Mayıs ayının ilk haftası Dil bayramı olarak kutlanıyor, 44 yıldır. Aslında Karamanolu Mehmet Bey 1277 tarihli bir ferman çıkarır:
"Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır." der. O tarih, bugün dil bayramı anılır. Türk dilini yaygınlaştırma gayretleri ta o günlerden başlar.
Önemli bir eserden bölümler okuyacağız bugün. Türkçeyle ilgili olarak yazılmış muhtevası en geniş eser sanırız, merhum Nejat Muallimoğlu'nun yazmış olduğu Türkçe Bilen aranıyor isimli kitaptır.
Yanlız kendi değerlendirmelerine değil, geçmişden bugüne, dilimizin üzerine titremiş seçkin şahsiyetlerin yazılarından alıtılar da yapmış.
TÜRKÜN MİLLÎ HATİBİ HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER, 1950'lerde Pendik Lisesi'nin bir müsameresindeki konuşmasında, dil meselesine de temas ederek dedi ki:
Bir seyahatte idim, vazife ile Avrupa'ya gidiyordum. Yanımda, tanınmış ediplerimizden biri de vardı. Beraberce, gayet zevkli sohbetlere dalıyorduk. Tren kompartımanında, yolda binmiş bir ecnebi de vardı. Biz konuşurken gözucu ile âdeta takip ediyor, tecessüs gösteriyordu. Bir müddet sonra gideceği yere inmek üzere hazırlandı, kalktı, ve ikimize dönerek Fransızca, "Affedersiniz beyler, merakım o kadar fazlalaştı ki, sizi bir sualimle rahatsız edeceğim," dedi. "Kusurumu hoş görünüz; konuşmanızı yol boyunca takip ettim, anlamadığım halde zevkle dinledim. Diliniz, belli-başlı Doğu ve Batı dillerinden pek farklı. Mazur görünüz ve beni tatmin ediniz. Nece konuşuyorsunuz?"
"Biz Türk'üz ve konuştuğumuz lisân da Türkçe'dir," dedim. Ecnebi, büyük bir saygı ile eğildi ve ciddiyetle dedi ki: "Aman, ne saadet! Sizler meğer dünyanın en musıkili diline sahipmişsiniz. Bana kuş dili ve bülbül sesi gibi geldi. İnanın gaşyoldum [kendimden geçtim]. Aman, bu güzel dili bırakmayınız. Harikulade bir dile sahipsiniz. Bu büyüleyici ahenk, hiçbir Batı dilinde yoktur.
Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen de, bir zamanlar Hamburg Üniversitesi'nde adını hatırlayamadığı dünyaca meşhur bir Alman matematik profesörünün de, "Türk dili" derslerine katıldığını görerek "hayret'e düştüğünü yazdı*.
Dersten sonra, Türkçe kurslarına katılmasının sebebini sordum. Dakikalarının bile boş geçmediğini bildiğim bu Alman ilim adamının Türkçe kurslarına katılmasına ne kadar hayret etmişsem, o da benim bu sualime o kadar hayret etmiş ve biraz da alınmıştı. Ben, bunun üzerine, Türkçe'de matematik dalında faydalanacağı eserler bulunmadığnı söylemek zorunda kaldım.
Maksadımı anlayan Alman profesörünün bana verdiği cevap çok dikkate değer: "Ben, Türk dili kadar ahenkli bir dile rastlamadım. Türkçe, insanın kulağına tatlı bir melodi gibi çarpıyor. Bu dili öğrenmekten büyük bir zevk duyuyorum.
Türkçe, iyi konuşanların dilinde, dünyanın en musıkîli, en ahenkli dillerinden biridir. Dilimiz, bu güzelliğini, tok ve kapalı seslerini uzun hecelerle ahenkli bir tarzda birleştirmiş olmasına borçludur. Türkiye Türkçesi, "büyük ses uyumu" denen basit ve monoton kuralı kemikleşmekten kurtarmış, Türkçe ve Türkçe'leşmiş nice sözde kırıp parçalamıştır. Basit ve monoton bir sesten zengin seslere giden bir seda hürriyeti Türkçe'de, gerçek bir ses musikisi gelişmesidir.
Eski Türk dillerinde uzun hece yoktu. Nihat Sami Banarlı'nın yazdığı gibi, Asya bozkırlarında at koşturan, mütemadiyen yeni ülkeler, daha bereketli topraklar peşinde koşan insanların, yaşadıkları bozkır ikliminin sertliğinde, kelimeler üzerinde durarak onlara ahenk ve güzellik vermeye vakitleri olamazdı. Çok defa, bugün dilimizdeki gel! git! in! koş! vur! kaç! dur! gibi tek heceli kelimelerle konuşuyorlardı.
Refik Halit Karay, yerden göğe kadar haklı:
Türkçe, Asya'da bir çığıltı, bir tokurdama, bir gürültüdür. Verdiğimiz ahenk sayesinde, biz onu bir besteye çevirdik. Asya Türkçesi, aslında, zengin ve pek eski olabilirdi; lâkin saklamak abestir: Türkiye Türkçesi'nin yanında çok ahenksizdi. Dedelerimiz, beş asırda ne yapıp ne ettiler, bir kakofoni "den bir "melodi" çıkardılar.
Buyurun, eski Asya Türkçe'sindeki' bazı kelimeler: adhak, batrak, bed-hük, bıdhık, budgay, eçkü, emgek, kadhgu, kapga, karağgu, kayguk, kıragu, kızamuk, konkül, koşnı, konglek, kudhug, orgak, sarıçga, tamgak, targak, te-gir, tenğiz, Tengri, tirsgek, yamgur, yapurgak, yogurkan, yumgak.
Ziya Gökalp, "G"li sesler istemeyiz diyordu. Haklıydı. Şimdi de bu kelimelerin, Türkiye Türkçesi'nin fonetik çarkından geçtikten sonra nasıl mûnisleşerek ahenk kazandıklarına dikkat ediniz: ayak, bayrak, büyük, bıyık, buğday, keçi, emek, kaygı, büyük kapı, karanlık, kayık, kırağı, kızamuk, gönül, komşu, gömlek, kuyu, orak, çekirge, damak, tarak, değer, deniz, Tanrı, dirsek, yağmur, yaprak, yorgan, yumak.
Asya Türkçesi gördüğünüz gibi, "Moğol tokmakları" ile dolu bir dildi. Yine Kaşgarlı zamanındaki Türk dillerinde, günümüzde artık kullanılmayan kakofonik seslerle dolu bir yığın kelime daha vardı. Bazıları: kıdhıglık (kenarlı külah), bukagu (hırsızların ellerine vurulan kelepçe), buturgak (pıtrak, fıstık biçiminde çengelli bir diken), çançarga (serçe kuşu), çıçalak (serçe parmağı), çıçamak (yüzük parmağı), çifşeng (ekşi, ekşimiş), kakkuk (kurutulmuş et veya meyva), kakurgan (yağ ile yoğrulup fırında veya tandırda pişirilen bir hamur), tabuzguk (bilmece), tuturkan (pirinç), yagak (ceviz).
Türkiye Türkçesi'nin fonetik çarkı bu "Moğol tokmakları"nı öğüttü, ehlileştirdi, kulağı okşayan munis ve musıkili sesler hâline getirdi. Maamafih, bu fonetik çarkın tesirini göstermesi zaman aldı. Meselâ, dilimizdeki iyi kelimesi edhgü-edgü-eyyü-eyü" safhalarından sonra "iyi" oldu. Dede Korkut Hikâyelerinde (8-13'ncü asır) Han Tur Ali adında bir Türk hükümdarının adı geçer. Halk, zamanla, "Han Tur Ali"yi Kanturalı yaptı. Yine ondördüncü yüzyıla doğru Akkoyunlu devletinin kurucusu Tur Ali Bey'in adını Türkler, yine eski Türk seslerine sadık kalarak Turalı diye seslendirdiler.
Fatih Sultan Mehmed'in ordusu istanbul'u fethettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali Bey adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler, o semte bu Türk kumandanının adını verdiler. Eski Türk telâffuzuna göre, semte "Cebeli" veya "Cabalı" demeleri gerekiyordu. Fakat böyle olmadı. Türk, bu İstanbul semtini Cibali ahengi ile güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türkler'inin dilinde, artık uzun hece zevki vardı. Bu zevk, Nihad Sami Banarlı'nın kelimeleriyle, "yeni bir vatanın,yeni bir coğrafyanın terennümü "idi." Türkiye Türkçe'si, o Türkçe'nin en büyük temsilcisi Yunus Emre'nin dilinde zirveye ulaştı:
Ben Yûnus-u bîçareyim / Dost ilinden avareyim
Baştan ayağa yâreyim / Gel gör beni aşk neyledi*
Türkçe, dünyanın en bol sesli dillerinden biridir. Ağacın yapraklarıyle güzel olduğu gibi, dilimizi—uzun hecelere imkân vererek—güzelleştiren başlıca özelliği sekiz tane ünlü ses bulunuşudur ki, meselâ İngilizce'de bu kadar ünlü yoktur.
Bu ünlülerin dilimizi nasıl güzelleştirdiğini, çocuklarımıza verdiğimiz isimler bilhassa gösteriyor. Bir milletin bütün fertleri için en güzel ve kulağı okşayan sesler, çocuklarına verdikleri adlardır. Bakın Türkiye Türkleri, dikkate değer bir çoğunlukla çocuklarına nasıl adlar veriyorlar:
Aygül, Aynur, Aysel, Ayten, Ercan, Erdal, Gülâli, Gülay, Gülnur, Güvenay, Meral, Özcan, Seda, Sevay, Suna, Tülay, Tülinay. Bütün bu adlar ve daha pek çok sayıda eski ve yeni isimler acaba neden iki üç hece içinde hep inceden kalına veya kalından inceye geçen seslerle örülmüştür? Bir millet, bu ses değişiminden zevk almasa, bu ufacık kelimelerde bu kadar kesin iniş-çıkış yapar mıydı?
Türkiye Türkçesi "ana"yı anne, "yalav"ı alev, "ala"yı ela, "yınanç"ı inanç, "Selcik"i Selçuk, "maral"ı meral yapmış, daha nice sözü bambaşka bir güzelliğe eriştirmiştir.
Türkiye Türkçesi, Arapça ve Farsça'dan dilimize giren pek çok kelimeyi tanınmayacak bir şekilde Türkçe'leştirmiştir. "Çarçûbe," "badem,' "hefte," "çameşuy," "guuşe," "Çeharşenbih," "Pençşenbih," "şuban" "nerdibân", "şeft-âlû," "zedr-âlû" Acem'in;
çerçeve, badem, hafta, çamaşır, köşe, Çarşamba, Perşembe, çoban, merdiven, şeftali, zerdali Türk'ündür. Yunanca'dan Farsça'ya geçen "kulbe," dilimizde güzelleşmiş, kulübe olmuştur. Farsça'da çiçek karşılığında olan "gul," Türkçe'de, belirli bir çiçeğe izafe edilmiş ve gül diye güzelleştirilmiştir.
Doğru, düş Türkçe. Ama Türk, onu bin yıl öncesi terketti. Neden mi? "Hayal"deki, "hülya"daki, "rüya"daki ses güzelliği "düş"te yoktur da onun için.
Hamdi Varoğlu, Cumhuriyet 'teki bir yazısında (5 Temmuz, 1964) diyordu ki:
Arapça kelimeleri alıp Arab'ın bile mânasını anlayamadığı, Farsça kelimeleri alıp İranlı'nın bile tanıyamayacağı, bize göre yapı ve kurallarıyle özbeöz Türkçe kelimeler yapmışken, bunları atıp yerlerine kimsenin tanımadığı yapmacık sözler koymayı ben, öz evlâdı inkâr edip göçebe bir kabilenin ne idüğü belirsiz veledini evlâdlık almaya benzetiyorum.
Kendisinden olmayan kelimeleri kılığı kıyafetiyle, biçimi ve ahengi ile yüzde yüz Türkçe'leştiren, her tarafa eğilip bükülebilir, ve işlemini bizim farkına bile varmadan kendi kendisine yapan bir dilimiz varken, pek çok güzelim kelimeyi yağmalayıp katleden dil karmanyolacıları, zorla ve kanun yolu ile bir sürü gacır gucur kelimeyi dile soktular. Bilmiyorlardı ki, bilmek istemiyorlardı ki, her dilde mutlaka millî olması gereken iki temel unsur vardır. Biri, o dilin sesi, diğeri mimarîsidir. Milletler, hem kendilerinin kelimelerini, hem başka dillerden aldıklarını kendilerinin dil musikîsine uydurarak kullanırlar. Böyle millî bir musiki içinde kullanılan kelimeler, kökleri ister yerli ister yabancı olsun, mutlaka millî kelimelerdir.
Halkımızın günlük hayattaki "basit" kelimelerle dilimize ne güzel, renkli, ve canlı kelimeler armağan ettiklerini hiç düşündünüz mü? Ahmakıslatan, akarsu, alabalık, açıkgöz, anadil, anayol, ateşböceği, başçavuş, binbaşı, bindallı, bozkır, buzdolobı, cankurtaran, çamsakızı, dalgakıran, demiryolu, devedikeni, ebekuşağı, gecekondu, gökkuşağı, kaptıkaçtı, karakalem, kartopu, karayel, karayolu, tozkoparan, yanardağ, yüzbaşı gibi nice kelimeleri, Türkçe'ye hediye edenler dilci allâmeler değil halktır.
İşin garabetine bakınız ki, Türkçe'yi ipe çeken insanlar, bu tür kelimeleri dile kazandıramadıkları için af dileyeceklerine, sureti haktan görünerek, bu canım kelimelere eski hayratı berbat edercesine, yeni yeni isimler bulmaya çalıştılar ve bazılarının kaldırıp atılmasında rol oynadılar. Artık kaptıkaçtı değil, "minibüs" var, cankurtaran yok, İngilizce "ambulans" var!
Dostlara duyurula... Türkçenin kökü nerede olursa olsun, çiçeği vatanımızda açmıştır.
"Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır." der. O tarih, bugün dil bayramı anılır. Türk dilini yaygınlaştırma gayretleri ta o günlerden başlar.
Önemli bir eserden bölümler okuyacağız bugün. Türkçeyle ilgili olarak yazılmış muhtevası en geniş eser sanırız, merhum Nejat Muallimoğlu'nun yazmış olduğu Türkçe Bilen aranıyor isimli kitaptır.
Yanlız kendi değerlendirmelerine değil, geçmişden bugüne, dilimizin üzerine titremiş seçkin şahsiyetlerin yazılarından alıtılar da yapmış.
TÜRKÜN MİLLÎ HATİBİ HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER, 1950'lerde Pendik Lisesi'nin bir müsameresindeki konuşmasında, dil meselesine de temas ederek dedi ki:
Bir seyahatte idim, vazife ile Avrupa'ya gidiyordum. Yanımda, tanınmış ediplerimizden biri de vardı. Beraberce, gayet zevkli sohbetlere dalıyorduk. Tren kompartımanında, yolda binmiş bir ecnebi de vardı. Biz konuşurken gözucu ile âdeta takip ediyor, tecessüs gösteriyordu. Bir müddet sonra gideceği yere inmek üzere hazırlandı, kalktı, ve ikimize dönerek Fransızca, "Affedersiniz beyler, merakım o kadar fazlalaştı ki, sizi bir sualimle rahatsız edeceğim," dedi. "Kusurumu hoş görünüz; konuşmanızı yol boyunca takip ettim, anlamadığım halde zevkle dinledim. Diliniz, belli-başlı Doğu ve Batı dillerinden pek farklı. Mazur görünüz ve beni tatmin ediniz. Nece konuşuyorsunuz?"
"Biz Türk'üz ve konuştuğumuz lisân da Türkçe'dir," dedim. Ecnebi, büyük bir saygı ile eğildi ve ciddiyetle dedi ki: "Aman, ne saadet! Sizler meğer dünyanın en musıkili diline sahipmişsiniz. Bana kuş dili ve bülbül sesi gibi geldi. İnanın gaşyoldum [kendimden geçtim]. Aman, bu güzel dili bırakmayınız. Harikulade bir dile sahipsiniz. Bu büyüleyici ahenk, hiçbir Batı dilinde yoktur.
Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen de, bir zamanlar Hamburg Üniversitesi'nde adını hatırlayamadığı dünyaca meşhur bir Alman matematik profesörünün de, "Türk dili" derslerine katıldığını görerek "hayret'e düştüğünü yazdı*.
Dersten sonra, Türkçe kurslarına katılmasının sebebini sordum. Dakikalarının bile boş geçmediğini bildiğim bu Alman ilim adamının Türkçe kurslarına katılmasına ne kadar hayret etmişsem, o da benim bu sualime o kadar hayret etmiş ve biraz da alınmıştı. Ben, bunun üzerine, Türkçe'de matematik dalında faydalanacağı eserler bulunmadığnı söylemek zorunda kaldım.
Maksadımı anlayan Alman profesörünün bana verdiği cevap çok dikkate değer: "Ben, Türk dili kadar ahenkli bir dile rastlamadım. Türkçe, insanın kulağına tatlı bir melodi gibi çarpıyor. Bu dili öğrenmekten büyük bir zevk duyuyorum.
Türkçe, iyi konuşanların dilinde, dünyanın en musıkîli, en ahenkli dillerinden biridir. Dilimiz, bu güzelliğini, tok ve kapalı seslerini uzun hecelerle ahenkli bir tarzda birleştirmiş olmasına borçludur. Türkiye Türkçesi, "büyük ses uyumu" denen basit ve monoton kuralı kemikleşmekten kurtarmış, Türkçe ve Türkçe'leşmiş nice sözde kırıp parçalamıştır. Basit ve monoton bir sesten zengin seslere giden bir seda hürriyeti Türkçe'de, gerçek bir ses musikisi gelişmesidir.
Eski Türk dillerinde uzun hece yoktu. Nihat Sami Banarlı'nın yazdığı gibi, Asya bozkırlarında at koşturan, mütemadiyen yeni ülkeler, daha bereketli topraklar peşinde koşan insanların, yaşadıkları bozkır ikliminin sertliğinde, kelimeler üzerinde durarak onlara ahenk ve güzellik vermeye vakitleri olamazdı. Çok defa, bugün dilimizdeki gel! git! in! koş! vur! kaç! dur! gibi tek heceli kelimelerle konuşuyorlardı.
Refik Halit Karay, yerden göğe kadar haklı:
Türkçe, Asya'da bir çığıltı, bir tokurdama, bir gürültüdür. Verdiğimiz ahenk sayesinde, biz onu bir besteye çevirdik. Asya Türkçesi, aslında, zengin ve pek eski olabilirdi; lâkin saklamak abestir: Türkiye Türkçesi'nin yanında çok ahenksizdi. Dedelerimiz, beş asırda ne yapıp ne ettiler, bir kakofoni "den bir "melodi" çıkardılar.
Buyurun, eski Asya Türkçe'sindeki' bazı kelimeler: adhak, batrak, bed-hük, bıdhık, budgay, eçkü, emgek, kadhgu, kapga, karağgu, kayguk, kıragu, kızamuk, konkül, koşnı, konglek, kudhug, orgak, sarıçga, tamgak, targak, te-gir, tenğiz, Tengri, tirsgek, yamgur, yapurgak, yogurkan, yumgak.
Ziya Gökalp, "G"li sesler istemeyiz diyordu. Haklıydı. Şimdi de bu kelimelerin, Türkiye Türkçesi'nin fonetik çarkından geçtikten sonra nasıl mûnisleşerek ahenk kazandıklarına dikkat ediniz: ayak, bayrak, büyük, bıyık, buğday, keçi, emek, kaygı, büyük kapı, karanlık, kayık, kırağı, kızamuk, gönül, komşu, gömlek, kuyu, orak, çekirge, damak, tarak, değer, deniz, Tanrı, dirsek, yağmur, yaprak, yorgan, yumak.
Asya Türkçesi gördüğünüz gibi, "Moğol tokmakları" ile dolu bir dildi. Yine Kaşgarlı zamanındaki Türk dillerinde, günümüzde artık kullanılmayan kakofonik seslerle dolu bir yığın kelime daha vardı. Bazıları: kıdhıglık (kenarlı külah), bukagu (hırsızların ellerine vurulan kelepçe), buturgak (pıtrak, fıstık biçiminde çengelli bir diken), çançarga (serçe kuşu), çıçalak (serçe parmağı), çıçamak (yüzük parmağı), çifşeng (ekşi, ekşimiş), kakkuk (kurutulmuş et veya meyva), kakurgan (yağ ile yoğrulup fırında veya tandırda pişirilen bir hamur), tabuzguk (bilmece), tuturkan (pirinç), yagak (ceviz).
Türkiye Türkçesi'nin fonetik çarkı bu "Moğol tokmakları"nı öğüttü, ehlileştirdi, kulağı okşayan munis ve musıkili sesler hâline getirdi. Maamafih, bu fonetik çarkın tesirini göstermesi zaman aldı. Meselâ, dilimizdeki iyi kelimesi edhgü-edgü-eyyü-eyü" safhalarından sonra "iyi" oldu. Dede Korkut Hikâyelerinde (8-13'ncü asır) Han Tur Ali adında bir Türk hükümdarının adı geçer. Halk, zamanla, "Han Tur Ali"yi Kanturalı yaptı. Yine ondördüncü yüzyıla doğru Akkoyunlu devletinin kurucusu Tur Ali Bey'in adını Türkler, yine eski Türk seslerine sadık kalarak Turalı diye seslendirdiler.
Fatih Sultan Mehmed'in ordusu istanbul'u fethettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali Bey adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler, o semte bu Türk kumandanının adını verdiler. Eski Türk telâffuzuna göre, semte "Cebeli" veya "Cabalı" demeleri gerekiyordu. Fakat böyle olmadı. Türk, bu İstanbul semtini Cibali ahengi ile güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türkler'inin dilinde, artık uzun hece zevki vardı. Bu zevk, Nihad Sami Banarlı'nın kelimeleriyle, "yeni bir vatanın,yeni bir coğrafyanın terennümü "idi." Türkiye Türkçe'si, o Türkçe'nin en büyük temsilcisi Yunus Emre'nin dilinde zirveye ulaştı:
Ben Yûnus-u bîçareyim / Dost ilinden avareyim
Baştan ayağa yâreyim / Gel gör beni aşk neyledi*
Türkçe, dünyanın en bol sesli dillerinden biridir. Ağacın yapraklarıyle güzel olduğu gibi, dilimizi—uzun hecelere imkân vererek—güzelleştiren başlıca özelliği sekiz tane ünlü ses bulunuşudur ki, meselâ İngilizce'de bu kadar ünlü yoktur.
Bu ünlülerin dilimizi nasıl güzelleştirdiğini, çocuklarımıza verdiğimiz isimler bilhassa gösteriyor. Bir milletin bütün fertleri için en güzel ve kulağı okşayan sesler, çocuklarına verdikleri adlardır. Bakın Türkiye Türkleri, dikkate değer bir çoğunlukla çocuklarına nasıl adlar veriyorlar:
Aygül, Aynur, Aysel, Ayten, Ercan, Erdal, Gülâli, Gülay, Gülnur, Güvenay, Meral, Özcan, Seda, Sevay, Suna, Tülay, Tülinay. Bütün bu adlar ve daha pek çok sayıda eski ve yeni isimler acaba neden iki üç hece içinde hep inceden kalına veya kalından inceye geçen seslerle örülmüştür? Bir millet, bu ses değişiminden zevk almasa, bu ufacık kelimelerde bu kadar kesin iniş-çıkış yapar mıydı?
Türkiye Türkçesi "ana"yı anne, "yalav"ı alev, "ala"yı ela, "yınanç"ı inanç, "Selcik"i Selçuk, "maral"ı meral yapmış, daha nice sözü bambaşka bir güzelliğe eriştirmiştir.
Türkiye Türkçesi, Arapça ve Farsça'dan dilimize giren pek çok kelimeyi tanınmayacak bir şekilde Türkçe'leştirmiştir. "Çarçûbe," "badem,' "hefte," "çameşuy," "guuşe," "Çeharşenbih," "Pençşenbih," "şuban" "nerdibân", "şeft-âlû," "zedr-âlû" Acem'in;
çerçeve, badem, hafta, çamaşır, köşe, Çarşamba, Perşembe, çoban, merdiven, şeftali, zerdali Türk'ündür. Yunanca'dan Farsça'ya geçen "kulbe," dilimizde güzelleşmiş, kulübe olmuştur. Farsça'da çiçek karşılığında olan "gul," Türkçe'de, belirli bir çiçeğe izafe edilmiş ve gül diye güzelleştirilmiştir.
Doğru, düş Türkçe. Ama Türk, onu bin yıl öncesi terketti. Neden mi? "Hayal"deki, "hülya"daki, "rüya"daki ses güzelliği "düş"te yoktur da onun için.
Hamdi Varoğlu, Cumhuriyet 'teki bir yazısında (5 Temmuz, 1964) diyordu ki:
Arapça kelimeleri alıp Arab'ın bile mânasını anlayamadığı, Farsça kelimeleri alıp İranlı'nın bile tanıyamayacağı, bize göre yapı ve kurallarıyle özbeöz Türkçe kelimeler yapmışken, bunları atıp yerlerine kimsenin tanımadığı yapmacık sözler koymayı ben, öz evlâdı inkâr edip göçebe bir kabilenin ne idüğü belirsiz veledini evlâdlık almaya benzetiyorum.
Kendisinden olmayan kelimeleri kılığı kıyafetiyle, biçimi ve ahengi ile yüzde yüz Türkçe'leştiren, her tarafa eğilip bükülebilir, ve işlemini bizim farkına bile varmadan kendi kendisine yapan bir dilimiz varken, pek çok güzelim kelimeyi yağmalayıp katleden dil karmanyolacıları, zorla ve kanun yolu ile bir sürü gacır gucur kelimeyi dile soktular. Bilmiyorlardı ki, bilmek istemiyorlardı ki, her dilde mutlaka millî olması gereken iki temel unsur vardır. Biri, o dilin sesi, diğeri mimarîsidir. Milletler, hem kendilerinin kelimelerini, hem başka dillerden aldıklarını kendilerinin dil musikîsine uydurarak kullanırlar. Böyle millî bir musiki içinde kullanılan kelimeler, kökleri ister yerli ister yabancı olsun, mutlaka millî kelimelerdir.
Halkımızın günlük hayattaki "basit" kelimelerle dilimize ne güzel, renkli, ve canlı kelimeler armağan ettiklerini hiç düşündünüz mü? Ahmakıslatan, akarsu, alabalık, açıkgöz, anadil, anayol, ateşböceği, başçavuş, binbaşı, bindallı, bozkır, buzdolobı, cankurtaran, çamsakızı, dalgakıran, demiryolu, devedikeni, ebekuşağı, gecekondu, gökkuşağı, kaptıkaçtı, karakalem, kartopu, karayel, karayolu, tozkoparan, yanardağ, yüzbaşı gibi nice kelimeleri, Türkçe'ye hediye edenler dilci allâmeler değil halktır.
İşin garabetine bakınız ki, Türkçe'yi ipe çeken insanlar, bu tür kelimeleri dile kazandıramadıkları için af dileyeceklerine, sureti haktan görünerek, bu canım kelimelere eski hayratı berbat edercesine, yeni yeni isimler bulmaya çalıştılar ve bazılarının kaldırıp atılmasında rol oynadılar. Artık kaptıkaçtı değil, "minibüs" var, cankurtaran yok, İngilizce "ambulans" var!
Dostlara duyurula... Türkçenin kökü nerede olursa olsun, çiçeği vatanımızda açmıştır.