Tarihin Unutulmaz Kadınları

E

EU1

Ziyaretçi
Sabiha Gökçen

Dünyanın ilk kadın savaş pilotu , Atatürkün manevi evladı


Sabiha Gökçen 1913 yılında Bursa'da doğdu. Dünyanın ilk kadın savaş pilotu olan genç Sabiha'yı Atatürk 1925'te manevi evlat edinerek kendisine "Gökçen" soyadını verdi. Çankaya İlkokulu ve İstanbul Üsküdar Kız Koleji'nde öğrenim gören Sabiha Gökçen, 1935'te Türk Hava Kurumu'nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu'na girdi, Ankara'da yüksek planörcülük brövelerini aldı. Gökçen, 7 erkek öğrenciyle birlikte Kırım, Rusya'ya gönderilerek yüksek planörcülük eğitimini tamamladı. 1936'da Eskişehir Askeri Hava Okulu'na girdi, burada gördüğü özel eğitimden sonra askeri pilot oldu. Eskişehir'de I. Tayyare Alayı'nda bir süre staj yaptı, avcı ve bombardıman uçaklarıyla uçtu. 1937'deki Trakya ve Ege manevralarıyla Dersim Harekatı'na katıldı. 1938'de Balkan devletlerinin davetlisi olarak, uçağıyla Balkan turu yapan Gökçen, daha sonra Türk Hava Kurumu Türkkuşu'na başöğretmen tayin edildi. 1955'e kadar bu görevini başarıyla sürdürdü. Hayatı boyunca toplam 22 değişik hafif bombardıman ve akrobatik uçakla uçmuştur. Sabiha Gökçen, 22 Mart 2001 tarihinde doğum gününden bir gün sonra 88 yaşında hayata gözlerini yumdu. Sabiha Gökçen dünyanın bütün kadın pilotları için bir ilham kaynağıdır ve efsanesi bizimle yaşamaya devam edecektir.


.

Ölümünden 2 yıl önce Hukukun Egemenliği Derneği tarafından onuruna verilen törende onun için bestelenen bir eser dinletildi kendisine. İşte Sabiha Gökçen'in temsil ettiği değerleri son derece yalın ve çarpıcı bir biçimde anlatan klasik rock opera tarzında bestelenmiş eserin anlamlı sözleri:






Gökyüzü kapkaranlık

Tek ışık bile yok

Kanatları umudun çaresizce kırık

Gördüğün ilk bulut,gökyüzünde yanan ateş

Sonsuzlukta bir kadın o; elleri güneş.

Önce bir çift çelik mavi göz gördü

Göklerde ilk meşaleyi

Kanatlandı zafer özgürce fethetti göğü

Bir milletin sevgisini...
 
Tiyatronun Ilk Müslüman Kadin Oyuncusu.


Afife Jale Kimdir?

Afife, orta halli bir ailenin kizi olarak 1902 yilinda Istanbul'un Kadiköy semtinde dünyaya geldi. 10 Kasim 1918 günü Darülbedayi'ye talebe olarak kabul olunan Beyza, Refika, Behire ve Memduha adli bes kizdan biriydi. Afife ve Refika hariç öteki kizlar daha fazla dayanamamis ve "nasilsa sahneye çikamayacaklari" gerekçesiyle tiyatroyu birakmislardi. Ayni yilin 18 Aralik günü Refika tiyatronun süflör, Afife de "mülazim artistlik" (stajyer oyuncu) kadrolarina alinmislardi.

Afife bir yil süreyle bütün provalara devam etti, ama bir türlü sahneye çikamadi. Öte yandan Refika, sahne gerisinde görev alan ilk müslüman Türk kadini oldu. 1919 yilinin 13 Nisan gecesi premier'i yapilacak olan, Hüseyin Suat'in "Yamalar" adli oyununda, Emel rolü, Eliza Binemeciyan'in Paris'e gitmesiyle ortada kaldi. Darülbedayi yöneticileri ister istemez rolü Afife'ye oynatma karari verdiler.

Böylelikle Afife, 22 Nisan gecesi, Kadiköy'deki Apollon Sinemasi'nda (sonraki Hale, simdiki Reks) Emel rolünü oynayarak sahneye çikan ilk müslüman Türk kadini oldu. O gece tiyatroya gelen zaptiyeler, yöneticilere bir uyarida bulundularsa da genç sanatçi bir hafta sonra da "Tatli Sir" oyununda yeniden sahneye çikti.

Sanatçi polis tarafindan tutuklanmak istenince, Kinar Hanim tarafindan arka bahçeye kaçirilarak polislerin elinden zor kurtuldu. Üçüncü piyesi olan "Odalik" oynanirken polis tiyatroyu basti. Afife bu kez de makine dairesinden kaçirildi. 1921'de dahiliye nezaretinin bir buyrugu ile belediye 27 Subat günü 204 sayili bildiriyi Darülbedayi Yönetim Kurulu'na gönderdi. Bildiride müslüman kadinlarin kesinlikle sahneye çikamayacaklari yazilmisti.

Bu bildiri üzerine Afife, tiyatronun kadrosundan çikarildi. Tiyatrosuz kalmasi Afife'nin zaten zayif olan sinirlerini alt üst etmis, kaçisi haplarda ve uyusturucularda bulmaya baslamisti. Sonradan asik oldugu bir doktorun, yaptigi igneler de onda bir aliskanlik baslatmisti. Ortalik biraz durulunca, birkaç yil sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyasi ile Anadolu'da turneye çikmis, yeni tiyatro toplulugu ile Kadiköy'de oynamis, daha sonra da Fikret Sadi'nin Milli Sahne'siyle çesitli kentlerde temsiller vermisti. Zaten 1923'ten sonra Türk Kadinlari Atatürk'ün emriyle sahneye çikmaya baslamisti. Gün geçtikçe bozulan sagligi ve uyusturucu aliskanligi, tiyatroyu ister istemez birakmasina neden oldu. Bu onu büsbütün çileden çikardi. 1928 yilinda bir arkadasiyla, Kusdili çayirinda Hafiz Burhan'in bir konserine gitmis, orada sanatçiya tamburuyla eslik eden Selahattin Pinar'la tanismisti. Kisa bir sürede Pinar, genç kadina deliler gibi asik oldu. 1929 yilinda evlendiler ve Selahattin Pinar "Nereden Sevdim O Zalim Kadini" gibi birçok ölümsüz sarkisini onun için besteledi. Bir süre sonra, Pinar karisinin morfin bagimliligi ile basa çikamamaya basladi. Tiyatrodan uzak kalmak, sahneye çikamamak, Afife'yi mutsuz kiliyor, kurtulusu yalniz "igne"de buluyordu, 1935 yilinda bosandilar. Bundan sonra Afife içine düstügü girdaba büsbütün batarak sefalet içinde sürünmeye basladi. Darülbedayi'deki dostlarinin yardimiyla, Bakirköy Akil Hastanesi'ne yatirildi ve 1941 yilinin 24 Temmuz günü kimsesiz bir halde yasama veda etti.

Tiyatronun ve devrinin bu büyük fedaisi böylece sessiz sedasiz yok olup gitti. Uzun yillar onun adini bile anan olmadi.




*Afife Tiyatro Ödülleri ilk kez, Yapi Kredi Sigorta'nin Sanat Danismani Haldun Dormen'in önerisi, Genel Müdür Erhan Dumanli'nin ve yöneticilerin de onaylari ile, ilk müslüman Türk kadin oyuncu Afife Jale'nin anisina 1997 yilinin Mayis ayinda gerçeklestirildi.

*Bu ödülün amaci, her yil Istanbul'da sergilenen oyunlari izleyerek, yilin en iyilerini seçmek, böylelikle de Türk Tiyatrosu'na destek olabilmektir.

*Afife Tiyatro Ödülleri her yil yapilan görkemli ödül törenleri ve seçimlerdeki ciddiyeti ile Türkiye'nin en saygin sanat ödülleri oldugunu kanitlamistir.



Afife Balesi


Türkiye'nin ilk kadın tiyatro oyuncusu Afife Jale'nin trajik hayatı iki perdelik modern bir yapıt olarak Yapı Kredi Sigorta tarafından Cumhuriyet'in 75. yılına, Türk Balesi'nin 50. yılına ve Yapı Kredi Sigorta'nın 55. yılına bir armağan olarak hazırlandı. Eserin dünya prömiyeri İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nde yapıldı.


Ankara Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Modern Dans Topluluğu tarafından sergilenen eserin reji ve koreografisi Beyhan Murphy, müziği Turgay Erdener tarafından yaratıldı. Prömiyer gecesinin orkestra şefliğini de Rengim Gökmen üstlendi. Afife Jale'nin hayatını dört dönemde anlatan özgün yapıtın kostümlerini Bahar Korçan, dekorlarını Savaş Camgöz hazırladı. Temsillerde konuk sanatçı olarak Meriç Sümen Afife'yi canlandırdı.


Bir "Çağdaş Dans Yapıtı" olarak tanımlanan "Afife" Türkiye'de ilk kez bir özel sektör şirketi tarafından prodüksiyonu üstlenilen yapıt olma özelliğini taşıyor. Yapı Kredi Sigorta tarafından Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü repertuarına hediye edilen eser 1998-1999, 1999-2000 sezonunda Ankara'da, 2000-2001, 2001-2002 sezonunda da İzmir'de sahnelendi.

Yapı Kredi Sigorta şef Rengim Gökmen yönetiminde Moskova Tchaikovsky Senfoni Orkestrası'na Afife Balesi'nin süitinin CD'sini yaptırttı. Bu bale süitinde kanun solosu Tahir Aydoğdu, soprano partisyonu Selva Erdener tarafından gerçekleştirildi.

Afife Jale'nin çalkantılı ve hüzünlü yaşam öyküsünü sanatseverlere ulaştıran "Afife" hem tiyatro sahnesine çıkma cesaretini gösteren ilk müslüman Türk kadınını tanıtması açısından, hem de Yapı Kredi Sigorta'nın sanata destek kampanyası dahilinde önemli bir adımdır.
 
Halide Edib Adıvar

Unutulmaz yazar. Türk romancı..

İstanbul'da doğdu. Kimi kaynaklara göre doğum yılı 1884'tür. İngiliz terbiyesiyle yetişmesini isteyen babası onu Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okuttu. Orada Rıza Tevfik'den (Bölükbaşı) Fransız edebiyatı dersleri aldı ve Doğu'nun mistik edebiyatını dinledi. Sonradan evlendiği Salih Zeki'den de matematik dersleri alıyordu. Koleji 1901'de bitirdi. 1908'de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılardan ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması'nda bir süre için Mısır'a kaçmak zorunda kaldı.1909'dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda, İzmir'in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma ünlüdür. 1920'de Anadolu'ya kaçarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı.

Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917'de evlenmiş olduğu ikinci kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den ayrıldı. 1939'a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika'ya ve Mohandas Gandi tarafından Hindistan'a çağrıldı. 1939'da İstanbul'a dönen Adıvar 1940'ta İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950'de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954'te istifa ederek evine çekilmiş ve 1964'te ölmüştür.

Adıvar'ın Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913) gibi ilk romanları aşk öyküleri anlatan yapıtlardır. Yazar kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile getirmek istediği için kişilerin iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla bir tutkuya dönüşmesini sergiler. Bu yapıtların önemli özelliğini, birbirine benzeyen ve ondan önceki Türk romanlarında bulunmayan kadın kahramanlarda aramak doğru olur. Yazarın asıl amacı kadın kahramanların kişiliklerini erkeklerin gözüyle değerlendirmek olduğu için, romanlarının anlatıcısı olarak bu kadınlara âşık erkekleri seçer ve fırtınalı bir aşk öyküsünü onların anı defterlerinden ya da mektuplarından anlatır. Erkek (bazen kadın da) evli olduğu için, kaçınılması olanaksız bir iç çatışma, romanların moral sorununu oluşturur ve roman ya kadının ya da erkeğin ölümüyle biter. Adıvar'ın, biraz kendi olduğunu iddia edilen bu kadın kahramanları, yazarın o dönemde ideal saydığı Türk kadınını temsil ederler. Seviye Talipler, Handanlar, Kâmuranlar her şeyden önce güçlü kişiliği olan, haklarını savunan, Batı terbiyesi almış, ama Batılılaşmayı giyim kuşamda aramayan, resim ya da müzik gibi bir sanat alanında yetenek sahibi, yabancı dil bilir, kültürlü ve çekici kadınlardır.

Adıvar 1910 yıllarında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu ile birlikte Türk Ocağı'nda çalışmaya başladıktan sonra yazdığı Yeni Turan adlı romanında (1912) yurt sorunlarına eğilir. II. Meşrutiyet döneminde geçen bu ütopik romanda, Yeni Turan adlı idealist bir partinin program ve çalışmalarını anlatırken yeni bir Türkiye'nin hangi sağlam temellere oturtulması gerektiği hakkında o zamanki görüşlerini açıklamak fırsatını bulur. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye (1923) romanlarında Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da tanık olduğu olayları, direnişleri, kahramanlıkları, ihanetleri anlatırken kendi gözlemlerinden yararlandığı için daha gerçekçidir. Bununla birlikte, bir aşk sorununun aşıldığı bu yapıtlarda da yüceltilmiş kadın kahraman yerini korur. Ancak şimdi, yine olağan dışı bu kadın, öncekiler gibi bireysel sorunlarla sarsılan kültürlü bir sanatçı olarak değil, milli dava peşinde erdemlerini kanıtlayan ya da Anadolu'da düşmana karşı savaşan bir yurtsever olarak çıkar karşımıza.

Adıvar'ın ilk yapıtlarında Türk okuruna sunduğu bir yenilik yarattığı bu kadın imgesidir. Bu imge toplumda birbirine karşıt olarak algılanan değerleri uzlaştırdığı için önemliydi. Osmanlı -İslam geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştirilmiş basit ve cahil kadın, o dönemin aydın kesiminin gözünde geri kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Öte yandan Batılılaşmış "asrî" kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış, namus anlayışı kuşku uyandıran bir kadındı. Adıvar'ın kahramanları işte bu çelişkiyi kendilerinde uzlaştırmakla bir özleme cevap veriyorlardı. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de milli değerlerine bağlı kalmış, hem serbest hem de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardı. Gerektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar üstelik dişiliklerini de korumayı başarmışlardır.

Adıvar'ın en ünlü romanı Sinekli Bakkal'da (1936) ileri bir adım attığını, yeni bir aşamaya vardığını görürüz. İlk romanlarının olay örgüsü bir iki kişi arasındaki bireysel ilişkilere bağlı olarak gelişirken, II. Abdülhamid dönemindeki Türk toplumunun panoramik bir tablosunu sergileyen Sinekli Bakkal'ın olay örgüsü siyasal, düşsel, toplumsal sorunlarla örülmüş olarak gelişir. Romanın okuru en çok çeken yönü de fakir kenar mahallesi, zengin konakları ve saray çevresiyle II. Abdülhamid zamanının İstanbul'u anlatmasıdır.

Ne var ki yazarın amacı bir dönemin Türk toplumunu yansıtmak değildir yalnızca. Bu felsefi romanda çevrelerin bir işlevi de belli değerlerin temsilcisi olmaktır. Sinekli Bakkal mahallesi gelenekleri ve insancıl değerleri sürdüren halk kesimini; Genç Türkler'den Hilmi ve a rkadaşları devrimci aydınları; saray çevresi ise, yozlaşmış yönetici kesimi temsil eder. Roman iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmın ana teması Abdülhamid'in istibdat idaresi karşısında şiddete başvurarak devrim yapmanın geçerliliği sorunudur. Gerçi Adıvar içtenlikle ezilen halktan yanadır, ama gelenekçiliği ve savunduğu mistik dünya görüşü şiddete başvurarak devrim yapmayı onaylamasına izin vermez. Romanda II. Meşrutiyet'in ilanı "asırların kurduğu müesseselerin köklerini" söken, "içtimaî ve siyasî nizam ve intizamı" altüst eden bir devrim olarak nitelenir. Doğru tutum Mevlevî tarikatından Vehbi Dede'nin yaptığı gibi "herhangi bir hayat fırtınasını sükûnetle seyretmek"tir. Yazar devrimden değil evrimden yanadır. Romanın ikinci kısmında yozlaşmış saray çevresi sergilenirken ana tema olarak Rabia ile Peregrini ilişkisi gelişir ve evlilikle son bulur. Bu evliliğin simgesel anlamı Batı ile Doğu'nun bileşimi olarak yorumlanmıştır. Ama Peregrini'nin "öylebasit ve insanî ananeler" dediği geleneklere bağlı Sinekli Bakkal mahallesindeki cemaat yaşamına hayran olması, Müslümanlık'ı kabul ederek Rabia ile evlenmesi ve mahalleye yerleşmesi, daha çok Doğu değerlerinin üstünlüğüne işaret sayılmaktadır. Ne var ki yazar, Rabia ile Peregrini'nin sevişip evlenmelerine inandırıcı bir hava verememiştir. Farkedilir ki, olaylar yazarın kafasındaki bir görüşü dile getirmek için tertiplenmekte ve Doğulu kadın ile Batılı erkek yazarın tezi gereği seviştirilip evlendirilmektedirler. Birinci kısımda olay örgüsünün doğal gelişimi, farklı dünya görüşlerine sahip kişiler arasındaki çatışmadan doğan gerilim ve dramatik sahneler, ikinci kısımda yerlerini, zorlama izlenimi veren bir ilişkiye ve saray çevresinin tanıtılmasına bırakınca romanın sanatsal düzeyi düşer.

1943'te CHP Ödülü'nü alan Sinekli Bakkal Türkiye'de en çok baskı yapan roman olmuştur. Sinekli Bakkal'ı izleyen romanların ise yazarın ününe katkıda bulunacak nitelikte oldukları söylenemez.

Adıvar çeşitli alanlarda etkinlik göstermiş, siyasal ve toplumsal konularda da hem Türkçe, hem İngilizce kitaplar yazmış, İngilizce'den Türkçe'ye çeviriler yapmıştır. Zamanının dış ülkelerde en çok tanınan Türk yazarı olmuştur. Yapıtlarından kimileri İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Macar, Fin, Urdu, Sırp, Portekiz dillerine çevrilmiştir.



Yapıtları

Roman:

Hayat Parçaları, 1963
Çaresaz, 1961
Sevda Sokağı Komedyası, 1959
Kerim Ustanın Oğlu, 1958
Akile Hanım Sokağı, 1958
Döner Ayna, 1954
Sonsuz Panayır, 1946
Tatarcık, 1939
Yolpalas Cinayeti, 1937
Sinekli Bakkal, 1936
Zeyno'nun Oğlu, 1928
Kalb Ağrısı, 1924
Vurun Kahpeye, 1923
Ateşten Gömlek, 1923
Mev'ud Hüküm, 1918
Son Eseri, 1913
Yeni Turan, 1912
Handan, 1912
Heyula, 1909
Seviye Talip, 1910
Raik'in Annesi 1909

Öykü:

Kubbede Kalan Hoş Seda, (ö.s) 1974
Dağa Çıkan Kurt, 1922
Harap Mabetler, 1911
Oyun:

Maske ve Ruh, 1945
Kenan Çobanları, 1916

Anı:

Mor Salkımlı Ev, 1963
Türkün Ateşle İmtihanı, 1962

Diğer Yapıtlar:

Doktor Abdülhak Adnan Adıvar, 1956
Türkiye'de Şark-Garp ve Amerikan Tesisleri, 1955
İngiliz Edebiyat Tarihi, 3 cilt, 1940-1949
Inside India, 1937
Conflict of East and West in Turkey, 1935
Turkey Faces West, 1930
Talim ve Terbiye, 1911
 
Anna Jarvis

İşte Anneler Günü'nü yaratan Anna Jarvis'in ilginç ve ibret veren hikayesi...


Anneler Günü'nde bizler annemizi düşünürken, kutlama kartı yapımcıları, çiçekçiler ve telefon şirketleri Anna Jarvis' i düşünmelidirler.
Yılın en çok iş yaptıkları günü ona borçludurlar, üstelik Anna Jarvis kendilerini "Şarlatanlar, soyguncular, korsanlar" diye nitelemiş olsa da.
Ancak Jarvis çiçekçilere yenik düştü ve hatta bu uğurda tutuklandı bile...


Jarvis için Anneler Günü, kendi annesini anmanın bir yolu olarak başlamıştı. Batı Virginia'da Grafton'da 1800'lü yılların sonlarında bir Metodist rahibin karısı olan annesi, bu sınır eyaletinde İç Savaş'tan sonra yaraları sarmak için bir "Anneler Dostluk Günü" ilan etmişti. Kendisi hiç evlenmeyen Jarvis, annesi ve kör kız kardeşiyle önce Grafton'da, sonra Philadelphia'da yaşamış, burada öğretmenlik yapmış, daha sonra bir sigorta şirketinde kütüphanecilik yapmıştı.


Ölen annesi için kampanya başlattı

Annesinin 1905'te ölümünden iki yıl sonra Jarvis, Grafton'da,annesinin öldüğü gün olan mayısın ikinci pazar günü, kendisi için bir anma ayini düzenlemişti. Kiliseyi annesinin en sevdiği çiçek olan 500 adet karanfille süslemişti.

Jarvis bu törenden o kadar etkilendi ki, anneler için resmi bir tatil günü tahsis edilmesi içni kongre üyelerine, eyalet yöneticilerine, valilere, iş dünyası liderlerine ve gazete editörlerine bir mektup kampanyası başlattı.
Grafton ve Philadelphia'daki kiliseler, ertesi yıl anneler için özel bir anma töreni yaptılar ve bunlara katılan herkes analık sembolü olarak yakalarına birer karanfil iliştirdi.

İlk tanıyan eyalet Batı Virginia, 1910'da Anneler Günü'nü tanıyan ilk eyalet oldu. Bir yıl sonra Jarvis' in mektup yağmuru sonunda hemen hemen bütün eyaletler onu izlemişti. Yasa koyucular, kadınlara oy hakkı vermeye hazır olmayabilirlerdi, ama Anneler Günü'nün hiç düşmanı yok denilebilirdi. Başkan Wilson, 1915'te Mayıs'ın ikinci pazarını milli bayram yapan yasayı imzaladı.

Ancak Jarvis' in işi henüz bitmemişti. Bir Uluslararası Anneler Günü Derneği kurarak yabancı devlet adamlarına mektuplar yazmaya başladı.

O kadar çok mektup yazıp alıyordu ki, mektupları saklamak için evinin yanındaki üç katlı binayı satın aldı. Jarvis 1948'de öldüğünde 43 ülkenin Anneler Günü'nü kutladığı tahmin edilmektedir.


Çiçekçilere kızdı

Bu arada, bu bayram günü, çok geçmeden kurucusunu öfkeye boğmuştu. Jarvis' in takması için herkesi özendirdiği karanfiller o kadar istek çekiyordu ki, çiçekçiler fiyatlarını artırdılar. Kutlama kartı yapımcıları ve şeker şirketleri de bu yeni bayramdan büyük kar sağlıyorlardı. Jarvis şöyle diyordu: "Dünyada sizin için herkesten çok şeyi yapmış olan kadına mektup yazmak yerine basılı bir kart göndermek tembelliktir.


Tutuklandılar

Jarvis, 1923'te New York kent stadyumunda kullanılması planlanan bir Anneler Günü bayramını önlemek için New York Valisi Al Smith' i mahkemeye vermekle tehdit etti. 61 yaşındaki kadın, 1925'te Philadelphia'da şehit analarının toplantısında kadınların Anneler Günü'nde bağış toplamak için beyaz karanfil satmalarını önlemeye çalışırken tutuklandı.

"Benim Anneler Günümü ticaretleştiriyorlar" iddiasında bulunan Jarvis, bir çiçekçi derneğinin üyelerinin Anneler Günü'nde sattıkları her karanfil için kendisine bir komisyon ödenmesini önermesi üzerine ağır bir hakarete uğramış oldu. "Benim düşündüğüm bu değildi. Ben kÆr değil, bir duygu günü olsun istemiştim" diyordu.


Karanfile yenildi

Ancak annesini böylesine seven kadının bayramı yaratması ne kadar kolay olmuşsa, ticari yanını durdurması da o kadar imkansızdı. Karanfiller yerine insanların beyaz düğmeler takmalarını önerdi ve kiliselerle okullara binlerce dolarlık beyaz düğme yolladı.

Ancak bunun bir yararı olmadı. Sonunda kendi bayramının ticaretleştirilmesine karşı kampanyası, annesinden kalan epey büyük mirasın tükenmesine yol açtı. 70 yaşına gelen Jarvis ile kız kardeşleri, Philadelphia'daki evlerinde tam bir münzevi gibi yaşıyorlardı. Pencerelerindeki bir tabelada "Uyarı- Uzak Durun" yazılıydı ve içeri ancak kapıyı belli bir şifreye göre çalanlar girebiliyordu.


Pişman öldü

1943'te artık yoksul ve hasta olan Jarvis, bakımı için bir bağış komitesi oluşturan arkadaşları tarafından bir yaşlılar evine yerleştirildi. Bir çiçekçiler derneğinin, 1.580 dolar bağışta bulunduğu kendisine hiç söylenmemişti.

84 yaşında orada ölmesinden kısa süre önce kendisini her Anneler Günü'nde dünyanın dört bir yanından gelen kartlarla dolup taşan odasında ziyaret eden bir muhabir şöyle diyordu: "Bana Anneler Günü'nü başlattığına pişman olduğunu söyledi."





*Bugün alışageldiğimiz "anneler günü" anlamında olmasa da anneler için yapılan kutlamalar Sümerlere dek dayandırılabilir. Matriyarkal (anaerkil) düzenin hüküm sürdüğü tarihin ilkçağlarından bu yana İştar, Kybele, Rhea ve daha bir çok yerel ve dönemsel isimlerle analık, doğurganlık niteliğiyle ön plana çıkmış ve doğanın uyandığı, yeniden doğduğu bahar mevsimi ile özdeşleşmiştir. Her bahar coşkulu kutlamalar ve sunularla bir gelenek halini alarak binlerce yıl kesintisiz olarak sürmüştür.
Daha yakın tarihlere uzanacak olursak, günümüzden birkaç yüzyıl önce 1600'lü yıllarda İngilizler arasında "mothering sunday" adı ile, lent döneminin 4. Pazar günü kutlamalar yapılmaya başlandı.
Anneler günü 1911 yılına gelindiğinde hemen hemen her ülkede kutlanmaya başlanmıştı. 1914 yılında ABD başkanı Wilson tarafından resmi bir açıklamayla Mayıs ayının ikinci pazarı Anneler Günü olarak duyuruldu.
Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında kabul görmüş oldu.
 
Nene Hatun, Erzurum'da dogdu. 98 yil Erzurum'da yasadiktan sonra yine Erzurum'da, zatürre hastaligindan hayata vedâ etti. Ölümünden üç ay önce Türk Kadinlar Birligi tarafindan ANNELER ANNESI seçilmisti.

Tarihimizde 93 Harbi olarak anilan 1877 - 1878 Osmanli - Rus Savasi sirasinda, Erzurum'daki Aziziye Tabyasi'nin savunulmasinda kahramanca çalisti. Adini bu sekilde tarihe yazdirdi. Mücâdeleye, küçük yastaki oglunu ve kizini evde birakarak katilmisti. O siralarda 20 yaslarinda genç bir gelindi.


7 Kasim 1877 gününün gece yarisinda, bölge halkindan olan Osmanli vatandasi Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyasi'na girmeyi basarmislardi. Tabyayi koruyan Türk askerlerini öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karsilasmaksizin tabyayi ele geçirdiler. Baskindan yarali olarak kurtulmayi basaran bir er, sehir merkezine ulasip kara haberi Erzurum'lulara ulastirdi. Sabah ezanindan hemen sonra minârelerden sehir halkina duyuru yapildi. "Moskof askeri Aziziye Tabyasi'ni ele geçirdi." Bu haber, Erzurum halki tarafindan, vatan savunmasi için emir telakki edildi. Silâhi olan silâhini, olmayanlar; balta, tirpan, kazma, kürek, sopa ve taslari ellerine alarak Tabya'ya dogru kosmaya basladi. Kadin - erkek tüm Erzurum halki yollara dökülmüstü. Kosanlar arasinda, erkegi cephede çarpisan bir tâze gelin de vardi. Agabeyi bir gün önce cepheden yarali olarak gelmis ve kollarinda can vermisti . Üç aylik bebegini emzirmis, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum." Diyerek vedâlastiktan sonra birkaç saat önce ölen agabeyinin kasaturasini alarak sokaga firlamisti.


Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyasi'na dogru kosuyordu. Tabyaya yerlesmis olan Rus askerleri, gelenlere yaylim atesi açti. Ön siradakiler o anda sehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararli ve hizli olarak ileri atildilar. Demir kapilar kirilip içeri girildi. Bogaz bogaza bir savas basladi. Mükemmel silâhlarla donanmis Moskof ordusu, baltali - tirpanli, tasli - sopali egitimsiz halk karsisinda ancak yarim saat tutunabildi. 2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alindi. Türkler, 1000 kadar sehit vermislerdi.


Hemen yaralilarin tedâvisine baslandi. Nene Hâtun da yaralilar arasindaydi. Fakat o yarasina aldirmiyor, evindeki bebegini unutmus, diger yaralilarin kanini durdurabilmek, yaralarini sarmak için çirpiniyordu. Nene Hâtun böyle bir ortamda tanindi ve saygi ile sevildi.


O'nun, vatan için gece baslayan mücâdelesi, tüm düsman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karis topraginda cephâne tasiyarak, yaralilara hemsirelik yaparak, yemek pisirerek, su dagitarak, hizmetten hizmete kosarak destanlasti. Gazi Ahmet Muhtar Pasa'nin zaferinde Nene Hâtun'un ve O'nun vatan askini paylasan sivil insanlarin da payi vardi.


Savastan sonra da Nene Hâtun, destan kahramanlarina yarasir bir asâletle yasadi. Kendisini ziyâret eden NATO'da görevli Amerika'li subayin bir sorusuna: "O zaman vazifemi yapmistim. Bu gün de ilerlemis yasima ragmen ayni hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim." cevabini vermisti.



İntikam yemini etti !!

Nene Hatun yıllar sonra gazetecilere, Ruslar'a karşı yaptıkları mücadeleyi şöyle anlatmıştı: '...Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden 'Moskof Aziziye'ye girdi' diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, 'Seni öldüreni öldüreceğim' diye and içtim. Yavrumu Allah'a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfengini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye'ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.'


Ellerini öpen ABD'li general

Aziziye Savunması'na genç bir gelinken katılan Nene Hatun, bu şanlı savunmanın hatırasını uzun yıllar yaşattı. 1952 yılında Erzurum'da yapılan askeri manevralar sırasında Türkiye'ye gelen NATO Kuvvetleri Başkumandanı General Ridgway, Nene Hatun'u ziyaret ederek elini öpmüş ve yeni bir savaş olduğunda katılıp katılmayacağını sormuştu. Feri yavaş yavaş sönmeye yüz tutmuş gözlerinde bir an Aziziye savunmasının hayalleri belirip kaybolan 95 yaşındaki kahraman, Türk kadını heyecanla 'Tabii giderim...' diye cevap vermişti. Bu cevap üzerine heyecanlanan General Ridgway daha sonra şu sözleri söyleyecekti: 'Aziziye mucizesinin sırlarını Nene'nin sözünden ve yüzündeki çizgilerden öğrendim. Nene efsane değil, bir hakikattir.'




*Türk tarihinin unutulmaz kahramanlarından Nene Hatun, ölmeden önce dönemin Cumhurbaşkanı İnönü'ye 'Açım. Dileniyorum. Yardım edin' diye dilekçe göndermiş

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde muhafaza edilen dilekçede, 1877'de Erzurum'a kadar ilerleyen Ruslar'a karşı şehrin savunmasında büyük kahramanlıklar gösteren Nene Hatun'un, savaş yıllarında açlık çektiği, bu nedenle Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'den yardım istediği belirlendi.

Dilekçedeki ifadeler

Ölümünün 48'inci yılında memleketi Erzurum'da bile unutulan Nene Hatun, 18 Ağustos 1943 tarihinde Reisicumhur Milli Şef İsmet İnönü'ye yazdığı dilekçede şu ifadeleri kullanmış:

'Bizler, 93 Osmanlı-Rus harbinin Erzurum civarındaki Aziziye tabyasında vuku bulan meşhur savaşın kahramanıyız. Bu çok eski düşmanımızı vatanın harimi ismetinden sökerek atmış ve göklere kadar çıkan zafer destanını yaratmıştık. (...) Bu ölmez zaferin yadigarı bizler, her birimiz, yüzer yaşındayız . Hiçbir sığınacak yerimiz ve tutunacak hiçbir desteğimiz yoktur. Belediyeden ayda 4 lira maaştan başka bir şey görmüyoruz. Geçen sene birer meccani (bedava) ekmek veriyorlardı, bu sene o ekmeğimizi de kestiler. Şimdi aç ve muhtaç bir vaziyetteyiz ve dileniyoruz da. Bizlere icabeden nakti ve fiili yardımın yapılarak bu çetin ve acıklı vaziyetten kurtarılmaklığımızı yüksek ve derin saygılarımızla diler ve arz ederiz.'*

*Aksam Gazetesi/Haziran 2004




*Nene Hatun o gün evde bıraktığı oğlu Nâzım ve daha sonra doğan üç oğlundan sonuncusu hâriç diğerlerini Birinci Dünya Harbi’nde şehid vermiştir.

*Nene Hatun, çok seneler muammer olmuş, 1955 senesine kadar yaşamıştır. Erzurum’un Rus mezaliminden kurtuluş merâsimlerine iştirak etmiş ve büyük bir hürmet ve alâka görmüştür.
*Hakkında bugüne kadar pek çok şey söylenip yazılmış olan bu Türk kadını, Kuvay–ı Milliye’nin kadın kahramanları için parlak bir ilham kaynağı olmuştur.
 
Frida Kahlo (1907 - 1954)

"Sanat tarihinde ilk kez bir kadın,
tam bir içtenlikle, yalın ve sakinliği içinde acımasız denebilecek bir içtenlikle yalnızca kadını ilgilendiren genel ve özel olguları dile getirmiştir.
Çok yumuşak ve zalim olarak da nitelenebilecek içtenliği,
bazı şeylerin kesin ve tartışmasız bir biçimde tanıklığını yapmasını sağlamıştır;
bunun için kendi doğumunu, meme emmesini,
ailesi içinde büyümesini ve her türden korkunç acılarını, kesin olgularla duyguları genelleştirip, onları kosmogonik ifadesine ulaştığı durumlarda bile her zaman yapmış olduğu gibi gerçekçi kalarak, derine inerek resmetmiştir...
Frida Kahlo Meksika ressamlarının en büyüğüdür.
Geleceğin dünyası için sahip olduğu değeri ölçmek mümkün değildir."

Bu sözler dünyanın en ünlü ressamlarından Meksikalı Diego Rivera'nın; 25 yıllık eşi-sevgilisi Frida Kahlo'nun sanatına ilişkin.
Pablo Picasso da Paris'te açtığı serginin ardından, benzeri bir yorum yapar Rivera'ya Kahlo için: "Ne sen, ne Derain ne de ben, Frida Kahlo gibi yüzler çizmeyi biliyoruz". Aynı sergide Wassily Kandinsky, Kahlo'yu gözyaşları içinde kutlar.

Meksika'da herkesin bildiğini, Diego Rivera da sıkça yineler:"O benden daha iyi resim yapıyor."

Frida Kahlo kimdir? Bazılarına göre sürrealist ressam, bazılarına göre Diego Rivera'nın ressam eşi. Kendisini sürrealist olarak değerlendirenlere "Ben sürrealist bir ressam değilim. Asla hayallerimi resimlemedim. Yalnızca kendi gerçeğimi resimledim" der.

Dönemin entelektüellerinden Alejandro Gomez Arias da, onun Diego'yla ilişkisini şöyle değerlendirir:
"Bir ressam olarak Frida, Diego'ya hiçbir şey borçlu değildi,
yani Diego hiçbir zaman onun hocası olmadı,
asla bir resmini düzeltmedi demek istiyorum.
Hatta pek çok konuda tersi geçerliydi,
çünkü Frida'nın onun üzerinde ahlaksal ve sanatsal olarak güçlü bir otoritesi vardı."


Kahlo'nun resimlerindeki imgelerin, duygu yoğunluğunun, fiziksel ve psikolojik acının en yalın açıklaması, onun yaşam öyküsünde ifadesini bulur. Resimlerinin çoğunda, nesneleşmiş bedeni ile bu bedene ait her organın acı-umut dolu çığlığı hissedilir. Bu çığlık, beden ile duyguların bütünlüğünü sağlama mücadelesinde somutlanır çoğu kez. Acı, umudu ve mücadeleyi besler.

Meksika'dan bir kadın

Meksikalı ressam Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, 6 Temmuz 1907'de, Mexico City yakınlarındaki Coyoacan'da doğmuştur. Fakat doğum tarihini, Meksika devriminin gerçekleştiği 1910 olarak söylemiş, yaşamının modern Meksika'nın doğuşuyla başlamış olmasını istemiştir. Bu ayrıntı, onun bağımsız kimliğinin ve sosyal ve ahlaki kalıplara karşı koyuşunun, tutkularıyla hareket edişinin, Amerikanlaşmaya karşı Meksikalılığını ve kültürel gelenekleri savunmasının ipuçlarını vermektedir.

Frida'nın doğumundan kısa süre sonra, annesi hastalandı ve kızına süt veremeyecek hale geldi. Bu yüzden çocuğu, bir süre, kızılderili bir sütanne emzirdi. Bunun Frida'yı etkilemiş olamayacağına inandılar, ama Kahlo, yıllar sonra yaptığı resimlerde, sütannesini, Meksikalı yönünün mitik bir şekilde bedenlenmiş hali olarak gösterdi. Hakkında karmaşık duygular beslediği annesini çok nazik, canlı ve zeki, ama aynı zamanda zalim, hesaplı ve fanatik bir şekilde dindar olarak tanımlamıştır.

Annesine pek düşkün olmasa da, Frida babasını çok seviyordu. Altı yaşındayken geçirdiği çocuk felci sırasında babasının dokuz ay boyunca kendisine baktığını hiç unutmamıştır. Bu hastalığın bir sonucu olarak, Frida'nın bir bacağı özürlü kalmış, kendisine "Tahta Bacak Frida" denmiştir. Günlüğünde, çocukluğunun harika geçtiğini, babası hasta bir insan olsa da şefkat ve çalışkanlığın mükemmel bir simgesi olduğunu, daha da önemlisi, tüm sorunlarına anlayışla yaklaştığını söylemiştir.

Kaza

Kahlo, Escuela Nacional Preparatoria'da aldığı eğitimden sonra, doğa bilimlerine yönelmek istemiştir. Ama 1925 Eylül'üne kadar sanatla ilgilenmeyi düşünmediği halde, kendini, çizim yapmak zorunda olduğu bir stüdyoda bulmuştur. Kahlo'nun bütün hayatını derinden etkileyen kaza, 17 Eylül 1925'te, erkek arkadaşı Alejandro Gomez Arias ile birlikte otobüsle okuldan dönerken gerçekleşti. Bindikleri otobüs, bir tramvayla çarpışır ve çok sayıda kişi ölür.

Alejandro Arias Gomez, trenin çelik çubuklarından birinin, Frida'nın leğen kemiği hizasında, bir tarafından girip, diğer tarafından çıktığını anlatmıştır. Gomez'in anlattıkları arasında, Frida'nın kan içindeki bedeni üzerine altınlar düştüğü ve insanların "La bailarina, la bailarina" diye şarkılar söylediği de vardır.

Ambulans gelip de Frida hastaneye götürüldüğünde, doktorlar, omurgasının, bel bölgesinde üç noktadan kırıldığını, köprücük kemiği ile üçüncü ve dördüncü kaburgalarının da kırık olduğunu gördüler. Sağ bacağı on bir yerden kırılmış, yerinden oynamış ve ezilmişti. Sol omzu çıkmış, leğen kemiği de üç yerden kırılmıştı. Çelik çubuk karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmıştı. Doktorlar, tekrar yürüyebileceğinden, hatta yaşayabileceğinden bile şüpheliydiler. Onu parça parça bir araya getirmeleri gerekiyordu. Doktorlar, anne ve babasını aradılar, ama ikisi de gelebilecek durumda değildi. Onu ziyarete yalnızca kız kardeşi Matilde ve okul arkadaşları gitti. Hastanede geçirdiği günlerde, aldığı yaralar nedeniyle kendisini ziyarete gelemeyen erkek arkadaşına düzenli olarak mektup yazdı.

Kızıl Haç Hastanesi'nden tam bir ay sonra, 17 Ekim'de ayrıldı. Taburcu edilmişti, ama aylarca evden çıkamayacağı düşünülüyordu. Bu aylarda, sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başladı. Kendisini görmek ve resmini yapmak için yanında bir ayna bulunduruyordu. 1925 yılından başlayarak, Frida'nın hayatı, korkunç bir savaş ve omurgası ile sağ bacağında dinmeyen bir ağrıyla geçti. Ama çok acı çektiği halde, bunu göstermekten kaçındı. Hastayken bile sürekli gülümsüyordu.

5 Aralık 1925'te şunları söyler: "Başıma gelen en iyi şey acı çekmeye alışmaya başlamam." Sadece Frida değil, ailesinin de bu duruma alışması oldukça zaman alır. Sürekli alçı korseyle yatan, acılar içinde haykıran kızlarının karşısında çaresizdirler. Kayınpederinden fotoğrafçılığı öğrenen babası, uzun yıllar fotoğraf çekerek ailesini geçindirir. İşleri giderek kötüleşen babası, Frida'nın bakım masraflarını daha fazla kaldıramaz ve evde değerli olan her şey satılır. Bir tek babasının tutkuyla çaldığı piyanosuna ve kitaplara kıyılamaz. Aile ciddi bir sıkıntı içindedir. Babasının sara krizleri sıklaşır.

Bir Pazar günü aile Frida'nın odasında toplanır. Tahtalar taşınır, alet çantası açılır. Frida'ya yeni bir karyola yapmaya karar vermişlerdir. O günün akşamı karyola bitirilir. Tıpkı kralların sütunlu karyolasına benzer. Annesi Matilde, sürpriz yaparak yatağın tavanına da bir ayna asar, Frida kendini seyredebilsin diye. Frida'nın ilk tepkisi dehşetlidir. Parçalanmış bedeni ve "kendisi" ile karşı karşıyadır artık. Bir süre sonra aynanın altında yatan bedenine, parçalanmış kimliğine daha az korkarak bakmaya ve aynadaki Frida'yı çizmeye başlar. Dayanılmaz şiddetteki ağrılarını duymamanın bir yoludur bu: "Aslında pek önem vermeksizin, resim yapmaya başladım" der sonraki yıllarda. İlk portresini ilk aşkı Alejandro'ya armağan eder. Oysa o, Alejandro için bir aşk olmaktan çoktan çıkmıştır.



Kazadan sonra otoportreler ve başka resimler yapmayı sürdürdü. İyi hissettiği bir gün, saygın bir sanatçı olduğunu bildiği Diego Rivera'yı görmeye gitti. Resimlerinin, bir kariyer yapmak için yeterince iyi olup olmadığını sordu ona. Daha sonra da görüşmeye devam ettiler. Tanıştıklarında, Rivera kırk bir yaşındaydı. Fiziksel bir çekiciliği olmadığı bir gerçekti, ama canlı ve etkileyici bir adamdı. 21 Ağustos 1929'da Kahlo ve Rivera evlendiler.

Evliliklerinin ilk yılında Frida hamile kaldı, ama hamilelik sırasında yaşadığı sorunlar yüzünden, bebeği aldırdı. Başına gelen kötü olaylar bununla da bitmedi. Diego'nun, küçük kız kardeşlerinden biriyle ilişkisi olduğunu öğrendi. Hayatının sonraki yıllarında, başından iki düşük vakası daha geçti ve Diego'nun, başkalarıyla da ilişkisi olduğunu öğrendi. 1939 yılında nihayet boşanmaya karar verdi. Ama 1940'ta yeniden evlendiler.

Diego, Frida Kahlo'nun çocukluğunun geçtiği Mavi Ev'e yerleşir. İlişkileri, inişli çıkışlı ama, hep tutkuludur. Bu süre içinde Rivera, skandallar yaratan ilişkiler kurar. Frida'nın da "aşk" diye tanımladığı ilişkileri olur. Bunlardan biri de, Rivera'nın Meksika Cumhurbaşkanı'ndan aldığı özel izin sonucu Meksika'ya gelen Troçki'yledir. Troçki, Kahlo'nun evine yerleşir. Aralarında engellenemez bir yakınlık olur. Gizlilik koşullarında bir süre devam eden ilişki, Troçki'nin karısı tarafından fark edilir. Frida, Troçki'den ayrılır.


Frida'nın sağlığı sık sık bozulur. Dayanılmaz ağrıları teklarlar. Buna rağmen bütün gücüyle resim yapar. Amerika'da, Fransa'da sergiler açar. Başarıdan başarıya imza atar. Ama içindeki boşluk duygusundan kurtulamaz. Üç gebeliği de düşükle sonuçlanır. Bebeğe yaşam vererek, bir anlamda bedenindeki ölümle yaşam arasındaki mücadeleden, yaşamı doğurmak ister. Öylesine büyük bir acı duyar ki bundan, kaza ile ilgili kabusları tekrarlar.

Frida, çocuğu olmadığı için, sürekli evcil hayvanlar besliyordu. Bunlarla ilgili iki portresi vardır: 1941'de yaptığı "Ben ve Papağanlarım" ile 1943'te yaptığı "Maymunlarla Otoportre". 1950 yılında, omurgasından olduğu ameliyatlar nedeniyle, yine dokuz ay hastanede yattı. 1953'te ise Meksika'daki galerisinde, ilk kişisel sergisini açtı. 1954'te, hastalığı ağırlaştı. Buna rağmen Kuzey Amerika'nın Guatemala'ya müdahale etmesine karşı yapılan gösteriye katılmıştı. 13 Temmuz 1954'te, akciğerlerindeki damarların tıkanması sonucu ölmüştür, ama günlüğündeki intihar düşünceleri, kendi hayatına son vermiş olabileceği düşüncesini de uyandırmaktadır.

Hayatı boyunca acı çekmiştir Kahlo. Ama buna rağmen, hayranlık uyandıracak bir şekilde, başı hep dik kalmıştır.


Kahlo'nun Rahatsız Edici Sanatı

Pek çok yeni görüntü eğilimleri, insan vücudundan yararlanıyor: Sahne sanatçıları, görüntü sanatçıları, sanal sanatçılar, uzman yaratıcılar, herkes vücutları açıyor, bağlıyor, boyuyor, dövmeler yapıyor...Vücut parçaları her yerde: Dergilerde ve reklamlarda beyinler, logolarda kafalar, reklamlardaki kalpler...

Frida Kahlo ise bunu 60 yıl kadar önce yaptı. Resimlerinde kanlı doğum ve ölümler, fetüsler, cesetler, vücutlardan ayrı organlar vardı. Kahlo'nun bir başka belirgin özelliği de modern aşırı kültürel eğilimlerin çalışmalarının öncülüğünü yapması, zamanına göre hayli cesur bir yaklaşımla görünen ve görünmeyen arasındaki değişken sınır, olumluya doğru bir ilerleme için duyulan güçlü çekim, değişim, bedenin dış objelerce ele geçirilmesi ve beden/zihin, dış/iç gibi geleneksel ayrımların parçalanması gibi konuları işlemesiydi.

Belki de bir söyleme göre (Derrida), dışarısının, içeriyi göstermesine izin vermek, deri gibi dış engelleri kaldırıp yaşamın içini, dışarıya sergilemek vardır Kahlo'nun eserlerinde.
 
MÜZEYYEN SENAR

Türk Sanat Müziği'nin ünlü sesi Müzeyyen Senar, 1919 yılında Bursa'da dünyaya geldi. Müzik eğitimine Anadolu Musiki Cemiyeti'nde, kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım gözetiminde başladı. Hayranlık uyandıran bir sese sahip olan bu yetenekli kız çocuğunun ünü yayıldıkça, hafız Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Lem'i Atlı, Mustafa Nafiz Irmak gibi devrin önemli üstadları da ona dersler verdiler, zamanın sevilen şarkılarının yanı sıra, kendi bestelerini de öğretip söylemesine yardımcı oldular.

Kemal Niyazi Bey ve Hayriye Hanım'ın desteğiyle İstanbul Radyosu'nda şarkı söylemeye başlayan Senar, perşembe günleri ilgiyle izlenen bu programla geniş kitlelere adını duyurdu. Senar'ı bu programda dinleyenler arasında, İstanbul'un en önemli müzikhollerinden biri olan 10. Yıl Belvü Gazinosu'nun sahibi İbrahim Dervişzâde de bulunuyordu ve gazinonun 1933 yılının yaz sezonunun yıldızlar programına Müzeyyen Senar'ı da aldı. Senar, sonraki yıllarda İstanbul'un başka ünlü gazinolarında da sahne aldı.

Müzeyyen Senar'ın yeteneği, Cumhuriyet'in kurucusu ve Türk sanat müziğinin büyük hayranı Atatürk'ün de ilgisini çekti ve sanatçı birçok kez onun huzurunda, özel meclislerinde şarkı okudu.

Müzeyyan Senar, 1938 yılında Ankara Radyosu'nun ilk yayınlarına katıldı ve 1941 yılına dek radyo aracılığıyla dinleyicileri ile buluşmayı sürdürdü. Türkiye'nin ünlü gazinolarında yaptığı başarılı sahne programları ve plak çalışmalarıyla Türk müziğine yeni bir soluk getiren Müzeyyen Senar, son sahne konserlerini 1983 yılında İstanbul Bebek Gazinosu'nda verdi. Bu tarihten sonra yalnızca ender anlarda, müzikli özel toplantılarda şarkı söyledi.

Türk Sanat Müziği'nin büyük sesi, Devlet Sanatçısı Müzeyyen Senar'ın, sanat hayatı konser ve albüm hazırlıklarıyla devam ediyor. Müzeyyen Senar Türk Sanat Müziği'nin ünlü sesi Müzeyyen Senar, 1919 yılında Bursa'da dünyaya geldi. Müzik eğitimine Anadolu Musiki Cemiyeti'nde, kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım gözetiminde başladı. Hayranlık uyandıran bir sese sahip olan bu yetenekli kız çocuğunun ünü yayıldıkça, hafız Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Lem'i Atlı, Mustafa Nafiz Irmak gibi devrin önemli üstadları da ona dersler verdiler, zamanın sevilen şarkılarının yanı sıra, kendi bestelerini de öğretip söylemesine yardımcı oldular.

Kemal Niyazi Bey ve Hayriye Hanım'ın desteğiyle İstanbul Radyosu'nda şarkı söylemeye başlayan Senar, perşembe günleri ilgiyle izlenen bu programla geniş kitlelere adını duyurdu. Senar'ı bu programda dinleyenler arasında, İstanbul'un en önemli müzikhollerinden biri olan 10. Yıl Belvü Gazinosu'nun sahibi İbrahim Dervişzâde de bulunuyordu ve gazinonun 1933 yılının yaz sezonunun yıldızlar programına Müzeyyen Senar'ı da aldı. Senar, sonraki yıllarda İstanbul'un başka ünlü gazinolarında da sahne aldı.

Müzeyyen Senar'ın yeteneği, Cumhuriyet'in kurucusu ve Türk sanat müziğinin büyük hayranı Atatürk'ün de ilgisini çekti ve sanatçı birçok kez onun huzurunda, özel meclislerinde şarkı okudu.

Müzeyyan Senar, 1938 yılında Ankara Radyosu'nun ilk yayınlarına katıldı ve 1941 yılına dek radyo aracılığıyla dinleyicileri ile buluşmayı sürdürdü. Türkiye'nin ünlü gazinolarında yaptığı başarılı sahne programları ve plak çalışmalarıyla Türk müziğine yeni bir soluk getiren Müzeyyen Senar, son sahne konserlerini 1983 yılında İstanbul Bebek Gazinosu'nda verdi. Bu tarihten sonra yalnızca ender anlarda, müzikli özel toplantılarda şarkı söyledi.

Türk Sanat Müziği'nin büyük sesi, Devlet Sanatçısı Müzeyyen Senar'ın, sanat hayatı konser ve albüm hazırlıklarıyla devam ediyor.
 
Evita Peron (Maria Eva Duarte) / 1919-1952

Adına müzikaller yazilmis,hayati filmlere konu olmus efsane kadin *Evita Peron* !!
Kendisi hakkinda cesitli kaynaklardan alinan, degisik yorumlari sunuyoruz.

-1-
1919 yilinda Arjantin’in Los Toldos kentinde, bes çocuklu fakir bir ailenin en küçük çocugu olarak dünyaya geldi Arjantin halkinin efsane ismi Evita Peron. Babasini yedi yasindayken kaybetti ve 14 yasinda aktrist olmak için Buenos Aires'e gitti. Buenos Aires'te bir süre issiz ve parasiz kaldiktan sonra radyolarda çalismaya basladi. Radyoda sovlar yaparak ve tiyatroda küçük rollerde oynayarak hayatini devam ettiren Evita, 1944 yilinda Juan Domingo Peron ile tanisti. Genç bir subay olan Juan Peron, 1943 yilinda ülke yönetiminde önemli bir görev üstlendi. “Teniente Coronel” yani albay unvanli Juan Domingo Peron, 1943 yilindaki askeri darbede rol oynayarak siyasete girdi, Çalisma Bakani olarak hükümette yer aldi ve 'emekçi babasi' olarak tanindi.

Düsük gelirli isçilerin durumlarini düzeltmeye yönelik çalisan Juan Domingo Peron, 1944 yilindaki darbenin ardindan tutuklansa da Eva Peron ve arkadaslarinin isçileri yanlarina alarak baslattiklari grevler neticesinde serbest birakildi. Bundan çok kisa bir süre sonra da Eva ile Juan Peron evlendi. Juan Peron, 1946 tarihinde de Basbakan oldu, iki defa seçildi ve 1955 yilinda gene bir askeri darbe ile ayrildi. Birkaç darbe daha geçtikten sonra 1973 yilinda Peron bir kere daha seçimle basa geldi, 1974 yilinda ise öldü. Bu sefer Evita'nin ölümünden sonra evlendigi yeni esi Isabel Peron basa geçti. 1976 yilinda ise Isabel de hükümetle beraber düstü.

Evita, kocasinin diktatörlügü döneminde kadin haklari için çalisti ve aktif anlamda siyasetin içinde yer almamasina karsilik, her zaman siyasetle ve halkla içiçe oldu. Isçi sendikalarinin örgütlenmesinde önemli rol üstlendi ve 1947 yilinda kadinlarin oy verme hakki elde etmesini sagladi. Fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardiminda bulundu, çocuklar için de yardim kampanyalari düzenledi.




-2-
Ölümüyle bitmeyen belki de tek öyküdür Evita'nin hayati..
1950'lerin basinda dünyanin vitrinindeki kadin Arjantin'in "First Lady"si Evita Peron'dur. Yoksul kalplerin kraliçesidir Evita...
Esi Juan Peron ile Madrid, Roma ve Paris'i kapsayan Avrupa gezisinde büyük bir sevgiyle karsilanir. Evita'nin neden bu kadar çok sevildigi bugün için bile merak konusudur. Aslinda, kazandigi inanilmaz sevgi kadar, eglence dünyasinin batakligindan "First Lady"lige inanilmaz yükselisi de mucizevidir.
Evita, gerçek adiyla Maria Eva Duarte, siradan bir sahne sanatçisi iken Albay Juan Peron'un önce metresi, sonra esi olur. Özellikle, isçiler arasinda yaptigi çalismalar sonucu kocasinin 1946'da devlet baskani seçilmesinde büyük rol oynar. Kocasinin fasizm kokan Peronist iktidari döneminde kendi adina kurdugu vakif araciligiyla çok sayida hastane, okul, kimsesizler yurdu ve bakimevleri açar.
26 Temmuz 1952'de kanserden öldügünde, kilise kabul etmese de, yoksul halkin yüreginde Evita artik bir azizedir. Ardindan Arjantin'le birlikte dünya aglar.
Ne var ki, devlet islerine karismasi orduyu, yardim islerine el atmasi da kiliseyi kizdirmistir. O'na duyulan sevgi, düsmanlari için o kadar korkutucudur ki, üç yil sonra kocasi devrildiginde, cesedi mezarindan çikarilarak yillarca bilinmeyen bir yerde tutulur ve ancak 1971'de Madrid'de sürgünde bulunan kocasina gönderilir. Juan Peron'un 1974'de ölümünden sonra Evita'nin cenazesi de Peron'un üçüncü esi Isabel Peron tarafindan Arjantin'e getirilir ve Baskanlik Sarayi'nda topraga verilir. Ama Evita için henüz mezarinda huzurlu yatacak günler gelmemistir. Iki yil sonra yönetime el koyan cunta tarafindan kocasininkiyle birlikte mezari bir kez daha açilir ve Evita ailesinin yattigi Roselta Mezarligi'na gömülür...
Bir yaniyla masal, bir yaniyla destan, bir yaniyla büyük bir trajedidir Evita'nin hayat öyküsü. Ölümüyle bitmeyen belki de tek öyküdür...

-3-
1951 Agustosunda Evita henüz 31 yasindayken nedensiz karin agrilari çekiyor ve xxx xxx bayiliyordu. Kocasi Juan Peron seçimlere hazirlandigi için Evita bunlari önemsemedi. Ancak ise vajinal kanama da eklenince bir doktora muayene olmayi kabul etti. Arjantin'li doktorlar kanserden süphelenmislerdi. Ancak bunu Evita'ya söyleyemezlerdi. Göstermelik apendisit teshisi ile Evita'yi ameliyathanede uyutmus, Amerika'dan hizla getirtilen dünyaca meshur kanser uzmani Dr. Pack'le konsultasyon yaparak taniyi kesinlestirmislerdi.

Seçimden bir ay önce basit bir ameliyat denilip hazirlanan Evita, hiç farkinda olmadan Dr. Pack tarafindan gizlice ameliyat edildi. Rahim tamamen çikartilmisti. Hemen tedaviye devam edildi. Ancak Evita tüm bunlardan habersiz çalismalarina devam ediyor ve hala neden karin agrisi çektigini düsünüyordu.

Seçim kazanilmis zaferler kutlaniyordu. Ama 1952 yilina girildiginde tüm yakinmalar eskisinden agir sekilde artarak devam ediyordu. Kemoterapi (ilaç tedavisi) ise yaramamisti. Dr. Pack hastayi yeniden degerlendirmis ancak yapilacak bir sey kalmadigini itiraf etmisti. Tüm konusmalar Juan Peron ile yapiliyor ve Evita'ya en ufak bir bilgi verilmiyordu. Kaderin cilvesi belki ama, Juan Peron ilk karisini da ayni hastaliktan kaybetmisti. Bu kez de dünyanin en iyi doktorlarini getirtmisti ama sonuç ümitsiz görünüyordu. Nitekim 26 temmuzda Evita basina ne geldigini ögrenemeden bu dünyadan göçtü gitti.

Dr. Pack tüm baskilara ragmen olaylari birinci agizdan anlatmadi. Hasta-hekim iliskisi buna engeldi. Tek bilinen bu isten tek kurus dahi almadigi ve Amerikan-Arjantin hükümetlerinin gizli anlasmasiyla görevlendirildigiydi.


-4-
(Temmuz 25) Arjantin'in radyo sistemindeki tüm istasyonlar ayni mesaji ülkeye yayiyorlardi: 'Arjantin Cumhuriyeti'nin önder insani Eva Peron saat 08.25'te vefat etmistir, hepimizin basi sagolsun!' Bayan Peron'un 33 yasinda kanserden ölümü Arjantin'i karistirmis ve tüm dünyada çesitli reaksiyonlara yol açmisti. Bati'da bile, Andrew Lloyd Webber'in Evita müzikali yillar sonra yillarca gündemde kaldi. Arjantin'de o günlerde bazi asiri sol ve asiri sag görüstekiler Evita'nin gündemden Tanri'nin eli ile çekildigini sanarak olayi sampanya ile kutlamislardi. Ama Evita bir kere insanlarin beyninde ve gönlünde yer etmeye görsün. 50 yil sonra bile popülizmin kraliçesinin adina 'Santa Evita' adli kitaplar çikabiliyor. Yeni yayinlanan kitabin yazari Thomas Eloy Martinez, Eva'nin cenazesini detayli aktariyor. Cenaze 12 gün halkin ziyaretine açik kalmis, milyona yakin insan tabutunu öpmüs, cenaze törenine 17 bin asker katilmis, birbuçuk milyon sari gül evlerin balkonlarindan cenaze konvoyuna atilmis. Ölümünden sonra Vatikan'a, Eva'nin eli ile degerek yarattigi mucizeler konusunda 40 bin mektup gönderilmisti. Papa bunlara itibar etmese de insanlarin inanci devam ediyor. Ancak o günlerde Eva'nin ölüsü bile askerleri o kadar korkutuyor ve Eva o kadar tehlikeli bulunuyordu ki, askeri yönetimler hep Eva'nin mumyalanmis vücudunu Arjantinliler'den saklamaya çalistilar, hatta Eva'nin ölüsü 20 yillik bir dünya turuna bile gönderilmis.


*Evita Peron, 26 Temmuz 1952’de 33 yasinda kanserden öldü. Peron'un iktidardan düsmesinden sonra gömüldügü yerden çikartilan cesedi 16 yil saklandiktan sonra önce esinin yanina, sonra da aile mezarligina defnedildi. Madonna’nin ünlü sarkilarindan olan "Don't Cry for me Argentina!” onun için bestelendi.

*Evita, 1951’de cumhurbaskanligi yardimciligini geri çevirdi.
 
Marilyn Monroe (1926 - 1962)

Hollywood'un efsane ismi Marilyn Monroe, 1 Haziran 1926’da Amerika'nin Los Angeles kentinde dünyaya geldi. Asil adi Norma Jeane Mortenson olan Monroe, babasi dogumundan birkaç hafta önce annesini terkettigi için ve annesinin de ismini vermemesinden dolayi babasinin kim oldugunu hiçbir zaman ögrenememis. RKO stüdyolarinda film kesicisi olarak çalisan annesinin de sinir hastaligina yakalanarak hastaneye kaldirilmasi, Monroe’nun bundan sonraki yasamini yetimhanede geçirmesine neden olmus.

Monroe henüz 16 yasinda iken uçak tamircisi olan 21 yasindaki James Doughtery ile evlendi. Bu evlilik dört yol sürdü. James Doughtery’den bosandiktan sonra da modellik yapmaya basladi ve yari çiplak pozlariyla da kisa sürede ünlendi. Onu takip edenlerden biri de RKO’nun baskani Howard Hughes’tu. Hughes’un teklifi üzerine sinemaya transfer olan Monroe, hafta basina 125 dolara 1947’de ilk filmine imza atti.

1948 yilinda unutulmaz filmlerinden birini gerçeklestiren Monroe, “ Scudda Hoo!Scudda Hey ” adli filmde rol aldi. Filmdeki üç kisa sahnesinden ikisinde yari çiplak bir halde görünen aktris, ayni yil içerisinde daha iyi bir rolde oynama firsati yakaladi. “ Dangerous Years ” filmindeki Evie karakterini canlandiran Monroe, filmin basarisiz olmasi üzerine büyülü ekrandan bir süre için ayri kaldi.

Fox sirketinin kendisiyle yeni bir kontrat yapmamasindan dolayi bosta kalan aktris, bir yandan modellige devam ederken diger yandan da oyunculuk dersleri almaya basladi.



Columbia stüdyolarinin 1948 yapimi “ Ladies of the Chorus ” adli kisa filminde iki kez sarki söyleme firsati bulan Monroe, filmdeki Peggy Martin rolüyle elestirmenlerin dikkatini çekti. Columbia sirketinden de olumlu yanit alamayan aktris, tekrar modellige döndü. 1949 yilinda karsisina yeni bir firsat daha çikan Monroe, United Artist’in “ Love Happy ” filminde rol aldi. Ayni yil birçok takvime çiplak pozlar veren Monroe, 1953 yilinda bir erkek dergisine kapak oldu.

1950 yili Monroe için güzel bir yildi. Aktris, oynadigi iki filmdeki kisa rolleriyle ilgi çekmeyi basardi. “ The Asphalt Jungle (Elmas Hirsizlari)” ve “ All About Eve (Perde açiliyor) ” filmlerinde oynayan Monroe, daha sonra pek çok dalda Oscar’a aday gösterilen bu filmlerin aptal sarisini olarak anildi.

Ertesi yil “ Don’t Bother to Knock ” filminde akli sorunlari olan bir bebek bakicisini canlandiran Monroe, daha sonra oynadigi “ Monkey Business (Maymun Akli) ”deki platin sarisi saçlariyla ticari filmler için iyi bir para kaynagi oldugunu gösterdi. Ayni yil içerisinde beyzbol yildizi Joe DiMaggio ile birlikte olan Monroe, kariyerinde giderek yükselmeye basladi. Betty Grable, Lauren Bacall ve Rory Calhoun gibi usta oyuncularla birlikte “ How to Marry a Millionaire ” filminde rol alan aktris, her ne kadar diger oyuncularin yaninda fazla dikkat çekmese de güzelligiyle box office’e oynayan her filmde vazgeçilmez oldugunu ispatladi.

1954 yilinin Ocak ayinda Joe DiMaggio ile evlenen Monroe, ertesi yil tüm zamanlarin en komik filmlerinden biri olan “ The Seven Year Itch ”de rol alarak komedi yönünü kesfetti. Evliligini sekiz ay sonra noktalayan aktris, oynayacagi iki filmin yapim sirketleri tarafindan iptal edilmesiyle birlikte bir süre ekrandan uzak kaldi.

1956 yapimi “ Bus Stop ”daki performansiyla elestirmenleri, dramatik bir rolün üstesinden gelebilecegi konusunda ikna eden Monroe, ayni yil ünlü oyun yazari Arthur Miller ile evlendi. Ertesi yil Ingiltere’ye giden aktris, “ The Prince and the Showgirl ” adli filmde rol aldi. Filmler her ne kadar is yapsa da fazla agir bulundugu için seyircinin begenisini kazanamadi.

1958 yilinda adini en çok duyuran komedi filmi “ Some Like It Hot ”da Tony Curtis ve Jack Lemmon ile birlikte oynayan Monroe, güzelligi ile yine insanlari büyüledi. Issiz kalan iki genç adamin kadin kiligina girerek kizlar bandosunda is bulmasini konu alan film yilin en iyi is yapan filmi olurken pek çok filme esin kaynagi olan Hollywood klasikleri arasina girdi.

1960 yilinda kocasi Arthur Miller’dan bosanan aktris, George Cukor’in “ Let’s Make Love ” adli filminde Tont Randall ve Yves Montand ile basrolü paylasti.

1961 yapimi “ The Misfits ” ile bitirilmis son filmine imza atan Monroe, filmden hemen sonra kalp krizi sonucu hayata veda eden Clark Gable ile oynadi. Bir western olan filmde hem seyircileri hem elestirmenleri memnun eden bir performans ortaya koyan aktris, ertesi yil “Something’s Got to Give ” adli filmde oynamaya karar verdi.
Fakat tam bu sirada siddetli bir atese yakalanan Monroe, yüksek dozda yatistirici ilaç alarak hayata gözlerini yumdu. Daha 36 yasinda olan aktris, 8 Agustos 1962 günü yatagina uzanmis bir halde ölü olarak bulundu.



*Kendisine yüklenmek istenen –basta aptal sarisin ve onun gerçek yasamdaki karsiligi olmak üzere- her seyden nefret etmis ve onca yapaylik arasinda biraz gerçek yasam, biraz içtenlik aramis bir kadindi o... Herkesin tirmanmayi düsledigi doruklarin anlamsizligini anlayan ne ilk, ne de son sanatçiydi... Ne var ki onun bu denli bilinçli olmasini, el yordamiyla da olsa starligin, ünün ve popülerligin kimi gizlerini en çiplak haliyle görüp göstermesini yadirgadi, giderek mahkum etti Hollywood... Onun yalnizliga, mutsuzluga, dolayisiyla ölüme yargiladi. Marilyn yazginin, yani sinemanin kendisine yüklemek istedigi bir rolü oynamadi. Ve sonunda o role isyan etti. Onun öyküsü, yüzyilimizdaki medya starlarinin sahip oldugu en acikli öykülerden biridir. Gerçek bir tragedyaya en çok yaklasanlardan biri... Ve kitleler, kimi konularda yanilsalar da, kamu önünde yasanan özel yasamlardaki trajigi hiç kaçirmazlar. Marilyn’in de bu trajedi yüküyle bir efsaneye dönüsmesi kaçinilmazdi. Ve öyle de oldu. Atilla Dorsay/100 Yilin 150 Oyuncusu
 
Semiha Berksoy (1910 - 2004)

Ilk Türk kadin opera sanatçisi ve ressam Semiha Berksoy

1910 yilinda Istanbul’da dogdu. Yüksek dramatik soprana olarak Ankara Devlet ve Opera Balesi’nin bassolistlerinden olan Berksoy, ‘Mezardan Gelen Mektup’ hikayesinin de yazariydi. Sanatçi, Istanbul Konservatuari’nda ve Güzel Sanatlar Akademisi Namik Ismail Atölyesi Resim ve Tiyatro Okulu’nda egitim aldiktan sonra, Istanbul Sehir Tiyatrosu’nda sesiyle üne kavustu, Türk ve Avrupa operetlerinde oynadi.

Ulu Önder Atatürk tarafindan 19 Haziran 1934 tarihinde takdir edilen Berksoy, ilk Türk operasi olan Adnan Saygun’un besteledigi ‘Özsoy’da Aysim basrolünü oynadi. Ayni yil devlet bursuyla gittigi Almanya’da Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi Opera Bölümü’nü birincilikle bitiren Berksoy, 1939’da Richard Strauss’un ‘Ariadne Auf Naxos’ operasinda Ariadne rolünü oynayarak, Avrupa’da sahneye çikan ilk Türk opera primadonnasi oldu.


Türkiye’ye 1940 yilinda dönen Semiha Berksoy, Ankara Halkevi’nde, Carl Ebert’in rejisini yaptigi ‘Tosca’ ve ‘Madame Butterfly’ operalarinda oynadi. ‘Il Travatore’ operasindaki rolüyle 30. sanat yili jübilesini kutlayan Berksoy, Devlet Tiyatrosu’nda da dram bölümünde çesitli oyunlarda rol aldi. ‘Deli Dolu’ ve ‘Lüküs Hayat’ operetlerinin ilk icrasini da gerçeklestiren sanatçi, Türk kadinina seçme ve seçilme hakki verilisinin 50. yilinda, TBMM tarafindan ilk kadin opera sanatçisi olarak ‘Atatürk Opera Ödülü’ne layik görüldü.



Sanatçi Berksoy, ayrica 1961 yilindan baslayarak Türkiye ve yurtdisinda birçok resim sergisi açti. 1998 yilinda ‘Devlet Sanatçisi’ unvani alan Berksoy, 2003 yilinda Viyana’da Samlung Esly Modern Müze’de sergiye katildi. Ayni yil Viyana’da Salome performansini gerçeklestirdi. Semiha Berksoy, son alarak Is Sanat Kibele Galerisi’nde retrospektiv resim sergisi açti.


Semiha Berksoy 16 Agutos 2004 günü 94 yasinda vefat etti. 17 Agutos günü Istanbul’da topraga verildi. Berksoy, Ahmet Adnan Saygun’un besteledigi ilk Türk operasi Özsoy’da Aysim rolünü oynamisti.


Semiha Berksoy için ilk tören, Atatürk Kültür Merkezi’nde (AKM) düzenlendi. Semiha Berksoy’un Türk Bayragi’na sarili naasi, sahnede hazirlanan platforma konuldu. Semiha Berksoy’un Türk Bayragi’na sarili naasi önünde, sanatçi dostlari saygi durusunda bulundular. Tesvikiye Camii’nde kilinan namazdan sonra Berksoy’un naasi Çengelköy Mezarligi’nda topraga verildi.
 
Kraliçe I.Elizabeth (1900 - 2002)

Iskoçyali bir ailenin bir çocugu olarak 4 Agustos 1900 tarihinde dünyaya geldi. Kardeslerinden birini I. Dünya Savasinda kaybetti. Daha sonra ailesiyle birlikte Londra'ya tasindi. 1923 yilinda daha sonra Kral olacak olan Kral V. George'nin oglu Albert ile evlendi.

Evlilik ardindan genç çifte York Düsü ve York Düsesi unvani verildi. 1926 yilinda ilk çocuklari dogdu. Elizabeth adini alan ilk kiz çocugunun, sonradan Britanya Imparatorlugu’nun basina geçecegini kimse tahmin etmiyordu. 4 yil sonra, (Prenses) Margaret-Rose dünyaya geldi.

Mutlu bir aile olarak yasamlarini sürdürürken 1936 yilinda Kral V. George’un ölümü üzerine her sey birdenbire degisti. Bu gelisme üzerine Elizabeth’in esi Albert’in büyük agabeyi VIII. Edward, tahtin birinci derecede varisi durumuna geçti. Ancak bir Amerikali’ya asik olunca ve bu kadin da dul oldugundan Britanya Imparatorlugu tahtina geçemeyecek olmasi nedeniyle tahttan feragat etti. Yerine VI. George (Albert) Kral olarak tahta çikti. Mayis 1937’den itibaren Elizabeth de, hükümdarin esi olarak “Kraliçe” ünvanini almis oldu.

1939 yilinda patlak veren II. Dünya Savasi boyunca, Alman bombardimanina ragmen Kraliyet Ailesi, ülkeden ayrilmayarak halkin büyük sevgisini ve saygisini kazandilar. Basbakan Winston Churchill ile birlikte, Alman saldirilarina ve savasin güçlüklerine direnisin sembolü haline geldiler. Savas sonrasi, 1952 yilinda Kral VI. George’un ölümü ile 51 yasinda dul kalan Kraliçe Elizabeth, “Ana Kraliçe” unvanini aldi ve büyük kizi Elizabeth, Britanya Imparatorlugu’nun yeni hükümdari olarak tahta çikti ve geçen 50 yildir ülkenin hükümdarligini yürütüyor.

Elizabeth tahta çikar çikmaz köktendinci rahip ve kesislerin yerine, bugünkü Anglikan kilisesinin temelini teskil edecek papazlari getirdi ve papazlardan meydana gelen dini idari meclislerini olusturdu. Hâlâ üst düzeyde ilk ve orta egitim veren Westminister Okulu’nu, Oxford’daki ünlü Jesus Koleji’ni kurdu.

Ingilizler hangi yöne bakarlarsa baksinlar din ve devlet islerinde; sanat, edebiyat, müzik ve mimarlikta; milli gurur ve milliyetçilik anlayisiyla pragmatik ve uzlasmaci tutum içinde aileye ve töreye bagliligi, kirsal hayata tutkuyu, egitimi, özetle Ingiliz yasam biçimini teskil eden ögeleri ve onlarin izlerini görürler. Iste Ingiliz milli kisiliginin ilkeleri I. Elizabeth’in saltanati sirasinda atildi.


Ana Kraliçe Elizabeth 30 Mart 2002'de hayata gözlerini yumdu.



I. Elizabeth öldügünde ardinda çok güçlü bir ülke birakti

VIII. Henry ve daha 3-4 yasindayken babasi tarafindan cellada teslim edilen Anne Boleyn’in kizi olan Elizabeth, Ingiliz hükümdarlarinin içinde en kuvvetli ve en çok sevilenlerden biridir. 26 yasinda çok zeki, iradeli ve kararli bir kadin olarak tahta çiktiginda Ingiltere, mali açidan iflas etmis Fransa ile savas halinde bir kralliktir. Ingiliz halki da Katolik ve Protestan mezheplerine bölünmüstür ve savas halindedir.

40 yil tahtta oturan Kraliçe Elizabeth, hayata gözlerini yumdugunda arkasinda güçlü bir ülke birakti. Ingiltere, Kraliçe Elizabeth’in yönetiminde, Avrupa’nin en güçlü ülkelerinden biri olurken, halki da kurdurdugu Ingiliz kilisesi sayesinde dini açidan huzura kavustu.

Elizabeth küçük bir ada olan ülkesini idare etmekten büyük kivanç duydu, ülkesini küçümseyenlere "sade bir Ingiliz" olmaktan ne büyük bir mutluluk duydugunu haykirdi.
Ingilizler simdi, "Böyle bir milliyetçiligi günümüzde nerede bulabiliriz?" diye hayiflaniyorlar. O devirde bir Ingiliz olmanin verdigi kivancin toplumun her ferdinde yasandigini, bunun 400 yil devam ettigini ve bugüne kadar geldigini düsünüyorlar.
Ingiliz halki simdiki kraliçe II. Elizabeth’in de, I. Elizabeth gibi, ülkesine ve halkina olan görevini her seyin üstünde tuttuguna inaniyor. Onlari korkutan II. Elizabeth’ten sonra sahip olduklari degerlerin tamamen yok olabilecegi.



Uzun süre tahtta kalmis, önemli bir kadin hükümdar olan Kraliçe I. Elizabeth, ayni zamanda çok da süslü bir kadindir; hatta bir moda öncüsüdür. Çesitli resimlerde Elizabeth'i uzun inciler ve beline asili takilarla, basi yüksek bir taç ve incilerle süslü veya dönemin modasina uygun olarak yüksek kabartilmis saçlarin üzerine damla biçimli firketeler takili halde görürüz. Armagan almayi çok seven bir kadin olan Elizabeth'in 1587 yilbasinda aldigi armaganlarin listesi söyledir: Mücevher çanta ve bros takimi, incili altin parfüm kutusu ve takim zinciri, mineli zincirli mücevher pandantifli altin gerdanlik, minik incilerle bezeli on bes altin dügme, yakutlarla bezeli yilan dili biçimli pandantif ve –en çok begendigi hediye– açildiginda kendisinin portresi beliren mücevher yelpaze.
 
Greta Garbo (Buzlar Kraliçesi )

Sinema tarihine adını kazıdı..Kadın Haklarının bir numaralı savuncusu oldu.

Sinema tarihine Garbo’nun adını altın harflerle yazan bu filmler; Anna Karenina, Grand Hotel ve Gülmeyen Kadın–Ninotchka. Aşkın sinemada bulduğu en etkileyici vücut olan Garbo, sinema tarihine adını kazıdı

CAZİBELİ, KADINSI VE ÖZGÜR

Güzel gözlü, gizemli kadın. Hollywood’un sessiz film çağının kuzey yıldızı, Greta Garbo. Beyazperdeye veda ettiğinde sadece 36 yaşındaydı ama Hollywood’da geçirdiği 20 yılda kadın hakları savunucularının uzun zaman uğraşıp da başaramadıklarını başardı: Amerikan toplumuna bir kadının hem zeki hem de seksi olabileceğini gösterdi. 1920’li yıllarda, özgürlük yanlıları toplum tarafından horgörülürken, o, canlandırdığı cazibeli, feminen ama bağımsız karakterlerle milyonlarca kadına cinselliklerinin erkeklerin kontrolünde olmadığını gösterdi. Başına buyruk, zeki, yetenekli ve ödünsüzdü. Ve de çok güzel. Greta Garbo, son filmini 1941’de çevirmesine ve sonra 1990’da ölümüne kadar gözlerden uzak bir hayat sürmesine rağmen, tüm sinemaseverlerin gönlünde bir efsane olarak yaşamaya devam ediyor.

KADIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İKONU

Hollywood’un kadınlara güçlü rol modelleri sunmakta oldukça cimri davrandığı çağımızda Greta Garbo’nun filmlerini seyretmek zaman tünelinde yolculuk yapmak gibi. O, henüz 20’li yıllarda bağımsız kadının ve kadın özgürlüğünün ikonu olmayı başarmış nadir gerçek özgür ruhlardan biriydi. Ödünsüz ve özürsüz, sadece kendi istediği gibi yaşadı.

1920’li yıllarda, özgürlük yanlıları toplum tarafından horgörülürken, o, canlandırdığı cazibeli, feminen ama bağımsız karakterlerle milyonlarca kadına cinselliklerinin erkeklerin kontrolünde olmadığını gösterdi. Başına buyruk, zeki, yetenekli ve ödünsüzdü. Ve de çok güzel. Greta Garbo, son filmini 1941’de çevirmesine ve sonra 1990’da ölümüne kadar gözlerden uzak bir hayat sürmesine rağmen, tüm sinemaseverlerin gönlünde bir efsane olarak yaşamaya devam ediyor.

Hollywood’un kadınlara güçlü rol modelleri sunmakta oldukça cimri davrandığı çağımızda Greta Garbo’nun filmlerini seyretmek zaman tünelinde yolculuk yapmak gibi. O, henüz 20’li yıllarda bağımsız kadının ve kadın özgürlüğünün ikonu olmayı başarmış nadir gerçek özgür ruhlardan biriydi. Ödünsüz ve özürsüz, sadece kendi istediği gibi yaşadı.
 
Keriman Halis Ece

Ilk Türk *Dünya Güzellik Kraliçesi*

Medeni dünyaya ayak uydurma çabasindaki genç Türkiye Cumhuriyeti, Türk kadinina yeni cemiyet yasantisi içinde önemli bir yer verirken, Avrupa'da yaygin bir hal almis bulunan güzellik yarismalari da bu konuda önemli bir firsat bilinmisti. Türkiye Cumhuriyeti henüz alti yasindayken, Büyük Atatürk'ün emir ve direktifleriyle "Cumhuriyet" gazetesi tarafindan ilk kez "Türkiye Güzellik Yarismasi" düzenlendi.

3 Eylül 1929 günü yapilan ilk güzellikyarismasinda, sabik Balikhane nâzirlarindan Mehmet Tevfik Bey'in torunu Feriha Tevfik Hanim ilk "Türkiye Güzeli" seçildi. Bunu, 1930 yilinda Mübeccel Namik ve 1931 yilinda da Nâside Saffet hanimlarin kazandiklari yarismalar izledi.

Keriman Halis Hanim, 1932 yilinda düzenlenen dördüncü yarismaya katilmisti. Onu, ailesi ve çevresi bu yarismaya katilmasi için bilhassa tesvik etmislerdi. O tarihlerde yapilan yarismalarda, adaylarin büyük ekseriyetini iyi ve taninmis ailelerin kizlari teskil ederdi. Kara kasli, kara gözlü, parlak uzun ve siyah saçli ve bembeyaz tenli, hakikaten çok güzel bir kizdi Keriman Halis Hanim. Tahsilini Feyziati (sonraki adiyla Bogaziçi) Lisesi'nde yapmisti. "Hizir" yangin söndürme aletlerinin mümessili olan Halis Bey, kizini bizzat götürüp kaydettirmisti bu yarismaya.

3 Temmuz 1932 günü Istanbul'da yapilan yarismada, elliyi askin aday arasinda Keriman Halis Hanim, jürinin ittifaka yakin karariyla "Türkiye Güzeli" seçildi. Fiziki güzelliginin yanisira terbiyesi ve nezaketi ile de bilhassa dikkati çekmisti bu genç ve güzel kiz.

Keriman Halis Hanim, o ayin sonunda Brüksel'de yapilacak Dünya Güzellik Yarismasi'nin hazirliklarina giristi derhal. O güne kadar yapilan dünya güzellik yarismalarinda, Türkiye'yi temsil eden güzeller derece alamamislardi. Avrupai anlamda tipik bir Türk güzeli olan Keriman Halis Hanim'in sansi vardi bu yarismada.

1932 yilinin "Dünya Güzellik Yarismasi", 31 Temmuz günü Brüksel'de yapildi. 28 milletin güzellerinin katildigi bu yarismada jüri, "Türkiye Güzeli" Keriman Halis'i "Dünya Güzellik Kraliçesi" seçti. Bütün Belçika ve Avrupa basini jürinin bu kararini ve Türk kizini alkislarken, Keriman Halis'in "Dünya Güzellik Kraliçesi" seçilmesi bütün Türkiye'de bir bayram sevinci yaratmisti.


Güzellik kraliçesi yarismalarina bilhassa önem veren Büyük Atatürk de, bu mutlu sonuçtan büyük bir mennuniyet duymustu. 3 Agustos günü "Cumhuriyet" gazetesine verdigi su özel demeci ile Türk kizlarina sunlari söylemisti:

"Türk irkinin necip güzelliginin daima mahfuz oldugunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocugu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Fakat Keriman Ece, hepimiz isittigimiz gibi söylemistir ki, o, bütün Türk kizlarinin en güzeli oldugu iddiasinda degildir. Bu güzel Türk kizimiz, irkinin kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdigi güzelligini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanittirmis olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklidir.

Türk milleti, bu güzel çocugunu süphesiz samimiyetle tebrik eder. Cumhuriyet gazetesi bu meselede Türk irkinin diger dünya milletleri içinde mümtaz olan asil güzelligini göstermek tesebbüsünü takip etmis ve bunu dünya nazarinda muvaffakiyetle intaç eylemistir. Ondan dolayi bittabi bu vesile ile de takdir ve tebriklerimize hak kazanmistir. Sunu da ilave edeyim ki, Türk irkinin dünyanin en güzel irki oldugunu tarihi olarak bildigim için, Türk kizlarindan birinin Dünya Güzeli intihap edilmis olmasini çok tabii buldum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle sunu da tahattür ettimeyi (hatirlatmayi) lüzumlu görürüm:

Münferit oldugumuz (iftihar ettigimiz) tabii güzelliginizi fenni tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanik bir tekâmülün mütemâdi tahakkukunu ihmal etmeyiniz. Bununla beraber asil ugrasmaya mecbur oldugunuz sey analarinizin ve atalarinizin olduklari gibi yüksek kültürde, yüksek fazilette birinciligi tutmaktir."

Yurda dönüsünde Sirkeci Gari'nda kraliçeler gibi karsilanan "Dünya Güzellik Kraliçesi" Keriman Halis'ten yukaridaki demecinde "Keriman Ece" diye bahseden Büyük Atatürk, yurda döndükten sonra kendisine "Ece" soyadini verdi.
 
Beate Uhse (25.10.1919)

Alman işkadını Uhse, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, birçok engeli aşarak "Beate Uhse" adıyla özdeşleşen, en büyük, ulusal seks malzemesi posta satış şirketini kurdu.

Beate Köstlin (kızlık soyadı) adıyla Doğu Prusya'da Wargenau'da çiftlik sahibi bir babayla, tıp doktoru bir annenin üç çocuğunun en küçüğü olarak dünyaya geldi. İlkokulu bitirdikten sonra oniki yaşındaki Beate, Juist'te yatılı bir okula yazıldı. Ardından okuduğu Oberhambach an der Bergstrasse'de bulunan okula devam ederken, spor tutkunu olan genç kız cirit atmada Hessen eyaleti gençler şampiyonasını kazandı ve hem Hitler-Jugend (Hitler Gençliği) hem de BDM Bund Deutscher Maedel (Alman Kızları Birliği) örgütlerine katıldı. Annesinin, kızının tıp okumasını istemesine karşın, Beate eğitimini bir yıl sonra bırakarak İngiltere'ye Aupair (çocuk bakıcısı/ev işlerinde yardımcı) olarak gitti.


1937'den Sonra: Pilotluk

Ev işlerinde staj gördükten sonra 17 yaşına gelen Beate, uzun zamandır pilot olmak konusunda duyduğu isteği gerçekleştirebildi: Berlin yakınlarında uçuş brövesini aldıktan sonra, akrobasi uçuşu sınavını 1938'de verdi ve bir uçak fabrikasına stajyer olarak girdi. Alman Aeroclub ile iyi ilişkileri sayesinde ulusal bir ekiple uluslararası yarışmalara katıldı ve aradan çok geçmeden yeni uçaklara test pilotluğu yapmaya başladı ve ayrıca Ufa Film Şirketi için akrobatik uçuşlar yaparak sinemadaki idolü olan Hans Albers'in dublörlüğünü yaptı.


1940'dan Sonra: Savaşa Katılması

Beate İkinci Dünya Savaşı patladıktan dört hafta sonra uçuş öğretmeni Hans Uhse ile evlendi. Eşi hemen cepheye gönderildi. 20 yaşındaki genç kadın da, 1940'dan sonra hava kuvvetlerinin uçaklarını savaşa sokulacakları yerlere götürdü. 1943'te ilk defa anne oldu. Eşi aynı yıl içinde bir gece çatışmasında yaşamını yitirdi. Dul kalan Beate, yüzbaşı olarak cepheye döndü. 1945'te oğlu ile birlikte Kızıl Ordu'dan kaçmak için Berlin'den Lübeck üzerinden Danimarka sınırındaki Leck'e sığındı ve burada İngilizlere esir düştü.


1947'den Sonra: "X Yazısı" ile Seksüel Danışmanlık

Çevresindeki kadınlardan birçoğunun savaştan sonraki günlerde istemeden hamile kalması, Uhse'yi bir broşür yayınlamak için motive etti. Burada Knaus-Ogino Metodunu (doğurganlığa uygun olan ve olmayan günleri hesaplamak yoluyla gebelikten doğal korunma yöntemi) açıkladı. Uhse'nin "X Yazısı" olarak adlandırdığı bu broşür, başarılı oldu ve kendisine para reformundan sonra (Temmuz 1948) sipariş başına 1 DM kâr bıraktı.


1949'dan Sonra: İşini Büyütmesi

Uhse, posta aracılığıyla saç toniği satan ikinci eşi Ernst-Walter Rotermund (1949'da evlendiler; 1972'de boşandılar ve bir çocuk sahibi oldular) ile Flensburg'da St. Marien Papazlık Bölgesi'ne taşınarak aydınlatıcı şirketini kurdu. Kendisine akıl danışanlar çoğaldıkça, posta ile dağıtım programına aydınlatıcı seks kitaplarıyla prezervatifleri de kattı. Postayla gönderdiği reklam broşürleri yüzünden, kişilik haklarının rahatsız edildiklerine inanan yurttaşlar sık sık şikâyette bulunduklarından, Rotermund'un, Flensburg polisince tanınması uzun sürmedi. Genç girişimci bunun üzerine broşürlerini üstlerine iliştirdiği bir kâğıtta içeriğini bildirdiği kapalı zarfların içinde postalamaya başladı. Şirketini 1951'de ticaret siciline yazdırdı. İlk kez birkaç eleman tuttu, daha büyük bir yer kiraladı ve saldırıya geçti. Yardım isteyenlerin adsız birine başvurmak zorunda kalmaması için, bundan böyle gönderdiği bütün reklâm malzemelerine kendi fotoğrafını iliştirdi.


50'li Yıllar: Serbestlik Yanlısı ve Karşıtı Olanlar

Cinsellik ve cinsel aydınlanma 50''i ve 60'lı yıllarda Almanya'da tabu olan konulardı. Bu nedenle, adliye, devlet ve kilise makamlarınca "ahlâksızlığı" nedeniyle suçlanan Rotermund'a karşı açılan davalar çoğaldıkça çoğalıyordu. Aynı zamanda müşteri ve akıl öğrenmek isteyenlerin talepleri giderek arttığından, Beate-Uhse-Postayla-Satış ticareti de gittikçe büyüyordu. "Stimmt in unserer Ehe alles?" (Evliliğimizde Her Şey Yolunda Gidiyor mu?) adı altında sattığı, cinsel aydınlanma konusundaki kataloğu ve ereksiyon merhemleri, 1952'de satış rekorları kırdı. Cirosu 1956'da ilk kez bir milyon sınırını aştı. Rotermund, kendisi tarafından diktirilen erotik çamaşırlarla ürün yelpazesini genişletti.


1962: İlk Seks Mağazası

Rotermund'un Flensburg'ta 1962 yılında açtığı dünyadaki ilk seks mağazasını, bütün büyük kentlerde açtığı diğerleri de izledi. Die Memoiren der Fanny Hill (Fanny Hill'in Anıları) adlı kitabı satış programına alınca, Beate-Uhse şirketine karşı ileri sürülen pornografi suçlamaları ilk kez doruk noktasına ulaştı. Öğrenci hareketlerinin başlamasıyla toplum, daha liberal bir havaya büründü, tabular kırıldı. Bunun yerine, Rotermund'u kadınların çıkarlarına ihanet etmekle suçlayan ve pornografik ceza hukukunun daha sert olması için boşuna çaba harcayan kadın hareketi ile sürtüşmeler başladı. Bunun nedeni Rotermund'un 1972'den sonra porno işine soyunması oldu; 1975'ten sonra bunu porno filmler de izledi. İş kadını Rotermund, 1983'te geçirdiği bir kanser ameliyatının ardından, o tarihten beri oğluyla birlikte yönettiği şirketteki işine yeniden dört elle sarıldı.
 
Valentina Tereshkova (1937-....)

Uzaya Giden Ilk Kadin


1963'de, Velentina Tereshkova uzaya giden ilk kadın oldu. Tereshkova'nın bulunduğu Vostok 6 uzay mekiği, üç gün uzayda kaldı, dünyanın etrafında 45 defa dolaştı ve Sovyetler Birliği'ne televizyondan naklen yayınlar yaptı.

Valentina Tereshkova 6 Mart, 1937'de doğdu. Onsekiz yaşını doldurunca, bir tekstil fabrikasında işe başladı ama hayatında bir tek yapmak istediği vardı, oda paraşütle atlamak. Bu hobisinden dolayı, 1962'de Sovyetler Birliği'nin kozmonot programına dahil edildi. Valentina haricinde dört bayan daha aynı programa alınmıştı. Valentina, uzayda uçuş eğitimini kolay bulurken, uzay mekiği teorisi ve de uzay gemisi mühendislik eğitimlerinde zorlandı.

1962 yılından evvel sadece erkekler uzaya gönderiliyordu. Kadınları uzaya gönderme fikri Nikitina Kuruchev'den çıktı. Nikitina, Vostok 6'ya mürettebat seçerken, Valentina'yı da seçti. 16 Haziran 1963'de Valentina, dünyada ilk defa bir kadının yapacağı uçuşu gerçekleştirdi. Uzay mekiğini, otomatik pilottan çıkararak uçurdu ve her 88 saniyede dünyanın etrafını turladı. Atmosfer tabakasına girdiği anda da, paraşütle Orta Asya'ya indi.

1964 ve 1969 yılları arasında Velentina, Zhukovskıy Hava Kuvvetleri Akademisi'nde okudu ve buradan mezun oldu. Bayan kozmonotlar, tecrübeleri ve iyi eğitimlerine rağmen, erkek kozmonotlar kadar fırsatlar elde edemediler. Ancak, 1980'de hükümetin öncü olduğu bayan kozmonot seçme pogramıyla durum eşitlendi diyebiliriz.

Bu dönemde Valentina, Komünist Parti üyesi ve uluslararası kadın derneklerinde hükümet temsilcisi olarak çalışmalarını sürdürüyordu. Valentina bir ikinci uçuşu gerçekleştirmemesine rağmen, diğer hemcinslerine bu alanda çalışmaları için öncülük yapmış oldu.
 
Margaret Sanger

Dünya’nın ilk doğum kontrol kliniği 90 yıl önce ABD’de Margaret Sanger tarafından açıldı.

Sanger ve 2 hemşiresi, 16 Ekim 1916’da Brooklyn, New York’da açtıkları klinikte, özellikle çalışan kesimden 100’lerce kadının akınına uğradı.

Bugün, doğum kontrolünün yasal hale gelmesi, dolayısıyla kadınların özgürlüğü yolunda ilk adımı atan kişi olarak değerlendirilen Sanger’in kliniği, o günlerin göçmen akını altındaki New York’da gerçekten beklenen bir hizmetti. Bu nedenle de klinik, aileleri ile sorunlu ya da hayatını farklı şekilde yaşamak isteyen yüzlerce kadının akınına uğradı. Ama birkaç hafta sonra polis baskınına da uğradı.


Polis baskın sırasında Sanger ve yardımcılarını tutukladı. Kliniği de kapattı. Ancak, protestocu kadınlar New York sokaklarını doldurdu ve Sanger 30 günlük bir süre sonunda serbest bırakıldı. Kliniğini yeniden açtı. Birkaç yıl sonra da “The Birth Control Review” adında bir dergi yayınlamaya başladı.


Sanger’in dergisine, milyonlarca kadın mektuplarla başvurarak doğum kontrolü için ne istediklerini anlattılar. Sanger bu kadınları arkasına alarak, ABD çapında konuşmalar yaptı ve doğum kontrolü alanında baskı grubu oluşturdu. Bu çabalar sonucunda Amerikan Tıp Derneği doğum kontrolü konusunda olumlu görüş bildirdi. Arkasından doktorların hastalarına doğum kontrol araçları vermelerine izin çıktı.



Arkasından da bildiğiniz gelişmeler geldi. Bugün kadınlar doğum kontrol araçlarını (hap, spiral, hatta bant) kullanarak, hamile kalıp kalmama konusunda kararını kendisi verebiliyor.



Ancak, bugün hala doğum kontrolünü dini açıdan sakıncalı bulan gruplar hem Müslüman’lıkta, hem Hristiyanlıkta hem de Musevilikte mevcut. Oysa doğum kontrolü sağlık açısından olduğu kadar, kendi hayatına karar vermek, planlı çocuk sahibi olmak gibi pek çok nedenlerle anlamlı bir uygulama. Özellikle de kadınlar açısından. Sanger kliniğini açtığı zaman “Kadınlar anne olmak için kendi kararlarını verme hakkına sahip olmadığı sürece özgür değillerdir” demişti. Dünya kadınları bu anlamda ilk adımı atan Sanger’i teşekkürle anıyor.
 
Ne güsel ki ilkleri başaranların çogu kadın:1yes2:
 
X