- 8 Kasım 2014
- 4.973
- 7.240
- 38
- Konu Sahibi minnakkelebekim
- #1
Darbe teşebbüsü ve darbecilik tescillenirken
17- 25 Aralık’la ilgili bazı yazılarımda, iyi niyetli insanlara yönelik olarak, itidalli davranma, ilerde daha çok bilgi ve belge ortaya çıkınca başı öne eğik, utanç içinde gezme durumuna düşmemek için dikkatli davranma uyarısı ve çağrısı yapmıştım. Son zamanlarda gün yüzüne çıkan belgeler, bilgiler ve itiraflar bu sözlerimi daha bir anlamlı kılıyor.
Zincirin son halkası 17- 25 Aralık’ın baş aktörlerinden biri olan savcı Celal Kara’nın Cumhuriyet gazetesine verdiği mülakatta yer alan itiraf niteliğindeki açıklamaları. Savcının söyledikleri tartışılmaz biçimde ispatlıyor ki, 17- 25 Aralık hukukilik kalıbı giydirmeye çalışılmış, hukuk dışı bir siyasî hamleydi, bir darbe teşebbüsüydü. Bu hamlenin sahipleri önce R. T. Erdoğan’ın “bitirilmesi’’ gerektiğine karar vermiş, sonra buna yönelik, iki ayağı olan, korkunç ve daha önce eşini benzerini görmediğimiz bir plan yapmış. Ayaklardan biri ve özellikle içeriye, Türkiye halkına yönelik olanı torba yolsuzluk iddiaları ve operasyonları. İkincisi, dış dünyaya yönelik olarak hükümetin, bilhassa Erdoğan’ın, radikal İslamcı olduğu ve teröre destek verdiği imajının oluşturulması çabaları.
Öyle anlaşılıyor ki dünyanın egemen güçleri, hem ABD’deki ilgili mahfiller hem emperyal Almanya, bu planı sevmiş. Onların istediği, İslam coğrafyasında Batı’ya karşı dik durması ve bağımsız hareket etmesi ihtimali olan demokratik yönetimlerin kurulmaması. İslam ülkelerini muhteris diktatörler üzerinden kontrol etmenin sürdürülmesi.
Şimdi, geriye dönüp son iki yıla bakınca, Gezi’nin bu amaçla kullanılmak istenen ilk manivela olduğunu anlıyorum. Gezi’de Erdoğan indirilebilseydi, hemen peşinden sıra Mısır ve Tunus başta olmak üzere diğer İslam ülkeleri gelecekti. Gezi’yle indirilmiş Erdoğan’ın ardından İslam Dünyası’na şu mesaj verilecekti “Bakın, yarım asırdan fazladır demokrasiyi yürütmeye çalışan bir Türkiye’de bile bize ters düşen bir başbakan iktidarda kalamıyorsa, siz dünkü İslamcı bugünkü taze demokratlar asla iktidarda kalamazsınız. En güçlü İslam ülkesi Türkiye’de bile Batı’ya karşı kısmen bağımsız bir dış politika izleyemiyorsa, siz böyle bir bağımsızlığı hayal dahi edemezsiniz. Kaderiniz, bizim size belirlediğimiz çizgide ilerlemek”.
Nitekim, Mısır bu ihtirasa kurban düştü. Şükürler olsun ki, Türkiye üzerindeki plan Erdoğan’ın sezmesi ve direnmesi, toplumun %80’e ulaşan geniş kesimlerinin sağduyusu ve gerçekten demokrat yazarların entelektüel cepheyi başarıyla tutması-savunması sayesinde boşa çıkartıldı.
Bir sonraki hamle 17- 25 Aralık ile geldi. Gezi’de kitleler demokratik usullerle göreve gelmiş iktidara karşı meydana sürülmek istenmişti, 17- 25 Aralık’ta ise bürokratik kadrolar sahaya sürüldü. Gezi demokratik usullere dıştan darbe indirme teşebbüsüydü, 17- 25 Aralık ise içten. Bu plan da tutmadı. Erdoğan (maalesef partisinin büyük bölümü değil) ve Gezi’de doğru yerde duran demokrat aydınlar planı hemen okudu ve direnmeye başladı. İlk anda şaşkına uğrayan geniş halk kitleleri de tezgâhı gördü. Kitlelerin cevabı 30 Mart ve 10 Ağustos seçimlerinde geldi.
17- 25 Aralık teşebbüsünün aktörleri henüz tam olarak hesaba çekilmedi ve operasyonun beyin tabakası tasfiye edilmedi, dağıtılmadı, ama gayri ahlâkî, gayri meşru ve anti- demokrat pozisyonları tescil edildiği için bu akıbete uğramaya mahkûmlar. Eğer başarılı olsalardı, Türkiye siyasî sistemler tarihine ve siyaset bilimi literatürüne bir katkıda bulunmuş, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın bu korkunç müstakbel yapının ilk kurbanlarından olarak ısrarla altını çizdikleri üzere, patronunun bir cemaat olduğu bir polis devletine dönüşmüş olacaktı. Bu gibi durumlarda kullanmayı sevdiğim bir popüler deyişle, demokrasi ve özgürlüklerimiz direkten döndü. Her gün ortaya saçılan yeni bilgi ve belgeler, gün geçtikçe artacağına şüphe olmayan ifşa ve itiraflar, bunu doğruluyor.Meseleyi doğru görmek, kara propagandanın bizi yanıltmasına izin vermemek lâzım.
Demokraside siyasî otorite seçimi kazanana aittir. İktidara geliş ve gidiş usulleri bellidir. Bürokrat, yani atanan, siyasiye, yani seçilmişe patronluk taslayamaz. Hâlen sürmekte olan mücadele AK Parti ile otonom yapılanma arasında bir iktidar kavgası olarak görülemez. Kavga, demokratik siyaset ile ahlâk, hukuk ve demokrasi dışı bir pozisyonda bulunan bir otonom yapılanma arasında.
Kavgada Erdoğan, Davutoğlu ve AK Parti’nin önde bulunması bir tesadüf. Onların yerinde Baykal, Kılıçdaroğlu ve CHP veya Bahçeli ve MHP de olabilirdi. Doğru yerde durmak için Erdoğan’a özel sempati duymaya da gerek yok. Hatta, Erdoğan’dan nefret bile etseniz, ilkelere ve usullere bağlı olmanız olan biteni doğru okumanıza ve bu mücadelede demokratik siyasetin, demokratik meşruiyetin, demokratik usullerin yanında yer almanıza yeter. Yeter ki akıl ve kalp gözünüzü kapatmayın.Son iki yılda neler olduğunu daha iyi anlamamızı sağlayacak
http://m.yenisafak.com/yazarlar/atillayayla/darbe-tesebbusu-ve-darbecilik-tescillenirken-2007553
17- 25 Aralık’la ilgili bazı yazılarımda, iyi niyetli insanlara yönelik olarak, itidalli davranma, ilerde daha çok bilgi ve belge ortaya çıkınca başı öne eğik, utanç içinde gezme durumuna düşmemek için dikkatli davranma uyarısı ve çağrısı yapmıştım. Son zamanlarda gün yüzüne çıkan belgeler, bilgiler ve itiraflar bu sözlerimi daha bir anlamlı kılıyor.
Zincirin son halkası 17- 25 Aralık’ın baş aktörlerinden biri olan savcı Celal Kara’nın Cumhuriyet gazetesine verdiği mülakatta yer alan itiraf niteliğindeki açıklamaları. Savcının söyledikleri tartışılmaz biçimde ispatlıyor ki, 17- 25 Aralık hukukilik kalıbı giydirmeye çalışılmış, hukuk dışı bir siyasî hamleydi, bir darbe teşebbüsüydü. Bu hamlenin sahipleri önce R. T. Erdoğan’ın “bitirilmesi’’ gerektiğine karar vermiş, sonra buna yönelik, iki ayağı olan, korkunç ve daha önce eşini benzerini görmediğimiz bir plan yapmış. Ayaklardan biri ve özellikle içeriye, Türkiye halkına yönelik olanı torba yolsuzluk iddiaları ve operasyonları. İkincisi, dış dünyaya yönelik olarak hükümetin, bilhassa Erdoğan’ın, radikal İslamcı olduğu ve teröre destek verdiği imajının oluşturulması çabaları.
Öyle anlaşılıyor ki dünyanın egemen güçleri, hem ABD’deki ilgili mahfiller hem emperyal Almanya, bu planı sevmiş. Onların istediği, İslam coğrafyasında Batı’ya karşı dik durması ve bağımsız hareket etmesi ihtimali olan demokratik yönetimlerin kurulmaması. İslam ülkelerini muhteris diktatörler üzerinden kontrol etmenin sürdürülmesi.
Şimdi, geriye dönüp son iki yıla bakınca, Gezi’nin bu amaçla kullanılmak istenen ilk manivela olduğunu anlıyorum. Gezi’de Erdoğan indirilebilseydi, hemen peşinden sıra Mısır ve Tunus başta olmak üzere diğer İslam ülkeleri gelecekti. Gezi’yle indirilmiş Erdoğan’ın ardından İslam Dünyası’na şu mesaj verilecekti “Bakın, yarım asırdan fazladır demokrasiyi yürütmeye çalışan bir Türkiye’de bile bize ters düşen bir başbakan iktidarda kalamıyorsa, siz dünkü İslamcı bugünkü taze demokratlar asla iktidarda kalamazsınız. En güçlü İslam ülkesi Türkiye’de bile Batı’ya karşı kısmen bağımsız bir dış politika izleyemiyorsa, siz böyle bir bağımsızlığı hayal dahi edemezsiniz. Kaderiniz, bizim size belirlediğimiz çizgide ilerlemek”.
Nitekim, Mısır bu ihtirasa kurban düştü. Şükürler olsun ki, Türkiye üzerindeki plan Erdoğan’ın sezmesi ve direnmesi, toplumun %80’e ulaşan geniş kesimlerinin sağduyusu ve gerçekten demokrat yazarların entelektüel cepheyi başarıyla tutması-savunması sayesinde boşa çıkartıldı.
Bir sonraki hamle 17- 25 Aralık ile geldi. Gezi’de kitleler demokratik usullerle göreve gelmiş iktidara karşı meydana sürülmek istenmişti, 17- 25 Aralık’ta ise bürokratik kadrolar sahaya sürüldü. Gezi demokratik usullere dıştan darbe indirme teşebbüsüydü, 17- 25 Aralık ise içten. Bu plan da tutmadı. Erdoğan (maalesef partisinin büyük bölümü değil) ve Gezi’de doğru yerde duran demokrat aydınlar planı hemen okudu ve direnmeye başladı. İlk anda şaşkına uğrayan geniş halk kitleleri de tezgâhı gördü. Kitlelerin cevabı 30 Mart ve 10 Ağustos seçimlerinde geldi.
17- 25 Aralık teşebbüsünün aktörleri henüz tam olarak hesaba çekilmedi ve operasyonun beyin tabakası tasfiye edilmedi, dağıtılmadı, ama gayri ahlâkî, gayri meşru ve anti- demokrat pozisyonları tescil edildiği için bu akıbete uğramaya mahkûmlar. Eğer başarılı olsalardı, Türkiye siyasî sistemler tarihine ve siyaset bilimi literatürüne bir katkıda bulunmuş, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın bu korkunç müstakbel yapının ilk kurbanlarından olarak ısrarla altını çizdikleri üzere, patronunun bir cemaat olduğu bir polis devletine dönüşmüş olacaktı. Bu gibi durumlarda kullanmayı sevdiğim bir popüler deyişle, demokrasi ve özgürlüklerimiz direkten döndü. Her gün ortaya saçılan yeni bilgi ve belgeler, gün geçtikçe artacağına şüphe olmayan ifşa ve itiraflar, bunu doğruluyor.Meseleyi doğru görmek, kara propagandanın bizi yanıltmasına izin vermemek lâzım.
Demokraside siyasî otorite seçimi kazanana aittir. İktidara geliş ve gidiş usulleri bellidir. Bürokrat, yani atanan, siyasiye, yani seçilmişe patronluk taslayamaz. Hâlen sürmekte olan mücadele AK Parti ile otonom yapılanma arasında bir iktidar kavgası olarak görülemez. Kavga, demokratik siyaset ile ahlâk, hukuk ve demokrasi dışı bir pozisyonda bulunan bir otonom yapılanma arasında.
Kavgada Erdoğan, Davutoğlu ve AK Parti’nin önde bulunması bir tesadüf. Onların yerinde Baykal, Kılıçdaroğlu ve CHP veya Bahçeli ve MHP de olabilirdi. Doğru yerde durmak için Erdoğan’a özel sempati duymaya da gerek yok. Hatta, Erdoğan’dan nefret bile etseniz, ilkelere ve usullere bağlı olmanız olan biteni doğru okumanıza ve bu mücadelede demokratik siyasetin, demokratik meşruiyetin, demokratik usullerin yanında yer almanıza yeter. Yeter ki akıl ve kalp gözünüzü kapatmayın.Son iki yılda neler olduğunu daha iyi anlamamızı sağlayacak
http://m.yenisafak.com/yazarlar/atillayayla/darbe-tesebbusu-ve-darbecilik-tescillenirken-2007553