuk geldik" diye sorar belediye baskani serbest firka’li oldugu için vali tarafindan davet edilmemistir. Hemen belediye baskani’ni bulup masaya getirirler. Söz serbest firka'dan açilir. Gazi serbest firka'nin kendinden beklenen isleri göremeyecegi, memlekette gericiligin ve inkilap disi akimlarin bundan yararlanacagi düsüncesi ile serbest firka'nin kapatildigini anlatir ve sonunda belediye baskani’na dönerek der ki;
"simdi baskan bey, siz de artik kaldirilmis olan bir partinin belediye baskani olarak görevinizi sürdürmek istemezsiniz, degil mi? Istifa ediniz" ama belediye baskani’nin yaniti baskadir.
"Pasam, ben serbest firka'yi temsil etmiyorum. Bu seçim halkin bana karsi bir güveni seklinde ortaya çikmistir. Eger bu görevden istifa edersem, halkin gösterdigi yakinliga ve güvenine karsi gelmis olurum."
Gazi sakin bir sesle :
"düsündügünüz dogru. Dilediginiz gibi olsun." yanitini verir.
 
12 eylül 1929 tarihinde ankara’da paris büyükelçisi Fethi Okyar’a cumhurbaskanligi genel sekreteri Tevfik Biyiklioglun’dan bir telgraf gider:
“reisicumhur hazretleri fransiz hukuk fakültelerinde okutulan derslere ait kitaplarla en mufassal ve yüksek bir umumi tarihi zat-i alilerinden rica etmektedir.”
Fethi bey, üç gün içinde kitaplari gönderir, arkadan yeni siparisler gelir, ernest lavisse ve alfret rambaud’un 12 ciltlik “histoire generale des peoples et des civilisations” kitabi istenir, Fethi Okyar bunlari da gönderir.
18 kasim 1929’da büyükelçi’ye, Çankaya’dan bir mektup gelir:
“dün ernest lavisse’in on iki ciltlik tarih-i umumisi geldi. Yalniz tarih-i kadim’e ait kismi yok, yani milattan sonra basliyor. Bunu ikmal edecek kisimin da lütuf buyurulmasini reisicumhur hazretleri rica ediyorlar.(...) Yalniz bunlarin bedeli bir hayli tutsa gerektir. Tasfiye edilmek üzere bedelinin is’arini istirham ederim. Pasa hazretleri, sonra bir daha kitap istemeye yüzümüz olmaz, diyorlar. Reisicumhur hazretleri muhabbetle gözlerinden öpüyorlar efendim.”
Fethi bey, Atatürk’ün çok yakin arkadasidir, kitaplarin bedelini seve seve ödeyebilir, ama Atatürk bunu istemez, fatura gelir, kitaplarin bedeli paris’e gönderilir.
1930’da Fethi Okyar, merkeze döner, Paris büyükelçiligi’ne Münir Ertegün atanir, atatürk’ün kitap siparisleri devam eder, genel sekreter, rene grousset’nin iki ciltlik “historie de i’ektreme orient” adli kitabini ister.
Kitap hemen gönderilir.....
Devamini bilal simsir söyle anlatir:
“Münir bey, hemen kitabi postalar. Kitabin 571 frank, 80 santim tutarindaki faturasini da disisleri bakanligi’na yollar. Büyük bir hukukçu olan Münir bey, büyükelçilik ve bakanlik bütçesinden cumhurbaskani için harcama yapilamayacagini herhalde bilir. Ama, belki, gazi için bir kerecik çignesek ne çikar, diye düsünmüstür. Bu yüzden disisleri bakanligi ve sayistay kendisinden hesap soracak degildi ya. Gazi denince akan sular dururdu.”
Ama büyükelçi yanilmaktadir, çankaya’nin böyle seylere tahammülü yoktur.
Hatta büyükelçi, disisleri’nin kitap, brosür tahsisati vardir, fatura bakanliga gönderilmis, bedeli o tahsisattan ödenmistir, dese bile...
Çankaya faturalari disisleri bakanligi’ndan alir, 571 frank, 80 santim is bankasi araciligiyla paris’e gönderilir
 
Atatürk'ten Sovyet Elçisine "Asla Bolşevik Olmayacağız"

Ankara’nin subat ayina tesadüf eden oldukça soguk ve karli bir gecesi idi. Ankara kulübünde bir balo tertip edilmistir. O zamanin bütün mümtaz simalari orada idiler. Saat henüz 12‘ye gelmemisti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan uyandiran mes’ut bir haber baloya yayildi:
- Gazi pasa baloya geliyorlar !.
Rus sefarethanesinde imisler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki rus sefiri de baloya gelmisti.
Bir aralik sefir, salonunun ortasina dogru ilerlemekte olan gaziye yaklasarak fransizca:
Ekselans dedi, sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur; çünkü müsterek bir gaye ugrunda varligini kurtarmaga çalisan milletleriz. Türkiye’nin en büyük halaskari ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek serefini kazanabilir miyim?...
Atatürk evvela gülerek elini uzatti, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve kiymetli atamiz bu çesit eglence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdi. Onun için bütün yabanci gazete muhabirlerinin huzurunda su cümlelerle sefirin sözlerini cevaplandirdi:
- ekselans, gösterdiginiz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok mütehassis oldum. Tesekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalidir. Yalniz suna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza ragmen asla bolsevik olmayacagiz !
 
Atatürk’ün Eşitlik Anlayışı...

Atatürk birgün dolmabahçe’den gizlice çikar Topkapi sarayi müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapiciya tanitir, fakat kapici henüz saat 9 olmadi, memurlar da gelmedi Atatürk degil, kim olursan ol, bekleyeceksin der.
Hiç süphe yokki , kapici atatürk'ü tanimamis ve birden fazla bu sözlere muhatap bulundugu için gelenin Atatürk olabilecegine inanmamistir. Fakat bu anekdotta mühim olan nokta Atatürk'ün kapicinin sert cevabi karsisinda israr etmeyerek ,bir kenara çekilip, saatin 9 olmasini ve memurlarin gelmesini beklemesidir.
 
Satı Kadın...

Ankara'da yakici bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaslari ve yaverleri oldugu halde Kizilcahamam'a giderken Kazan köyü yakinlarinda durmus ve otomobilinden inmisti. Köyün kadini, genci, yaslisi, ihtiyari köylerin içinden geçen, sosede duran bu yabanci konuklari görünce hep kosustular. Kimi su seyirtti, kimi ayran , bunlardan biri, gügümünden aktardigi soguk ayrani ata'ya uzatti:
- bir soguk ayran içermisiniz,dedi.
Bu çorak iklimin kavurdugu yüzünde bronzlasmis Türk kadinin en bariz ifadelerini tasiyan, bir türk anasi idi. Bögrüne sikistirdigi kundagi biraz daha bastirdiktan sonra, sag elindeki ayran bardagini uzatti, bekledi. Ata'si, ayrani kana kana içmis ve biran durakladiktan sonra ona :
- senin kocan kim ? Diye sormustu
Köylü kadini,yüzü tunçlasmis, elleri nasirli bir Türk anasi Ankara'nin kendine has sivesi ile kocasinin Sakarya harbinde bogazindan yaralanmis bir cengaver oldugunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
- ne zaman dogdun?
- 1919'da Atatürk Samsun'a çiktigi zaman dogdum.
Ata, bir an düsündü. Yil 1934 idi. Kadinin bu ifadesine göre 15 yasinda olmasi lazim gelirdi. Halbuki karsisindaki kadin 25 yaslarinda görünüyordu tekrar sordu :
- nasil olur
- evet , nasil olurdu .bu sati kadin hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin isgal altinda geçirdigi aci yillari ima ederek:
- evet pasam,ondan evvel yasamiyordum ki !
Bu espiri ata'yi bir hayli düsündürdü. Ayrilirken yaverine kadinin ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz sati kadini büyük millet meclisine giren ilk kadin milletvekili olarak görmekteyiz
 
Babalık Duygusu...

Düğün, O'nun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata, ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.
çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olduğu belli olan çifte yavaşça seslendi: "Öpeyim mi?"

Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.

Atatürk, çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.

Uyanık ve duygulu çocuk: "Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk, ben de sizi öpeyim." diye direndi.

Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.

Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?
 
Mutlu Bir Dalgınlık...

Savaşın sıkışık zamanlarında orduda bozgun yaratabilecek davranışları komutanların hemen o anda kendİ elleriyle ölümle cezalandırmaları bir görenektir. Birinci Cihan Savaşında gerekli gereksiz bu yola sapan bir komutan dile düşmüştü.

Bir gün Atatürk'ün sofrasında bu konu ele alınmış tartışılıyordu. Kendisi bu çareye hiç bir zaman baş vurmadığını, bu yola sapanların çoğunlukla beceriksiz duygusuz kişiler olduğunu söyleyerek:

- Bir kez, az kalsın birini öldürüyordum, fakat umulmadık bir unutkanlık beni bu kara lekeden kurtarmış oldu diyerek olayı anlattı:

Kurtuluş savaşının başında, herkesin kendini sonsuz birer baş saydığı o günlerde bir tanıdığının, hiç bir hoşgörürlükle bağışlanamayacak ağır, çok ağır bir suç işlediğini haber almış. O denli üzülmüş ve öfkelenmiş ki ne olursa olsun, o herifin cezasını kendi eliyle vermek için önüne geçilmez bir hırsa kapılmış. Hemen arabasına binerek suçlunun kırdaki evine koşmuş. Yolda giderken de, pantolunun arka cebinde duran tabancasını, kolay olsun diye paltosunun cebine aktarmış.

Arabayı uzaktan görüp tanıyan adam konuğu buyur etmek üzere evin kapısını açarken Ata da bahçe kapısından içeri giriyormuş. Hemen o anda tabancasını çekmek için elini arka cebine atmış, cebi boş!

Tabancanın yerini değiştirmiş bulunduğunu hatırlayıncaya dek adam işi anlamış, hemen geri dönerek arka pencereden atlamış ve o semtin bağları içinde görünmez olmuş.

Ata onu adaletle karşı karşıya bırakmaktan başka bir şey yapamadığını anlattıktan sonra sözününü şöyle bitirmişti:

-İşte elimi kana bulamak gibi bir kara lekeden beni bu mutlu dalgınlık kurtarmıştı.
 
Mustafa Kemal ve General Toenshend


Birinci Dünya Savaşında Irak'ta İngilizlerle savaşıyorduk. Bir aralık ele geçirdikleri Kutülemara kalesini az sonra bizim ordu çevirmiş, epey uğraştıktan sonra düşürmüş, içindekileri de komutanları General Townshend ile birlikte tutsak etmişti. Komutan İstanbul'a getirilerek savaşın sonuna değin Heybeliada'da gözaltı edilmiş, bırakışma olunca da yurduna dönmüştü.

Anadolu'da Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra General Townshend'in güney kıyılarımızdaki limanlardan birine geldiği ve Mustafa Kemal ile görüşmek istediği bildiriliyor. Ata onu Konya'da kabul ediyor, ama ikisi karşılaşınca general şaşkın şaşkın duraklıyor ve şöyle bir konuşmaya yol açıyor:

- Affedersiniz, görüyorum ki işin içinde isim benzerliğinden doğan bir yanlışlık var, ben sizi başka bir Kemal sanmıştım.

- Nasıl bir Kemal?

- Kütülemara'da ordumla birlikte çevrilmişken karşı tarafta Kemal adlı çok centilmen bir komutan vardı. Onunla hasım olmakla birlikte aynı zamanda çok da dost olmuştuk. Bu işin başına onm sandım da...

- Onunla dost olduğunuz gibi benimle de olabilirsiniz. Buyurun, oturun.

General oturur. İki asker, iki insan birbirini anlamakta gecikmezler. Biri karşısındakinin nasıl kutsal bir dava peşinde olduğunu, öbürü de ötekinin hala hasım durumunda olan bir devletin generali olmakla birlikte ne denli insanca düşündüğünü görür.

General hayran kaldığı yeni dostuna birkaç gün konuk olduktan sonra ayrılmak için izin isteyince Paşa şöyle bir öneride bulunur:

- Ben Ankara'ya döneceğim, Orada, içlerinde sizin doğrudan doğruya kendi dilinizle konuşabileceğiniz kimseler de bulunan arkadaşlarım var. İster misiniz birlikte gidelim? Onlarla da tanışmış olursunuz.

Ankara'ya dönüyorlar. General orada yeni tanıdıklar ediniyor. Yurduna dönrnek üzere vedalaşırken Paşa ona soruyor:

- Arkadaşlarımı nasıl buldunuz?

- Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde henüz anlamamış olanlar vardır.

Paşanın karşılığı şu olmuş:

- Bunu biliyordum; fakat bu halin size de sezdirilecek bir derece de olduğunu şimdi anlamış oluyorum.
 
S. ERİŞ Ülger'in kitabından (Latife Gazi Mustafa Kemal) kısa alıntıdır.
29 ocak 1923 tarihinde, İzmirli bir ailenin kızı olan Uşakizade Latife Hanımla evlenir.
Gerek Gazi'nin gerekse Latife Hanım'ın tüm çabalarına rağmen bu evlilik 25 ağustos 1925 tarihinde noktalanır.
"Bu evliliğin yürümemesinde en büyük etken vazgeçliemeyen alışkanlıklardır. Bir de buna karşılıklı beklentiler eklenince sıkıntı daha da büyür.
Mustafa Kemal Paşanın beklentileri şahsına yönelik değildir. Latife hanımın uygar ve modern bir genç kız olması nedeniyle, Türk kadınının onu örenk alacağını düşünür. Paşa, Latife Hanımın gerek eğitimi gerek davranışları gerekse düşünceleri ile, örnek bir eş olacağı inancındadır. Gittiği ve gezdiği heryerde eşini ön plana çıkarması, eşinin daima yanında olması bu inancın kanıtıdır. Ancak bu düşüncelerinde yanıldığını anladığı zaman pişmanlığı katlanır.
Elbette Latife Hanımın da Mustafa Kemal Paşa dan beklentileri vardır. Bir farkla ki Latife Hanımın beklentileri kişiseldir. Latife Hanım Paşa dan evin erkeği olmasını, düzenli bir hayat yaşamasını, zamnını kendisi ile paylaşmasını ister ve bekler. Ülke sorunlarının konuşulduğu gece sofralarında konukları arasında değil de akşam yemeğini Gazi ile paylaşan eş durumun da olmak ister. Bu isterk ve beklentilerin aylar geçmesine rağmen gerçekleşmemesi zaten hırçın tabiatlı olan Latife Hanımı daha da hırçın yapar. Latife Hanım için bir tutku olan hükmetme duygusu ilerki yıllardaki büyük yalnızlığının nedenlerinden belki de birincisidir.
....
Gazi ile Latife hanımın evliliği zaman olarak kısa sürmüştür. fakat her iki tarafta hayatlarının sonuna kadar bu evlilik içinde yaşanan üzücü olayların etkisi altında kalmışlardır.
Gerek Gazi Mustafa Kemal Paşanın gerekse Latife Hanımın alışkanlıklarından ödün vermemiş olmaları, beklenti ve isteklerin uyuşmamış olması, sonun başlangıcını hazırlamıştır."
 
X