Edip Başer: Hedef büyük Kürdistan

gulay_gulay

Guru
Kayıtlı Üye
3 Ekim 2009
3.308
5.526
Bir dönem ‘özel temsilci’ sıfatıyla PKK ile mücadele için ABD’yle pazarlıkları yürüten Emekli Orgeneral Edip Başer, bölgedeki gelişmeleri değerlendirdi.
26036288.jpg

Emekli Orgeneral Edip Başer yakın dönemde Türk ordusunun içinde yaşanan çalkantıların bir kısmına içeriden, bir kısmına da dışarıdan tanıklık eden bir komutan. 2002’de Kara Kuvvetleri komutanı olması beklenirken sürpriz bir kararla emekli edildikten sonra kırgınlığına rağmen sessizliğini hep korudu. 2006 yılında PKK ile mücadelede ABD’yle pazarlıklar için ‘özel temsilci’ sıfatıyla direksiyonda o vardı. Dokuz ay sonra Ak Parti hükümeti tarafından apar topar görevden alındı. Emekli edilmesinde olduğu gibi görevden alınmasının asıl nedeni de yine sis perdesinin arkasında kaldı. 12 yıldır kamuoyu önünde girmediği o konularla ilgili önemli ipuçları bu hafta piyasaya çıkacak olan kitabında. ‘Kanatsız Uçmak: Ana-Babasız Çocukluktan Ordu Komutanlığına’ samimi bir otobiyografi. Türk ordusunun genel karakterini yansıtan kişisel öyküsünü, başarmak isteyenlere örnek olması hevesiyle kaleme almış. Tartışmalı konulara girmekten yine de büyük ölçüde kaçınmış. Kitaptaki ipuçlarından yola çıkarak yakın dönemin sırlarının peşine düştüm.

Edip Başer Kimdir?
Edip Başer, Kara Harp Akademisi’nden 1972 yılında mezun oldu. Ankara Üniversitesi’nden, ‘Atatürk’ün dış politikası’ üzerine doktorası var. İlki Napoli’de, ikincisi Brüksel’deki uluslararası askeri karargâh olmak üzere iki kez NATO’da görev yaptı. Genelkurmay Plan Harekât Daire Başkanlığı ve Kara Harp Okulu Komutanlığı yaptı. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde ‘Başbakan Askeri Danışmanlığı’ görevini yürüttü. 3. Kolordu Komutanlığı, Genelkurmay İkinci Başkanlığı ve 2. Ordu Komutanlığı yaptı. 2002 yılında Yüksek Askeri Şûra’da Kara Kuvvetleri Komutanı olması bekleniyordu. Ancak sürpriz bir kararla emekli edildi. 2006 yılında Türkiye’nin Terörle Mücadele Özel Temsilcisi olarak atandı. Bu görevi 9 ay sürdü. ASAM Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Yeditepe Üniversitesi’nde ders verdi.

BAŞÖRTÜLÜYE ORDUEVİNE GİREMEZSİN DEDİYSEK FEVKALADE YANLIŞ YAPMIŞIZ
- Kitabınızda TSK’nın tamamına yakınının orta ve alt gelir sınıfından ve muhafazakâr aile çocukları olduğunu hatırlatıyorsunuz. Buna rağmen Türk ordusu neden uzun yıllar seçkinci imajını atamadı?
Türk ordusunun bu imajı eğitimdeki bazı yanlışlardan kaynaklanıyor belki de. Askeri eğitimle sivil eğitim arasında bir fark yok. Bugün Harp Okulu da, sistem mühendisi yetiştiren bir okul. Böyle bir hava neden yaratıldı? İçinden çıkmaktan çok gurur duyduğum bir kurum Silahlı Kuvvetler. Hani derler ya, derimize işlemiş. Hakikaten öyle. O kurumun hatalarını tabii konuşuruz, saklamak gibi bir derdimiz yok. Çünkü o kurum o kadar köklü bir kurum ki üç-beş hatasını tartışmakla bir şey kaybetmez. Aksine bunları tartışabilirsek daha da yararı olur. Silahlı Kuvvetler’de noksan olan husus halkla ilişkiler konusudur. Halkla ilişkiler konusu komutanların, subayların kendi yeteneklerine ve görüşlerine bağlı olarak işliyor. Maalesef kurumsal tarafı var, çok zayıf. “Siyasete müdahale ediyor Silahlı Kuvvetler” diye feveran eden çok ünlü demokratlarımız var ya... O nedenle zayıf işte. Hep o endişeyle TSK halkla ilişkiler konusunda kapalı kalmıştır.
- Bu algının oluşmasında sadece kapalı kalmak değil de bazı uygulamalar da önemli rol oynadı. Yakın zamana kadar orduevlerine başörtülülerin alınmaması bir vakıa. GATA’da Emine Hanım’ın başına gelen bir vakıa. Eğer sizin söylediğiniz gibi TSK’nın yanlışları da konuşulacaksa, şunu sormak şart. Din meselesi neden hep bir tabu oldu TSK için?
TSK’nın sıkıntısı şuydu: Cumhuriyet’in ve demokrasi rejiminin temel değerlerinin korunması ve kollanması görevini Anayasa, TSK’ya vermiştir. Bu görevin getirdiği titizlik içinde o temel değerler herhangi bir aşınmaya uğramasın endişesi içinde. Genelkurmay Başkanı “gık” dediğinde hemen manşet yapıyorsunuz di mi? Emine Hanım meselesini bilmiyorum, orada değildim. Ama ben Dışişleri bakanı iken Abdullah Gül’ün GATA’da kulağından tedavi olduğunu, süit bir odada kaldığını, Hayrünnisa Gül’ün de orada yanında olduğunu biliyorum. Benim eşim de o sırada orada yatıyordu. Hatta eşimin odasına giriyorum diye yanlışlıkla o odaya girmiştim. Hayrünnisa Hanım’ın elini sıkmıştım. Sayın Gül ile oturup 5-10 dakika sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Hayrünnisa Hanım’ın orada başı açık değildi, normal örtüsü içindeydi. Emine Hanım’a da öyle bir şey yapıldıysa, tabii ki yanlış yapılmıştır. Orduevinde yapılan bir etkinlikte şehit ya da gazi annesine “Giremezsin” dediysek fevkalade yanlış yapmışız.
- Siz din alandaki hassasiyetin Cumhuriyet’in laiklik prensibiyle ilgili anayasal yükümlülükten kaynaklandığını söylüyorsunuz. Ancak “Yapıldıysa yanlış” dediğiniz uygulamalar adeta “vur deyince öldürmek” değil mi?
Biliyor musunuz, bunlar kurum politikası değil, bireylerin değerlendirmeleri. Ben Ayazağa’da 4 yıl kolordu komutanlığı yaptım. Şehit cenazelerinin çok sık geldiği bir dönemdi. Üç-dört ayda bir şehit ailelerine devlet övünç madalyası verirdim. Bu törenlerde ben tek bir şehit annesinin bile başı örtülü olduğu için kışlaya girmesine engel olunduğunu görmedim. Her seferinde başı şu ya da bu şekilde örtülü onlarca şehit annesi, kardeşi ya da eşi vardı. Onlarla sarıldık da, yanaklarını da öptük de, hiçbir sorun da yaşamadık. Bireysel yapılan bazı yanlışları kuruma mal etmek bence doğru değil. Birkaç kişi hakikaten yanlış yaptı.
DİN BİLGİSİ KİTABI HAZIRLATTIM
UYGULAMAYA KONMADI
- Genelkurmay ikinci başkanı olduğunuz dönemde din bilgisi dersinin gerekliliği konusunda ısrarcı oluyorsunuz. Bu ısrarınızın sizin de yobaz birisi olarak algılanmanıza neden olabileceği konusunda da bir tereddüt yaşadığınızı anlıyoruz kitaptan. Neden öyle olsun ki?
O öyle bir duyguydu. Onu kitaba yazmam bile belki gerekli değildi. Yazmışsam yanlış yapmışım. Ben din bilgisi kitabını ta İstanbul’da kolordu komutanı iken hazırladım Yaşar Nuri Öztürk ile beraber. Kabul edildi, ilgili makamlara sunduk ama sonuçlanmadı. TSK’da yaygınlaştırılıp uygulamaya konmadı. Onun üzerine ikinci başkanlığım sırasında tekrar gündeme getirdim. Tabii ki komutanların düşünceleri farklı olabilir. Komutanın nihai kararı emirdir ve o uygulanır.
KARA KUVVETLERİ KOMUTANI YAPMADILAR DİYE
ÜZÜLMEMİN SEBEBİ CUMHURBAŞKANI SEZER’İNKİNDEN FARKLIYDI
- Teamüllere göre Kara Kuvvetleri komutanı olarak atanmanız gerekirken emekli edilmeniz ve Aytaç Yalman’ın yerinize atanması meselesini kitapta detaylandırmadan ve hızla geçmişsiniz. Size göre bu işin asıl müsebbibi kim? Kırgınlığınız kime?
Benim geçmişe dönük olarak kimseye kırgınlığım yok. Emeklilik olayım belli olduktan birkaç gün sonra Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer aramıştı beni. Üzgün olduklarını belirttiler. Ben de kendisine “Benim üzüntümle sizinkinin aynı nedene dayalı olduğunu düşünmüyorum Sayın Cumhurbaşkanım” demiştim. Gazetelerde ‘Kara Kuvvetleri komutanı olacak’ yazdıktan sonra o kişi kenara itilip arkadan gelen yapılıyor. Beni tanımayanlar ne düşünür? “Demek ki bu adamın hırsızlığı, ahlaksızlığı var ki bunu bir kenara ittiler” diyebilirler. Benim kimseye kırgın olmam sisteme saygısızlık anlamına gelir. Beni niye kuvvet komutanı yapmadılar? E yapmadılar, canları öyle istedi yapmadılar. Yasanın verdiği yetkiyi kullandılar. Ama hâlâ daha benim de kafamda soru işaretidir, acaba bu yetkiyi o makama atanmış olan Hilmi Özkök mü kullanmalıydı, yoksa ağustos sonunda benimle birlikte emekliye ayrılacak olan bir Genelkurmay başkanı mı yapmalıydı? Ama artık bunu tartışmanın gereği de yok, faydası da yok.
- Arşiv taraması yaptığımda şununla karşılaştım. Özden Örnek’in kendi günlüklerindeki sizin Kara Kuvvetleri komutanı yapılmamanızdan üzüntü duyan ifadelerinden yola çıkan bazı kalemler, sizin darbe önleme girişimi kapsamında o makama atanmadığınızı yazmış.
Yani ben olsam darbe mi yapacakmışım?
- Darbe girişiminde bulunma hevesinde olan ekibin içinde yer alacağınız yönünde bir ima. Özden Örnek, İbrahim Fırtına, Şener Eruygur ile birlikte hareket edecekmişsiniz.
Eyvah...(Gülüyor). Ben bunu görmedim açık söylüyorum. Bu iddiayı ilk defa duyuyorum.
AYTAÇ YALMAN’IN YERİNDE OLSAYDIM DARBE
İDDİALARIYLA İLGİLİ SORUŞTURMAYI BEN BAŞLATIRDIM
- İlker Başbuğ ise kendi yazdığı kitapta “Edip Başer Kara Kuvvetleri komutanı olsaydı Ergenekon ve Balyoz yaşanmazdı” diyor.
Tabii ben İlker’i akademi öğrenciliğinden çok iyi tanıyorum. İlker’in kariyerini çok yakından takip eden bir arkadaşıyım, ağabeyiyim. İlker’in muhakemesine de her zaman güvenmişimdir. Tabii bu olaylar yine de olur muydu, olmaz mıydı orada bir durmak lazım. Orası soru işareti. Ben engel olabilir miydim böyle bir teşebbüse? Böyle bir teşebbüs var mı aslında? Bana göre bir kuvvet komutanı o süreçte daha aktif bir biçimde devreye girebilirdi. Kendi yetkilerini ve inisiyatifini kullanmak suretiyle, Genelkurmay başkanının da desteğiyle gereken işlemleri yapardı eğer yanlış yapılan bir şey varsa.
- Ama yanlış yapıldığını düşünmüyorsunuz.
Hayır, hiçbir zaman düşünmedim.

Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman

- Peki Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman o dönemde takındıkları tavırla doğru yapmamış mıdır o halde?
Hayır, bana göre doğru yapmamışlardır. Eğer şüphelenilen birileri varsa –ki kendi beyanlarından olduğu anlaşılıyor- o zaman onlar hakkında yasal işlemi derhal başlatmaları gerekirdi. Ve askeri yargıda bu işlemleri tamamlamaları gerekirdi ki sonradan bu kadar günahsız insanın canı böyle hukuksuz şekilde yanmasın. Genç pırıl pırıl kurmay subayların, hiçbir günahları ya da yanlışları olmayan general kardeşlerimizin ve onların bu kadar ıstırap çekmesine meydan vermeyebilirlerdi.
- Kasım ayında ifade vermeye gidecekler. Bu saatten sonra ne yapabilirler sizce?
Bence beklenecek fazla bir şey yok. Mahkemede söyleyeceklerini de bugüne kadar pek çok kez söylediler. Eğer yeni bir şey söyleyeceklerse bugüne kadar niye söylemediler onu sorgulamak lazım. Aytaç Yalman’ın Emin Çölaşan’a yazdığı mektuplarda belirttiği şeyler gündeme gelecektir sanırım.
GÖREV GEREĞİ DARBELERİN İÇİNDE
YER ALDIM AMA DARBECİ OLMADIM
- Sizin darbe heveslisi paşalar ekibinde olduğunuz iddiasını ortaya atanların argümanlarına baktığınız zaman, 27 Nisan bildirisini haklı bulan demeçlerinize de atıf var.
Çok özür dilerim de gülme krizi tutacak neredeyse. Hayatımda hiçbir zaman darbe düşüncesinde olan ya da darbeleri alkışlayan biri olmadım. Ama darbelerin içinde bulundum görev gereği. 1960 ihtilalinde harp okulunda “Kalkın, silahınızı alın” dediler, aldık. Namık Gedik’in kapısının önünde nöbet de tuttuk. Gerçi Namık Gedik camdan atladığında neredeyse ben de vuruluyordum. Camı açıp aşağıdaki arkadaşları uyarmaya çalıştığımda beni de atlamak isteyen bir tutuklu zannettiler. Neyse... Bunların hepsini yaşadık. Ben 27 Mayıs ihtilaline bu şekilde katıldığım için darbeci mi oluyorum?
- Ama 27 Nisan’ı savundunuz.
Haa... 27 Nisan bildirisini şu yönüyle savundum. Dedim ki, “Bu, TSK’nın laiklik konusundaki hassasiyetini vurgulayan bir beyandır, demek ki Genelkurmay başkanını böyle bir beyanda bulunmaya zorlayan bazı koşullar doğmuştur”. TSK’nın başısınız, bütün alt kademenin gözü sizde, komutan ne yapacak? Ortada bir seçim süreci var. Bir tanesi “Dindar cumhurbaşkanı seçeceğiz” diye beyanat veriyor. Kırkağaç kavunu mu seçiyorsunuz, koklayıp mı seçeceksiniz dindar cumhurbaşkanını? Tanrı peygamberine dahi kimin günahkâr olduğunu ya da sevap işlediğini takdir yetkisini vermiyor. Cumhurbaşkanı makamı hilafet ya da müftülük makamı değil. Benim demecim bu konuya tepki üzerineydi.
- TSK’nın sonradan bu meseleyle ilgili isteyerek ya da istemeden bir iç muhasebe yapmak zorunda kaldığını biliyoruz. 27 Nisan bildirisini web sitesinden de kaldırdılar. Belli ki arşivden bunu silme çabası var. Siz de bugün artık o bildirinin maksadını aşan bir etki yarattığını kabul ediyor musunuz?
Doğrudur, maksadını aşan bir etki yaratmıştır denebilir. Ama bence genelde gerekçesi haklıdır. Genelkurmay Başkanı’nın o tür beyanlarla yürütülen bir süreç içinde o tür bir tepkiyi vermesi normaldir. Aşağıdaki kitlenin sıkışmış havasını bir nebze çıkarmak için.
YAŞAR DOLMABAHÇE’DE BİR PAZARLIK YAPTIYSA
BU KENDİSİ İÇİN DEĞİL, TSK İÇİNDİR
- Yaşar Büyükanıt sizin sınıf arkadaşınız, uzun yıllardır tanıyorsunuz. 27 Nisan’dan sonra Tayyip Erdoğan ile meşhur Dolmabahçe buluşmasında bir şeylerin pazarlığını yaptığına dair bir şüpheniz var mı?
Benim tanıdığım arkadaşım Yaşar Büyükanıt o görüşmede herhangi bir pazarlık yapmış olsa bile, bunu kendi şahsıyla ilgili yapmamıştır. Belki TSK ile ilgili, belki Silahlı Kuvvetler’in başka mensuplarıyla ilgili bir şeydir. Silahlı Kuvvetler’e herhangi bir kötülüğün önlenmesi içindir. Belki de bu Ergenekon girişimleri önüne konmuştur. Belki “Bunlar var, bunları çıkarırız” denmiştir. Çünkü o dönemde daha paralel yoktu. Biliyorsunuz, o zaman daha paralel değil, tek çizgi halindeydi her şey.
- Bunları Büyükanıt ile hiç konuştunuz mu?
Hayır, hiç konuşmadım. Çok iyi arkadaşım ama ben ilke olarak onun cevaplayamayacağı şeyi ondan istemem.


TERÖRLE MÜCADELE TEMSİLCİĞİ GÖREVİNDEN ALINDIĞIMI
ÖĞRENDİĞİMDE EVLİLİK PROGRAMI İZLİYORDUM
- Kitabınızdan öğreniyoruz ki, 27 Nisan’ın sizin yaşamınızda başka bir anlamı da varmış. O dönemde siz ABD ile PKK mücadelesi için atılacak adımları konuşan en üst makamdasınız. Görevden alınmanız hükümetle görev alanınızda anlaşmazlık yaşamanıza yorulmuştu. Oysa sebebi başkaymış.
Ben Alman gazetesi Die Welt’e bir röportaj vermiştim. Muhabir bana “TSK, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını niçin istemiyor” diye sordu. Ben de “TSK laiklik konusunda çok hassas. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın geçmişte laikliğe karşı tavır aldıkları beyanlar var. Bu beyanlarından dolayı Silahlı Kuvvetler belki sıcak bakmıyor olabilir. Ama neticede seçimi yapacak olan Meclis’tir” dedim. Bu ifade dolayısıyla kırılmış Abdullah Bey. “Çok üzüldük” dedi. “Neye üzüldüğünüzü” anlamadım dedim. “Bunları söylemenize üzüldük Paşam, bunu sizden beklemezdik” dedi. Ben de şöyle devam ettim; “Burada bir durum tespiti yaptım. Söylediklerimde yanlış bir şey varsa tartışalım. Yoksa niye üzüldüğünüzü hâlâ anlamadım”. Öyle deyince biraz daha üzüldü herhalde. “Anlaşamayacağız herhalde Sayın Bakan” dedim. O gün de tam Amerikalılara 3 maddelik bir nota vermiştik. Çünkü ben Washington’daki toplantıdan sonra Amerikalıların bizi bir nevi oyalamakta olduğunu kesin olarak anlamıştım. O notayı da bir gelişme olmayacağını bile bile gönderdik. 15 gün süre verdik, yapmalarını beklediğimiz şeyler için taahhüt beklediğimizi söyledik. Abdullah Bey’in odasından çıkmadan kendisine şöyle dedim; “Bu cevabın 15 güne gelmeyeceği belli. Ben gelmediği takdirde görevi bırakıyorum”.
- Peki odadan çıkarken görevden alınmayı bekliyor muydunuz?
Açıkçası görevden alınmayı beklemiyordum. Çünkü ben ayrılacağımı söyledim, en azından benim ayrılmamı bekleyeceklerdir diye düşündüm. Ama ertesi gün ben üniversitedeki odamdayken hanım telefon ediyor, ‘Haber kanallarını izliyor musun?’ diye soruyor. Ben dizilere ve evlenme programlarına bakıyorum sabah sabah. “Niye haberleri izleyeyim” diye soruyorum hanıma. Diyor ki “Seni görevden almışlar”.
- Başka bir nedeni olamaz mı Terörle Mücadele Özel Temsilciliği’nden alınmanızın? Terörle mücadelenin şeklini eleştirme anlamına gelecek beyanlarınızla ilgili olamaz mı?
Yok, kesinlikle eminim. O demeçlerle ilgili bana hiçbir zaman hiçbiri “Paşam bu demeçleri veriyorsunuz ama biraz zararlı oluyor bunlar” vesaire demediler.
2008’DE BAŞLAYAN TSK’YA KUMPAS
1 MART’IN İNTİKAMI OLABİLİR
- 1 Mart 2003’te Meclis’ten geçmeyen tezkereye kişisel olarak karşı mıydınız?
Hayır değildim. Gerekliliğini şu bilgilere sahip olarak düşünüyordum. Arkadaşlarımdan aldığım bilgilere göre ABD ile yapılan anlaşmalar Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarına en ufak bir halel getirmeyecek şekilde hazırlanmış ve imzalar buna göre atılmıştı. Ben bu operasyonun BM ya da NATO şemsiyesi altında yapılması gerektiğini düşünüyordum. Türkiye’nin mutlaka bunda görev almasını ve bu sayede Irak’ın kuzeyindeki terör yuvalarının bertaraf edilmesini sağlamasını istiyordum.
- Uluslararası koalisyon dediniz ama sonradan anlaşıldı ki Türk hükümetinin ABD tarafına verdiği söz tek taraflı bir operasyona da destek vermek üzerineydi.
Onu da kitapta yazdım. Demek ki o sözü veren kişiler Meclis’te oturan kişiler için “Bana sadık uşaklarımdır. Elinizi kaldır dersem kaldırırlar” düşüncesiyle o sözü verdiler.

- Kitabınızda bu meseleyle ilgili tespitiniz şu; tezkerenin geçmemesinin faturasını ABD, hükümetten ziyade açıkça tezkerenin arkasında durmayan Türk ordusuna kesti. Neden böyle düşünüyorsunuz, çuval olayı yüzünden mi?
Sadece çuval olayı yüzünden değil. Konuştuğum Amerikalı askerler de bunu açık ve net olarak da söylüyorlardı. Mesela Stuttgart’ta konuştuğum bir kadın general aynen şöyle demişti; “O gün İskenderun’a çıkacak geminin komutanı olarak denizdeydim. Karaya çıkıp oradan Irak hududuna hareket etmek için bütün hazırlıklarımız tamamdı. Günlerce denizde bekledik. Sonuçta hüsrana uğradık”.
- Kitapta bunları anlatırken şöyle bir cümleniz var; “Vatandaşlarımız arasında 2008 yılından itibaren başlatılan TSK’ya kumpas olayında dahi ABD’nin bitmeyen intikam duygusunun katkısının olabileceğinin dillendiriliyor olmasını haksız bulmuyorum”. Ergenekon ve Balyoz süreçleri sizce 1 Mart tezkeresinin rövanşı mı?
Olabilir. Bir olasılıktır ve ben bunun var olabileceğini düşünüyorum. Çünkü ABD günlük politika uygulayan bir devlet değil. Eğer 2003’teki o olayla ilgili Türkiye’yi cezalandırmak istediyse, bunu bir anda Türkiye’yi işgal ederek ya da gelip dayak atarak falan yapmaz. Bunu kademeli olarak, yeri geldiğinde fırsatları değerlendirerek Türkiye Cumhuriyeti’ni güçsüzleştirecek olayları desteklemek suretiyle yapar. Amerika bu bakımdan akıllı bir devlet. Bunlar böyle olmuştur diye elimde kanıt ya da belge yok ama benim hissim ve algılamam böyle. Amerika’nın bu yönetim anlayışını da bildiğim için o olasılığı dışlamam.
TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ'NDE DE
ÇÜRÜK ELMA OLABİLİR
- Yeri gelmişken başka bir komplo teorisini hatırlatmak isterim. Bazı çevreler ABD’nin Ergenekon sürecine destek vererek TSK içinde “Avrasyacı” tabir edilenlerin tasfiyesinin önünü açtığını düşünüyor. Nedir bu NATO’cu, Avrasyacı ayrımı?
Bakın, o ordunun içinde 40 küsur yılım geçti. Hiçbir gün böyle bir şeyi hissetmedim. Affedersiniz aptal bir adam değilim. Akademi sınavını birincilikle kazandım, kurmay subay oldum, her rütbeye birinci sırada terfi ederek orgeneralliğe gelmiş bir insanım. Emekli olduktan sonra da yakın temasın devam ediyor. Yaşar Genelkurmay başkanıydı, sık sık gider kendisini ziyaret ederdim. Şu anda mesela Genelkurmay ikinci başkanı emrimde görev yapmış bir arkadaşım, Ankara’ya gittiğimde uğruyorum. Şu anki Genelkurmay başkanı benim kurmay başkanımdı, ona da uğrarım, konuşuruz dertleşiriz. Dolayısıyla ben TSK’dan kopmuş biri de değilim. Şunu çok kati olarak söyleyebilirim; Silahlı Kuvvetler içinde böyle bir ayrım hiçbir zaman olmadı. Benim yurtdışında geçen 8 yılımın altısı NATO görevinde geçti. Bana hiçbir arkadaşımdan ya da astımdan “NATO’cu” diye bir ima ne duydum ne hissettim. Böyle bir şey yok Silahlı Kuvvetler’de. Ha ben şunu her zaman söylüyorum; bir toplumda, bir kurumda mutlaka çürük elmalar çıkar. Silahlı Kuvvetler mevcudu itibarıyla çürük elma oranı en düşük olan kurumudur Türkiye Cumhuriyeti devletinin. Elbette içimizden yanlış yapanlar çıkmıştır. Koskoca kuvvet komutanını bu ülke, bu ordu yargılamıştır. Rütbesini geri almış, er rütbesine indirmişti. İlhami Erdil’i hatırlıyorsunuz değil mi?
- Madem TSK kendi içinde yanlış yapanı yargılar, darbe teşebbüsleri sürecinde neden aynı yöntem izlenmedi? İlhami Erdil bir yolsuzluk hikâyesi. Siyasi boyutu olan iddialar da neden aynı açıklıkla sorgulanmadı? Neden son 10 yıl içindeki hiçbir Genelkurmay başkanı bunun önünü açmadı?
Neden yapmadıklarının cevabı bende yok, kendilerindedir. Kendilerine göre mutlaka bir izahı vardır. Ama ben olsam yapardım diye söylüyorum zaten.

PKK’YA ERZAK GÖTÜREN PİKAPTAKİ ASKERİN
GÖRÜNTÜLERİNİ RALSTON’A İZLETTİK
- 2006’da Terörle Mücadele özel temsilcisiyken Barzani ve Talabani’ye bağlı Peşmergelerin PKK’ya lojistik destek verdiğini tespit ediyorsunuz. Hatta bunu yapanlar arasında Amerikan askerleri de vardı diyorsunuz.
O görevi kabul ederken Amerikalılardan iki şey elde etmeyi düşünüyordum. Birincisi, ABD’nin Barzani’ye gerekli baskıyı yapmasını sağlayarak PKK’nın lojistik destek zincirini ortadan kaldırtmaktı. İkincisi de, Avrupa ülkelerinde PKK’nın finans kanallarına engel olunması. Irak’ın kuzeyinde devamlı olarak mühimmatı, yiyeceği, içeceği, giyeceği akan bir örgütten bahsediyoruz. Düşünün bu lojistik hattında Amerikalı askerler yardımcı oluyor. Ralston’a Genekurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın odasında bir CD izlettik. PKK kamplarından birine erzak götüren pikabın ön tarafında Amerikalı asker oturuyor. Tabii Ralston “Hemen bunu inceleteceğiz, size cevap vereceğiz” diye aldı. Hiçbir cevap falan gelmedi. Bir yerde daha benzer bir durum tespit ettik. “Onlar Amerikalı asker değil, yardım gönüllüleri, Peşmergeler onlara Türk uçaklarının yıktığı bir köyü gösteriyorlar” gibi şeyler söylediler.
- Özetle “PKK, Irak’ın kuzeyinde ABD’den de destek alarak bugüne geldi” diyorsunuz. Yanlış mı?
Kesinlikle, hiç yanlış değil. Bakın EUROPOL’ün raporuna göre PKK’nın bir yıl içinde sadece uyuşturucudan elde ettiği para 300 ila 500 milyon Euro arasında. Bu para işte Avrupa bankalarında aklanıyor, ondan sonra PKK’nın finans kanalına giriyor. Sonra silahını alıyor Avusturya’dan, Almanya’dan ve Fransa’dan en ileri telsizlerini falan alıyor. Oralarda liberal ekonomi söz konusu olduğu için gidip herhangi bir firmadan sipariş verip malzeme alma imkânları var. Bunlara da o ülkeler engel olmuyor. Bir takım sonuçlar da aldık Amerikalılardan beklentilerimizde. Ama çok gevşek bir çalışmaydı. En sonunda da toparlanıp gittiler bildiğim kadarıyla.

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DEVAM EDİYOR
- Kitapta görevden alınmadan hemen önce yaptığınız Washington ziyaretinde daha önceden sizde var olan bir kanaatin pekiştiğini anlatıyorsunuz. “ABD’nin Kürdistan projesinin gerçekleşmesi için bu kanlı örgüte rol tasarlanmıştı” diyorsunuz.
ABD’nin bölgeden son derece önemli çıkarları var. Belki yakın zamanda enerji bağımlılığı bu ölçüde olmayacak ama yine de bölge ticari bakımdan ABD’nin hayati çıkarlarının olduğu bölgelerden biri olmayı sürdürecek. Orada bir diğer önemli faktör de İsrail’in güvenliğinin devam ettirilmesi. Amerika’nın biliyorsunuz bir Büyük Ortadoğu Projesi var. Hatta bir muhterem büyüğümüz de bunun eşbaşkanıydı, hala öyle mi bilemiyorum.
- Büyük Ortadoğu Projesi rafa kalkmadı mı?
Sonra onun adı Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi oldu. Eski Amerikan Dışişleri Bakanı Condelezza Rice bir sefer demişti ki; “Bölgede 22 ülkenin sınırlar değişecek”. Bu arada Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin bir dergisinde bir harita yayınlandı. “Büyük Kürdistan”ı ayrı bir devlet olarak gösteren ve Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin büyük bir kısmını içine alan bir haritaydı bu. ABD’nin kafasındakinin bu olduğu kanısındayım ben. Bu büyük planlarında ABD önemli sapmalar yapmaz. Büyük devlet olmanın verdiği güvenle ana politikalarını saptar ve o politikanın uygulanması için aynı puzzle’da olduğu gibi parçaları adım adım yerine koyar. Ben o politik bir proje olan “Büyük Ortadoğu”nun iptal edildiği kanaatinde değilim. Bu genel proje içinde Kürdistan’ın önemli bir konu olduğu anlaşılıyor. O size bahsettiğim yanlışlıkla basılacak bir harita değildi. Yine 2006 yılının sonlarına doğruydu. Ben özel temsilciyken Irak kuzeyinden Barzani’ye karşı olan iki aşiret reisini Türkiye’ye getirttim. Bunlardan bir tanesi bana bir almanak verdi. Süper bir baskı, deri kapak, en arka kapak içinde bir harita. Büyük Kürdistan haritası. Kafalarında böyle bir planla yaşayan insanların bugün o hedefleri gerçekleşmediği sürece Türkiye ile dost olacaklarını düşünmek mümkün değil. Son süreç de, “Büyük Kürdistan”ın oluşması için onlar açısından bir adım.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27248797.asp
 
X