Annesinin Koca Ayaklı Kızı Bölüm 14

aslihanDR

Üye
Kayıtlı Üye
20 Kasım 2013
18
16
34
"Benim için gerçek sevgi beni kollarına aldığında başımı göğsüne yaslayıp uyuyabilecek kadar güvendiğim adamdadır. Ben hiçbir şey düşünmeyecek kadar bu dünyadan kopup kendi masal şehrime giderken o beni yalnız bırakamayıp başıma kondurduğu ufak bir öpücükle masalın gidişine yön verebilecek kadar romantiktir hatta. Benim hayal ettiğim sevgilerde tıpkı adamlar gibi gerçek olamayacak kadar masaldırlar çünkü.”

"Sevgilerde"

BÖLÜM 14

Sevgileri yarınlara bıraktınız. Çekingen, tutuk, saygılı…

Böyle başlayan bir şiirdi hayatımın özeti. Her zaman peşimi bırakmayan bu üç duygu tüm hayallerimi yarınlara ötelememe sebep olurken beni mutsuz sonlara sürüklerdi. Ben bildiği hiç mutlu son yokmuş gibi adıma mutsuz sonlar yazan hayattan intikamımı yazdığım hikâyelerle alıyordum. Ben ondan daha güzel yazıyordum.

İşte bu yüzden benim hikâyelerim her zaman mutlu sonla biterdi.

Uzun bir aradan sonra yine ait olduğum yerde, evimdeydim. Eve döndüğüm bu ilk günlerde prensesler gibi karşılanan ben bunun keyfini doyasıya çıkartıyordum. Beni tüm sevenler bir aradaydı işte. Birini bile feda edemeyeceğim bu insanlara bir yenisini eklemeye çalışmakta boşaydı. Üç ay tüm kargaşalardan uzak kalacak olmanın huzurunu hissediyordum sadece. Bir de aynı istasyonda inmemizin tuhaf rahatsızlığını. Demek yakın semtlerde oturuyorduk. “İnşallah İstanbul’da falan görmem. Onun yüzünden huzurumu kaçıramam hiç!”eşyalarımı ben gidince öksüz kalmış boş dolabıma özenle yerleştirirken bunları düşünüyordum. Aşk ve huzur. Ne kadar da zıt iki kelimeydi. İkisini bir bedende taşımanın imkânı yoktu. Huzur sadece sevgilerde varlığını hissettirirdi. Aşkta değil! İnsan yanıp kavrulurken huzura erebilir miydi hiç? Ruhum cennete gideceğini bildiğinde huzura erecekti. Tüm yaşadıklarım ise cehennemin dünyadaki ön izlemesi gibiydi. Meliha Hanım bir gün cennetle cehennemin artık yeryüzüne indiğini söylemişti. Cehennem zebanileri ve melekler kolları sıvamak için öbür dünyayı beklemiyorlardı anlaşılan. Kim bilir belki de haklıydı. Sahi o hep haklı çıkmamış mıydı?

Eda ile onların Anadolu Yakası’ndaki en sevdiğim semtte bulunan evlerinde dedikodu kazanını kaynatırken –tabi mevzusu bol olan ben- sürekli konuşmaya devam ediyordum. Harçlıklarımdan biriktirerek yeni aldığım o iki satır ekranlı ve kendinden büyük antenli telefonuma dakika başı göz ucuyla bakarken Eda dayanamayıp sordu. “Sen birinden telefon mu bekliyorsun?”
“Yoo, nerden çıkardın? Saate bakıyorum ben.” Hâlbuki saate falan bakmıyordum. Saflığımın kurbanı ben operatör hattını bana satan bayi amcanın koşa koşa tüm Türkiye’ye ilan ettiğini sanıyordum. Evet şaka değil! Öyle ya bu numaralarda bir yerde ilan ediliyor olmalıydı. Yoksa boşuna mı aldık? Bilen bilir eskiden evlerimizde sarı kaplı oldukça kalın telefon rehberleri vardı. Herkesi soyadı ile arayarak telefon numaralarını bulduğumuz kütük kadar ağır bir defterdi. Şimdikinin aksine dünyanın daha temiz olduğu o zamanlarda kimse adını da telefon numarasını da gizlemeye gerek görmezdi. İşte bu rehberin cep telefonları için yapılmış bir versiyonu olduğunu sanan ben ümitsizce çalmasını beklediğim telefonumla çoğu gece uyuyakalıyordum.
Telefonun kendinden beter müziği ertesi hafta elektriklerin yine kesik olduğu akşamlardan birinde sessizliği yararcasına çaldığında anlamıştım. Adam rehberin yeni sayısına benim numarayı yetiştirmişti. İçime dolan ani heyecanla yeşil renkli "yes" tuşuna bastım. "Efendim" dedim canı sıkılmış bir ses tonu vermeye çalışarak. Yani demek istiyordum ki inan o kadar çok arayanım var ki söyle sen ne diyeceksin? Lakin çabuk da ol telefon meşgulde kalmasın.
"Alo?" Ses gelmeyince üsteledim. Cevap olarak gırtlaktan gelen tuhaf hışırtılı bir ses kulağımı gıdıkladı. Karanlık ve evde tek olmanın da büyük etkisiyle şimdide fazla korku dolu çıkmıştı sesim. "Ki-imsiniz?”dedim. “Kim olduğumu bilmiyor musun! Şimdi seni öldürmek için geleceğim. Karanlık işimi görür.” Karşı taraftan gelen kükreme sesi ile bende olduğum yerde sıçramıştım. Sanki sesin sahibine ait olan güçlü bir kol telefonun içinden çıkıp boğazıma yapışacaktı. Nicole Kidman'ın Diğerleri filmindeki -aynı zamanda film afişi - o en can alıcı sahnesi şimdi yüzümde can bulmuştu. Odadaki komodinin üzerinden aldığım gaz lambasını odanın her tarafını görebileceğim şekilde baktığım taraflara doğru tutarken bir kulağım hala telefondaydı. Lambayı çektiğim yer yine karanlığa gömülürken korkudan kalbimin ağzımda attığını hissedebiliyordum.
“Ha-hayır. Lütfen söyler misiniz kim olduğunuzu ve karanlıkta olduğumu nereden biliyorsunuz?” Benim cevabını duymaktan korkarak sorduğum bu soru ile karşı taraftan gelen sesler gittikçe tuhaflaşmıştı. Biri boğuluyor, öksürüyor ya da gülüyordu. Gülüyor muydu? Ardından tamamen net bir şekilde duyulan tanıdık kahkaha sesleri bana hiç komik gelmemişti ama.
“Seni geberteceğim Eda! Sen bittin bak sana diyorum kızım.”
Bir dakika sonra soluk alıp verişi nihayet düzene girince Eda küçük bir zafer çığlığı atarak katil kişiliğinden arındı. “Ya çok komiksin Aslıhan. Neredeyse korkudan geberip gidecektin.”
“Hiçte bile korkmadım ki. Karanlıktan ürktüm ben.”
“Ya tabi tabi. Bütün mahallede elektrikler kesilince bu şeytani plan aklıma geldi. Bak telefonum çalmıyor diyordun bir de.”
“Kimin numarası bu?”
“Kimin olacak babamın” devam eden gülüşü konuşmadaki son sözüm ile yarıda kalmıştı.
“Senden öyle bir intikam alacağım ki Eda, bu savaşı başlattığına pişman olacaksın.”
Aramızdaki küçük oyunlara hep ilham olan Eda’nın o gün de başlattığı bu küçük işletme oyunu yıllarca devam edecekti. Tam on yıl sonra, sosyal bir site üzerinden bir erkek tarafından yazıldığı açıkça belli olan bir mesaja cevap atan bir kadın aynen şöyle yazdı:
“Aslıhan yemedim haberin olsun güzelim. Hala 9-8 ”

***
Su gibi geçen yaz tatili sonrasında ben ve boyumca bavulum Sakarya yollarına düşmüştük bile. Vakit geri dönüş vaktiydi. Ayşegül ile Haydarpaşa Tren Garı’nda buluşup biletlerimizi aldık. Eren ve Zeynep daha sonra otobüsle gelecekleri için bu yolculuğu baş başa yapacaktık. Yeni yılda geçen sene Ayşegül’lerin dairesi olan ön taraftaki en güzel manzaralı dairede bulunan dört kişilik odada kalacak ve gece gündüz hep bir arada olacaktık. Bundan daha büyük mutluluk olur muydu? Gerçi Zeynep yaz tatili boyunca iki günde bir beni evden arayarak ikimizin ayrı iki kişilik odaya çıkması için ısrar, inat hatta yalvarmayla karışık taleplerde bulunsa da bunun mümkün olamayacağını ona en kibar dille anlatmaya çalışmıştım. Yaptığı hareketi çok yanlış bulsam da bunu diğer kızlara söyleyemezdim. Hem Eren ve Ayşegül’ün kalbi kırılırdı hem de galiba Zeynep’i anlayabiliyordum. Yalnız bir kızdı, belki de benimkinden beter bir yalnızlık geçirmişti. Onun hayatında bir Eda olmadığını çok iyi biliyordum. Tek arkadaşı, yaşıtı ve akrabası Serap vardı. Onunla da Zeynep’in anlattığı kadarıyla pek samimi değillerdi ve beni kendisine yakın gördüğünün gizli memnuniyeti ile ben bu sırrı kendime saklamaya karar vermiştim.
Geçen üç ay sonunda bazı şeyler değişmişti. Üniversite yandaki bina ile birleştirilerek genişletilmiş, on beşinci kahvehane açılmış, yurdun altındaki cafeye rakip olarak tam okulun karşısına başka bir cafe açılmış, Türker Amca’nın kızı şehir dışında bir üniversiteyi kazanmış, ağaçlı yolun ağaçları budanmış ve benim orman gibi olan kaşlarım alınmıştı. Ayşegül’ün bu işte ne kadar usta olduğunu bildiğim için daha vardığımız ilk gün yarım ağızla teklif etmiş ve karşılığında kendimi kucağında tavuk gibi yolunurken bulmuştum. Aynaya uzanmaya çalışan elime bir kez daha vurarak “Bakmak yok. Sürpriz olacak.”dedi.
“Ama meraktan çatlayacağım.” Yüzüme, gözüme ve kısmen üstüme dökülüp beni kaşındıran kıllara tepki olarak ekledim. “Bu kadar kıl suratımdan mı çıktı ya! Tevekkeli değil kimsenin suratıma bakmadığı.” Ayşegül elindeki ameliyat aletini kenara bırakıp karnıma kapaklandı. “İlahi fındık kurdu. Kim demiş kimse sana bakmıyor diye?”
“Niye bildiğin biri mi var yoksa?”dedim. “Yok da sende benim gibi kendini insanlara göstermiyorsun ki kuzum. Çekingen, tutuk kalıyorsun hep. Bir bilseler ne kadar komik, eğlenceli, harika bir insan olduğunu.”
“Hımm, yani yakışıklı olmayıp ağzı laf yapan espritüel adamlar gibi demek istiyorsun? Onları da böyle senin dediğin gibi tarif ederler. Çirkin ama çok komik.” Yaptığım taklitle ikimizde gülmekten yaptığımız işi unutmuşken ciddiyete dönen yine ilk ben oldum.
“Biliyor musun Ayşegül. Benim için gerçek sevgi beni kollarına aldığında başımı göğsüne yaslayıp uyuyabilecek kadar güvendiğim adamdadır. Ben hiçbir şey düşünmeyecek kadar bu dünyadan kopup kendi masal şehrime giderken o beni yalnız bırakamayıp başıma kondurduğu ufak bir öpücükle masalın gidişine yön verebilecek kadar romantiktir hatta. Benim hayal ettiğim sevgilerde tıpkı adamlar gibi gerçek olamayacak kadar masaldırlar çünkü.”
“Hakikaten sen evde kalırsın kızım.”diyen Ayşegül’e yattığım yerden omzumu ya böyle ya da hiç dercesine silkip bir saattir bana yasak olan aynaya çaktırmadan uzandım. Hızla elime alıp yüzüme tuttuğumda ufak bir çığlık attım. “Ya of sürpriz olacaktı.”diyen Ayşegül’ün devamında söylediklerini duymuyordum bile. Bu kendini ilk kez güzel bulan bir kızın şaşkınlığıydı. Aptal aptal aynaya bakarken gözlerimi kırpıştırıp atkuyruğu yaptığım –genellikle yaptığım gibi- saçlarımı açtım. Annemin küçükken bana uyguladığı aligarson saç modellerine inat çocukluğumda uzatamadığım bütün saçları şimdi çıkarıyordum sanki. Başımı sağa sola sallayıp saçlarımı dağıttıktan sonra artık yay gibi gözüken kaşlarımdan tekini havaya kaldırdım:
“Ayna ayna söyle bana! Var mı benden daha güzel bir fındık kurdu bu dünyada.”

***
Birbirinin aynısı günler peşi sıra geçerken yurtta müzikle uğraşan ve geçen seneden yüzüne aşina olduğum bir kızla tanışmıştım. Benim gibi kalabalığı sevmeyen kız boş olduğu saatlerde yurdun ortak kullanım alanı olan televizyon odasının genişliğinden yaralanarak kendisine akustik yarattığı bu yerde gitar çalıp şarkı söylüyordu. Yaptığımız ufak muhabbet sonrasında öğrenmiştim ki geçen sene kurdukları ufak grupları ile ilçe merkezindeki birkaç cafede canlı müzik yapıyorlardı.

“Hepimiz öğrenciyiz aslında. Dış Ticaret’ten Arda ve Sezgin, İşletme’den Gülnaz, Muhasebe’den Mert ve Halkla İlişkiler’den Ahmet ve Çiğdem. Arda, Sezgin ve Mert zaten arkadaşlarmış. İstanbul’da birkaç yerde çalıyorlarmış. Burada da devam etmek isteyince okul panosuna ilan yazmışlar. Bende gönülden sevdalı tabi müziğe, katıldım işte. Benim gibi birkaç arkadaş daha. Şimdilik altı kişiyiz. Peki sen? Sen çalar mısın bir şeyler.”
Islık çalmasını dahi beceremeyen ben bu soruya verecek cevap bulamıyordum. Dilimin tutulması tek bir enstrüman çalamamanın utancı değildi tabi ki. Tekrar aynı şey oluyordu işte. Ben uzak kalmaya çalıştıkça bir şekilde önüme çıkıyordu. Hiç tanımadığım insanlarla yaptığım ufak muhabbetlerin arasından bile öcü gibi çıkabiliyordu. Evet aynı öcü görmüş bir çocuk gibi çıplak ayaklarımla yatağa koşmak istedim o an.
“Hayır bir şey çaldığım söylenemez.”dedim. Kucağımdaki kitabı göstererek “Ben daha çok okurum. Yani aslında fırsat bulduğum her zaman okurum.”
“Hadi ya erkek arkadaşın yok mu senin?”
“Yok” dedim ve gülümsedim. Tabi ya hayatımda biri olmadığı için okumayı seçmiştim değil mi?
Her yaşta okuyan insanlara yapılan ve hiçbir zaman alışamayacağım hakaretler vardı benim. Belli bir yaşa kadar okuyup âşık olmak bile yasak ilan edilmişken belli bir yaştan sonra okumak küçük görülürdü. Eğitimini tamamlamaya devam edenlere konulan yasakların altı kalın çizgiler ile çizilmişken cümleler ne kadar farklı olsa da çıkan anlam her zaman aynıdır.
“Sen derslerine çalış! Kafanı başka şeylerle meşgul etme.”en bilineniyken başka çeşitleri de mevcuttur. “Sen hele bir mesleğini eline al, gerisi kolay.” Söz dinlemeyen kalplerin verdiği kararlara ise en çok çöpe giden çikolata ve çiçekler bozulurdu.“Bizim kızımız daha okuyor efendim, evlenmek ne demek. İyi günler size.”
İnsan neden hep sevgileri ertelerdi. İkisini bir arada yürütemeyecek kadar aptal olduğumuzu sandıkları için miydi bu endişe? Ve sonra okumaya karar verdiğimizde bize aciz bir varlık gibi bakan endişeli yüzlerle karşılaşırdık.
“Kızım kaldır kafanı şu kitaptan da bir etrafına bak.”
“Yüksek lisans yapıp ne yapacaksın, bak Melahat’in küçük kızı da evlendi.” Evet demek ki benimde evlenme zamanım gelmişti. Sevmenin de yaşı vardı bunu da öğrenmiştim.
Tam kafamdan geçen bu düşünceler dilime vurmuşken kız çalan telefonu ile ağzımı açamadan ayaklandı. Adı Rena olan iri yarı kız odanın içinde volta atarak gezinmeye devam ederken ben masanın üzerine bıraktığı gitarını kucağıma aldım. Kızın parmağına taktığı slide ile dokunduğu tellere çıplak parmak uçlarımla dokunuyordum. Güzel bir şey olmalıydı çalabilmek, kulağa hoş melodiler göndermeyi becerebilmek. Acemice dokunduğum tellerden çıkan sesle oyalanırken odanın bir köşesine varmış camdan dışarıyı seyrederek konuşan Rena’nın sesini işittim.
“Yok ya gidemeyiz oralara kadar, Sapanca uzak kalır bize, Mert git gel yol parası falan derken cebimize bir şey kalmaz. Sen bir Arda ile de konuş. Ne? Kim? He yok oğlum ben çalmıyorum bizim yurttan bir arkadaşla konuşuyorduk da. O tıngırdatıyor. Adımı? Adını ne yapacaksın oğlum? Hey Allah’ım ya(!) Dur bir dakika bekle kapatma… Ya senin ad..? Hoppala. Hey nereye kayboldun?”

Televizyon odasında etrafına bakınarak seslenen Rena’yı merdiven korkuluklarının arasından yavaşça soluk alıp vererek izlerken düşünüyordum. Sen dolaşıp ucunu çözemeden elimden kayan ipler gibiydin. Elimdeki yara da kayıp giden sende kalbimdekinden derin değilken kendimi en bulduğum anlardı hayata kafa tuttuklarım. “Uçurtmalar rüzgâr gücü ile değil o güce karsı koydukları için yükselirler” demiş Winston Churchill.* Bende hayata ve bana yazılan kadere karşı koydukça daha bir güçleniyordum sanki.

***
Sadece bir gün sonra kızlar arası dayanışma ile önüme kadar gelen telefon numarasına bakıyordum. On bir tane sayı bir ipe dizilmiş inciler gibi kâğıtta yan yana dizilmişti. “Ne bu?” diyerek Eren ve Zeynep’in yüzüne baktım. Zeynep atılarak “Senin Furby’nin numarası. Aç canına oku, dök içini.”dedi. Elimde tuttuğum kâğıdı bana yasak olan bir şeymiş gibi masanın üzerine hızlıca bırakarak yatağın ucuna oturdum. “Nereden buldunuz bunu?” Eren Zeynep’i çekiştirse de kız bu havadisi vermezse ölecekmiş gibi hırkasından tutana aldırmadan konuşmaya devam ediyordu.
“Rena’dan Gülay almış. Gülay’dan Sena, Sena’dan Meral ve Meral’den de ben aldım.”dedi büyük iş başarmışcasına gururla. “Ne! Yani yurtta bilmeyen kimse kalmadı mı?”dedim öfkeyle. Eren çekiştirdiği hırkayı bırakarak kızı azad ettikten sonra gelip yanıma oturdu. “Yok hayatım öyle değil. Gülay Rena’dan müzikle ilgili bir şeyler sormak için istemiş keman kursuna başladı ya. Hem Mert hem Arda’nın telefonunu. Sena’da Arda ile iletişim kurmak için Gülay’dan almış. Meral’de Sena ile Arda’nın arasını yapmak için geçen gece Mert’i ararken tesadüfen Zeynep duymuş.” Bakışlarım Eren’den karşımda dikilen Zeynep’e kaydığında kız daha ağzını açmadan elimi kaldırıp susturdum.
“Sakın söyleme Zeynep. Ne diyerek numarayı aldığını duymak istemiyorum.”dedim.
“Ama ben..”
“Sakın dedim.” Banyoya doğru ilerlerken elim hala havadaydı.
Sıcak su tarafını sonuna kadar açtım. Fena halde gerilmiş bedenimi yumuşatmanın başka yolu yoktu. Zeynep’in söylediği şey kafamın içinde dönüp dolaşıyordu. Aç canına oku. İçini dök. Hayır hayır yapamazdım ne diyecektim. Tamam, yazma konusunda iyi kötü başarılıydım ama düzgün konuşamazdım ki ben. Kesin kekelerken boğulur giderdim. En iyisi o kâğıt elime hiç geçmemiş gibi davranmalıydım. Ama aldığım eğitimden dolayı ne yazık ki sayısal hafızası çok iyi olan ben can çıkmadan o on bir haneyi unutamazdım. Suyun ısınmasını beklerken standarda göre büyük banyonun içinde de gezinmeye devam ediyordum.
“Numara yok. Yok. Öyle bir şey hiç olmadı!!!” Aynanın önüne gelip durdum. “Hangi numara ya?” Aynadaki siluetin tek kaşı havaya kalktı. “Benim kaşlarım mı çıkmış?” Yüzümü şekilden şekle sokup incelerken kapıdan hiç vazgeçmeyeceğini bildiğim ses yükseldi.

“Aslıhan bak durum bildiğin gibi değil. Kimseye söylemedim Mert’i sevdiğini.” Biraz daha bağırırsa zaten tüm yurdun öğreneceği gerçek korkutmuyordu artık beni. “Ben numarayı Meral’den istemedim. Kendim aldım.” Şimdi topuz modeli denediğim aynanın önünde donakalmıştım. Banyonun kapısını hızla açarak korkuyla geri çekilen yüze baktım. “Numarayı Meral’in cebinden gizlice aldım. Kimse bir şey bilmiyor. Yani şuan arasan içinden geleni söylesen –eline tekrar aldığı kâğıdı bana uzatarak- sen söylemezsen asla kim olduğunu bilemez. Aslıhan bu ertelenmeyecek bir fırsat.”

Kapıyı kapatıp sırtımı yasladım. Türker Amca şu boşa akan suyu görse eminim delirirdi. Ama Türker Amca bu ertelenmeyecek bir fırsattı öyle değil mi? Bekle sen biraz. Tam da hem almaya yemin ettiğim intikamımı ve söylemeye sadece bir an heveslendiğim duygularımı bir tık ertelemişken şimdi her şey başa dönmüştü.
Sen söylemezsen asla kim olduğunu bilemez.
Bilemez.
Bilemez.
Duşa doğru ilerleyip altına girdiğim ilk anda tepemdeki musluğu çevirdim. Tek hamlede ve tam aksi yöne. Buz gibi su başımdan aşağı dökülürken titreyerek konuşabildim.
“Ertelemeyeceğim”

Daha küçücük bir çocukken beni anlattığını hissettiğim bu sözleri büyük şiir, zaman içerisinde satır satır gerçek olurken ben şifayı her seferinde sevgilerde bulacaktım.
Yıllar sonra hayatımda ertelediğim kendime, tüm aşklara ve arkadaşlara…

Sevgileri yarınlara bıraktınız. Çekingen, tutuk, saygılı…
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
Siz böyle olsun istemezdiniz!
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı, gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz yahut vaktiniz olmadı...**

* Winston CHURCHİLL-Büyük Britanya Nobel ödüllü eski başbakanı
**Behçet NECATİGİL-Sevgilerde 1955௭
 

Eklentiler

  • $bölüm 14.jpg
    $bölüm 14.jpg
    58,2 KB · Görüntüleme: 127
X