- 13 Nisan 2007
- 15.554
- 36.070
- 1.123
İhtiyar Kemancı
Vahim parasızlığını kimseye açamayan, aşamayan ihtiyarların gururunu tahmin edemezsiniz. Koca ömrü geride bırakan parasız yaşlı, artık gençler gibi dünyaya neden geldim diye isyan da edemez. Bir kabahat varsa, etraftakiler, biraz da kendinde ara der. Ağlama hakkı olmadan, hiçbir şeycik umut etmeden ıstırap çekmenin hali dayanılmaz. Kum saatini tersine çevirecek Tanrı’nın dahi gücü yok, takat yok. Geçmişin küllerini ne kadar deşsen, elesen faydasız. Dünkü zıpkın gibi bakışlı erkek yüzün, kefen bezine dönmüş!
Muhtaç yaşlılık en cesur erkeği dahi korkutur. Sürünerek geçen bir asra yakın ömrün artık mahvedebileceği duygu kalmadığından, ihtiyarlığın dilenciliği kolay olur demeyin. Öyle derin kederli ihtiyarlar var ki, hiçbir pişmanlık göstermeden yürürler, o son günlerde dahi hayatları, hepimize şiir, masal olacak derin bir hissin ateşiyle yanar!
Yoksul giysilerini itina ile temiz giyip paçavralıktan koruyan bu insanların ruhumda yaptığı sarsıntı büyüktür. Tanımasam da, bana selam verse, elimi sıksa diye çaba sarf ederim. Doğduğu günden beri Tanrı kovalamış, her bir yaşına, kemiklerine acılardan bir çentik atarak kaçmış. Kabuğu sertleşmiş, çürümüş yaşlı ağaçlara, şimdi o ağır yılları sorsak!
Genç insanların parasızlıktan kurtulmak için azgın bir inatla her işte delicesine çalışması mutluluk verici, ancak, elli yıl aralıksız çalıştığı halde fakirliğini aşamayan bir yoksulun, işine kıskançlıkla sarılması hayranlık verecek bir insanlık dersi! Hiçbir burjuvanın hiçbir macerası bu kadar yüksek, semavi bir güzellik kazanamaz. Açlıktan öle öle hâlâ alnının teriyle yaşayan 75 yaşın üstünde bir ihtiyarın gururundan sarsılmayacak bir ruh, bir canlı yaşıyor mu dünyamızda! Melekler kadar saf, çocuklar kadar neşeli bu ebedi fakirlerin canını almaya Azrail dahi utanır. İşte bizler, depresyon saatlerimizde bu insanlardan hayat ilhamı alırız, bir elmas madeni bulmuş gibi seviniriz. Karanlık, talihsiz tehlikelerle hırpalanmış ve hiç bahtiyarlık yaşamamış ihtiyarların bu çelikleşmiş, kemikten direnci karşısında ruhlarımız takdis edilir. Bu gurur karşısında susmanın adı: Saygıdır. Saygının bu derin sesi kalbimizi parçalar. İçimizde insanlığa dair bir fırtına kopar. Ayaklarımız yerden kesilir, artık gözümüzü daldan budaktan esirgemeden, kutsal ışıltılı bu tecrübenin rüzgârıyla uçarak, otuzlu, kırklı, ellili yaşların üstünden rüya gibi geçeriz!
* * *
İşportacılık yaptığım uzun yıllarda böyle bir ihtiyar adam geliyordu kaldırıma. Eskimiş çorapları, yırtık ayakkabılarıyla altına bir mukavva parçası koyup, başlıyordu keman çalmaya. Gözlerini derin sessizlikle kısıyor ve hiçbir şekilde insanlara, dışarı bakmıyor. Hiçbir soruya cevap vermiyor. Çukur gözleri, artık bir onur adası olmuş kalbinden başka yerde rahat etmiyor gibi. Hepimizi sersemleten tatlı bir sarhoşluğun hüznüyle tek bir Türkçe parça çalmadan, adını bilmediğimiz klasik romantik parçalar.
İnanılır gibi değil, inat etti, kalabalığın tanıdığı tek bir şarkı çalmadı. Tek bir neşeli parça da çalmadı. Oysa müşteri toplayabilmek için pekala günün modası şarkılar çalmalıydı. Artık kırılacak, çıtırdayacak izlenimi veren, kurumuş ve tozlanmış kemanının kokusu, yuvarlak köşeleri, yıllarca kitap arasında saklanmış, yaprakları yapışmış bir çiçek gibi. Bazen, nesli tükenmiş şık mantolu, yaşlı, ruj sürmüş ihtiyar kadınlar önünde durur, hıçkırarak ağlardı. Kendisi ağlamaz. O soğuk, paslı demir gibi yaşlı yüzlere, kelebek simi işliyor gibi, çok ciddi! Ama, geç vakit toplanıp giderken, kurumuş göz pınarlarının üstünde parlayan tuz parçaları görürdüm. Çok dalgalanmış deniz gibi. Ölümsüzlük istiyorsak o tuzdan biriktirmeliyiz. Simyacılar çok zengin olmak için altın üretecekleri bir felsefe taşı arayıp durdular... boşuna, o felsefe taşları bu tuz birikintileri. Uzun, çok uzun yollardan, bir çölden bitkin, eli boş dönmüş gibi. Kaslarının kemiklerine sürtünmesiyle son bir çıra ateşiyle gün boyu çalıyor. Nağmeler kemandan değil, kurumuş kemiklerin kaburgalarının çırasından, ateş böcekleri gibi kıvılcımlaşarak fırlıyor!
Sanki, bu sıcacık insanlık ateşini, 70 yıl arayıp bulamadıktan sonra, şimdi ilk insanlar gibi, kemiklerini artık ağaç kabuğuna dönüşmüş kol kemiklerine sürterek, kupkuru bilekleri kemana sürtünerek arıyor! Beş para etmez kuru kalabalık dinleyicilere, yerin altında sıkışıp kalmış, yağmur dökmeyen bulutlar gibi gergin nağmeler sundu. Ve sonra açık bir gökyüzü, masmavi bir gök neşesiyle aralıksız ve hızlı ritimlerle coşup herkesi evlerine mutlu gönderiyor!
Yağmur serpiştiren tatlı bir sonbahar, ki güneyden Ankara’ya rüzgâr eserse, çınar yaprakları şeker olur yersin, hep gezmek istersin, hep yaprak çiğnemek. Ağır inşaat makineleriyle belediye kaldırıma onarıma geldi. Beton testeresiyle, dünyada daha çirkin ses yok, kaldırım asfaltını kesiyor! Motorlu testereyi iki kişi tutuyor, o kadar yavaş ilerliyor ki, jilet gibi kestikleri kaldırım kemancının önüne geldi dayandı. Kemancının mevkiinde, inşaat birkaç hafta sürdü, hiç oralı olmadı. Kaldırım yayalara iptal edildi, ama kemancı, inşaatın ortasında kendi halinde çalmaya devam etti.
Aynı zamanda patronum, arkadaşım şişkoya: “Bu adam deli mi?” dedim, “Hayır senden akıllı, yerini kimseye vermek istemiyor, yerini halka ezberletti, ezberlettiği yer unutulsun istemiyor!” Tam anlayamadım.
“Biz kazanıyoruz şişko, şu kemancıya biraz yardım edelim?” dedim. Şişko: “Esnafın gururunu kırma. Bırak ezilsin, sürünsün, kendi kazansın!” “Tamam da şişko, yevmiyeyi doğrultamamış işte, yol iptal, gelen giden yok, doğrultacağı da yok!” Şişko: “Heyecan yapma, bu dünyada her esnafın bir fırıldağı vardır, görmüyor musun, belediye kaldırımı iptal etti o hâlâ çalıyor, bunlar bu mesleğin duayenleridir, vardır bir bildikleri!”
Kemancı tatlı tatlı çalmaya başlayınca, iç geçirip “mutluyum işte” diyordum. Güvercin tüyü kadar yumuşacık parmakları. Nasıl bir gizli feryat, nasıl bir ah sızıyor kirli gömleğinin içinden. Ruhları yıkıp toz eden azap içinde melodik iniltiler. Zehirli, veremli tınılar kemancının büyüsüyle kuş öpücükleri gibi gelip gelip dokunuyor küçük çizgiler halinde vücudumuza. Kaldırım, insanların yüzleri, müziğin kırık ritmiyle birden kızıl şarap rengine bürünüyor. Müziğin tınısı ruhun külleri gibi. Bitmeyen bir veda çalıyor gibi. Bu kirli giysiler içindeki hayalet adama kulak verdiğinizde, göklere asılı, dağ kadar büyük masmavi hayali bir çan görüyorsunuz. Baygın bakışlı sapsarı bir kanarya gagasıyla çizer gibi, ezgiler, bir kadının kaşlarına sürünen perçemleri gibi, geberinceye kadar dinleyesin geliyor!
Müzikten değil, meraklı bir kalabalık sarıyor etrafını. Günler geçtikçe, keman sesi de kemancı da çok tanıdık geliyor, başını çevirip bakan yok. Çok nadir, beyfendi birkaç insan, yukardan atarak değil, eğilerek önüne para koyuyor, çok değer verdiğini göstermek için de önünde birkaç dakika saygıyla dinliyor. Arabaların gürültüsü, işportacıların bağırışları, kalabalıkların hızlı akışı arasında kayboluyor kemancı! Oysa dikkat çekmek için işportacıların hepsi kudurmuş gibi bağırıyor, biri kekeme taklidi yapıyor, diğeri takılmış plak gibi hep aynı kelimeyi bağırarak söylüyor. Kemancının, önünden akan kalabalığa ulaşacak gücü yok! Cazgır işportacıların, şebek maymunları gibi cıyıltıları arasında keman sesinin bir adım önünde yürüyen insanlara ulaşamadığını gördükçe, içinizden “zavallı”, “yazık” diyorsunuz. Kalabalığa ulaşmak için güç, kudret olmalı. Mahşeri kalabalık ilgisizce akıyor! İncecik bir duman gibi yayılan nağmelerin gelip geçenlerin kulak diplerini bir gül kokusu gibi iç gıcıklayarak yalayan hüzünlü şarkılarını duymak mümkün değil. Oysa birazcık dikkat ediverse kalabalık, nağmelerin görünmez bir ruh aynası gibi kalplerine sızıverdiğini hissedecekler. Ruhları gizli aynasını bulmuş gibi sevinecekler. Nafile! Kemancının beli bükük. Boynu bir kuğunun kıvrımlı boynunun iskeleti gibi, başka sulara dalıp dalıp gidiyor. Bu haliyle insanın içini ezen çok acıklı bir manzara oluşuyor, keman nağmelerinden değil, zavallı ihtiyarın garip halinden içiniz kıyılıyor! Hiç görmeyeyim, üzülmeyeyim, diyorsunuz. Ne olur sanki birazcık dikkat etse kalabalık, sokağa buğu gibi yayılan sıcacık nağmelerin, gümüşsü tınıların pırıltılarının sim sim üstlerine yapıştığını görecekler. İş dönüşü yorgun mecalsiz ayaklarına çarpıverecek bu pırıltılar, dizlerinden derman adında bir incecik telin çekildiğini hissedecekler. Boşuna, mümkün değil. Kemancı görünmez bir adam. Orda hiç yokmuş gibi. Kendi haline çalıyor. Garip ve çökmüş omuzları. Gömleğinin altından sırıtan kırık dökük kaburgaları. Hastalıklı bedeni. Yapayalnız. Eskimiş çorapları. Yırtılmaya yüz tutmuş ayakkabıları çok hazin. Gün boyu aralıksız çalıyor ve önündeki mendile kimsecikler beş kuruş atmıyor, üç-beş lira atılıyorsa da bir ekmek parası değil, hiç değmiyor! Bu delirmiş sokakta binlerce işportacı içinde bir tek o para kazanamıyor!
Hiç para kazanamadığı halde birkaç hafta aralıksız gelip gün boyu çalmasına anlam veremedim. İnsan başka bir sokağa gider. Şansını başka bir kaldırımda dener. Bu denli tecrübeli bir adam tam gününü boşuna harcayamaz. Kemanı bu denli zevkli ve içli çalan bir insanın, aynı zamanda çok zeki bir insan olabileceğini düşünüyorsunuz!
...devamı var.