Ulu Önder Atatürk'ten anılar

KURMAK İSTEDİĞİNİZ SİSTEM NEDİR?


Tam İlk Anayasa'nın görüşüldüğü sıradaydı. Tutucu milletvekillerinden bir hukukçu Mustafa Kemal'i zor durumda bırakmak için, kendisine bir soru yöneltti: "Kurmak istediğiniz sistem nedir? Bunu bir tek hukuk kitabında bile bulamazsınız." Mustafa Kemal, milletvekilinin bağırarak konuşmasına karşı soğukkanlılıkla cevap verdi: "Her şey önce uygulanıp denenmelidir, ancak ondan sonra ilke ve kurallara dönüşür." Bu karşılıktan sonra bir süre susan Mustafa Kemal, birdenbire sertleştirdiği bakışlarını, soruyu yönelten milletvekiline dikti ve sert bir sesle ekledi: "Ben onu kurayım, onda sonra siz kitaba yazarsınız."

( Paraşkev Paruşev )
 
DAHİ KİME DERLER?

Her zaman Atatürk sual sormaz ve imtihana çekmez ya! Birgün de, sofrada neşeli bir zamanında Atatürk'ü imtihana çektiler. Arkadaşlarından biri sordu: "Lütfen cevap verin bakalım, dahi kime derler?" Atatürk tereddüt etmeden ve kendisinin imtihana çekilmesini yadırgamadan cevap verdi: "Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul ettiği şeyleri, ilk ortaya koyduğu vakit, herkes onlara delilik, der."

( Niyazi Ahmet Banoğlu )
 
SEVMEK NE KELİME ATAM, TAPARIM!


Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin samimiyet ve sadakatlarını imtihan etmesini gayet iyi bilirdi. İnsanların halet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etmekte şelaleler saçan bir zekaya malikti.

O büyük insan, bir gece Çankaya köşkündeki bir ziyafette devrin vekillerinden maruf bir zata şöyle bir sual sorar:

- Beni hakikaten sever misiniz?

Muhatabı hemen cevabı yapıştırır:

- Sevmek ne kelime Ata'm, taparım!

- Peki her dediğimi de yapar mısınız?

- Derhal

Atatürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarır ona uzatır.

- Öyleyse, al tabancamı, sık kafana...

- "Aman Atam" der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz. Meseleyi anlayan Atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetiyle dışarıda hizmet eden askeri yanına çağırıp aynı sualleri sorup, cevabını aldıktan sonra, karşısında Toroslar’dan kopmuş bir kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık Anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan Mehmetçik, bu emri bilatereddüt yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz. Çünkü, Atatürk, daha önce tabancasındaki merminin kurşununu çıkarmıştır.

İşte o zaman, Atatürk yanındakilere şöyle der:

- Beni ve vatanı seven hakiki insanı gördünüz mü?

Ruhu şad olsun.

(Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları)

BÜYÜK GEÇMİŞ OLSUN!


Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda konuşurken, konuk Kral: "Ekselans. Biz Türkleri çok severiz. O kadar çok ki, vaktiyle Birinci Cihan harbi'nin sonunda Lloyd George Batı Anadolu'yu Yunanistan'a teklif etmeden evvel bize teklif etmişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için George'un bu önerisini kabul edip Anadolu seferine çıkmadık." Atatürk, Kral'ın bu sözlerine şu cevabı verdi: "Haşmetmeap, evvela bize karşı olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük geçmiş olsun!.."

( Seyit Kemal Karaalioğlu )
 
ANKARA'YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM

Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski Köşk’ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:

- Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim? diye sordu.

Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından:

- Neden? suali gelince, kimi staratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz "kayalık güzeldir" gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk :

- "Şimdi dalkavukluğu bırakın diye münakaşayı kapattı. Ankara’nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak."

(Em.Tümg. Muzaffer Erendil, Anekdotlarla Atatürk
 
EFELERİN AKŞAMI


Atatürk'ün Ankara’ya ayak basışının yıldönümü halkevinde ilk defa kutlanıyordu. Ankaralıların gönülden kopan kadirşinaslığı ile gündüzden beri heyecan içinde olan Atatürk efelerin oyunundan sonra yanına gelmelerini istedi. Efeleri yakınına konmuş iki sandalyeye oturmağa davet etti.

- Şimdi size soframdakileri tanıtayım. Bu büyük bir alimdir, tarih yazar ve okutur. Bu büyük bir yazıcıdır, olanı ve olacağı dile getirir.

Sofradakilerin hepsi için mahsus iltifat ve mübalağa dolu vasıflar buluyor, keskin, kesin, özlü methiyeler sıralıyordu. Sıra seymenlere geldi onlara döndü ve masadakilere tanıttı:

- Bunlar da, bu dünyanın en kahraman milletinin en yiğit insanlarından. Bana gelince, eğer bundan daha iyi tarihimizi bilmesem, bundan daha iyi dertlerimizi dile getiremeseydim, bundan daha iyi asker, bundan daha iyi hatip ve sizden biraz daha yiğit olmasam başınız olmazdım!

Biran başını önüne eğdi, biran yüzünde koyu bir pembelik dolaştı gülümseyerek seymenin birine hitap etti:

- Bırak şunu bunu; ne Mustafa Kemal, ne reisicumhur... İkimizde Türk, ikimizde efe... Sen beni bilmiyorsun , ben seni... Dağda karşılaştık; benden korkar mısın, korkmaz mısın?

- Sayende düşmandan korkmadık ki, senden korkalım.

Cevap Atatürk'ün hoşuna gitmemişti : düşmandan tabii korkmayacaksın, düşman bir başka, Türk değil ki korkasın gel bakalım, tam efe misin?

Başını dizine doğru çekti, gel bana desteklik et bakalım, dedi. Ve onun boynuna namlusunu dayadı; duvarın bir yerine nişan almağa başladı kurşun boynunun tüylerini yalayarak geçen seymende hiçbir kımıldama yoktu, oradakiler seymenin korkudan bayıldığını sanıyordu, kurşunlar bitmişti.

Seymen doğruldu, yüzünde ne bir pembelik, ne bir sarılık vardı, hiç titremeyen, belki biran gürleyen ve gülen bir sesle;

- Kurşunlar bitti mi, paşam? diye sordu :

Bu yüzdeki huzuru bir anlık bakışla sezen Atatürk seymenin ata kurşunu insana zarar vermez inancı ile öyle dimdik ve sakin kalabildiğini anlamıştı. Birden tabancayı yere attı, gözlerinden iri yaşlar damlıyordu. Hıçkırıklı bir sesle dedi ki:

- Demin söylediklerim yalandı, yanlıştı. Ben her şey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı. Bu millet kılı kıpırdamadan benim uğruma canını vermeye hazır olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım.

(Behçet Kemal Çağlar, Atatürk: Denizden Damlalar)
 
BU MİLLETLE NELER YAPILMAZ!..

Atatürk, milletin ruhundaki o sönmez meşaleyi tutuşturmak için Anadolu'yu adım adım dolaştığı 1919 yılıydı. Büyük asker, Erzurum yolundadır. Ilıca'da tunç yüzlü bir ihtiyarla yaptığı enteresan bir görüşmeyi Cevat Dursun oğlu şöyle anlatmaktadır:

"20-30 kişilik bir göçmen kafilesi başında bulunan bu ihtiyar, omuzlarına kartal kanadı attığı paltosu ve elindeki asası ile bir yolcudan çok doğu mitolojisindeki yarı tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak onları selamladı.

Mustafa kemal, ta yanı başına kadar geldiği halde heybetliliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu.bu kısa hoş-beşten sonra Paşa ihtiyara:

-Ağa, dedi. Böyle nereden geliyorsun?

- Paşam Rus gelirken göçmen olmuştuk. Çukurova'daydım. Şimdi köyüme dönüyorum.buralara dönmenin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekileceğini anlatmak istedi.sonra da ekledi.

- Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?

- Hayır paşam, Çukurova cennet gibi bir yer.bir eken yüz alıyor. Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki "ırz kırıkları" bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki ne göreyim, bu namertler kimin malını kimlere veriyorlar?..

Tunç çehreli, beyaz sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç yüzlü askerin gözlerini yaşarttı.

- Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü:

- Bu milletle neler yapılmaz!..dedi ve sonra ihtiyarla vedalaştı.

(Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk)
 
BEN, CUMHURİYETİ BÖYLE KAZANDIM!..


Ankara, 10. Cumhuriyet yılının büyük ve ölçüsüz sevinci içindedir.şehir, baştanbaşa ışıklarla donatılmıştır. Eğlence yerlerinde her Türk, tam bir şuurla devrimin nimetlerini idrak ederek neşe içinde eğlenmektedir.

Atatürk, resmi baloların verildiği yerlere uğradıktan sonra Halkevi’ne de teşrif ediyor. Orada, milli ve mahalli giysileriyle coşan ve coşturan Türk köylüleriyle karşılaşıyor.

Bir gün bu milleti ve bu memleketi kurtarmak için atıldığı mücadelede kendisine yegane kudret ve kuvvet membaı olan bu temiz yürekli vatan evlatlarının neşelerinden son derece duygulanıyor.onları bir süre seyrettikten sonra, doğru Çankaya’ya teşrif ediyorlar ve:

-Efeleri buraya getiriniz!.. Emrini buyuruyorlar.

Efelerin Çankaya’da, Atatürk’ün sofrasında nasıl coştuklarını ve nasıl coşturduklarını anlatmaya imkan yoktur. Büyük Ata, sahnenin en heyecanlı bir anında, Ankara efelerinden birine soruyor:

- Efe, sen benim için ne yapabilirsin?

Efe tereddüt etmeden cevap verir:

- Her şey...

- Mesela?..

- Ölürüm...

Şimdi bütün dikkat Atatürk’e çevrilmişti.kimse konuşmuyor, onları dinliyordu. Atatürk, gözlerini etrafındakiler üzerinde bir kez gezdiriyor.sonra:

- Efe, diyor, sözünde samimi misin?

- Emir sizindir, Ata'm.

Atatürk, elini dizinin üstüne vuruyor:

- Koy başını buraya!...

Efe derhal başını Ata'nın dizlerine koydu ve başını koyar koymaz şakağında bir soğuk temas hissetti.bu, Atatürk’ün şakağına dayadığı tabanca namlusunun soğukluğuydu. Efe, bu soğuklukla beraber şakağına dayanmış bir tabanca olduğunu görmüş, fakat en küçük bir harekette bulunmamıştı.

Efe, Ata'sı için ölümü seve seve kabul edebilirdi. Fakat Atatürk, ona kıyacak mıydı?

Bütün yüzlerin rengi bir anda solmuş, heyecan son haddini bulmuştu. Nefes almaktan korkuyorlardı ve gözler Atatürk’ün elindeydi. Tabanca, efenin şakağına dayanmıştı. Fişek sürülmüş ve emniyet açılmıştı. Atatürk, bir saniye bile sürmeyen bu an içinde ve gözle fark edilemeyecek bir hızla tabancanın namlusunu şakağın yanından, belki bir santim kadar kaydırarak tetiği çekiyor.

Derin sükutu yırtan korkunç tabanca sesi...

Kalpler, sanki yerinden kopacak.

Hazır bulunanların hepsinin beti benzi kül rengini almıştır.

Fakat, efenin başı hala Ata’nın dizindedir ve efede en küçük bir kımıldanma yoktur.

Atatürk, efenin başını dizlerinden kaldırıyor, temiz alnını dudaklarına doğru çekiyor ve öpüyor.

Hala biraz önceki havanın tesirinden kurtulamamış olanlara:

- İşte, ben Anadolu Savaşını bunlarla ve böyle canlarını esirgemeyenlerle kazandım, diyor.
 
HALK İSTERSE BENİ DE KOVAR!

1935 senesindeydi. Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu.

O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma baş göstermişti. Bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin’e gitmek istiyorlardı.

İşte bu sıralarda "Atatürk Çanakkale’ye geliyor"dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürk’ü hiç görmemiştim.heyecanla Atatürk’ün geleceği Balıkesir caddesine dikildim. Bu esnada yanımda bulunan birkaç Yahudinin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmağa vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü."Atatürk geliyor" sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı. Halkın "yaşa, varol!" nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi.alkışlar devam ediyor, o da halkın arasında ilerliyordu.garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hareketli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Ata'nın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istedi. Atatürk:

- Bırakın gelsin! dedi.

Bu Musevi vatandaş, Atatürk'ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:

- Paşam bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız? dedi.

Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı. Buna rağmen sordu:

- Sen kimsin?

- Ben paşam, Çanakkale Musevileri'nden Avram Palto.

- Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle? dedi.

Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:

- Hayır paşam, halk kovuyor.

Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:

- Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.
 
TÜRK'ÜN DOSTU VAR MI?


28 Haziran, 1933 Ankara Erkek Lisesi’nde:

Sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya şöyle karşılık vermişti:

- Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz gereği...

Atatürk, derhal sözü keserek sormuştu:

- Hangi geleneksel dostluk, bu nereden çıktı, kim söyledi bunu?

O zaman coğrafya hocası ayağa kalkarak "Ben söyledim paşam" diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönerek ve "sen söyle tarih hocası" deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim.

- Paşam ortada geleneksel dostluk diye bir şey yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk niteliği vermişlerdir. Örneğin Kırım Savaşında olduğu gibi...

- Aferin, bu gerçekten böyledir. Acınarak söylüyorum Türk’ün geleneksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca Avrupalılar buna hemen geleneksel dostluk ismini vermişlerdir buyurmuşlardı.
 
BİS, BİS!..


Atatürk’le Musollini’nin arası malum!... İkinci Dünya Savaşı’nın "sinir harbi" dediğimiz söz hücumları Mussoli’nin baş silahı.

İtalyan diktatörü, o sırada yine bir nutuk söyleyerek, aklınca sinirlerimizi bozmak istemişti. Atatürk, buna fiili bile cevap mahiyetinde, Antalya’ya bir seyahat hazırladı.

Yolda otomobiller, güzel bir yerde mola verdiler. Atatürk, kulağına akseden bir türküyle ilgilendi.etrafı aradılar.bunu bir çoban söylüyordu.

Çobanı getirdiler. Atatürk:

- Türküyü sen mi söylüyorsun? diye sordu. Çoban, "evet" deyince:

- Sesin güzel, okuman da fena değil, burada da söyle de dinleyelim!...

Çoban bir şey anlamamıştı. Ata izah etti:

- Bis demek, beğendik, bir daha söyle, tekrarla demektir. Çoban türküyü tekrarladı. O zaman Atatürk, cebinden bir "elli liralık" çıkardı, çobana uzattı. Çoban paraya baktı, aldı, memnun bir tavırla kuşağının arasına koyduktan sonra, ellerini çırptı ve yüksek sesle haykırdı:

- Bis, bis!..

Atatürk, bu zeki hareket ve cevap karşısında o kadar memnun olmuştu ki, yanındakilere döndü:

- İmkan olsaydı da Mussolini şu sahneyi görseydi ve şu cevabı işitseydi,

Dedi, hangi millete nutuk söylediğini anlardı!..

(Niyazi Ahmet Banoğlu)
 
TÜRKİYE'YE KİN YAKIŞMAZ!..


İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız Generallerinden M. Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. General bunu almak arzusu göstermesi üzerine elişinin sahibine öğretmen armağan edilmesi için teklifte bulunmuş ve öğrenci buna son derece sinirli:

- Hayır, bir çöp bile vermem!.. demek suretiyle şiddetle reddetmişti.

Aradan yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı öğrenci bu kez düşman generaline vermediği aynı elişini Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla şöyle demişti:

- Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum. Bu işimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında Fransız Genaral Mösyö Bramon’a armağan olarak vermemi rica etmişti. Halbuki ben bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde bir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim. Şu dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum.

Ata’nın bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı verdiği duyulmuştur:

- Kızım, Türkiye’ ye kin yakışmaz!.. Biz herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat devrinin büyük hatalarının neticesidir. Avrupalı'ların, Türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman verseydin, şimdi şanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi.

(Niyazi Ahmet Banoğlu)
 
İNGİLİZ KRALI'NA VERİLEN ZİYAFET


İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:

- "Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!..." dedi.

Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk'e dönerek:

- "Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim" diyerek memnuniyetini bildirdi."

Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral'a eğilerek:

- "Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!" dedi. Bütün sofradakiler Atatürk'ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da "vazifene devam et" emrini verdi.
 
MUSTAFA KEMAL HAKİKİ BİR TÜRK MİLLİYETÇİSİ İDİ


Mustafa Kemal 5. Orduda Arap ırkından olan askerlere daha özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu.

- Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman kurtulacağız?

diyordu. Aynı ıstırabı bende duyuyordum. Yafa'da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türkleri'nden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolu'lu Kıt'a çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.

Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı:

- "Bir gün Makedonyalı yüzbaşı, Kıt'a çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırdı. Müfit'le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Daha ziyade mensup olduğu ırka hücum ediyordu.

- Sen, diyordu, nasıl olurda necip Arap kavmine mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin.

Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.

Dayanamadım.

- "Yüzbaşı efendi susunuz!" diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

- "Yoksa fena bir şey mi söyledim?"

- Evet, çok fena hareket ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir, fakat senin de benim de, Müfid'in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkar edilemez bir gerçektir.

Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.

Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu hakiki olay karşısında görüşü şu idi:

Bu ve buna benzer hadiseler, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.

Mustafa Kemal'in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir. Milletine:

- "Ne mutlu Türküm diyene!"

Hitabıyla seslendiği zaman, buna bütün mevcudiyeti ve samimiyeti ile inanmıştı.
 
BUNLARA KENDİMİZİ TANITACAĞIZ


Ankara’ya son gidişimde bir akşam gazi, beni Ankara Palas’a götürmüştü. Sofrada bir kaç kişi daha vardı. Yedik, içtik, eğlendik, gece yarısına doğru Fransız Büyükelçisi pavyona geldi. Paşa bu elçiden hoşlanıyordu. Sofraya çağırdı, bir kaç kadeh de onunla birlikte içildi. Büyük şehirlerden, Paris’ten söz açılmıştı. Bu arada Büyükelçi, Gazi’ye:

- Ekselans, Paris’i bir daha görmek istemez misiniz? Dedi. Mustafa Kemal Paşa:

- "Nasıl görmek istemem? Gençlik hatıralarımı tazelerim," diye cevap verdi. Bu karşılığa çok sevinen büyükelçi:

- "Böyle bir seyahat Fransa’yı çok sevindirir. Ben de refakatinizde bulunmaktan şeref duyarım. En büyük Fransız zırhlısı bizi İzmir’den alır. Akdeniz donanması emrimize verilir. Marsilya’ya çıktığınızda Fransız ordusu kumandanız altına girer. Hükümdarlara yapılmayan bir törenle karşılanırsınız."

Bu sözleri dikkatle dinleyen Gazi:

- "Bu daveti siz kendiliğinizden mi yapıyorsunuz, yoksa hükümetiniz adına mı konuşuyorsunuz?" diye sordu. Bu soru karşısında büyükelçi hemen kendisini topladı:

- "Muvaffakiyetinizi hükümetime bildirirsem, hükümetim de bunu büyük bir şeref sayar," dedi.

Gazi’nin yüzü değişti. Çok kesin bir dille:

- "Ekselans, Paris’i çok görmek istiyorum, ama büyük törenle karşılanacağım Paris’i değil. Ben Paris’e, dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya gençlik hatıralarımı tazelemek için... Böyle olunca da belli olmadan gitmek isterim. Yoksa törenlerle karşılanmak için değil."

Büyükelçi gaf yaptığını anlamıştı, biraz sonra bir iş uydurarak sofradan kalktı. Gazi’nin de neşesi kaçmıştı.

- "Kalkalım çocuklar, sofraya Çankaya’da devam ederiz," dedi. Sofradakilerin çoğunu pavyonda bıraktı yalnız iki-üç yakın arkadaşını yanına aldı. Yolda kendisine:

- "Elçi çok fena bozuldu ama, söylediğine de söyleyeceğine de pişman ettiniz" dedim. Artık kızgınlığı geçmişti:

- "Bana bak Kemal, sen de başıma kırk yıllık diplomat kesilme. Adamın zihniyetini anlamadın mı? Bu Avrupalılar bizi bir türlü kavrayamıyorlar. Adam beni bir şark emiri sanıyor. Hangi donanmayı kimin emrine, hangi orduyu kimin kumandası altına veriyor? Bunlara kendimizi tanıtacağız, kim olduğumuzu öğrenecekler. Yoksa ben kaba bir adam değilim çocuğum" dedi.

Atatürk, çok ince bir adamdı.

(Kemalettin Sami Paşa’dan Cevat Dursunoğlu)
 
DEVLET İMKANLARINI AMACINA UYGUN KULLANMA


Sivas Kongresi sonrası, Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya gelmesi kararlaştırıldıktan sonra Mustafa Kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle Ankara’ya geldiklerinde Keçiören yolu üzerindeki Ziraat Mektebi’ne misafir edilmişlerdi. Daha sonra Mustafa Kemal, Ankara istasyonundaki Gar Müdürlüğü binasına yerleşti. Burası hem evi, hem çalışma yeriydi.

O tarihlerde Ankara vilayetinin şehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçiören, Etlik, Dikmen, Ayrancı’da bağ evleri vardı. Bunlar arasında Çankaya'da papazın bağı olarak adlandırılan iki katlı ev Mustafa Kemal’e armağan edildi ve o da evi Ordu’ya devrederek evin adı Ordu Köşkü oldu. İki katlı binaya 1924’de ilaveler yapıldı fakat bina ısıtılamıyor idi. Zafer, inkılaplar, cumhuriyet, dünyanın üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa Kemal’in müstesna şahsiyeti, mütevazı de olsa yeni bir devlet başkanlığı konutunu zorunlu kılıyordu.

Mustafa Kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, dış cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yeşilin her tonu ile ve planın esası Mustafa Kemal’in olan yapı 1932’de tamamlandı ve aynı yılın haziran ayında da taşınıldı.

Pembe Köşk'ün döşenmesi için bütçede pek mütevazı para vardı. Gazi, gerekli olanı şahsi imkanları ile karşılama kararı aldı ve kendisine tavsiye edilen o günlerde Beyoğlu İstiklal Caddesinde bir Türk’ün açtığı dekorasyon mağazası sahibi Selahattin Refik Beyi Ankara’ya davet etti. Binayı gezdirdi, arzularını açıkladı ve kendisinden teklif istedi.


- "Biliyorsunuz burası Cumhurbaşkanlığı Köşkü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin doğrudan seçeceği zatlar gelecek. Bu eşyaların parasını benim şahsen verdiğimi sizler biliyorsunuz ama, yarın bunu bilmeyenler içinde yanlış hükümler veren olmaz mı? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapılamadığı bütçe darlığı içinde israf yapıldığını düşünenler bulunmaz mı? Bir endişem de karar mevkiinde olanların şahsi arzularını devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem."

Sonra Selahattin Refik Bey’e döner:

- "Şahsi imkanların olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrişi tercih etme tercihindeyim. Beni anlıyorsunuz zannederim." der.

(Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı)
 
ŞAPKA DEVRİMİNİ NEDEN KASTAMONU'DA İLÂN ETTİ


Hiç unutmam Ağustos’un ilk günlerinde Kastamonu’dan bir heyet gelmişti. Adet yerini bulsun diye haber verdim. Gazi, hemen ilgilendi.

-"Bu heyeti ben kabul edeceğim, yarın Çankaya’ya getir" dedi. Bu emre hayret etmekle beraber hususi bir mana da veremedim. Ertesi gün gazi heyeti kabul etti, olağanüstü iltifatlarda bulundu. Bir saat kadar yanında tuttu, Kastamonu hakkında çeşitli sualler sordu. Heyeti uğurlarken:

- "Davetinize çok teşekkür ederim, yakında Kastamonu’ya geleceğim. Hemşehrilerime selamlarımı söyleyiniz" dedi. Halbuki heyet Gazi'yi Kastamonu’ya davet etmemişti. Bu sözleri işitince hayretim büsbütün arttı. Ama gene bir mana veremedim. Heyeti uğurladıktan sonra benim kalmamı emretti. Koluma girerek beni salona götürdü, çok neşeliydi:

- "Çocuğum, Kastamonu’ya gidiyorum. Şapkayı orada giyeceğim" dedi.

Epeyce zamandan beri zihninin şapka meselesiyle meşgul olduğunu biliyordum. Birkaç arkadaşı Beyoğlu’nda şapka giydirerek gezdirmiş, yapacağı akisleri inceletmişti. Sözlerine şöyle devam etti:

- "Niçin Kastamonu’yu seçtiğimi bilmezsin. Dur, anlatayım. Bütün vilayetler beni tanırlar. Ya üniforma ile yahut fesli, kalpaklı sivil elbise ile görmüşlerdir. Yalnız Kastamonu’ya gidemedim, ilk önce nasıl görürlerse öyle alışırlar, yadırgamazlar. Üstelik bu vilayet halkının hemen hepsi asker ocağından geçmişlerdir. İtaatlidirler, munistirler. Adları mütaassıb çıkmışsa da anlayışlıdırlar. Bunun için şapkayı orada giyeceğim" dedi. Birkaç gün sonra gitti ve şapkalı olarak döndü. Dönüşte Ankara’ya yaklaşırken en çok Diyanet İşleri Reisi Rıfat Efendi üzerinde yapacağı tesiri düşünüyor, onun kırılmasını istemiyordu.

Ankara'da kendisini karşılayanları, şapkasını çıkararak selamlarken gözü hep Rıfat Efendi'de idi. Rıfat Efendi, büyük bir anlayış gösterdi. O da sarıklı fesini çıkararak Gazi'yi çok sevindirmişti. Hoca'yı otomobiline aldı. Kendi başında şapka vardı. Rıfat Efendinin başı açıktı. Böylece şehre girildi.

Halk psikolojisini bu kadar iyi anlayan inkılâpçı bir baş kolay kolay bulunmaz.

(Saffet Arıkan)
 
MEVLÂNA BÜYÜK ADAMDIR


Mevlevihane'de akşam yemeğine davetliyiz. Yemekten sonra semaa gidildi. Binbir sanat eseriyle dolu Mevlevihane'nin billur avizeli ışıkları altında gözde olmaktan çıkmış gibi görünen dervişler, ayin yerinin değirmi sahasında kollarını kanatlanmışlar gibi açıp, başları kollarından omuz küreklerine doğru düşük, çıplak ayakların sessiz çevikliğiyle hem mihveri, hem mahreki yapılan hareketler neticesi entarilerinin bel kayışından aşağı kısımlarını beyaz bir şemsiye gibi şişirerek hülyalı hülyalı dönerken, üst mahfildeki kudumların tempoları içinden yükselen ney nağmeleri, bütün kubbeyi doldurduktan sonra aşağıya, fakat yalnız kulaklara değil, ruhları yıkayan manevi bir şelale halinde içimize dökülüyor.

Gazi de memnundu. Mevlevihane'den ayrıldıktan sonra, beni imtihan etmek isteyen tarafını saklayarak, sanki kendisi öğrenmek istermiş gibi bir eda ile sordu:

- Bu Mevlana nasıl adamdır?

- Pek iyi bilmiyorum amma dedim, herhalde çok büyük bir adam olacak ki, musiki, raks, şiir gibi dincilerin hoş görmedikleri şeyleri tarikatına ayin ve esas yapmış. Bana yeşil kubbesinin sivriliği ile göklerden bir şey tırmalıyor gibi geliyor!

Neşeli neşeli gülüyor.

Ve neden sonra, zihinden geçen düşünce silsilesinin bize son halkasını gösterir gibi söyleniyor:

- Mevlana büyük adamdı, büyük adamdı.

(İsmail Habip Sevük)
 
NEYE LAYIKSIN!..

Atatürk'ün Adana'da Hatay için:

- Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!

Demesinden iki gün sonraydı. Mersin'de istasyondan şehrin içine doğru yavaş gidiyordu. Yolun üstüne siyahlar giyinmiş ve ellerinde büyük bir levha tutan bir kaç genç kız çıktı. Levhada şu yazı vardı: "Suriye hemşehrinizi de kurtarın!"

Suriye, ancak din kardeşi olan bir milletin vatanıydı. Türkiye’yse artık dinci değil, milliyetçi bir devletti. Suriye içinde, bütün esir yurtlar için olduğu gibi, kurtuluş dilerdi. Lakin kurtarmaya kalkmak fuzili olurdu.

Etrafta hıçkırıklar ve göz yaşları yoktu; Atatürk'ün de gözleri ıslanmış değildi. Suriyelilerin 1. Dünya Savaşı’nda Türk düşmanlarıyla birleştiklerini, Türk ordusunu arkadan vurmaya çabaladıklarını, belki ihanet ettikleri için ihanete uğradıklarını düşünüyordu.

- Her millet, layık olduğu yaşayışa erer!.. dedi ve yürüyüp gitti
 
BABASININ TARLASI


Bir gün bir köylü Atatürk’ün orman çiftliği hudutları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. İhtar ettiler, dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk’e söylediler.

Atatürk teftişe çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:

- İşte budur! dediler.

Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü. Yaklaşınca sordu:

- Burada ne yapıyorsun?

Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:

- Tarlayı sürüyorum.

- İyi ama, bu tarla senin midir?

- Değildir.

- Kimindir?

- Atatürk'ündür!.

Köylü bu cevabı vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:

- İyi ama, sen başkasının toprağını ona sormadan ve izin alınmadan sürülüp ekilmeyeceğini bilmiyor musun?

Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:

- Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!

Atatürk'ün kaşları çatıldı ve büyük bir merak ve hayretle ona sordu:

- Bu hakkı nereden alıyorsun?

- Çok basit... Atatürk bizim babamız değil mi? İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?

Atatürk'ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu, köylünün sırtını okşadı ve;

- Haklısın!.. diyerek uzaklaştı.

(Nükte Ve Fıkralarla Atatürk)
 
İKİMİZ DE "GAZİ"YİZ..

Bir tarihte Eskişehir’i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih Bozok'a;

- Bu çınarları hatırlıyorum... Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!... Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; araba dan inip, büyük bir tevazuuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.

Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegane ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince "Gazi" pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu:

- Adın ne?...

- Yusuf!...

- Buralarda geçmiş harbi hatırlar mısın?...

- Nasıl hatırlamam, paşam?... Maiyetinde çavuştum!...

- Maiyetimde mi...

Bütün kuvvetlerin baş kumandanı değil miydin, paşam!... Hep emrinde savaştık.

Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti. Aferin; Gazi Yusuf Çavuş!... deyince, eski asker el buğuladı:

- Estağfurullah, paşam!... Gazi sizsiniz!...

- Rütbe başka... Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatıyla ikimiz de "Gazi"yiz!...

Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfunu göstererek, ilave etti:

- Şerefine Gazi Yusuf Çavuş!...

- Şerefte daim ol paşam!...

Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:

- Allahaısmarladık, silah arkadaşım!...

(Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları)
 
X