- 17 Temmuz 2011
- 7.001
- 3.629
- 34
Geçen gün televizyonda bağımsız bir sinema filmine denk geldim. Hangi ülkede çekilmişti tam çıkaramadım ama bir adam minibüs şoförlüğü yapıyordu.
Bir akşam yaz vakti, baş karakter işten eve dönerken görülüyordu. Bu arada ne olduysa bütün ülke ayağa kalkmış, her yerde protestolar var. Baş karakter tam minibüsünü park ediyor, karşısında bir anda polisleri görüyor. Önce polislerden dayak yiyor, ardından polisler onu öldü sanıyor ve canlı canlı ateşe atıyor. Film bu ya, polisler hızını alamayıp baş karakterin gözünü çıkarıyor.
Baş karakter apar topar hastaneye kaldırılıyor, ifadesi alınırken de şunları anlatıyor: “Birkaç yüz metre ötede çevik kuvvet polisini gördüm. İlk başta tazyikli su sıktılar. Sonra karnıma bir biber gazı kapsülü geldi ama yere düşmedim. Yaklaşık beş polis gelip bana vurmaya başladı. Bir tanesi gözüme bir şey sokup gözümü çıkardı. O sırada yerde hareket etmeden yatıyordum. Bir tanesinin ‘Bu gitti, işini tamamen bitirelim’ dediğini duydum. Beni 10-20 metre kadar sürükleyerek ateşe attılar. Sonra gittiler. Ateşten sürüklenerek çıktım. Daha sonra hastaneye kaldırıldım.”
İfadesini verdikten sonra doktorlar gelip durumu anlatıyor; karakterimizin burnu, elmacık kemiği ve çenesi kırılmış. Kafatasından çenesine kadar bir kırık ve ateşe atıldığı için sırtında ikinci derece yanık var. Bir gözünü tamamen kaybetmişti ve diğer gözünde yüzde 80 görme kaybı oluşmuş. Yönetmenin de hiç insafı yok.
Baş karakteri sayısız ameliyat bekliyordu. Evde ise eşi ve iki çocuğu. Baş karakter eve döndüğünde küçük kızı bir ay korkusundan yanına gitmiyordu. İşin en heyecanlı kısmı geliyordu; meğer saldırı sırasında bir görgü tanığı saldırıyı cep telefonu ile kaydetmişti. Hatta polis aracının numarası görüntülerde tespit edilebiliyordu. Bu esnada "Muhtemelen mutlu sona çok yaklaştık" dedim içimden ve saatime baktım. Fakat film neredeyse daha yeni başlamıştı.
Polis yetkilileri, söz konusu aracın yanında görev yapan polislerin kimliklerini ortaya çıkarmamıştı. Sonradan filmin mutlu sonla biten bir Hollywood filmi değil bağımsız bir yapım olduğunu hatırladım. Olaylar mümkün olduğu kadar gerçeğe yakındı.
Yine film bu ya, dünyanın dört bir yanından insanlar bizim baş karaktere dayanışma kartpostalları gönderiyordu, dilekçeler imzalıyor ve mumlar yakıyordu. Hatta bir avuç gözü kara aktivist Adliye Sarayı'nın duvarına baş karaktere ne olduğunu sordukları bir yazı yansıtıyordu. Tam bir delilik.
Film ilerledikçe olayla ilgili idari soruşturma açılınca yeniden heyecanlandım. Fakat herhangi bir sonuca ulaşmadan soruşturma kapatıldı ve olaydan sorumlu polis memurlarının tespit edilmesi için başlatılan adli soruşturma da sonuçlanmamıştı. Bu yönetmenin aklından ne geçiyordu allasen?!
Ne olacak; cezasızlık! Yani devlet yetkilileri ya da kolluk kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen bir suçun cezasız kalması. Filmin konusu aslında cezasızlıktı ve o anda bir film değil Hakan Yaman'ın başından geçenlerin anlatıldığı bir videoyu izlediğimi fark ettim.
Videodaki olaylar 3 Haziran 2013'te geçiyordu.
Aradan iki yıl geçmişti ve sorumluların hiçbiri adalete teslim edilmemişti. Hakan Yaman için başlatılan imza kampanyasını sadece 20.975 kişi imzalamıştı. Cezasızlık, yani suçu gerçekleştirenlerin yaptıklarının yanlarına kar kalması etkili, tarafsız ve bağımsız bir soruşturma yürütülmediğine dair duyduğum endişeyi artırıyordu.
Ben kim miyim? Ben sadece Hakan Yaman'ın başına gelenleri kabul etmek istemeyen bir insan hakları savunucusuyum. Bu yüzdenHakan'ın yanındayım ve ona destek oluyorum.i
https://www.facebook.com/uluslararasiaforgututurkiye?sk=app_401102506669192
http://hakanyamananeoldu.org/
Bir akşam yaz vakti, baş karakter işten eve dönerken görülüyordu. Bu arada ne olduysa bütün ülke ayağa kalkmış, her yerde protestolar var. Baş karakter tam minibüsünü park ediyor, karşısında bir anda polisleri görüyor. Önce polislerden dayak yiyor, ardından polisler onu öldü sanıyor ve canlı canlı ateşe atıyor. Film bu ya, polisler hızını alamayıp baş karakterin gözünü çıkarıyor.
Baş karakter apar topar hastaneye kaldırılıyor, ifadesi alınırken de şunları anlatıyor: “Birkaç yüz metre ötede çevik kuvvet polisini gördüm. İlk başta tazyikli su sıktılar. Sonra karnıma bir biber gazı kapsülü geldi ama yere düşmedim. Yaklaşık beş polis gelip bana vurmaya başladı. Bir tanesi gözüme bir şey sokup gözümü çıkardı. O sırada yerde hareket etmeden yatıyordum. Bir tanesinin ‘Bu gitti, işini tamamen bitirelim’ dediğini duydum. Beni 10-20 metre kadar sürükleyerek ateşe attılar. Sonra gittiler. Ateşten sürüklenerek çıktım. Daha sonra hastaneye kaldırıldım.”
İfadesini verdikten sonra doktorlar gelip durumu anlatıyor; karakterimizin burnu, elmacık kemiği ve çenesi kırılmış. Kafatasından çenesine kadar bir kırık ve ateşe atıldığı için sırtında ikinci derece yanık var. Bir gözünü tamamen kaybetmişti ve diğer gözünde yüzde 80 görme kaybı oluşmuş. Yönetmenin de hiç insafı yok.
Baş karakteri sayısız ameliyat bekliyordu. Evde ise eşi ve iki çocuğu. Baş karakter eve döndüğünde küçük kızı bir ay korkusundan yanına gitmiyordu. İşin en heyecanlı kısmı geliyordu; meğer saldırı sırasında bir görgü tanığı saldırıyı cep telefonu ile kaydetmişti. Hatta polis aracının numarası görüntülerde tespit edilebiliyordu. Bu esnada "Muhtemelen mutlu sona çok yaklaştık" dedim içimden ve saatime baktım. Fakat film neredeyse daha yeni başlamıştı.
Polis yetkilileri, söz konusu aracın yanında görev yapan polislerin kimliklerini ortaya çıkarmamıştı. Sonradan filmin mutlu sonla biten bir Hollywood filmi değil bağımsız bir yapım olduğunu hatırladım. Olaylar mümkün olduğu kadar gerçeğe yakındı.
Yine film bu ya, dünyanın dört bir yanından insanlar bizim baş karaktere dayanışma kartpostalları gönderiyordu, dilekçeler imzalıyor ve mumlar yakıyordu. Hatta bir avuç gözü kara aktivist Adliye Sarayı'nın duvarına baş karaktere ne olduğunu sordukları bir yazı yansıtıyordu. Tam bir delilik.
Film ilerledikçe olayla ilgili idari soruşturma açılınca yeniden heyecanlandım. Fakat herhangi bir sonuca ulaşmadan soruşturma kapatıldı ve olaydan sorumlu polis memurlarının tespit edilmesi için başlatılan adli soruşturma da sonuçlanmamıştı. Bu yönetmenin aklından ne geçiyordu allasen?!
Ne olacak; cezasızlık! Yani devlet yetkilileri ya da kolluk kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen bir suçun cezasız kalması. Filmin konusu aslında cezasızlıktı ve o anda bir film değil Hakan Yaman'ın başından geçenlerin anlatıldığı bir videoyu izlediğimi fark ettim.
Videodaki olaylar 3 Haziran 2013'te geçiyordu.
Aradan iki yıl geçmişti ve sorumluların hiçbiri adalete teslim edilmemişti. Hakan Yaman için başlatılan imza kampanyasını sadece 20.975 kişi imzalamıştı. Cezasızlık, yani suçu gerçekleştirenlerin yaptıklarının yanlarına kar kalması etkili, tarafsız ve bağımsız bir soruşturma yürütülmediğine dair duyduğum endişeyi artırıyordu.
Ben kim miyim? Ben sadece Hakan Yaman'ın başına gelenleri kabul etmek istemeyen bir insan hakları savunucusuyum. Bu yüzdenHakan'ın yanındayım ve ona destek oluyorum.i
https://www.facebook.com/uluslararasiaforgututurkiye?sk=app_401102506669192
http://hakanyamananeoldu.org/