Ulu Önder Atatürk'ten anılar

ASKERLİK SANATI

Askerlik sanatı, Mustafa Kemal'in kanısınca, bir sağduyu biçimdeydi. Savaş planlarını, hazırladığı tarzdan başka bir biçimde çizmedi. "İzmir hattı ve Bağdat Demiryolu'nun birleştiği noktada bulunan Afyonkarahisar'da taarruza geçtim. Çünki orada taarruza geçmek gerekirdi. Yunan yığınağı esasen beni bu surette hareket etmeye yöneltiyordu. Tan ağarırken düşmanı ansızın avlamak için bütün gece yürüyen askerlerimiz temizlendikten sonra - elli kilometrelik bir uzaklığı aldıktan sonra taarruza geçebilecek birlikler azdır - atlı birlikleri Yunan Ordusu'nun gerilerine sarkıttım." "Düşmanın sağ kanadını çevirmek mi istiyordunuz?" diye sordum. "Hayır. Çok daha geniş bir manevraya girişmiştim. Düşmanı tamamiyle kuşatmak istiyırdum ve bunu başardım." Ve sesini alçaltarak ilave etti: "Annibal'in Cannae'de uyguladığı manevra."

( Kemal Arıburnu )
 
İZNİK TARİHİ

Atatürk 1936'da İznik'e uğramıştı. Yanında Celal Bayar, Afet Hanım ve daha birçok arkadaşları vardı. İznik Belediye Bahçesi'nde uzun bir masanın etrafında toplananlar, O'nu eğliyorlardı. Afet Hanım, tarihi İznik'i gezmek için Atatürk'ten izin alarak ayrılmak istedi. Atatürk, herkesçe malum olan tarih bilgisine dayanmış oalcak ki, şöyle dedi: "Hay hay, gidebilirsiniz, fakat unutmamalı ki, asıl İznik'i göremeyeceksin, çünki o topağın altındadır." Afewt Hanım ayrıldıktan sonra Atatürk, masasında oturanlara şöyle bir soru soruyor: "İznik'in etrafını çeviren surların kaç kapısı vardır?" Bu sorunun yanıtını İznik tarihini iyi bildiğini sanan bir İznikli veriyor: "Üç kapısı vardır efendim. Bulunduğumuz yerin doğusundaki kapı, kuzeyindeki Yenişehir Kapısı, güneyindeki İstanbul Kapısı diye bilinir." Atatürk: "Hayır, dört kapısı olacak. İznik Türkler tarafından ilk zaptında Kılıç Aslan'ın girdiği Batı Kapısı nerede?" "Böyle bir kapı bilmiyoruz efendim." Atatürk bir süre sustu. Canı sıkılmışa benziyordu. Nihayet konuyu değiştirdi. Aradan seneler geçti. Biriken suları İznik Gölü'ne akıtmak için yol açmaya uğraşan işçiler, bir noktada suların kendiliğinden boşluk bularak akmakta olduğunu hayretle gördüler ve ilgililere bildirdiler. Kazıya devam olununca, bunun bir kapı, hem tam teşkilatlı kurşunlu bir kapı olduğu meydana çıktı. Atatürk'ün bahsettiği Batı Kapısı bulunmuştu.
 
LİMAN VON SANDERS

Türk Ordularını komuta eden Alman Generali Liman Von Sanders Paşa Mustafa Kemal'e: "Ben sizin yerinizde olsam bu üç maddelik emri yazılı olarak vermezdim. Oradan bir subay çağırtacak yerde, kendi adamlarımdan birini gönderir, sözle duyururum" demişti. Mustafa Kemal: "Evet, ben de kitaplarda böyle öğütlendiğini bilirim. Böylece on beş dakikalık bir zaman kazanılır. Fakat ben, kendi memleketimi ve adamlarımı tanırım. Öyle yapsaydım, emir yanlış anlaşılırdı. O zaman kaybolan on beş dakika değil, bütün savaştır" demişti.

( Kemal Arıburnu )
 
VALLE PADİŞAH BİLİR!

1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: "Depremden çok zarar gördün mü, baba?" diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: "Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin?" İhtiyar, Kürt şivesiyle: "Valle Padişah bilir!" dedi. Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: "Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakayım zararın ne?" İhtiyar tekrar etti: "Padişah bilir!.." Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü: "Siz daha devrimi yaymamışsınız" dedi. Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: "Köylere genelge yolladık Paşam" dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: "Oğlum, genelgeyle devrim olmaz!..." dedi.

( Ahmet Hidayet Reel )
 
MISIRLI BİR LİDERİN MUSTAFA KEMAL'DEN YARDIM İSTEMESİ

Birgün Mısır'da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine: "Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu. Olabilecek şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal: "Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu. Adamcağız yüzüne bakakaldı: "Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya..." dedi. "Benimle olmaz, Beyefendi Hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o vakit gelip beni ararsınız."

( Falih Rıfkı Atay )
 
ZÜLÜFLÜ İSMAİL PAŞA

Milletvekili ve Atatürk'ün yakın arkadaşlarından Kılıç Ali anlatıyor: Bir gece uykumun arasında telefon çaldı. Karşımdaki Çankaya'dan Başyaver'di. "Derhal seyahate çıkılıyor. Hemen Köşke gelmenizi emir buyurdular" dedi. Saate baktım, vakit gece yarısını hayli geçmişti. Hazırlandım ve Köşke gittim. Meğer, o gün Atatürk, Kırşehir'de Özel İdare'den maaş alan öğretmenlerden, birkaç aydan beri maaş alamadıklarından dolayı bir şikayet mektubu almış. Ve o gece sofrasında bulunan ilgili bakandan, öğretmenlerin niçin kaç aydır maaş alamadıklarını sormuş. Bakan da: "Havalar kış... Belki de onun için postalar işleyememiştir" neviinden birşeyler söylemiş, mazeret ileri sürmek istemiş. Atatürk, bu cevap üzerine: "Ya... Demek şimdi muhasaradayız, öyle mi? O halde biz de sofradan kalkar, gider, hem yolunu açarız, hem de Kırşehir'de öğretmenlerin dertlerini yakından dinleriz" demiş ve derhal hareket emrini vermiş. Gerçekten de kötü bir kıştı. Hava fena halde yağışlı ve çok soğuktu. Atatürk, o gece sofrasında davetli bulunanlardan da bazılarını beraberlerine alarak gece yarısından sonra yola çıktı. Hava o kadar pusluydu ki ara yolu kaybettik. Bir köylünün kahvehanesine sığındık. Kahvehanenin sac sobasını yaktırdık. Ellerini sac sobanın üstünde gezdirerek ısıtmaya çalışan Atatürk: "Biz Harbiye'de okurken bir kış yine böyle çok şiddetli geçiyordu. Mektebin sobaları yanmıyordu. Derdimizi idareye anlatamadık. Arkadaşlar Müdür'e çıkmak için beni seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa... Evvela Padişah'a, sonra Müdür Paşa'ya dualar ettik. Nihayet soba meselesine geldik. Paşa birden bire gürledi: - Soğuk mu? Ne soğuğu? Padişah Efendimiz'in nimetleri gözünüze dizinize dursun... Görmüyor musunuz sobalar cayır cayır yanıyor. Çıkın nankörler!... Baktık sahiden de müdürün sobası güldür güldür yanıyor. Paşa da buram buram terliyordu. Sıcaktan yakasını açmıştı. Ve sanıyordu ki mektebin tüm sobaları böyle yanmakta... Çocuklar biz Çankaya Köşkü'nde bazen Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi sakın aldatıyor olmayalım!.." dedi. Kahvede biraz ısındıktan sonra tekrar yola devam ettik. Ertesi günü Kırşehir hududuna girmiştik. Protokol gereği Vali, başında silindir şapka, arkasında frak olduğu halde hududa gelmiş, Atatürk'ü istikbal ediyordu. Bu esnada da Atatürk'ün otomobili bir tarlaya saplanmıştı; etraftan yetişen köylüler otomobili kurtarmaya çalışıyorlardı. Vali de o resmi kılık kıyafetiyle, çamur içinde köylülere, jandarmalara emirler veriyor, gayrete getirmeye çalışıyordu. Atatürk: "İşte masa başında yapılan talimatnameler, hatta kanunlar, günün birinde böyle gülünç de olurlar!" diyerek Vali'yi yanına çağırttı. Haline acımış olacak ki, kalın bir palto giymesini tavsiye ederek zahmetlerinden ötürü kendisine teşekkür etti.

( Hikmet Bil )
 
SEN HAYATINDA BÖYLE BİR AĞAÇ YETİŞTİRDİN Mİ Kİ KESECEKSİN!

Bahçe Mimarı Mevlut Baysal anlatıyor: Çankaya Köşkü'nde bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz etrafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım: "Emrederseniz derhal keselim Paşam." Bir an yüzüme baktı, sonra: "Yahu, sen hayatında böyle ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!"

( Niyazi Ahmet Banoğlu )
 
GAZİ'Yİ TANIR MISIN BABA?
Salih Bozok anlatıyor: Birgün, Çankaya civarında bir köylü evine gitmiştik. Girdiğimiz kulubede, ihtiyar bir köylü ile karısı oturuyordu. Bize ikram ettikleri kahveleri içerken Atatürk, köylü ile konuşmamı söyledi. Ben bu emre itaat için ak sakallı köylüye ilk aklıma gelen sulai sordum: "Sen Gazi'yi tanır mısın baba?" İhtiyar beni, saçma bir sual görmüşüm gibi alaycı bir şekilde süzdü: "Gazi'yi tanımayan var mı ki?" dedi ve ilave etti: "Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Veli Camii'nde Cuma Namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nur yüzlü, Peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış!..." Gülmemi güç tutarak, Atatürk'ün sakalsız ve genç yüzüne baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve: "Varsın, o da öyle bilsin. Hakikati öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürtüp de sevgisini kaybetmekte ne mana var?..."

( Niyazi Ahmet Banoğlu )
 
FATİH SULTAN MEHMET
Birgün İstanbul ve İstanbul'un Fethi'nden konuşurlarken söz tabii Fatih'e geldi. Atatürk'ün tarihin kendi hakkında vereceği hükmü etrafındakilere sık sık sorduğu malumdur. Söz sırası yine gelmişti. Ortaya şöyle bir sual attı: "Tarih acaba benim mi, yoksa İkinci Mehmet'in mi yaptığı işleri daha mühim bulacaktır?" Bulunanların hemen hepsi: "Siz" dediler. Atatürk, böyle meselelerde daima olduğu gibi: "Niçin?" dedi. Sual sırası kendisine gelenler Atatürk'ün Fatih'ten çok büyük olduğunu ispat için akla gelecek ve gelmeyecek delilleri toplamakta birbirleri ile yarışa başladılar. Hatta bazıları: "Sizin yanınızda Fatih kim olurmuş!" diyecek kadar ileri bile vardılar. Fakat, ne söylenirse söylensin, verilen cevapların Atatürk'ü hiç tatmin etmediğini anlamak güç olmuyordu. Nihayet söz orada bulunanların en gencine geldi: "Efendim, tarih bir imtihan salonuna benzer. Karşısına gelenlere birtakım hususi meseleler verir. Neticede verdiği problemleri halledişine ve bundaki maharetine göre bir numara verir. Aşağı yukarı tarihin imtihanına çıkanların hepsi ayrı şartlar dahilinde, ayrı meseleler karşısında kalmışlardır. bunları en iyi halledenler de tereddütsüz on numara almışlardır. Zannımca, tarihin adamı olan şahsiyetlerin karşısında kaldıkları hadiseleri birbirleri ile karşılaştırmakla hükümlere varmak mümkün değildir. Fatih, karşısına çıkan problemleri en iyi şekilde hallederek on numara almıştır. Siz de önünüze serilen meseleleri halletmiş ve on numarayı kazanmış bir tarih büyüğüsünüz." Atatürk, bu sözleri büyük bir dikkatle dinledi ve neticede: "Bravo!" dedi. Sonra, biraz evvel Fatih'i küçümseyen kişiye dönerek: "Sen halt etmişsin. Ben Fatih'ten büyük olabilir miyim? Çok kereler Fatih'in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız, Fatih, benim karşısında kaldığım hadiseleri nasıl hallederdi. Bunu çok merak ederim. İkinci Mehmet büyük adamdır, büyük..."

( Münir Hayri Egeli )
 
ÇOK GELMEZ Mİ?

Mustafa Kemal, Arıburnu Kumandanı'dır. İngilizler Anafartalar'a çıkmışlardı. Durum buhranlı ve çok tehlikeliydi. Mustafa Kemal, Başkumandan Yardımcısı Enver Paşa'ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden bir cevap alamıyor. O sırada karargâhı Yalova'da bulunan Liman Von Sanders Paşa, telefonla Mustafa Kemal'i arıyor. Konuşmaya yardımcı olan Genel Kurmay Başkanı Kazım Bey'dir. Liman Von Sanders'in sorduğu soru şudur: "Durumu nasıl görüyorsunuz, nasıl bir çare tasarlıyorsunuz?" Mustafa Kemal: "Durumu nasıl gördüğümü çoktan size iletmiştim. Çareye gelince: Bu dakikaya kadar çok müsait çareler vardı. Fakat bu dakikada bir tek çare kalmıştır..." Liman Von Sanders soruyor: "O çare nedir?" Cevap kesindir: "Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Çare budur!.." Cevap alaylıdır: "Çok gelmez mi?" "Az gelir!.." Ve telefon kapanıyor. Pek kısa bir süre sonra olaylar, Liman Von Sanders Paşa'yı, kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal'in emri altında kalmaya mecbur etmiştir.
 
JAPON VELİAHTI'NIN ZİYARETİ

Japon Veliahtı gelmişti. Büyük ve mükellef bir ziyafet sofrasındaydılar. Atatürk, bir aralık Japon tarihinden söz açtı ve bir meydan muharebesini anlattı. Japon Veliahtı hayret etmişti. Atatürk, tarihten mitolojiye geçti ve yine Japon mitolojisinden konuştu. Veliaht'ın ağzı açık kalmıştı. Söz edebiyata intikal etti. Atatürk: "Japon Şiiri'nin dünya edebiyatında çok büyük etkileri vardır..." diyerek meşhur Japon şairlerinden mısralar okudu. Veliaht, bunları nereden biliyorsunuz? diye soramadı. Fakat, Atatürk'ün bilgi ve hafızasına hayran kalmıştı. Atatürk hep böyleydi. Her şeyi planlıydı. O, bütün bunları, Veliaht gelmeden on gün önce tercümeler yaptırarak öğrenmişti.

( Niyazi Ahmet Banoğlu )
 
İTALYAN SEFİRİ
İtalya'nın Akdeniz vilayetlerimize göz diktiği sıralardaydı. İtalyan Sefiri, Atatürk'ün huzurunda, Mussolini'nin bazı iddialarını söylemek cesaretini göstermişti. Atatürk bir müddet dinledikten sonra: "Brikaç dakika sonra konuşalım..." diyerek öbür odaya geçmiş, tekrar döndüğü zaman, 'Harp sahnelerinde harikalar yaratan Başkumandan' olarak, askeri elbiselerini giymiş bulunuyordu. "Şimdi istediğiniz gibi konuşabiliriz sefir hazretleri" dedi. Sefirin ne hale geldiğini söylemeye lüzum yok...

( Niyazi Ahmet Banoğlu )
 
YABANCI GENERALLERE VERİLEN DERS

Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı'nda Viyana'dadır. Generaldir. Bir otelde kalmaktadır. Birçok ecnebi generaller ve diplomatlar da bu otelde kalmaktadır. Mustafa Kemal, yemek salonuna indikçe Avusturyalı bir diplomat ailenin kendisine küçümseyerek baktığını hissediyor. Bir kolayını bulup bu aile ile tanışıyor. İlk fırsatta Mustafa Kemal'e askerlikten bahis açarak bu mesleğin bilgi ile beraber tecrübeye de ihtiyacı olduğunu söylüyorlar ve hemen arkasından da: "Türk Ordusu'nda sizin gibi genç generaller çok mudur?" diyorlar. Mustafa Kemal bunlara unutamayacakları bir ders vermek istiyor. Ve iki gün sonra aynı aileyle birlikte yemek yiyorlar. Mustafa Kemal, Avusturyalıların genç general Napolyon'a karşı kaybettikleri meşhur Olm Meydan Muharebesi'ni anlatmaya başlıyor ve sözü şöyle bitiriyor: "Evet muhterem baylar; Fransız Orduları'nı sevk ve idare eden Napolyon da Olm Meydan Muharebesi'ni kazandığı zaman çok genç bir generaldi." Avusturyalılar bundan sonra ne Mustafa Kemal ile yemek yemişler ve ne de Türk generallerinden ve tarihten konu açmışlardır.
 
İNÖNÜ ve MUSSOLİNİ

İnönü İtalya'ya resmi bir ziyaret yapacağı vakit, Atatürk: "Sen Türkiye'nin Başvekili'sin. Mussolini de resmen İtalya'nın Başvekili'dir. Arada hiçbir fark tanımayacaksınız" demişti. Yoldaydık. İlk verilen programda Mussolini istasyona gelmiyordu. İnönü Roma'da yerleşince karşılıklı ziyaretler yapılacaktı. Türk Heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini İtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir telaştır gitti. Roma'ya vardığımız zaman İtalyan Başvekili Mussolini, sırtında jaketayı ve başında silindir şapkasıyla Türkiye Başvekili'ni bekliyordu.

( Falih Rıfkı Atay )
 
ATATÜRK'E HAKARETTEN SANIK KÖYLÜ

Atatürk'e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu. Durumu Atatürk'e arz ettiler. "Mahkemeye veriyoruz" dediler. "Size küfür etmiş." Atatürk sordu: "Ben ne yapmışım ki ona?" Evrakı tetkik edenler açıkladılar: "Gazete kağıdı ile sardığı sigarayı yakarken kağıt tutuşmuş da ondan." Atatürk bunu söyleyen bir milletvekilidir. Atatürk sormuş: "Siz hiç gazete kağıdı ile sigara içtiniz mi?" "Hayır." "Ben Trablus'tayken içmiştim, bilirim. Pek berbat şey. Köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!"

( Hilmi Yücebaş )
 
ORADAN BÖYLE GEÇİLİR!

İngilizler Çanakkale'de Anafartalar Grubu'nu mağlup edip de cepheyi sökemeyince, yeni bir harekete giriştiler, bu cepheyi sağdan çevirmek istediler. Düşmanın planını bozmak için Kireç Tepe'yi tutmak lazımdı; halbuki oraya giden tek bir dar yol savaş gemileri tarafından makaslama ateş altında tutuluyordu. Her an gülleler korkunç patlayışlarla ortalığı alt üst ediyor, ölüm saçıyordu. Bir insanın değil, bir kurlun bile geçmesine imkan görülemiyordu. Kireç Tepe'yi tutmak emrini alan Türk subay ve askerleri tereddüt içindeydiler; fırsat gözetiyorlardı. Fakat düşmanın ateşi bir an bile kesilmiyordu. Mustafa Kemal bu hali görünce siperlere koştu, askerlerin arasına karıştı ve sordu: "Niçin geçmiyorsunuz?" İçlerinden biri cevap verdi: "Düşman ölüm saçıyor, geçilemez!" Mustafa Kemal zerre kadar korku ve tereddüt göstermeden: "Oradan böyle geçilir!" dedi ve ileri fırladı. Mehmetçik artık durur mu? O da kumandanının arkasından ileri atıldı. Toz, duman, alev ve ölüm kasırgasını yaran askerler karşıya vardılar, tepeyi tuttular.

(Niyazi Ahmet Banoğlu )
 
YERLİ MALI HAFTASI

Yalova'da uzun süre kaldık. Akşamları Atatürk'ün sofrası yine konuklarla dolup taşıyor, birçok yurt sorunları bu sofrada görüşülüyordu. Bir akşam yerli malı kullanılması üstüne bir konuşma oldu. Herkes düşüncesini söylüyor, yurtta yerli endüstrinin gelişmesi için büyük bir kampanya açılması, herkesin yerli malı yemesi, yerli malı giyinmesi isteniyordu. Yerli Malı Haftası'nın açıklanışı da bu günlere rastlar. Atatürk, herkesin öne sürdüğü düşünceleri, her zamanki dikkatiyle dinledikten sonra: "Bundan sonra önder olarak benim de yerli malı kullanmam gerek. Gardroptaki elbiselerimi getirin.Köşkün önünde yakın" buyruğunu verdi. Herkeste bir sessizlik... O şen, gürültülü sofra sanki bir anda mezar sessizliğine bürünmüştü. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Sessizliği ilk önce, konuklar arasında bulunan Ulus Gazetesi Başyazarı Falih Rıfkı Atay bozmaya cesaret edebildi: "Paşacığım, elbiseleri yakmayın, birer tanesini bizlere verin. Biz de hatıra olarak saklayalım" deyince, Atatürk hafifçe gülümsedi: "Peki" dedi. Orada hazır bulunan herkese birer kat elbise verildi. Bir gün sonra Beyoğlu'nun tanınmış terzilerinden Arman, Yalova'ya getirildi. Atatürk, Köşk'tekilerin gözleri önünde yerli kumaştan elbiselerini kestirdi ve diktirdi. O olaydan sonra Atatürk, elbiselerini hep yerli kumaştan seçip Arman'a diktirmiştir. Bir daha İsviçre'den kumaş gelmedi.
 
İNGİLİZ KRALI EDWARD

Atatürk gündüz kıyamet kopsa alkollü içki almazdı. Yalnız sıcak günlerde bir iki bardak birayla yetinirdi. İngili Kralı Edward'ın İstanbul'u ziyaretinde Kral, kendi eliyle Atatürk'e bir kadeh viski sunmuştu. Atatürk, bu ikramı nazikâne reddetti: "Teşekkür ederim gündüzleri kullanmam." İngiliz Kralı kendi kadehini de elinden bıraktı ve cevap verdi: "Ben de sevmem."

( Niyazi Ahmet Banoğlu )
 
X