Dünya tarihine ismini yazdıran Türkler

yessillim

Nirvana
Kayıtlı Üye
16 Haziran 2007
822
203
38
Mustafa Kemal ATATÜRK 1881-1938

Dogum Tarihi:19.Mayıs.1881
Olüm Tarihi:10.Kasım.1938
Dgoum Yeri:Selanik
Ölüm Yeri:İstanbul
Gorevleri:Cumhurbaşkanı, Komutan ,Basbakan




Biyografisi
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.

Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.

1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.

Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez!" dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.

Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı.

23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.

Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.


Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:

* Sarıkamış (20 Eylül 1920),
* Kars (30 Ekim 1920) ve
* Gümrü'nün kurtarılışı.(7 Kasım 1920)
* Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
* I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
* II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
* Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
* Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer
(26 Ağustos 9 Eylül 1922)

Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 13 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.

Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:

1. Siyasal Devrimler:
Saltanatın Kaldırılması (1Kasım 1922)
Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler:
Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi
Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü(1925-1931)

3. Hukuk Devrimi :
Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:
Aşârın kaldırılması
Çiftçinin özendirilmesi
Örnek çiftliklerin kurulması
Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.

Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.

Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.

15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.

Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.

1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.
Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05'te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu.
Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü.
Şiirleri

Hakikat Nerede?
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karatıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.

Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Hakikat nerede?

Gençliğe Hitabe

Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Mustafa Kemal ATATÜRK



Sözleri

* Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmuş bir milletiz.
* Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık sayılamaz.

* Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.

* Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.

* Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.

* Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.

* Gerçi bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.

* Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.

* Milli mücadelelere şahsî hırs değil, milli ideal, milli onur sebep olmuştur.

* Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.

* Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.

* Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır.

* Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz.

* Türk Milletinin istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan ilerlemektir.

* Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdurlar.

* Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla hiç ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.

* Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.

* Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.

* Biz dünya medeniyeti ailesi içinde bulunuyoruz. Medeniyetin bütün icaplarını tatbik edeceğiz.

* Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.

* Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında, durmadan ilerlemekte ve yükselmektedir. Büyük Türk Milletinin bu yoldaki hızını, her vasıtayla arttırmaya çalışmak, bizim hepimizin en kutlu vazifemizdir.

* İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?

* Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.

* Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için kadınlarımız, hattâ erkeklerimizden çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa.

* Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere, Türk Milletine canımı vereceğim.

* Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.

* Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.

* Benim naçiz vücudum nasıl olsa bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ebediyen yaşayacaktır.

* Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.

* Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir.

* Müsbet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin açık dileğidir.

* Mualimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmenleri ve eğiticileri, sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle mütenasip bulunacaktır.

* Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidadını keşfetmemiştir.

* Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır.

* Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir.

* Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve layık olan köylüdür. Onun için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin iktisadi siyaseti bu aslî gayeye erişmek maksadını güder.

* Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir.
__________________
 
Mimar Sinan (1489 - 1588)

Türk, mimar. Dünyanın en büyük yapı sanatçılarından biridir. Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu, 17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldü. Doğum tarihi kesin değildir. Ailesine ve yaşamına ilişkin kimi zaman yetersiz ve çelişkili bilgiler, çağdaşı Sâi Mustafa Çelebi'nin onun ağzından yazdıklarına, mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara, kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve kitaplara dayanmaktadır. Kaynaklara göre Sinan, I. Selim (Yavuz) padişah olduktan sonra başlatılan ve Rumeli'de olduğu gibi Anadolu'dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 1512'de devşirilerek İstanbul'a getirildi. Orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı'na verildi, 1514'te Çaldıran Savaşı'nda 1516-1520 arasında da Mısır seferlerinde bulundu. İstanbul'a dönünce Yeniçeri Ocağı'na alındı.


I. Süleyman (Kanuni) döneminde 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos seferlerine katıldı, subaylığa yükseldi. 1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (baş teknisyen) oldu. 1529'da Viyana, 1529-1532 arasında Alman, 1532-1535 arasında da Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı. Bu son sefer sırasında Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki unvanı verildi. 1536'da Pulya (Puglia) seferlerine katıldı. 1538'de yer aldığı Karabuğdan (Moldovya) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekti. Bir yıl sonra mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı) oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi ölümüne değin sürdürdü.

Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü olduğu çağda yaşamıştır. I. Süleyman (Kanuni), II. Selim ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık etmiş, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynamıştır. Etkisi ölümünden sonra da sürmüş, her dönemde saygınlığını korumuştur. Atatürk ona ilişkin bilimsel araştırmaların başlatılmasını, onun bir heykelinin yapılmasını istemiştir. 1982'de İstanbul'daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni üniversiteye onun adı verilmiştir. Sinan'ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği Acemi Oğlanlar Ocağı'nda öğrendiği sanılmaktadır. Acemi Oğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi.

Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerinde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Gerek ordunun bu birimleri tarafından usta-çırak ilişkisi içinde gerçekleştirilen yapım ve onarım çalışmaları, gerek orduyla birlikte gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan'ın eğitiminin parçası olmuştur. Çeşitli kaynaklara göre Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret 3 darüşşifa, 7 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın yapı gerçekleştirmiştir.

Elli yıla yakın bir süre!Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarbaşılığını yapmış olmasına karşın, bunların hepsini onun tasarlayıp uygulamış olduğunu söylemek güçtür. Çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileri ya da ona bağlı mimarlar örgütü yapmış olmalıdır. Bunların arasında onarımlar da vardır. Bu tür sayılar Sinan'a gösterilen saygıyı ortaya koyar. Onun asıl önemi, yapılarında gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle Osmanlı-Türk mimarlığını "klasik" olarak adlandırılan doruğuna ulaştırmasındadır.

Sinan mimarbaşılığından önce de askeri amaçlı olmayan yapılar tasarlamış ve uygulamış olmalıdır. Ama ilk önemli yapıtı İstanbul'da ki Şehzade (Mehmed) Camii'dir. Kendisinin çıraklık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu cami, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülüdür. Dış görünüşlerin kitlesel etkisi azaltılmış, içerde ise daha aydınlık bir mekân oluşturma yoluna gidilmiştir. Onu izleyen Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân araştırılmıştır. Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi'dir. Sinan kalfalık dönemi yapıtı olarak adlandırdığı bu yapıda İstanbul'daki Bayezid Camii'nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelenmiş, dört ayak üstüne oturan kubbeyi giriş-mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklenmiştir.

Bu, Ayasofya ile ortaya atılan strüktür sorunun, onun tarafından bir kez daha ele alınışıdır. Süleymaniye, darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türkler'in dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneğidir. Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler. Yapı bu düzenden gelen bir dinginlikle, İstanbul'un Haliç'e bakan tepelerinden birinde yer alır. Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınmıştır. Yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan'ın mimarlıkta olduğu kadar örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar. Yapının yapıldığı döneme ışık tutan muhasebe defterleri de günümüze kalmıştır. Sinan yapı ile çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta zaman zaman geçmişte kullanıp sonra terkedilen yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri götürülebileceğini araştırmıştır. Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür.

İstanbul'daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne'deki Üç Şerefeli Cami'yi anımsatır. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nde olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür. Denemelerinin en ilginçlerinden biri gene İstanbul'daki Piyale Paşa Camii'dir. Burada kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten çok ayaklı cami şemasını ele almıştır. Bütün bu deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne'deki Selimiye Camii'ne götürdükleri için önemlidir.

Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul'daki Rüstem Paşa Camii'nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır. Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri ileten öğelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öğe durumuna gelmektedir. Sinan burada 31 m'yi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliye'nin öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, oranlarından süslemelerine kadar Klasik dönem Osmanlı-Türk mimarlık bireşiminin dilini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir başyapıttır.

Sinan, öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür. Türbeleri buna örnektir. Şehzade Mehmet Türbesi'nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir. Kanuni Süleyman Türbesi'nde de iç mekân ile dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla örtü olarak, Osmanlı-Türk mimarlık geleneğinde çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş, iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi de dış duvarlara taşıtmıştır. II. Selim Türbesi'nde ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine, yapı öğeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin kesik kare planını seçmiştir. Sinan'ın, denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir. Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırmıştır.

Yola çıkış noktası geleneksel biçim ve plan şemaları olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilmiştir. Sinan'ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır. Bu nedenle "ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı" diye anılmıştır. Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile ayakta duruyor, hatta kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de özen gösterilmiş olmasındandır.

Sinan'ın mühendis yanı su yollarıyla köprülerinde ortaya çıkar. Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış, hatta kimi zaman onları aşan, ileri götüren tasarımlar gerçekleştirmiştir. İstanbul'un su sorununu çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 km'yi aşan ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir. Süleymaniye Külliye'sine 53 milyon akçe harcanırken Kıkçeşme yapılarına 43 milyon akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesi olmaktadır.

Sinan, köprülerini de en az öteki yapıtları kadar önemsemiş, toplam uzunluğu 635,5 m'yi bulan Büyükçekmece Köprüsü ile sağlam olduğu kadar güzel de olan bir yapıt diye övünmüştür. En geniş açıklığı örtecek kubbeyi, en ince ve uzun minareyi araştırmak, böyle bir minaredeki şerefelere birbirleriyle kesişmeyen üç merdivenle çıkmayı denemek, bu mühendislik dehasının yaratıcılığını ortaya koyan örneklerdir. Mimarlık, kimi zaman, içinden çıktığı toplumun genel yapısıyla uyum içinde olan bir bütünlüğe erişir. Bu, kendi gününün gereksinmelerini kendi olanaklarıyla karşılayan, ama geçmişin deneyim ve anılarını da içeren bir bireşimdir.

Yapı gereçleri, yapım yöntemleri, elde edilen biçimlerle ve onlar da yerel-iklimsel koşullarla uyum içindedirler. Bunları birbirlerinden ve içinde bulundukları toplumsal koşullardan soyutlamak olanaksızdır. Ortaya çıkan biçimler toplumun büyük bir çoğunluğunca benimsenen simgelere dönüşür. Toplumu neredeyse yapılarıyla özdeşleştirmek olasıdır. Bu yalnız belli bir yere ve çağa özgü, başka bir benzeri olmayan bir mimarlık demektir. İşte Mimar Sinan böyle bir süreç içinde yer almaktadır. Tek tek yapıtlarından çok, mimarlığı uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir bireşime götürme yolundaki çalışmalarıyla önem taşır.

Osmanlı-Türk mimarlığı onunla birlikte bireşim sürecini tamamlamış, arayış aşamasından klasik dönemine geçmiştir. Bu geçiş, biçim olarak kubbeyi, düzenleme ilkesi olarak da merkezi planlı yapıyı anıtsal bir mimarlığın en önemli öğesi olan kubbeyi ve ona bağlı taşıyıcılar sistemini en yalın ve açık biçimde kullanıp onu anıtsal mimarlık düzenlemelerinin çekirdeği durumuna getirmek Osmanlı-Türk mimarlığının dünya mimarlığına bir katkısıdır. Böylece hem Doğu, hem Batı ile ilişki içinde olan, Anadolu ve Akdeniz kültürlerine sahip çıkan bir Osmanlı-Türk İslam mimarlık bileşimi ortaya çıkmıştır.

Bu, yapıya katkıda bulunan öteki sanatları da etkilemiş, imparatorluğun her yerinde ki yapı eylemleri için yol gösterici olmuştur
 
Said Nursi (1873 - 1960)
---------------------------------------------------------------------------
-----

1873de Bitlisin Hizan kazasının Nurs köyünde doğan Said Nursi, kendi hayatını ikiye ayırır. Nur risalelerini yazmaya başladığı 1926ya kadar kendini Eski Said olarak görür. Daha sonra Yeni Said dönemi başlar. 9 yaşında din eğitimine başlayan, 21 yaşındayken Bediüzzaman (çağın güzelliği) ismiyle anılan Said Nursi, gençlik yıllarında belinden hiç eksik etmediği hançeri ve tipik Kürt giysileriyle din adamından çok savaşçıyı andırıyordu. Nitekim bu yıllarda tam bir dava adamıydı.


Önce II.Abdülhamite başvurarak Vanda bir üniversite kurmasını istedi. Ancak kendisini akıl hastanesinde buldu. O da Selanike gidip İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişki kurdu.

İttihatçılardan uzaklaşıp İttihadı Muhammedi partisinin kurucuları arasında yer alan Said Nursi, 31 Mart Olayına karışmaktan idamla yargılanıp beraat etti. Kurtuluş Savaşını destekledi. 1925teki Şeyh Said isyanı nedeniyle hakkında soruşturma açılan, ardından Ispartanın Barla nahiyesine sürülen Said Nursi için artık yeni bir dönem başladı.


Peşpeşe gelen sürgünlere, mahkemelere rağmen Said Nursi, politikaya fazla bulaşmamaya çalışıp, kendini halkın, kaybolmaya yüz tuttuğunu düşündüğü imanını yeniden kuvvetlendirmeye adadı. Bunun sonucunda Risalei Nur külliyatı ortaya çıktı.


Said Nursi 23 Mart 1960da Urfada öldü ve Halilürrahman Camiine defnedildi. Fakat 27 Mayıs 1960 darbesinde sonra askerler onun naaşını alıp askeri bir uçakla Ispartaya götürdü. O gün bugündür nerede gömülü olduğunu çok az kişi bilmektedir.
 
Alparslan
---------------------------------------------------------------------------
-----

Selçuklu Devleti hükümdarı, Türk milletinin en büyük kahramanlarından. Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan valisi Çağrı Beyin oğludur. 20 Ocak 1029da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. Babasının ölümünden sonra Horasan valisi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063te öldüğü zaman vasiyeti üzerine Selçuklu tahtına Alparslanın ağabeyi Süleyman getirildi, fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve Alparslanı hükümdar tanıdılar.

Alparslan 27 Nisan 1064te büyük bir törenle tahta çıktı. Amcasının vezirliğini yapan ve Süleymanın tahta çıkmasını isteyen Amidülmülk Kündiriyi azledip, büyük bir devlet adamı olarak tarihe adı geçen Nizamülmülkü vezir tayin etti. Başına buyruk beylerle mücadeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altına toplamayı başardı. Böylece Selçuklu Devleti kuvvetlendi.

1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğunun üzerine yürüdü. Gürcistanı zaptetti. İsyan eden kardeşi Kavurdu itaate zorladı. 1065te Amuderya ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdarla anlaştı. Alparslanın beyleri, Anadoluda akınlar yapıp sayısız zafer kazandılar. Selçuklu Sultanının gittikçe kuvvetlenmesi Bizans İmparatorluğunu telaşlandırdı. İmparator Romanos Diyojenes ordusunu toplayıp sefere çıktı. Paluya geldiğinde Malatyada bıraktığı ordusunun Türkler tarafından perişan edildiği haberini aldı. Geri dönmeye mecbur kaldı.
1070 yılında Alparslan , Horasan ve Irak ordularının başında Azerbaycana girdi, sınırdaki kaleleri fethetti. Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslim oldu. Diyarbekir'den Elcezireye girdi, Urfayı kuşattı. Mısırda birbirleriyle mücadele eden Fatımi komutanları, Alparslanı Mısırı almaya teşvik ediyorlardı. 1071 yılında Selçuklu ordusu Halepte toplandı.

Alparslan ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diyojenes son bir hamle yapmayı düşündü. Azerbaycana kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadoludan atmaya karar verdi. Rumelide yaşayan Peçenek ve Oğuz Türklerini de ordusuna kattı. 13 Mart 1071de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbuldan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi vad etmişti. Diyojenes ve ordusu yol boyunca katliam yaparak Erzurum yoluyla Malazgirte ulaştı. Halebi teslim aldığı sırada Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan , Mısır Seferinden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı. Bizans ordusunun harekatını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyarbekir ve Bitlise ulaştı. Ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlata gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlatta oldu. Bizanslılar bozuldu. Buna iyice kızan imparator, Malazgirt Kalesine hücum edip, içerde yaşayan kadın-çocuk, ihtiyar ne varsa hepsini öldürdü. Malazgirte doğru devamlı yol alan Alparslan 24 Ağustos günü Malazgirtin doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlata gönderilen kuvvetlerin gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddetilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.
26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan atından inerek secdeye vardı ve; Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret! diye dua etti. Sonra atına binerek askerlerine döndü ve; Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşahı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece kurnazca bir harp taktiği planlamıştı. Hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında dövüştü. Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi.

Sultan Alparslan savaştan sonra huzuruna getirilen imparatoru, hiç ümid etmediği şekilde affetti. Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyac halinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış andlaşması yapıldı. Fakat Diyojenes, İstanbula geri dönerken, Bizas tahtının el değiştirmesi, andlaşmayı geçersiz kıldı. Alparslan da, Selçuklu şehzadelerini Anadoluyu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadoluya hakim oldular.

Sultan Alparslan , Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehre doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. Ordunun başında Buharaya yaklaştı. Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara etti. Kale komutanı, batıni sapık fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi. Hain Yusuf, Alparslan ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultana hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusufu derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü, 25 Ekim 1072 tarihinde; Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, Ondan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir? diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun neticesi olarak, cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum. La ilahe illallah Muhammedün resulullah!... diyerek şehid oldu. Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. Yerine oğlu Melikşah geçti.
Sultan Alparslan saltanatı müddetince İslam dinine hizmet etti. İslamiyeti içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve batıni, şii hareketlerine karşı çok hassastı. Hatta bir defasında; Kaç defa söyledim. Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık. Temiz müslümanlarız, bidat nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı. demişti.

Alparslan, büyük tarihi zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama tesisleri vücuda getirmek suretiyle de hizmetler yaptı. İmam-ı azamın türbesini, Harezm Camiini ve Şadyah kalesi gibi pek çok eser inşa ettirdi. Zamanında; İmam-ı Gazali, İmam-ül-Haremeyn Cüveyni, Ebu İshak eş-Şirazi, Abdülkerim Kuşeyri, İmam-ı Serahsi gibi büyük alimler yetişmişti
 
Ezineli Yahya Çavuş
---------------------------------------------------------------------------
-----

YAHYA ÇAVUŞUN TAKIMI

Çanakkale Savaşlarında 1.Takım Komutanı Ezineli Yahya Çavuştu. Kıyıdaki siperlere gelip yerleştiği 2 gün boyunca, siperleri ve tel örgüleri yeniden onarmış, görevinin başarılması için talim ve provalar dahi yapmıştı. Birliğinin sağ gerisinde Aytepe, geride Ertuğrul Tabyası harabesi, solda ise Harap Kale bulunuyordu. Taburdan gelen emir şöyle idi:  Düşmanın atılması hareketinde acele edilmeyip, kayık ve şalupalar sahile iki üçyüz metre yanaştıktan sonra şiddetle ateş açılacaktır.

 Yahya Çavuş ve arkadaşları bu emre uyarak yaklaşmakta olan düşmanı yerlerinden kımıldamadan bekliyorlardı. Düşman buna aldanarak saat 06.00 da 5 er dizi halinde ve 20 filika ile kıyıya iyice yanaşmıştı ki 10. Bölükten ve 1. Takımdan beklemedikleri bir anda şiddetli bir tüfek atışı yemeye başladı. " Ölü sessizlik bir anda bozuluverdi. Mehmetçik, intikam alma çağının geldiğini anlamış, haykıran ve çırpınan insanlarla dolu olan filikalara, arkadaşlarının acısını çıkartırcasına veryansın ediyordu. Yakın mesafeden açılan bu ateş adeta makineli tüfek etkisi yaratmıştı. Aslında ellerinde sadece piyade tüfeklerinden başka bir silahları da yoktu. Son dakikaya kadar ateş disipline uyarak, çıkarma birliğinin tam zamanda avlamışlardı. İrlanda Taburunun hücum dalgası üzerine bir afet gibi çöken Türk ateşi, bütün düzenlerini bir anda altüst ederek onları bozguna uğratmıştı. Bazı filikalardaki, bütün subay ve erler ölmüş ya da yaralanmıştı. İd****iz ve yönetimsiz kalan filikalar akıntıya kapılıp sürüklenmeye başlamışlardı. Can havliyle kendilerini suya atmaya çalışan düşman askerleri ya boğuluyorlar ya da vuruluyorlardı. Kıyıya ayak basmayı başaran küçük bir grubun hali daha perişan görünüyordu. Sağa sola sığınmak için kaçışırlarken, yedikleri ateşle kumsala düşüp kalıyorlardı. Yahya Çavuş bir avuç kalmış arkadaşı ile bulunduğu yerden bir direnişle düşmanı biçmeye devam ediyordu. 10. Bölük çektiği acıyı bu taburdan çıkarmış, koy bir anda cesetlerle dolmuştu. Durgun mavi sular, pembemsi bir renk almış bir saat içinde bir düşman taburu imha edilmişti. 10. Bölük bire yirmibeş üstünlükteki düşmanı ilk raundda yenmişti. İngilizler şaşkın ve anlamsız bakışlarla birbirlerini süzüyorlardı.

tahta At Oyunu saat 09.30a kadar bir kaç kez tekrarlayarak bir taburluk İngiliz birliğini de sahile sürmelerine rağmen, 10.bölüğün ve bir mangalık kuvveti kalmış olan Yahya Çavuşun keskin nişancı ekiplerince durdurularak yok edilmişlerdi. HER YER CESETLERLE DOLUYDU Gemiden sarkan ranpalar, merdivenler, dubaların üstü, lumbarağızları cesetlerle doluydu. River Ciyde Harekatı iflas etmişti. Birkaç saatlik harekat sonunda İngiliz ve İrlanda hassa taburlarının subaylarından pek çoğu ölmüş, her iki taburda yüzde yetmiş zayiat vererk savaş dışı kalmışlardı. Kıyıya ancak 200 e yakın bir düşman askeri can kaygısı ile sığınmayı başarabilmişti. İngilizlerin şaşkınlığı henüz geçmemişti. Zira 25 Nisan Günü Ertuğrul Koyu  ndaki Türk savunması üzerinde yalnız donanma 4650 atımlık mermi kullanmıştı ki, bu akla durgunluk verecek bir rakamdı. 18 Mart Günü Türk müstahkem mevkii topçusunun İngiliz ve Fransız filolarına karşı kullandığı mermi sayısının iki katıydı bu. İngilliz Harp Tarihi Ertuğrul Koyuna yapılan ilk çıkarma sırasındaki bu olayı şöyle anlatır: ...Türk Savunması son dakikaya kadar sanki terk edilmiş hissini veriyordu. Fakat  River Ciyde  gemisinin karaya oturması ile İrlanda Taburunu taşıyan nakliyelerin kıyıya birkaç metre yaklaştığı sırada birden bire sanki bir cehennem boşandı. Bu ateş kasırgası kıyılara sokulmuş olan nakliyelerin üzerinden limanın durgun sularına birlerce kamçı ile dövüyormuş gibiydi. İlk dakikalardan itibaren sanki kıran girmişcesine zayiata uğratıldı. Hafif hafif kıyıları yalayan dalgacıklar kana boyanmıştı. ...Karaya çıkmak için yapılan herhangi bir harekete karşı ateşler derhal o noktada toplanıyordu. Türklerin ateş disiplinleri cidden hayrete şayandı. ...

Ertuğrul Koyuna yapılan çıkış hareketi işte bu şekilde ve saat 09.00 dan biraz sonra kesin olarak durduruldu. Lutufkâr kum settinin arkasına sığınarak hayatta kalabilenlerin kıpırdanacak halde değillerdi.  River Ciyde  kömür gemisindeki diğer bir kişi de Teke Koyundan yapılacak başarılı bir hareketin Türk Savunmasını kuşatmak ihtimalini veyahut havanın kararmasına kadar gemide mahpus kalmışlardı. ...25 Nisanda Güneydeki Türkler bir zafer kazanacak sayıda değillerdi. Fakat komutanlarının azmi onlara çok önemli yararlar sağladı. Seddülbahir deki küçücük Türk Garnizonu deniz topçusunun dehşet veren ağır etkisini ilk kez tatmış olmasına karşın 25 Nisan sabahından akşamına kadar yerlerini inatla sarıldılar ve savunmada anlatılması imkansız işler gördüler. .

YAHYA ÇAVUŞ İÇİN



Bir kahraman takım ve Yahya Çavuştular,

Tam 3. Alayla burada ,gönülden vuruştular,

Düşman tümen sanırdı, bu şahlanmış erleri,

Allah ı arzu ettiler,akşama kavuştular,

Namık MEMİK



Seddülbahir Köyünün karşısında Ertuğrul Koyuna hakim tepecik üzerinde yer almaktadır. Anıt 25 Nisan 1915 günü çıkarma yapan İngiliz kuvvetlerine kahramanca karşı koyan ve büyük kayıplar verdiren Yahya Çavuş ile Takımı adına 1962 de yaptırılmıştır. Anıtın ön yüzünde günün öyküsünü sade bir dille anlatan bir 14 Nisan 1934 rubai yer almaktadır. Arka yüzünde ise şehit olan kahramanlarımızın 18 inin ismi yazılıdır. Diğer tarafta  Yahya Çavuşun emrindeki 68 kahraman, 6 düşman taburunu 10 saat kıyıda tuttular. Çanakkale yi kurtardılar. Tarihe mal oldular. Sözleri mermer plakalar üzerine işlenmiştir
__________________
 
Ömer Seyfettin (1884 - 1920)
---------------------------------------------------------------------------
-----

Ömer Seyfettin 28.2.1884 tarihinde Gönen`de doğdu. Öğrenimine Gönen`de bir mahalle mektebinde başlayan Seyfettin, babası Ömer Şevki Bey`in görevinin nakli dolayısıyla Gönen`den ayrıldıi İnebolu ve Ayancık`tan sonra İstanbul`a geldi. Mekteb-i Osma-nî`ye, ardından 1893 ders yılı basında Askerî Baytar Rüştiyesi`ne kaydedildi. Okulu 1896`da bitirip, Edirne Askerî İdadîsi`ne devam etti. 1900`de İdadî`yi bitirerek İstanbul`a döndü. Burada Mekteb-i Harbiye-i Şahane`ye başladı. 1903 yılında Makedonya`nın karışması üzerine "Sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla imtihansız mezun oldu. Piyade Asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik`te bulunan Üçüncü Ordu`nun İzmir Redif Tümeni`ne bağlı Kuşadası Redif Taburu`na tayin edildi ve 1906`da İzmir Jandarma Okulu`na öğretmen olarak atandı. Ömer Seyfettin Böylece İzmir`deki fikrî ve edebî faaliyetleri takip edecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktı. Seyfettin, Ocak 1909`da Selanik Üçüncü Ordu`da görevlendirildi. Bu sırada Balkanlar`da batılı devletlerin de teşvikiyle Osmanlı aleyhinde milliyetçilik hareketleri başlar. Bunların sonucu olarak ortaya çıkan kargaşa üzerine bu bölgenin farklı yerlerinde görevler yaptı. Selanik`te çıkmakta olan Hüsn ü Şi`r dergisinin ismi Akil Koyuncu`nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemlere çevrildikten bir süre sonra 11 Nisan 1911`de Ömer Seyfettin`in "Yeni Lisan" isimli ilk başyazısını imzasız olarak yayımladı.Ziya Gökalp`la birlikte Yeni Hayat kadrosunu oluşturdular ve Genç Kalemler dergisi sayesinde bu hareket bir gençlik ve edebiyat faaliyeti halini aldı. Bahar ve Kelebekler", "Pamuk ipliği", "İrtica Haberi", "Bomba", "Primo Türk Çocuğu", "Ant" ve "Aşk Dalgası" adlı hikayeler de Genç Kalemlerde yayımlandı. Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar Balkan Savaşı`nın başlaması üzerine dağıldılar. Ömer Seyfettin yeniden orduya çağrıldı ve esir düştü. Nafliyon`da geçen esaret hayatı sırasında sürekli okudu. "Piç", "Mehdi", "Hürriyet Bayrakları" gibi hikayelerini bu yıllarda yazdı. Bu hikayeler Türk Yurdunda yayımlandı. Ömer Seyfettin 1913`te esaret hayatı bilince İstanbul`a döndü. Bir süre sonra da Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirilen Seyfettin burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. 1914 yılında Kabataş Sultanisi`nde öğretmenlik görevine başladı ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü. 1915`te yalnızlıktan kurtulmak ve hayatına çeki düzen vermek maksadıyla İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Beşim Ethem Bey`in kızı Calibe Hanım`la evlendi, Güner isimli bir kız çocuğu oldu ancak evliliği bozuldu.Yazar tekrar yalnızlığına döndü. "Münferit Yalı" dediği Kalamış koyundaki bir yalıda sık sık uğrayan edebiyatçı dostları ve özellikle Ali Canip ve onun annesiyle yaptığı sohbetlerle yalnızlığını gidermeye çalıştı. 1917`den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920`ye kadar geçen zaman birçok acı ve sıkıntıya rağmen verimli bir hikayecilik dönemi oldu. Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gibi gazetelerde hikaye ve makaleleri yayımlandı. Fakat diğer bir taraftan hastalığının artan belirtileri ile rahatsızdı.Yazarın hastalığı 25 Şubat 1920`de arttı, 4 Mart`ta hastahaneye kaldırıldı ve Mart 1920`de hayata gözlerini yumdu.
 
Ahmet Yesevi
---------------------------------------------------------------------------
-----

Türk Milliyetininin, hamurkârı olan Ahmet Yesevi, Türkiye dışındaki Türk Dünyası'nda çok iyi tanınır ve bilinir. Bununla birlikte ülkemizde de Hazret Sultan'ı bilen ve tanıyan az değildir. Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı; "Şu Ahmet Yesevi kim? Bir araştırın göreceksiniz. Bizim milliyetimizi asıl O'nda bulacaksınız?" diyor...
Türk milliyetinin temelinde bir insanın bulunması ne demektir? Ne yapmıştır ki bu insan, böyle bir vasfa hak kazanmıştır?
Ahmet Yesevi, ilk Türk-İslâm mutasavvıfıdır. Türk aydınlarının Arapça ve Farsça yazdığı bir dönemde ilk defa Türkçe dini-tasavvufi şiirler söyleyen insandır. Ahmet Yesevi'nin öğrencileri ve takipçileri, O'nun "Hikmet" denilen şiirlerini yüzlerce yıldan beri tekrarlayarak Türk dilinin şiir dili olarak gelişmesini sağlamışlardır. Ahmet Yesevi, ilk Türk-İslam mutasavvıfı olarak, Türklere İslamı ve tasavvufu anlatmak için "Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen" hikmetlerini Türkçe yazdı, söyledi. Hikmetler, Türk Dünyasının her yerine yayıldı. Türkçe canlandı... Yesevi'nin yolundan gidenler, Türkçe söylediler. Bu manada Ahmet Yesevi olmasaydı ve güzel Türkçemiz bu kadar yaygın bir şekilde varlığını sürdüremeyecekti. Yunus Emre bir Ahmet Yesevi öğrencisi ve Yesevi izleyicisidir. Yolun en büyük şairidir. Şiirlerinin ilham kaynağı Ahmet Yesevi'dir ve hatta bazı şiirleri Yesevi Hikmetlerinin tekrarlanmış şeklidir.

Sözgelimi Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmetinde;
"Işkıng kıldı şeyda mini
Cümle alem bildi mini
Kaygum sinsin tüni küni
Minge sinok kirek sin..."
Yunus Emre Divanında;
"Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarın tünü günü
Bana seni gerek seni..."
İki şiirin tamamım karşılaştırdığımız zaman temanın ve bazı mısraların birbirinin aynısı olduğunu görürüz.

Ahmet Yesevi ve dervişleri, henüz büyük kısmı Müslüman olmamış, olanları da yeteri kadar dini bilmeyen Türklere İslamiyeti anlatmak gayreti içinde, Türkçe söylemişler ve Türkçe'nin devamına ve gelişmesine en büyük hizmeti yapmışlardır. Gayretlerinin asıl maksadı elbette İslam'ı yaymaktı. Bunda da büyük başarı kazanmışlardır.

Daha Hazret'in sağlığında, binlerce öğrenci-mürid, Ahmet Yesevi dergahından aldıkları inanç, bilgi ve bilinci Horasan'a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine, Diyar-ı Rum (Roma Diyarı) diye adlandırılan Anadolu'ya ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmışlardır.

Anadolu'da ve Rumeli'de Türk varlığının kökleşmesinde en büyük hisse yine Yesevi dervişlerinindir. Osmanlı Devleti'nin manevi kurucuları olan Şeyh Edebaliler, Hacı Bektaş Veliler, Geyikli Babalar, Ahmet Yesevi'nin takipçileriydi. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör Türk Dervişleri" adlı değerli eseri, bu konuda ayrıntılı bilgilerle doludur.
Ahmet Yesevi'nin Anadolu'ya gönderdiği Hacı Bektaş Veli, Osmanlı ordusunun belkemiği olan Yeniçeriliğin manevi öğretmeni (piri) idi. Yine, Ahmet Yesevi'nin Hacı Bektaş'a yardımcı olarak gönderdiği Sarı Saltuk, Balkanlarda Müslümanlığı kökleştiren kişidir. Bursa'nın fethini hazırlayan Geyikli Baba, bir başka Yesevi dervişidir.

Yesevi dervişleri, Anadolu'nun Türkleşmesi yıllarında, 12'inci, 13'üncü ve 14'üncü yüzyıllarda, gerektiği zaman savaşçı dervişler olmuşlar "Alperen" adını almışlar, savaşmışlar ve savaşın ruhu olmuşlardır. Gerektiği zaman ticarete ahlak ve disiplin getiren ahlak savaşçıları olmuşlar "Ahi" adını almışlardır. Kadınların aydınlanması yolunda uğraşmışlar "Bacıyan" olmuşlardır. Boş arazileri canlandırmak ve yeşertmek işini üstlenmişler, yolların güvenliğini sağlamışlardır. Gönüllerde inanç, zihinlere bilgi ışığını saçan aydınlatıcılar olmuşlardır. Osmanlı'nın temeli Gaziler, Ahiler, Bacılar ve Abdal'lardır. Bunun için de insanlık tarihinin en büyük başarısı ortaya konulmuş, dünya yüzünde asırlar süren "Osmanlı sulhü" gerçekleşmiştir. Osmanlının gerilemesinin bir sebebi de bu ruhtan uzaklaşmak olmuştur. Yani, iman-ahlak ve bilim çizgisinden, yani Yesevi anlayışından uzaklaşmak...

Ahmet Yesevi, binlerce yıllık Türk Töresi'nin verdiği doğru ölçülerle de donanmış bir kişi olarak; İslamı doğru anlamış ve dosdoğru anlatmıştır. Milliyetin temeli "dil" ve "din" ise, biz dilimizin edebi hayatiyetini ve Müslüman oluşumuzu ve hatta Müslümanlık anlayışımızı geniş ölçüde Ahmet Yesevi'ye borçluyuz. Ahmet Yesevi anlayışında kadın ve erkek işte, üretimde birlikte olduğu gibi, mescitte, mecliste ve dergahta da birlikte olmuşlardır. Kadın, hayatın dışına itilmemiştir. Ahmet Yesevi anlayışında dinin on temelinden biri de bilimdir.
Ahmet Yesevi'nin anlayışında İslam'a içtenlike sarılmak, onu yaşatmak; ancak başka din mensuplarına ve bütün insanlara da şefkat ve hoşgörüyle bakmak vardır;
"Sünnet imiş, kafir olsa da insanı incitme
Gönlü katı, kalp incitenden Allah şikayetçidir..."
İnsana bu bakış açısı, bizim tarihimizdeki hakim anlayıştır. Ve elbette ki İslam'ı doğru anlayanların anlayışıdır.

Beş yüz yıl önce Avrupa'da, dinlerinden ötürü işkenceye ve yok edilme tehdidine maruz bırakılan ispanya Musevilerini gemiler göndererek İstanbul'a getiren Osmanlı Hükümdarı II. Beyazıt, bu anlayışın takipçisi ve uygulayıcısıydı. Ve II. Bayezit bir Yesevi dervişiydi. Bu anlayışa bugün de bütün insanlığın ihtiyacı vardır.

Ahmet Yesevi'nin yaşamış olduğu Türkistan şehri, Uluğ Türkistan'ın kalbidir. Türkistan şehri aynı zamanda, Oğuz Han'ın da başşehridir. Hepsinden önemlisi, ilk adı "Yesi" olan Türkistan şehri, Dünya Türklüğü'nün ortak manevi atası olan Ahmet Yesevi'nin şehridir. Bu şehir, önce kendi adını O'na vermiş, daha sonra da Ahmet Yesevi'nin unvanını ad olarak almıştır. İslam Dünyasında, Ahmet Yesevi için "Türkistan'ın Piri" ve "Türkistan'ın Hazreti" denilirdi. "Türkistan'ın Hazreti'nin Şehri" ifadesi zamanla kısalarak "Türkistan" olmuştur. Türkistan'da Ahmet Yesevi'nin türbesi ve Yesevi Dergâhı vardır. Ahmet Yesevi'nin türbesi bugün de Türk Dünyasının her yerinden gelen ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. Türkistan, Mekke ve Medine'den sona Müslüman Türklerin ikinci kutlu yeridir.

Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi de kutlu Türkistan şehrindedir. Türkiye ve Kazakistan Cumhuriyetleri hükümetlerinin ortaklaşa kurdukları bu üniversite, bütün Türk Dünyası'na hizmet vermek için kurulmuştur ve şu anda üniversitede, binlerce öğrenci öğrenim görmektedir.

Ahmet Yesevi, bizim ruh hamurkârımızdır. Milliyetimizin temel insanıdır. Bugün, Türk Dünyası birbirine yeniden kavuşurken, buluşma ve birleşme noktası, Ahmet Yesevi'nin adı, fikirleri ve hizmetleri olacaktır
 
Hacı Bektaş Veli
---------------------------------------------------------------------------
-----

Asıl adı MEHMETtir.Bektaş mahlasıdır.Horasanın Nişabur şehrinde doğmuştur.Anası ve Babası Türk soyundandır.Annesi Şeyh Ahmetin kızı Hatem Hatun ,babası seyyid Sultan İbrahim Sanidir.
Doğum ve ölüm tarihleri ihtilaflıdır.Bazı kaynaklar doğum ve ölüm tarihi olarak (1248-1337)miladi tarihlerini gösterirken ,bazıları da (1209-1271)tarihlerini kaydetmektedirler.Bunlardan birincileri,Hacı Bektaş Velinin Anadoluya geliş yılı olarak 1270-1280 yıllarını göstermektedirler.Biz de bu görüşü paylaşanlardanız.
Hacı Bektaşı babası İbrahim Sani ,o zaman Nişaburun en meşhur alimi ve Ahmet Yesevi dervişlerinden olan Lokman-ı Perendeye-Lokman-ı Horasani de denir-götürerek okutmasını rica etmiştir.
Lokman Perende zahir ve batın ilimlerini Hacı Bektaşa öğretti.Üstün zeka ve kabiliyeti sebebiyle kısa zamanda çok şey öğrenen Hacı Bektaş,hocasının da izni ile masivayı terk ile uzlete ve riyazata meyletmiştir.
Lokman Perende den zamanının bütün zahir ve batın ilimleri ile Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin yolunu ve tarikatını öğrendikten ve riyazat ve uzlet ile de belli başlı mesafaleri katettikten sonra,Nişabur şehri ilim şehri ilim muhiti kendisine dar gelmeye başlamıştır.o devrin yaygın olan kanaatına göre ,ilmin yarısı seyahatta idi.bu kurala uyarak,Şeyhinin de müsaadesiyle Bedahşan şehrine gitti.
-Erdiğim sırdan ve bildiğim ilimlerden başka neler var?diye merak ediyordu.Bedahşandaki alimlerle görüştü,tekrar Nişabur a döndüğünde:
-Anadoluya geçmesi muvafık görüldü,denildi.Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin maneviyat aleminde :
-Sulucakarahöyük bugünkü Nevşehir ili hacı Bektaş ilçesidir.

LAKAPLARI:

Hacı Bektaş Veli,diğer din ve devlet büyükleri gibi çeşitli sıfat ve lakaplarla da anılmıştır.Bunların en belli başlıları:Hünkar,Hazreti Pir,Gaziler ,Serdarı,Alp Erenler Serçeşmesi...dir.


HACI BEKTAŞ VELİNİN ÖLÜMÜ VE MEZARI

Miladi 1337 tarihinde Hacıbektaş ilçesindeki,halen medfun bulunduğu yerde vefat Hünkar Hacı Bektaş Veli Hazretleri geleneğe uyularak,tekkesinin içine defnedilmiştir.Kaynaklar ,buranın Hazretin kendi evi olduğundan bahsetmektedir.
Hazreti pirin hayatta iken ,aynı zamanda ev olarak da kullandığı dergah,bugün bir türbe olarak bulunmakta ve bu türbe içinde kendi soyundan gelen ve Çelebiolarak adlandırılan kişilerin mezarlarını da muhafaza etmektedir.
Kültür Bakanlığına bağlı müzeolarak muhafaza edilen dergah tarikata ait hatıra eşya ile ,tekkelerin açık olduğu devirde kullanılmakta olan bir kısım eşyaların da sergilendiği bir yer olarak ziyaretçilerine kapısını açmaktadır.

HACI BEKTAŞ VELİNİN ESERLERİ:

Hacı Bektaş Veli tarafından yazıldığı bilinen ve günümüze kadar ulaşmış iki eseri vardır. Bunlardan birincisi,orijinali Arapça olan MALAKAT adlı eseri, diğeri de ŞERH-İ BESMELE adlı kitaptır.
Bunlardan Malakatondördüncü asır türkçesiyle yapılan tercümelerin Arapça aslı ile de karşılaştırmalı olarak Ankara Üniversitesi Emekli Öğretim Üyelerinden Prof. Dr.Esat COŞAN tarafından Doçentlik tezi olarak hazırlanmış ve yayımlanmıştır.
İkinci eseriŞerhi Besmeleise,orijinal tercümesi Rüştü ŞARDAĞ tarafından manisa il Halk Kütüphanesi el yazmaları arasında bulunarak neşredilmiştir.
Bunların dışında Hazreti Hünkarın eserlerinden bahsedilenler var ise de bugün elimize ulaşmamıştır.
Hacı Bektaşi Velinin Kerametleri:
Hünkar Hacı Bektaş Veli ile ilgili kerametleri diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesinde 714 numarada kayıtlı Derviş Hamdi İbni Hacı Hüseyin tarafından istinsah edilen Velayetname-i Hazreti Hünkar Hacı Bektaş El Horasaniadlı yazma nüshadan alınmıştır.Dil ve uslüp özelliklerine de mümkün mertebe dokunmadık.

Hünkar Adı Nereden Geliyor ?

Şöyle rivayet olunur ki, Hacı Bektaş Veliye Şeyh Lokman ilim öğretirken eytti:
-Ya Bektaş !Abdest için dışardan bir ibrik su getir.
Bektaş eytti:
-Ey hoca !Bir nazar etseniz ,mektep içinde bir su çıksa ki,taşradan getirmeye hacet kalmasa!
Şeyh Lokman eytti:
-Bizim o kadar kudretimiz yoktur,eğer sen de o kudret varsa,göster görelim.
Hemen Bektaş mübarek ellerini kaldırıp arz-ı hacat eyledi.Şeyh lokman Amindedi.Eli yüze sürüp secdeye vardı.Hemen ol mektebin ortasından zülal gibi bir mahbub su çıktı,kapıya doğru revan oldu.
Şeyh Lokman Bektaştan bu velayeti görüp sevinçle:
Ya hünkar!dedi.Ondan sonra isimleri Hünkar Bektaş oldu.
__________________
 
Alİ KuŞÇu
---------------------------------------------------------------------------
-----

Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkantta doğdu...

Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkantta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Beyin kuşçusu olduğu için, ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşîden matematik ve astronomi dersi aldı.

Daha sonra bilgisini artırmak için Kirmana gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdı.Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman'da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey'e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449'da hacca gitmek istedi. Tebriz'de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih'le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih'in davetiyle İstanbul'a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi.
Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu. Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu.

Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey'in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif'in ihânetine uğramıştı.

Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mânâ taşıyordu. Her şeyden önce hocasıydı. Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hâttâ Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki Kuşçu lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştı.Uluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu'yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu. İşte Uluğ Bey'in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu'yu can evinden vuran bir olaydı.

Ali Kuşçu bu olayla çok kırıldı. Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz'e geldi. Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fâtih'i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi. Genç Fâtih'in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu. İstanbul'da olup bitenler, kuş kanadıyla Tebriz'e ulaşıyordu. Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı.

Bunun üzerine Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan'ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı. Semerkant'ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizantium'a ulaştı. Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya uçurmuşlardı. Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü. Çünkü, kendisinden önce, eserleri İstanbul'ca biliniyordu. Uluğ Bey Rasathanesi'ndeki çalışmalarından, Semerkant'a aylarca uzak bulunan İstanbul'daki hükümdarın haberi vardı.

Osmanlı tahtında oturan II. Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, uyanık bir padişahtı. Âdet olan merasimle Uzun Hasan'ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti. Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti.

Bu teklif, Ali Kuşçu için beklenmedik bir iltifattı. Cefâlı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih'in isteği, onun için emir demekti. Ama, ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz'e döneyim. Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı'nın elçisi olmaktır. Elçiye zeval yoktur. Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim...

Ali Kuşçu'nun bu mazereti, Fatih'e son derece akla yakın göründü. Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti. İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı. Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı. Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi.

Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu, sözünü tuttu. İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz'den hareket etti. Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul'a getirildi. Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı. Kuşçunun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu.

Ali Kuşçunun İstanbula gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbulda astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu. Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı.


Ali Kuşçu 1474te İstanbulda vefat etti.
 
Akşemseddin
---------------------------------------------------------------------------
-----

Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur." diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.

Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbulun manevi fatihi. İsmi, Muhammed bin Hamzadır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur. Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdinin neslinden olup, soyu hazret-i Ebu Bekr-i Sıddika kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şamda doğdu. 1460 (H.864)da Bolu'nun Göynük ilçesinde vefat etti.

Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin Kuran-ı kerimi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadoluya gelip, o tarihte Amasyaya bağlı olan Kavak nahiyesine yerleşti. Alim ve veli bir zat olan babası vefat edince, tahsiline devam etti. Genç yaşta akli ve nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancıka müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankarada bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veliye talebe olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halepte bulunan Şeyh Zeynüddine talebe olmak için Halepe giderken, gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram-ı Veliye talebe olmak üzere Ankaraya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veliden icazet (diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:

"Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur." diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.

Pasteurun teknik aletlerle Akşemseddinden dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak Pasteura mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebiyi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu.

Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen birçok alim yetiştirdi. Oğulları Muhammed Sadullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nurullah, Muhammed Emrullah, Muhmmed Nasrullah, Muhammed Mir-ul-Huda ve Muhammed Hamdullah ile Harizat-üş-Şami Mısırlıoğlu, Abdurrahim Karahisari, Muslihuddin İskilibi ve İbrahim Tennuri bunlardan bazılarıdır.

Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbulun fethine çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultana gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması ve Sultanın ısrarı üzerine ve Allahü tealanın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbula girdikten sonra İslamiyetin harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişaha hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultanın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub el-Ensarinin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:

"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır." cevabını verdi.

Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultanın (radıyallahü anh) kabri ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensarinin kabr-i şerifinin üzerine bir türbe,yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddinden İstanbulda kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişahın bu teklifini kabul etmedi.

Akşemseddin, İstanbulun fethinden sonra, Göynüke yerleşti ve vefatına kadar orada kaldı. Göynüke yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullahın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır, yoksa, bu zahmeti çok dünyadan göçerdim. derdi. Bir gün hanımının; Göçerdim dersin yine göçmezsin! demesi üzerine; Göçeyim! deyip mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp, vasiyetini yaptı. Helalleşip veda etti. Yasin-i şerifi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynükteki tarihi Süleyman Paşa Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı.

Buyururdu ki: Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin, tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükür, belaya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Ömrüm uzun olsun dersen, kimseye kızma, eziyet etme. Kimsenin nimetine haset etme. Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Tırnağını asla dişinle kesme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kuran-ı kerim oku. Zikrin daima hamd-i Hüda (Allahü tealaya hamd etmek) olsun. Hem Cehennem azabından endişeli ol. Hasedi terk et, kendini başkalarına medh etme. Namahreme (harama) bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırma. Düşen şeyi alıp (temizleyerek) yersen fakirlikten kurtulursun. Edepli, mütevazı ve cömert ol. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.

Eserleri:

1) Risalet-ün-Nuriyye: Tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevab mahiyetindedir. Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçeye çevrilmiştir. 2) Defü Metain, 3) Risale-i Zikrullah, 4) Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, 5) Malumat-ı Evliya, 6) Maddet-ül-Hayat, 7)Nasihatname-i Akşemseddin.
 
asikveyselub2.jpg

Aşık Veysel Şatıroğlu(1894 - 1973)

Veysel Şatıroğlu,1894te Sivasın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veyselin dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veyseli. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.

Veysellere yörede Şatıroğulları derler. Babası Karaca lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veyselin dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veyselden önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.

Yedi yaşına girdiği 1901de Sivasta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.

Bu düşmeden sonra Veyselin belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor: Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.

Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeninde doktor varmış. Babasına Çocuğu Akdağmadenine götür, orada gözünü açacak bir doktor var demişler. Sevinmiş babası.

Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veyselin. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.

Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veyselin. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veyseli. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivasın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veyselin babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veyselin dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmetin evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.

İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriğinin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağadan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veyseli. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.

Âşık Veyselin hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veyselin bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum...

Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.

O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçeye;

Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.

Bunda biraz Anadoluda erkek oğlan olgusunun etkisi varsa, daha çok Veyselin vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:

Ne yazık ki bana olmadı kısmet

Düşmanı denize dökerken millet

Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet

Kılıç vurmak için düşman başına.

Bugünler müyesser olsaydı bana

Minnet etmez idim bir kaşık kana

Mukadder harici gelmez meydana

Neler geldi bu Veyselin başına.

Veyselin annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru belki biz ölürüz ve kardeşi Veysele bakamaz düşüncesiyle Veyseli Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esmadan bir kız, bir oğlu oluyor Veyselin. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veyselin acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor.1921in 24 Şubatında annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlandan, Emrahtan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.

Ağabeysi Alinin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veyselin bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veyselin ilk eşi olan Esmayı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veyselin acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.

Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veyselin kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.

Bir şiirinde dile getirdiği gibi:

Talih çile kadar sözü bir etmiş,

Her nereye gitsem gezer peşimde.

Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.

O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir.1928de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adanaya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivasın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veyseli dinleyelim:

Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.

Veyselin köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zaranın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veyseli köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adanaya göndermeyen Deli Süleyman, Sivaslı Kalaycı Hüseyin, Veysele yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafikin Yalıncak köyüne ve Zaranın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivastan Sivrialana dönerlerken arkadaşları bir üç kağıtçı grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veyselin 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafikin Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor.

1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları Halk Şairlerini Koruma Derneğini kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramını düzenliyorlar. Böylece Veyselin yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecerle tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor.

1933e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecerin direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veyselin günışığına çıkan ilk şiiri böylece Atatürktür Türkiyenin ihyası... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veyselin de köyünden dışarıya çıkması oluyor.

O zaman Sivrialanın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veyselin bu destanını çok beğeniyor, Ankaraya gönderelim diye istiyor. Veysel de Ataya ben giderim diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankaraya geliyorlar. Veysel Ankarada konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürke getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürke okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: Ataya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur... diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.

O günleri şöyle anlatıyor: Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankaraya gelebildik. Otele gitsek para yok. Nere gidek? Nasıl Edek?  diye düşünüyoruz. Dediler ki: Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir. O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankarada, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendinin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemale duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız? 

Dedi ki: -Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.

Gittik Mustafa Beye derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemale duyurmak istiyoruz. Bize yardım et!  dedik.

Dedi ki: -Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin! 

-Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemale! 

Milletvekili Mustafa Bey, okuyun da bir dinleyeyim bakayım dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankarada çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesiyle konuşacağını söyledi. Yarın bana gelin!  dedi. Gittik. Ben karışmam dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. Ne yapsak?  diye düşünüyoruz. Sonunda, Matbaaya biz gidelim dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanındaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısına yürüdük.

Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: -Girmeyin dedi. Çarşıya girmek yasak!  Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.

Polis: -Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!  diye diretti.

-Peki girmeyelim dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahime çıkıştı. Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!  diye çıkıştı.

-Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!  dedik. O zaman polis, İbrahime: -Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!  Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.

-Ne istiyorsunuz?  dedi müdür.

-Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!  dedik.

-Çalın bakayım; bir dinleyeyim!  dedi. Çaldık dinledi!

- Ooo! Çok iyi dedi. Çok güzel.

Yazdılar. Yarın gazetede çıkar dediler. Gelin de gazete alın!  Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:

- Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!  dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemalden ses yok. Dedik: Bu iş olmayacak. Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesinde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemalden yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankarada bir avukatla tanışmıştık.

Avukat: - Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir! ... dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz! 

Döndük avukata geldik. Ne yaptınız? dedi. Anlattık. Durun bir de valiye yazalım!  dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -Yok!  dedi. Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!  dedi.

Avukat içerledi ve kahretti: - Gidin! İşinize gidin!  dedi. Ankara Belediyesinin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!  dedi. Acıdım avukata.

Nasıl edelim? Ne edelim?  derken bir de Halkevine uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar diye düşündük. Mustafa Kemale gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk.

İçeriden bir adam çıktı: -Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?  diye sordu.

-Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!  diye cevap verdik.

-Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!  dedi.

O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -Gelin halk şairleri var, dinleyin. dedi.

Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler! 

Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevinde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankaradan köyümüze işte o parayla döndük.

Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzetinin:

Mecnunum, Leylamı gördüm

Bir kerrece baktı geçti.

Ne söyledi ne de sordum

Kaşlarını yıktı geçti

Soramadım bir çift sözü

Ay mıydı gün müydü, yüzü

Sandım ki zühre yıldızı

Şavkı beni yaktı geçti.

Ateşinden duramadım

Ben bu sırra eremedim

Seher vakti göremedim

Yıldız gibi aktı geçti.

Bilmem hangi burç yıldızı

Bu dertler yareler bizi

Gamzen oku bazı bazı

Yar sineme çaktı geçti..

İzzetî, bu ne hikmet iş

Uyur iken gördüm bir düş

Zülüflerin kement etmiş,

Yar bonuma taktı geçti. şiiridir.

Köy Enstitülerinin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecerin katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitülerinde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiyenin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.

1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysele, Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü 500 lira aylık bağlanmıştır.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30da doğduğu köy olan Sivrialanda, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

Âşık Veyselin yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkanın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: Kızılırmak soru işaretine benzer, Zaradan doğar, Hafik ve Şarkışladan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseriyi, Nevşehiri, Kırşehiri, Ankarayı ve Çorumu sular, Samsunun Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veyselin yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafradadır, bir ucu da Zarada. Bafraya dek uzanan acılı bir yaşam Zaranın doğusundaki Kızıldağın gür sularıyla beslenip sona erer.


ESERLERİ

En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı. Şimdi Şarkışlada her yıl adına bir şenlik yapılır. Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var. Şiirleri, Deyişler (1944) , Sazımdan Sesler (1950) , Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimi kitaplarında toplandı. Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.
__________________
 
İmam-ı âzam
---------------------------------------------------------------------------
-----

Ehl-i sünnetin reisi, imamların imamı: İmam-ı âzam

Bağdat çarşısı... Bakırcılar, kalaycılar, fırıncılar... Balıkçılar, baharatçılar, hurmacılar... Koyunlar, katırlar, kervanlar... İpekli kumaşlar, kıymetli taşlar, aksakallı tüccarlar... Her meşrep ve her meslekten bin çeşit insan. Deyinki arı kovanı, sesler, renkler, kokular...

İşte pazarın en cıvcıvlı anında kendini bilmezin biri geliyor İmam-ı âzam hazretlerinin yakasını tutuyor. Hem ağıza alınmayacak şeyler söylüyor, hem de hırpalıyor. Çarşı bir anda duruluyor, ortalıkta buz gibi bir hava esiyor. Olacak şey değil. Yüce velinin sevenleri donup kalıyorlar. Neden sonra içlerinden biri kıpırdıyor Bakın hele şu edepsize  deyiverince kalabalık dalgalanıyor. Adam telâşla kaçmaya başlıyor ama önde İmam arkada talebeleri peşine takılıyorlar. Düşünün Bağdat çarşısında yüce velinin kovaladığı bir adam... Ardında kasaplar, çobanlar, arabacılar... Değnekler, satırlar, baltalar... Söyleyin kaçağın ne kadar şansı var?

Adam önceleri arayı açıyor ama çıkmaz bir sokağa girince duruyor ve ellerini kaldırıp teslim oluyor. Nefesi ciğerine sığmıyor, gözlerine dolu dolu bir korku oturuyor. Titrek bir sesle Aman efendim diyor, ben ettim siz etmeyin. İmam-ı âzam hiddetli görünmüyor. Yumuşak bir sesle Sana kimsenin bir şey edeceği yok evladım diyor, yalnız şunu bil ki hakkımı helal ettim.

-Peki beni bunun için mi kovaladınız?

-Evet.

-İyi ama niye?

-Bu basit bir hesap, mahşere kalmasın.

-Anlıyamadım?

Mübarek acı acı gülüyor. Bak yavrum diyor, o meydanın dehşetini bilseydin, davacı olarak bile çıkmak istemezdin. İmam yoluna, kalabalık işine dönüyor. Adam bir başına kala kalıyor.

* * *

Yine Bağdat. Mahalle arasında dar bir sokak. Güneş tam tepede ve köpekler bile uyuklayacak gölge arıyor. Ortalık bomboş. Sadece komşusu ile çene çalan yaşlı kadının sesi duyuluyor. Hani lâf olsun torba dolsun derler ya ninem havadan sudan konuşuyor. Konu kıtlığı mı çekiyor bilinmez İmam-ı âzam Hazretlerini görür görmez mevzuyu değiştiriyor. Bu adam var ya diyor, her gece yüz rekat namaz kılar.

-Yaaa?

-Tabi yaa!

İmam-ı âzam Hazretleri abid ama yüz rekat namaz kılmak gibi bir adeti yok. Mübarek madem ümmet-i Muhammed beni öyle tanıyor, lâyık olmalıyım diyor ve o günden itibaren her gece 100 rekat namaz kılmaya başlıyor.

Olacak bu ya bir gün yine aynı sokağa yolu düşüyor. Sözkonusu kadın yine işbaşında. Akranlarıyla merdivene oturmuş gelene geçene meziyet bahşediyor, paye yakıştırıyor. Tam İmam-ı âzam Hazretleri geçerken yanındakine dönüyor ve diyor ki Bu adam var ya bu adam, her gece 500 rekat namaz kılar.

İmam-ı âzam Hazretleri boşboğazlının teki  demiyor, kadını ciddiye alıyor. O günden itibaren gece namazlarını 500 rekata çıkarıyor. Ama artık o sokaktan geçmemeye dikkat ediyor.

Aradan üç gün mü geçiyor beş gün mü bilemiyoruz aynı kadın İmam-ı âzamın tezgahının önünde beliriyor. Yanında yine bir meraklı. İmam eyvah birşey söylemese bari derken kadın yapıştırıyor. Bu adam var ya bu adam, her gece bin rekat namaz kılar, üstelik sabahlara kadar uyumaz!

Belki inanmayacaksınız ama yüce veli o geceden itibaren nafile namazlarını bin rekata çıkarıyor ve yıllarca yatsı namazının abdesti ile sabah namazına duruyor.

Bir gün İmam-ı âzam Hazretleri abdest aldıktan sonra ibriğin lülesinin kıbleye doğru çevrilmesinin iyi olacağını öğreniyor. Bu farz değil, vacip değil. Belki bir edep. Ama büyük veli sırf bu yüzden 40 yıllık namazını kaza ediyor.

Bir ara Bağdat civarlarında üç beş koyun çalınıyor. Bu koyunların bir şekilde İmam-ı âzam Hazretlerinin tabağına gelme ihtimali var mı? Var! Bu yüzden tam 20 yıl koyun eti yemiyor.

Bir gün ortağı kusurlu bir malı iyilerle aynı fiyata satıyor. Para bütün sermayeye karışıyor. İmam-ı âzam Hazretleri bundan gelen 90 bin akçeyi fukaraya dağıtıyor. Yine aynı ortağın Basra pazarında müşterilere Hay maşaallah be kumaşa bak dediğini duyuyor. O seferden ele geçen paraların tamamını hayra harcıyor.

İmam-ı âzam Hazretleri zengin ama para harcamasını biliyor. Meselâ amele pazarındaki gençleri dergâha getiriyor. Yevmiyelerini kuruşu kuruşuna verip oturun, mesainizi bitene kadar ders dinleyin diyor. Şaşılacak şeydir ama bunların ekseri ilmin tadını alıyor ve gönüllü olarak tedrisata katılıyorlar.

Din gayretinin bu kadarı insanüstü insanların işi. Belki de hakiki insan onlar. Kimbilir?

Peki Ehl-i sünnetin reisi nerede doğar nerede yaşar? Kimlerin yanında yetişir, kimleri yetiştirir? Anlatalım ama yarına...

Sen o kimsesin ki...

İmam-ı azam Hazretleri bir gece rüyasında kendini Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinde görür. Uyanınca rüyasını tabir etmesi için tabiinin büyüklerinden İbn-i Sirin hazretlerine gider. Rüyasını anlatır. İbn-i Sirin Bu rüyanın sahibi sen olamazsın der, bunun sahibi Ebû Hanife olsa gerek.

-Ebû Hanife mi? Ama o benim.

-İki küreğinin arasında bir ben var mı?

-Var.

-Göster bakayım.

-İşte.

-Sen o kimsesin ki, Server-i Kainat senin hakkında Ümmetimden iki omuzu arasında ben olan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir buyurdular.

Efendimizin müjdelediği âlim: Ummetin ışığı

İman Süreyya yıldızına çıksa Farisoğullarından biri alır getirir. (Hadis-i şerif)


Numan bin Sabit, Faris oğullarındandır. Dedesi ve babası sırf ilim aşkıyla Kûfeye gelip yerleşirler ve Hazret-i Alinin sohbetlerinden hisse derlerler. Numan, küçük yaşta Kuran-ı kerimi ezberler ve yaşayan sahabelerden özellikle Enes bin Malikten (radıyallahü anh) çok istifade eder. Sarf, nahiv ve edebiyat okur, iyi bir eğitimden geçer.

O devirde bu coğrafya çok karışıktır, şiiler, hariciler, mutezililer ve dehriler güçlüdürler. Şehirde münazalar sürer gider. Genç Numan, o sıralar ticaret yapar, akşama kadar alır, satar. Evet fırsat buldukça ilim meclislerine de katılır ama düzenli bir tedrisin yeri başkadır. Bir gün çarşıda birkaç bozuk itikatlı bir garibi sıkıştırır. Ebû Hanife münazaraya katılır. Sapıkların sorularına sadece soru ile karşılık verir ki en inatçıları bile tutulur, hayatının muhasebesini yapmak zorunda kalır. Hadiseye şahit olan Şabî Hazretleri Numanın berrak zekâsına, kavrayış gücüne ve ikna kaâbiliyetine hayran olur. Böylesi biri mutlaka güçlü âlimlerden ders almış olmalıdır. Meclis dağıldığında önüne geçer ve sorar: Mahsuru yoksa nereye devam ettiğinizi öğrenebilir miyim?

-Çarşıya pazara.

-Onu demek istemedim, yani kimin talebesisin?

-Kimsenin?

-Ne yani, sen bir âlimin tedrisine devam etmiyor musun?

-Etmiyorum.

Büyük veli elini Ebû Hanifenin omuzuna koyar, gözlerini gözlerine diker Aman oğlum der,  Sende çok az kimseye nasip olan hususiyetler var. Gel bu ihtiyarı dinle, kendine yazık etme. Bu sözler Numana çok tesir eder. İşini gücünü bırakıp Şabi Hazretlerinin önüne oturur. Kısa bir süre sonra parmakla gösterilen bir kelâm âlimi olur. İlmin tadını alınca dahasını ister ve Hammad Hazretlerinin dergâhına gider. Burada fıkh tahsiline başlar. Hocasına öyle derin bir muhabbet besler ki onun her söylediğini, ama her söylediğini ezberler.


Batılın sustuğu gün

İşte o günlerde Bizanstan gelen bir dehri (inkârcı) Basrayı karıştırır. Karşısına çıkan âlimleri küçük düşürür ve alay eder. Bu adam korkunç denecek kadar zekidir ve münazaraya dair bin türlü hile bilir. Halkın nabzını iyi tutar ve adam toplamakta mahirdir. Edipler kadar düzgün konuşur ve sultanlar kadar güzel giyinir. Hasılı büyük bir fitne kopmak üzeredir. Vebal öyle büyüktür ki hatırı sayılır âlimler bile karşısına çıkmaktan çekinir. Ama Hammad Hazretleri genç Numana güvenir.

Dehrinin etrafındaki kalabalık gitgide artar ve bir zaman sonra meydanlara sığmaz olurlar. İşte o gün yine kürsüsüne çıkar ve uzun süre kin ve zehir kusar. Sonra her zaman yaptığı gibi yapar, kürsüye vura vura meydan okur. Hani nerede? der, o meşhur âlimleriniz nerede? Kendilerine güveniyorlarsa karşıma çıksınlar!

Ebû Hanife elini kaldırır. Ancak dehri gencecik bir çocukla muhatap olmak istemez, yüzünü buruşturup hakaretler yağdırır. Numan bin Sabit onu onun silahı ile vurur. Ne o der, Yoksa korkuyor musun? İşte dehri bu söze tahammül edemez ve münâzara kaçınılmaz olur. Dehri ilk sorusunu sorar:

-Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmaması mümkün mü?

-Sayıları bilir misin?

-Bilirim.

-Birden önce ne vardır?

-Bir şey yoktur.

-Mecâzi bir olanın önünde bir şey olmayınca, hâkiki bir olanın önünde ne olabilir?

-Peki hâkiki bir olanın yönü ne tarafadır?

-Mumun ışığı ne tarafadır?

-Her tarafadır.

-Mecâzi nurun ışığı böyle olursa daimi ve ebedi nuru sen düşün.

-Her var olanın bir yeri vardır. Peki onun ki neresidir?

-Bu sütte yağ var mıdır?

-Vardır.

-Yeri neresidir?

- Peki O, şu anda ne yapmaktadır?

-Sen bütün soruları kürsüden sordun. Şimdi aşağı in cevabı oradan vereceğim.

-Pekâlâ, geç bakalım.

İmam-ı âzam kibirli inkârcının kürsüsüne kurulur. Sesine davudi bir ton oturtarak der ki: Allahü teâlâ şu anda, senin gibi bir müşebbihi kürsüden indiriyor ve benim gibi bir muvahhidi kürsüye çıkarıyor! Ardından Rahman suresinin 28inci ayetini okur ki kalabalık hepbir ağızdan tevbe istiğfara başlar. Soru sorma sırası ona geldiğinde dehri çoktan tasını tarağını toplamış meydandan kaçmıştır.

Kapatın zindana!

İmam-ı âzam Şabi Hazretlerinin ardından tam 28 yıl Hammad Hazretlerinin derslerine devam eder. Defalarca Mekke ve Medineye gider. Çok sahabe ve veli tanır hepsinden de istifade eder. Hazret-i Ömerden, Hazret-i Aliden ve Abdullah bin Mesûddan ilim alanları bulur önlerine oturur. Ehl-i Beytin büyüklerinden Zeyd bin Ali ve Muhammed Bakırın huzurunda manevi mertebelere yürür. O tam bir ilim sevdalısıdır, ufak bir mâlumat için fersahlar ötesine koşar, olmayacak sıkıntılara katlanır.

İmam-ı âzam, Emevilerin son, Abbasilerin ilk yıllarında yaşar. Böylesi dönemler çok çalkantılıdırlar. Mübarek, devlet adamlarına mesafe koyar. Zira bazı melikler, âlimleri saltanatlarının payandası sanırlar. Milletin önünde bize bir nasihat buyrun hocam demelerine rağmen, yanlışlarının söylenmesinden hoşlanmazlar. Eğer yanlarında susulursa ayrı gailedir, zira bu kez insanlar yapılanları doğru sanırlar.

Küf kokulu zindan

Gün gelir Emevi valisi İmam-ı âzama vazife vermeye kalkar. İmam reddeder, vali zorlar. Mübarek ne kadar kaçsa da vali peşini bırakmaz. Devlet adamı değil mi, dediği dediktir, nitekim bir gün kibarlığı biter ve değişiverir. Peşisıra dolandığı büyük âlimi hapseder ve işkence ettirir. Ebu Hanife, zindanda geçen yıllardan sonra Mekkeye göçer. Bu esnada Abbasiler yönetime el koyarlar. Ortalık durulunca talebelerinin yanına koşar.

Lâkin gelen, gideni aratır. Ortalık silbaştan karışır. Ebu Cafer Mansûr, İmam-ı âzam Hazretlerini Kûfeden ayağına getirtir ve ondan Halifelik Mansurun hakkıdır. Hepiniz ona biat etmelisiniz demesini ister. Büyük veli böylesi çekişmelere alet olmaz. Elbette bu tavrın da bir bedeli vardır ama o bunu göğüslemeye hazırdır. Nitekim beklenen olur. Mansur onu hapseder ve teklifini kabul edinceye kadar hergün 30 değnek vurulmasını emreder. Üç gün, beş gün, on gün derken İmam-ı âzam Hazretlerinin ayakları parçalanır. Zemin al kanlara boyanır.


İstersen para ve itibar

Muhafızlar durumu Mansura anlatırlar. Sultan önce özür diler, ardından önüne 30 bin akçe koyup teklifini yineler. Bu dudak uçuklatacak bir servettir ama büyük veli parayı elinin tersiyle iter. Dilediğini para gücü ile de yaptıramayacağını anlayan sultan küplere biner. Büyük veliyi tekrar zindana tıktırır. Bu kez 30 değnekle de kalmaz hergün onar onar zam yaptırır. Biliyor musunuz bütün zalimler ürkek olurlar. Sultan da öyledir, korktukça zulmeder, zulmettikçe korkar. Zira Bağdatlılar infiale kapılırsa (ki belirtileri başlamıştır) tacı, tahtı kalmaz. Gelgelelim onu dışarı da salamaz, çünkü büyük müctehid muharebeden çıkmış gibidir. İmam-ı âzamı halkın gözünden saklamanın tek yolu vardır: Ortadan kaldırmak! O da öyle yapar, muhafızları üstüne salar. Büyük veliyi zorla yatırıp, ağzına zehir akıtırlar. Cellatlar işlerini bitirip giderken hayatları boyunca unutamayacakları bir manzaraya şahit olurlar. Nurlu cesed derlenir, toparlanır ve kıbleye dönüp secdeye kapanır. Sanki lisan-ı hâl ile İşte beceremediniz! der, Beni Allahtan gayrisinin önünde eğemezsiniz!

Yıl Hicri 150dir.

Bağdatlılar Yüzelli senesinde dünyanın ziyneti gider hadis-i şerifini hatırlar ve ağlamaklı olurlar.

Ah o elma olmasa...

O gün hava iç bayıltır. Gök kirli sarı, zemin çatlak çatlaktır. Genç yolcu Dicle kenarında mola verir. Bir ara suyun bir elmayı kendine doğru getirdiğini görür. Gayri ihtiyari uzanıp yakalar. Elma serin suda döne döne sertleşmiş kütür kütür bir şey olmuştur. Bu davetkâr meyvaya dayanamaz, dişleyiverir. Boğazına nefis bir rayiha yayılmıştır ki Aman Allahım ben naptım! der, Ya bu elma sahipliyse? Hemen kalkar, nehri takip ede ede bir bahçeye varır ki dallarda ısırdığı elmalardan vardır. Sorar soruşturur, sahibini bulur. Boynunu bükerek Ben bir hata işledim efendim der, Elmalarınızdan yedim. Nolur hakkınızı helâl edin Adam bir mustarip gence, bir ucu ısırılmış elmaya bakar. Sonra aklına ne gelir bilinmez, kaşlarını kaldırır. Helalleşmek öyle kolay mı? der, Yanımda çalışmalısın! Genç ağlamaklıdır:

- Ama benim Kûfeye gitmem gerek.

- Kûfede ne yapacaksın?

- İlim okuyacaktım.

- Onu elmayı ısırmadan düşünecektin. Mahşer meydanında hesaplaşmak istemiyorsan kollarını sıva.

Delikanlı Pekâlâ der. Günlerce elma toplar, dallarda bir tek elma bile kalmayınca bahçe sahibinin karşısına çıkar. Müsaade etseniz de gitsem der. Adam babacandır, hoş sohbettir, lâkin söz gitmekten açılınca birden değişir. Bahçeyi kotardık ama tarlalar duruyor der, Onları kim sürecek?

Uzatmıyalım adam on gram elma için delikanlının bir yılına ipotek koyar. Taş taşıtır, kerpiç kardırır, çatıyı aktartır. Gün gelir yapılacak iş kalmaz. Genç bir kez daha huzura çıkar. Adam Şimdi sana hakkımı helâl edebilirim der, Ama son bir şartım var.

- Söyleyin yapayım.

- Benim kör, topal bir kızım var. Onu alırsan anlaşabiliriz.

- Tamam, kâbul ediyorum.

Adam hemen bir hocaefendi iki şahit bulur, nikahı kıyarlar. Delikanlı müstakbel hanımının bulunduğu odaya girince gördüğüne inanamaz. Karşısında dünyalar güzeli bir kız durmaktadır. Bir yanlışlık olmalı deyip dışarı çıkar. Kayınbabası ile karşılaşırlar. Adam Dön geri der, Senin hanımın odur. Kör diyorsam harama bakmaz, topal diyorsam harama basmaz. Ben yıllardır Ona, onun gibi bir efendi nasip eyle diye dua ediyorum. Yüce Rabbim kısmetimizi ayağımıza gönderdi. Biliyor musun, seni gördüğüm gün kararımı vermiştim. Bu güzel ailenin nur topu gibi bir oğulları olur. Küçük çocuk emeklerken heceler, yürürken okur. 4 yaşında hatim eder, derken hafız olur. Annesi Aslında bu yaşa da kalmazdı ama der, Ah, o elma olmasa.

Sanırım anladınız bu çocuk Kûfe âlimlerine reis olur, İmam-ı âzam derler adına.

İmâm-ı a'zamın vasiyeti

Ya'ni kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ'atte oniki husûsiyet vardır: Bu oniki husûsiyeti kabul edip, bunlara uyanlar bid'atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki peygamber efendimizin şefâ'atına nâil olasınız..



1-İmân, kalp ile tasdik, dil ikrar etmektir. İmânda çoğalma ve azalma olmaz. İmân, amelden başkadır. Amel de imândan cüz, parça değil, ayrıdır. İmânın parlaklığı, nûru farklı, ya'ni az parlak, çok parlak olabilir.

2-Ameller üç kısımdır: Farz, fazilet, günâh.

3-Arş üzerinde istivâ, yerleşme ve oturma mâ'nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı.

4-Kur'ân-ı kerim, Allahü teâlânın kelâmı, bütün sübûti sıfatları kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Allahü teâlânın kelâmı mahluk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâmdir. Kur'ân-ı kerim mahlûktur diyen kâfir olur.

5-Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz.Osman, sonra Hz.Ali'dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.) Ya'ni üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Onları seven her mü'mim mütteki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakidir.

6-Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. İşi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur.

7-Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Helâldan mal, para kazanmak helâl, harâmdan kazanmak ise harâmdır.

8-Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir.

9-Mest üzerine mesh câizdir. Mukim için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya'ni yetmişiki saattir. Hadis-i şerifte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur.

10-Allahü teâlâ, kaleme yazmayı emredince, kalem, Yâ Rabbi ne yazayım dedi.'Kıyâmete kadar olacak her şeyi' emr-i ilâhisi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde: 'İşledikleri herşey defterlerindedir' buyuruyor.

11-Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimali yoktur. Münker ve Nekir'in kabirde suâl sormaları haktır. Hadis-i şerifler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için, 'Mü'minlere hazırlanmıştır',Cehennem için de,'Kâfirlere hazırlanmıştır' buyuruyor. Allahü teâlâ,Cennet ve Cehennemi mükafat ve ceza için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mizan haktır. Allahü teâlâ, 'Kıyamet gününde amellerin tartılması için terazi kurulur' buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerimede, 'Bügün senin hesabın için, sana kitabını, ya'ni amel defterini okuman kafidir' buyuruldu.

12-Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyamette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün uzunluğu, dünya senesi ile elli bin yıldır. Sevab, azab ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ, 'Uzunluğu ellibin sene olan günde' buyuruyor. Bir âyet-i kerimede de, Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir. buyurmaktadır. Cennettekilerin Allahü teâlâyı, nasıl olduğu bilinmeyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya'ni herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerimede, 'Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar' buyurulmuştur. Muhammed Mustafa'nın (aleyhisselâm) şefâ'atı haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü'minlere ve büyük günâhı olanlara şefâ'at edecektir. Hz.Âişe, Hadice-tül-kübra'dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü'minlerin anneleridir. Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü tealâ Bekara sûresi 82, A'raf süresi 42, Yûnüs sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. Âyetlerinde mü'minler için, 'Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır' buyurdu. İmâm-ı a'zamın vasiyeti budur. Bu i'tikâd üzere olana, Ehl-i sünnet vel-cemâ'at mezhebindendir denir. Bu i'tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.

O iki yıl olmasaydı

Son asrın âlimlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyorlar ki: İmam-ı Azam, İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed de Abdülkadir Geylani gibi büyük birer veli idiler. Fakat âlimler kendi zamanlarında neyi bildirmek icap ederse onu bildirirler. İmam-ı Azam zamanında fıkh bilgileri unutuluyordu. Bunun için fıkh üzerinde çok durdu. Tasavvuf üzerine pek konuşmadı. Halbuki nübüvvet ve vilayet yollarının toplandığı Cafer-i Sadık Hazretlerinin huzurunda öyle bir feyz, nur ve vâridât-ı ilahiyyeye kavuştu ki bu büyük istifadesini O iki sene olmasaydı Nûman helâk olurdu diye anlatırdı. O, Silsile-i zehebin manevi liderlerinden Cafer-i Sadıkın sohbetleriyle vilayetin en son makamına çıkmıştı.
__________________
 
Davut Sulari (1925 - 1985)
---------------------------------------------------------------------------
-----

Davut Sulari, 1925 yılında Erzincan'ın Çayırlı İlçesi'nde (Mans) doğdu. Baba Veli ile Cezayir Ananın beş çocuğundan biridir. Asıl adı Davut Ağbabadır. Sulari mahlasını soyadı olarak kullanışı ilk gençlik yıllarına rastlar. Bir ara Kemali ve Serhat Aşık mahlaslarını kullandıysa da Sulari mahlasıyla tanınmıştır. Soyadı kanunu çıktıktan sonra sırasıyla Sümmani, Selami ve Sulari soyadlarını alır. Soyadı olarak alınan bu mahlasın pirler dergahında kendisine verildiği rivayet edilir. Davut Sulari, Seyyit Mahmudi Hayrani'nin soyundan gelmektedir ve Kureyşan'lıdır. Böylelikle soyağacı İmam Musa'el Kazım'a, buradan da Hz. Ali ve Hz. Muhammed'e kadar uzanmaktadır.


Sulari'nin dedesi Pir Kaltuk tüm aşiretiyle birlikte Tunceli'nin Nazimiye ilçesi Kureyşanlılar köyünden, Erzincan'ın Tercan ilçesinin Çayırlı (Mans) bucağına yerleşmişlerdir. Çayırlı'nın ilçe olmasının ardından Davut Sulari ve ailesi kendilerini "Çayırlılı" olarak tanımlamaya özen göstermişlerdir. İlkokulu ancak üçüncü sınıfa kadar okuyabilen Davut Sulari asıl eğitimini dedeler ve pirler dergahında alır. İlk eğitimine dedesi Mehmet Kaltık (Kaltuk) Ağa nın yanında başlar. Saz çalmayı da dedesinin teşvikiyle öğrenmiştir.


1938 yılında Baba Mansurlu Gülşah Ana ile evlenir. Daha sonraları bir resmi olmayan evlilik daha yapan Sulari'nin bu evliliklerinden 5 çocuğu vardır.


Davut Sulari, 17 yaşında pir elinden dolu içer ve "badeli aşıklar" kervanına katılır. Sır aleminde kendisine sürekli akıp çağlayacağı için "Sulari" adı verilir. O günden sonra aşk ateşiyle yanıp tutuşan Sulari, kabına sığmaz; sürekli gezmek dolaşmak, yeni şeyler öğrenmek, bildiklerini öğretmek ister. 22 yaşına geldiğinde babası Veli dört oğlunu toplar ve soydan gelen dedelik görevinin hangi oğlu tarafından sürdürüleceğinin kararını vermek ister. Davut Sulari'ye hitaben "madem ki sen bu kadar gezmeyi seviyorsun hiç değilse taliplerin içerisine çık. Ama önce oniki evden oniki post sahibi getireceğim, dördünüzü de sorgu suale çektireceğim. Kim pirlerin mürşitlerin sorduğu soruların cevabını verirse talip içine o çıkacak" der. Davut Sulari erlerin sorduğu her soruya ayrıntılı cevap verir. Pirler bile bu duruma hayret ederler. Baba Velioğlu Davut'un bu başarısı karşısında "Sen Hak'sın yol senindir; talipler içerisine sen çıkacaksın" der ve Sulari'nin "Dedelik" hizmeti böylelikle başlamış olur. Bu olayın ardından Sulari artık atına binecek gurbetin yolunu tutacaktır; ta ki ölümüne kadar ülke ülke, şehir şehir, köy köy dolaşacaktır. Erzincan'ın ve Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki Kureyşan Ocağı taliplerinin yol hizmetini görecek, bu arada dili iyice çözülecek, aşıklık mesleğini en üst düzeyde uygulamaya başlayacaktır.


Davut Sulari, yaşamı boyunca geçimini temin etmek için başlıbaşına bir iş tutmamıştır. Dedelik hizmetinden, konserlerden, plaklardan, özel gecelerden kazandığı paralarla yaşamını sürdürmüştür. 80 kadar plağı ve stüdyo kaydı kasetleri Türkiye ve Almanya'da yayınlanmıştır.


Alevi-Bektaşi inancı ve kültürüne bağlı aşıkların "gezgin aşıklar kolu"nun son temsilcilerinden olan Davut Sulari, yaşamının sonuna değin bu özelliğini sürdürmüştür. Uğradığı yerlerde kendi kültürünü, bilgisini, görgüsünü aktarmış, oralarda rastladığı kültürel öğeleri de dağarcığına alarak sanatını zenginleştirmiştir. 1948 yılında Ankara Radyosuna "mahalli sanatçı" olarak kabul edildikten sonra 1949 yılında İstanbul Radyosu'nda Yurttan Sesler Korosu'nun konuk mahalli sanatçıları arasında yer almıştır. Muzaffer Sarısözen, Halil Bedi Yönetken, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Nida Tüfekçi, Neriman Tüfekçi gibi müzisyenlerle tanışmış olması, O'nun müzik görgüsünde ve meslek yaşamında etkili olmuştur.


Sulari'nin yaşamının ilk 20-25 yılında politika neredeyse hiç yoktur. O hep bir güzel peşinde koşan, bazen tarikat ilkelerini yaymaya çalışan, Ehli Beyt'e muhabbetini açıkça dile getiren bir "saz şairi", "aşık' görünümündedir.


Ancak 1970'li yılların sosyal ve politik çalkantılarından Davut Sulari de nasibini almış ve şiirlerine toplumsal sorunları, politik açmazları, inançsal istismarları konu edinmiştir. Bu durum o dönemde bazı yazarlar tarafından olumsuz karşılansa da Davut Sulari'nin yapısına çok aykın bir davranış değildir. Üstelik Sulari Alevi Bektaşi kültüründen gelen aşıklarda pek görülmeyen türlerde örnekler verebilen özel bir aşıktır. Kaldı ki o dönemlerde Alevı kimliği yeni yeni toplumun tüm kesimlerinde konuşulmaya başlanmıştır ve Sulari'nin bu konularda çok hassas olduğu bilinmektedir. Bu sebeblerden hareketle Sulari'nin 1970'li yıllarda söylediği deyişlerin kendi içinde bir mantığı vardır.


1950'li yıllardan itibaren Feyzi Halıcı'nın düzenlediği Konya Aşıklar Bayramı'na katılması orada pek çok aşıkla, "Atışma", "Dudak değmez", "Taşlama" gibi türlerde karşılaşmış olması, "aşka sevdaya ve güzele düşkünlüğü", kimi zaman ağır mistik öğelerle beslenmiş tesavvufi şiirleri, kimi zaman toplumsal içerikli o dönemdeki söylemle "devrimci" şiirler söylemesi, Sulari'nin, "fırtınalı yaşamındaki çelişkileri" olarak görülmesi yerine yaşamındaki ve sanatındaki çeşitlilik ve zenginlik biçiminde değerlendirilmelidir.


Davut Sulari, aşıklık kimliğinin neredeyse tüm özelliklerini bünyesinde barındırır. O, hem kendine ait deyişleri özgün ezgi kalıplarıyla müziklendiren bir aşık, hem eski aşıkların, ustaların deyişlerini çalıp söyleyen bir mahalli sanatçı, hem de yöresinin türkülerini aktaran önemli bir kaynak kişidir. Yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılan efsaneleri, şiirlerine tema olarak almış ve böylece bir geleneğin önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Davut Sulari, aşka sevdaya tutkusu, güzellere düşkünlüğü ile Karacoğlan'ı, Alevi kimliği ile Pir Sultan Abdal'ı, tasavvufi kimliği ile de Erzurumlu Emrah'ı ve Yunus'u hatırlatır. Şiirlerinde tüm bu aşıklardan izler bulmak mümkündür.


Bununla birlikte günümüzün pek çok aşığın da Davut Sulari'nin etkisi görülür. Aşık Mahsuni Şerif, Aşık Muhlis Akarsu, Aşık Daimi, Aşık Beyhani, Aşık Serdari bunlardan yalnızca birkaçıdır. Son yirmi yirmibeş yıldan bu yana albümlerinde Davut Sulari'nin eserlerine yer veren halk müziği sanatçılarının sayısı da az değildir. Ali Ekber Çiçek, Arif Sağ, Sabahat Akkiraz, Belkıs Akkale albümlerinde Sulari'nin eserlerine en fazla yer veren sanatçılardandır. Davut Sulari, gezgin aşıkların son simalarından biri olmakla beraber bu seyahatlerini yalnızca yurt içinde sürdürmemiştir. Başta Irak, İran, Suriye olmak üzere, Avrupa'da Almanya, Hollanda, Avusturya, Fransa, Belçika, İsviçre ve o zamanlardaki adıyla Yugoslavya gibi ülkeleri de karış karış dolaşmıştır. Sulari, Anadolu'nun her yerini (üç vilayet hariç) ve Ortadoğu ülkelerini "Leyla" adlı atıyla gezmiştir. Yine at sırtında Bulgaristan ve Yugoslavya'yı geçmek ve Avrupa içlerine girmek istediyse de bugün bilemediğimiz sebeplerden ötürü bunu başaramamış, geri dönmek zorunda kalmıştır. Sulari, bu bakımdan da gezgin aşıklar arasında tipik bir örnek teşkil etmeyi başarmıştır.


Sulari, yurt içinde en çok İzmir, Erzincan, İstanbul ve Ankara'da kalmıştır. Ailesinin büyük bir kısmının İzmir'de yaşaması nedeniyle İzmir'de geçirdiği zaman, Sulari için önemlidir. Kardeşi, çocukları, torunları İzmir ve çevresinde yerleşmişlerdir; bu sebeble İzmir, Sulari için yaşamsal bir önem taşır. Her nereye giderse gitsin mutlaka İzmir'e uğrar ve yakınlarıyla görüşür...


Yıllar süren seyahatlere dayanabilen dirençli bir fiziğe sahiptir Sulari... At sırtındaki bu yolculuklar hiç kuşku yok ki zorluklarla doludur... Ancak ne kadar dirençli olunursa olunsun doğanın güç koşullarında ömür boyu seyahat etmek yıpratır insanı.. Bununla birlikte onbinlerce belki de yüzbinlerce insanla muhatap olmak, bilgi ve tecrübeleri bu insanlarla paylaşmak; aile ortamından uzakta, eşinden çocuğundan ayrı çileli bir yaşam sürmek kolay değildir elbette... Bir dava uğruna, bir meslek uğruna ordan oraya gezip dolaşmak... İşte bu tarz bir yaşama Davut Sulari'nin vücudu ancak 40 yıl dayanabilmiştir.

Yine aşıklık mesleğini icra ettiği bir sırada Erzurum'da Ali Rahmani'nin aşıklar kahvesinde yakın arkadaşlarıyla söyleşirken rahatsızlanmış, Erzurumdaki Araştırma Hastanesi'ne kaldırılmış, ancak bütün çabalara rağmen hayata döndürülememiştir (18 Ocak 1985). Son nefesine kadar aşıklık mesleğinin içinde bulunmuştur Sulari. Aşıklık onu yaşama bağlayan temel unsurlardan biridir ama bu çileli yaşama vücudu yenik düşmüştür... Şimdi mezarı Çayırlı'daki aile mezarlığındadır.
__________________
 
ailhanvr6.jpg

Atilla İlhan

Doğum tarihi 15 Haziran 1925
Ölüm tarihi 11 Ekim 2005
Doğum yeri Türkiye / İzmir
Mesleği Şair

Biyografi

İlk Gençlik Yılları

15 Haziran 1925'te Menemen'de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. 1946'ta mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayımlanmaya başladı. Hukuk Fakültesindeki yüksek öğrenimini yarıda bıraktı. 1948'de ilk şiir kitabı Duvar'ı kendi imkanlarıyla yayımladı.

Paris Yılları

1948 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nâzım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk kez Paris'e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan bir çok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye'ye geri dönüşünde sıklıkla başı polisle derde girdi. Sansaryan Han'daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı.Bu hapiste yattı. daha sonra hapisten çıkmıştır

İstanbul - Paris - İzmir Üçgeni

1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayınca Paris'e tekrar gitti. Fransa'daki bu dönem, Attilâ İlhan'ın Fransızcayı ve Marksizmi öğrendiği yıllardır. 1950'li yılları İstanbul - İzmir - Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi'ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953'te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlar.

Sanatta Çok Yönlülük

1957'de gittiği Erzincan'da askerliğini yaptıktan sonra, tekrar İstanbul'a dönüş yapan Attilâ İlhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. Onbeşe yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960'ta Paris'e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir'de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler serisinden Bıçağın Ucu yayımlandı. 1968'te evlendi, 15 yıl evli kaldı.

İstanbul'a Dönüş

1973'te Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığını üstlenerek Ankara'ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak 'ı Ankara'da yazdı. 81'e kadar Ankara'da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul'da gazetecilik serüveni Milliyet (2 Mart 1982-15 Kasım 1987) ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından 2005 yılına kadar köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesi'nde sürdürdü. 1970'lerde Türkiye'de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu.

İlk romanı Sokaktaki Adam yayınlandığında 10 roman yazmıştı. Bunlar hiç gün ışığına çıkmadı. Attilâ İlhan bunun sebebini bir söyleşide şöyle açıklıyor: "... bir çok roman yazdım daha önceden. Ama neden yayınlamadım? Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatırlar. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır." (Düşün, Haziran 1996).

Roman serüvenine başladığında döneminin diğer yazarları daha çok yerel ve kırsal olayları, kişileri işlerken Attilâ İlhan şehir insanını Türkiye'nin yakın dönem tarihini siyasal, ekonomik ve sosyal yanlarıyla ele alan bir yapı içerisinde işliyordu. Sadece İstanbul, İzmir gibi Türkiye'nin büyük şehirlerini, işlediği dönemin yaşam tarzını, ekonomik ve sosyal sorunlarını kahramanlarının gözüyle yansıtmakla yetinmiyor; aynı zamanda, batı kültürünün Türkiye'ye ne şekilde yansıdığını, olumlu ve olumsuz etkilerini, çizdiği karakterlerle ve Avrupa'daki şehirlerle örtüşen bir yapı içerisinde irdeliyordu.

Hazırlık ve Arayış Dönemi

Romanda 'hazırlık ve arayış dönemi' diye nitelendirebileceğimiz döneminde, yayımladığı Sokaktaki Adam ve Zenciler Birbirine Benzemez'de yazarın Paris'te yaşadığı yıllara ait deneyimlerinin ve gözlemlerinin karakterlere yansıdığı görülür. Yazıldığı yıllarda Türkiye'deki batılılaşma uğruna toplumdan kopan kişilerin bocalamaları Sokaktaki Adam'da ele alınırken, Zenciler Birbirine Benzemez 'de Avrupa'da komünist ve anti-komünist mültecilerle karşılaşan, hayal kırıklığına uğramış bir devrimci anlatılır. Her bölümün farklı bir karakterin ağzından aktarıldığı Sokaktaki Adam, Attilâ İlhan'ın edebiyatımıza getirdiği yeni bir söylem olarak alınabilir. Daha sonraki romanlarında da görüleceği gibi, diyalektik bir yaklaşımla işlenen olaylarda kahramanlar güçlü ve zayıf yanlarıyla okura ulaşır; birbirlerini suçlamaz ve okuyucuda önyargı oluşturmazlar. Attilâ İlhan, Zenciler Birbirine Benzemez için bakın neler diyor:" Kitap 'soğuk savaş'ın en belalı döneminde yazıldı, yayınlandı. Çok ikircikli bir sorunu tartışıyordum. Romanın kahramanı, İstanbul'daki ve Paris'teki 'solcu' çevrelerle düşüp kalkıyor, bunlarla ilişkilerini ve tartışmalarını anlatıyordu, herşeyi olduğu gibi yazmak, romanın yayımlanmasından vazgeçmekle eşitti. Bu bakımdan, içeriğine hafif flou bir hava verdim."

Romanın dilinin farklılığını ise yazıldığı dönem içerisinde yoğun Fransızca çalışmasına bağlayan yazar, bazı cümleleri Fransızca düşünüp Türkçe

Olgunluk Dönemi

Yazarın "olgunluk dönemi" diye tanımlanabilecek edebiyat süreci Kurtlar Sofrası ile başlar. Sokaktaki Adam'da ne istediğini değil, ne istemediğini bilen biri anlatılırken; Zenciler Birbirine Benzemez'de Mehmed-Ali istedikleri ile istemedikleri arasında mütereddit bir karakteri yansıtmaktadır. Oysa Kurtlar Sofrası'nda Mahmud ne istediğini çok iyi bilen bir karakteri çizer. Bu üç romanıyla Attilâ İlhan Türk aydınına farklı açılardan bakar, fikirlerini diyalektik-materyalist bir sentez içinde derleyerek Türkiye için bir sentez önerir- ki sonradan yazdığı beş kitaplık Aynanın İçindekiler serisi de bu zemine oturmuştur-. Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Yaraya Tuz Basmak, Dersaadet'te Sabah Ezanları ve O Karanlıkta Biz bu seriyi oluşturan romanlar. Her romanda yer alan karakterler, Türkiye'nin tarihinde köşebaşlarını oluşturmuş dönemlere ayna tutan aydınlardır. Tarihi olaylar, politik ve sosyal dengelerle ele alınır. Birbirleriyle bağlantısı olan karakterlerden herbiri bir romanda ön plana çıkar ve olaylar onun gözlemleriyle aktarılır. Bu serinin bütünü irdelendiğinde yine, yazarın Türk aydınına yakın tarihimize bir bakma şansı tanıdığını ve kendi toplumcu-gerçekçi bakış açısıyla önergeler sunduğu görülür.


Yakın Dönem

Attila İlhan, 11 Ekim 2005'te İstanbul'daki evinde hayata veda etti. Attila İlhan 80 yaşındaydı.

Tüm Eserleri

Şiir kitapları

* Duvar (1948)
* Sisler Bulvarı (1954)
* Yağmur Kaçağı (1955)
* Ben Sana Mecburum (1960)
* Bela Çiçeği (1961)
* Yasak Sevişmek (1968)
* Tutuklunun Günlüğü (1973)
* Böyle Bir Sevmek (1977)
* Elde Var Hüzün (1982)
* Korkunun Krallığı (1987)
* Ayrılık Sevdaya Dahil (1993)
* Kimi Sevsem Sensin (2002)

Romanları

* Sokaktaki Adam (1953)
* Zenciler Birbirine Benzemez (1957)
* Kurtlar Sofrası (1963)
* Bıçağın Ucu (1973)
* Sırtlan Payı (1974) Yunus Nadi Roman Armağanı
* Yaraya Tuz Basmak (1978)
* Dersaadet'te Sabah Ezanları (1981)
* O Karanlıkta Biz (1988)
* Fena Halde Leman (1980)
* Haco Hanim Vay (1984)
* Allah`ın Süngüleri-Reis Paşa (2002)
* Allah`ın Süngüleri-Gazi Paşa (2006)

Öykü

* Yengecin Kıskacı (1999)

Deneme-Anı

* Abbas Yolcu (1957)
* Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler (1985)

Anılar ve Acılar

* Hangi Sol (1970)
* Hangi Batı (1972)
* Hangi Seks (1976)
* Hangi Sağ (1980)
* Hangi Atatürk (1981)
* Hangi Edebiyat (1991)
* Hangi Laiklik (1995)
* Hangi Küreselleşme (1997)

Cumhuriyet Söyleşileri

* Bir Sap Kırmızı Karanfil (1998)
* Ufkun Arkasını Görebilmek (1999)
* Sultan Galiyef - Avrasya`da Dolaşan Hayalet (2000)
* Dönek Bereketi (2002)
* Yıldız, Hilâl ve Kalpak (2004)

Eserlerinden Bazı Alıntılar

* " İnsan olmanın bütün komplekslerini yenmiş,

günü dipdiri yakalayan, hayatın anlamını çözmüş bir bilge insan; bir yol gösterici. " Nedret Çatay

* " Çoğu zaman üç beş kişi için yazdığımızı sanırız, onlar bizi okumazlar.

Asıl seslendiklerimiz, hiçbir zaman tanımayacağımız, başka üç beş kişidir." Attilâ İlhan

Şiirinden Örnek: an gelir

Nisan 1982`de yayımlanan Elde Var Hüzün adlı şiir kitabının serbest gazeller bölümü altında yer alır. Daha sonra Ahmet Kaya tarafından bestelenmiştir.


an gelir

an gelir

paldır küldür yıkılır bulutlar

gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet

o eski heyecan ölür

an gelir biter muhabbet

çalgılar susar heves kalmaz

şatârâbân ölür


şarabın gazabından kork

çünkü fena kırmızıdır

kan tutar / tutan ölür

sokaklar kuşatılmış

karakollar taranır

yağmurda bir militan ölür


an gelir

ömrünün hırsızıdır

her ölen pişman ölür

hep yanlış anlaşılmıştır

hayalleri yasaklanmış

an gelir şimşek yalar

masmavi dehşetiyle siyaset meydanını

direkler çatırdar yalnızlıktan

sehpada pir sultan ölür


son umut kırılmıştır

kaf dağı'nın ardındaki

ne selam artık ne sabah

kimseler bilmez nerdeler

namlı masal sevdalıları

evvel zaman içinde

kalbur saman ölür

kubbelerde uğuldar bâkî

çeşmelerden akar sinan

an gelir

-lâ ilâhe illallah-

kanunî süleyman ölür


görünmez bir mezarlıktır zaman

şairler dolaşır saf saf

tenhalarında şiir söyleyerek

kim duysa / korkudan ölür

-tahrip gücü yüksek-

saatlı bir bombadır patlar

an gelir

attila ilhan ölür
 



Sabiha Gökçen (1913 - 2001)​


6kan7.gif



Sabiha Hanım 1913 yılında Bursa'da doğdu. II. Abdülhamid tarafından Bursa'ya sürgün gönderilen vilayet başkatibi Hafız Mustafa İzzet'in kızıdır. İlkokula gittiği yıllarda babasını kaybetti ve kardeşlerinin yardımıyla öğrenimini sürdürdü. Atatürk, 1925 yılında çıktığı Bursa gezisinde Sabiha Gökçen'le tanıştı ve içinde bulunduğu güç yaşama şartlarını öğrenince de onu evlat edindi. Ankara Çankaya İlkokulu'nu, daha sonra da Üsküdar Kız Koleji'ni bitiren Sabiha Hanım, Türk Hava Kurumu'nun Havacılık Okulu'na girdi (1935). Burada geçirdiği başarılı öğrenim hayatından sonra, yüksek planörcülük kurslarına katılmak üzere Sovyetler Birliği'ne gönderildi. Dönüşte Eskişehir Hava Okulu'na girdi, aynı zamanda 1.Tayyare Alayı'nda av ve bombardıman uçakları alanında uzmanlaştı.


Sabiha Gökçen, 1937 Ege ve Trakya manevraları sırasında başarılı uçuşlar yaptı. Aynı yıl çıkan Şeyh Rıza İsyanı sırasında yapılan kara harekatını, Dersim ve çevresini havadan bombalayarak kolaylaştıran Sabiha Gökçen 1938'de yaptığı Balkan turuyla ününü Avrupa'ya yaydı. 1938'de Türkkuşu'nda başöğretmenliğe atandı ve 1955'te uçuculuktan ayrıldı. Türk Hava Kurumu Yönetim Kurulu üyesi oldu.


Atatürk’ün manevi kızı, Türkiye’nin ilk kadın havacısı Sabiha Gökçen, tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi'nde (GATA) 22 Mart 2001 Pazartesi günü saat 08.15'te kalp ve solunum durması sonucu vefat etti.

ALINTI
 
İbrahim Hakkı Hz.



İbrahim Hakkı Hz. Hicri 1115, Miladi 1703 yılında Erzurum’a bağlı Hasankale İlçesi’nde doğmuştur. Babası Molla Osman, bir mürşit aramak maksadıyla Tillo’ya gelmiş, burada İsmail Fakirullah Hz.’ni bularak hizmetine girmiştir.



Babasının arkasından İbrahim Hakkı da amcası Ali ile birlikte Tillo’ya gelmiştir. Okuma çağındayken İsmail Fakirullah Hz.’ne talebe olup, o günün şartlarına göre çok ileri seviyede dini ve fenni ilimler tahsil etmiştir. Bunun üzerine hem dini ilimlerde, hem de fenni ilimlerde üstünlüğü ifade eden “Zülcenaheyn” yani “İki kanatlı” ünvanını elde etmiştir. Bu sırada hocası ve şeyhi olan İsmail Fakirullah Hz.’nin tarikatı olan “Uveysiyye” tarikatına intisap etmiştir.



Büyük mütefekkir İbrahim Hakkı Hz. hadis ve fıkıhta, tasavvuf ve edebiyatta, psikoloji ve sosyolojide, tıp ve astronomide ve pek çok ilim dalında büyük bir kudret ve yetenek göstermiştir. Doğunun yetiştirdiği bu büyük alim, kısa zamanda dünya çapında ün salmıştır. İslam alemine ve insanlığa bıraktığı değerli eserler, onun şahsiyetinin ve ilminin faziletini gösterir.



Mürşidi ve hocası İsmail Fakirullah Hz.’nin vefatından sonra irşad ve öğretim görevlerini hocasının oğlu Abdulkadir-i Sani Hz. ile birlikte devralarak hayatı boyunca sürdürmüştür.



İbrahim Hakkı Hz. üç sefer Hacc’a gitmiştir. İlk hac farizasını 1738’de, ikincisini 1763’te, son haccını da 1767’de yapmıştır.



İbrahim Hakkı Hz. 1758’de İstanbul’a gitmiş, bu gidişinde saraya özel olarak davet edilmiştir. O zamanın sultanı I. Mahmud tarafından davet edilmesinin sebebi daha önce sultan ile İsmail Fakirullah Hz. arasındaki haberleşme olmuştur. İbrahim Hakkı Hz. sarayda bulunduğu müddetçe, zamanının çoğunu saray kütüphanesinde geçirmiştir, bir süre sonra yeniden Tillo’ya dönmüştür.



Hicri 1194, Miladi 1780’de 77 yaşında iken Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Kendi arzusu üzerine Mürşidi İsmail Fakirullah Hz. için daha önce yaptırdığı ve kozmografik bir özelliğe sahip olan türbede, mürşidinin ayaklarının ucuna defnedilmiştir.



İsmail Fakirullah Hz. ve İbrahim Hakkı Hz.’nin Türbesi :

Bir büyük ve iki küçük kubbenin örttüğü iki oda ve bir hol ile bir kuleden ibarettir. Türbenin asıl özelliği; Tillo’nun 3-4 Km. doğusundaki bir tepe üzerine yapılmış olan duvardaki 40x50 Cm boyundaki pencereden her yıl; gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü, yeni doğan güneşin ilk ışınları, türbenin tümü kale duvarının etkisiyle gölgede kalırken, pencere boşluğundan geçip, türbe kulesinin penceresine vurarak kırılmak suretiyle İsmail Fakirullah’a ait sandukanın baş tarafını aydınlatmasıdır. Bununla ilgili “yeni yılda doğan ilk güneş, hocamın baş ucunu aydınlatmazsa, ben o güneşi neyleyim.” Sözü İbrahim Hakkı’nın hocasına olan saygısını göstermektedir.



Ne yazık ki bu ışık düzeni, türbenin restorasyonu sırasında bozulmuş bulunmaktadır. Avrupa’nın bir çok uzman bilim adamı, bütün uğraşlarına rağmen bu ışık düzenini eski orijinal haline getirememişlerdir.





İsmail Fakirullah Hz. ve İbrahim Hakkı Hz. Müzesi :

Tillo tarihi eserler yönünden çok zengindir. İbrahim Hakkı’nın kullandığı kozmoğrafya aletleri, haritalar, güneş sistemi ile ilgili tahta küreler, el yazması çok değerli kitaplarla düşünüre ait çeşitli eşyalar halen Tillo’daki torunlarında bulunmaktadır.



İbrahim Hakkı Hz.’nin Eserleri :

İlk ana eseri Divanı’dır. 1755’te yazılmış. 1847’de Mehmed Said tarafından İstanbul’da basılmıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanı ismini taşır. 230 sayfadır. İlâhiname, Aşknâme, Hz. Muhammed’i öven bir şiir ve kendi halini, niteliğini bildiren bir manzumesi vardır. Divanı büyük oğlu İsmail Fehim’e ithaf edilmiştir. İsmail Fehim astronomi ve müzikle uğraşan güzel kanun, santur çalan bir zattır. Kendisinin çalmış olduğu 74 telli bir santuru vardı. İbrahim Hakkı Divanı’nda musiki ile ilgili “Musikiye Dair Nazım” adlı bir şiir bulunmaktadır.



İkinci ana eseri Marifetname’dir. Ansiklopedi türündedir. 1757’de yazılmıştır. 1836 ve 1864’te Mısır’da 1868, 1889 ve 1914’te İstanbul’da basılmıştır. Ortalama 600 büyük sayfadır. El yazmaları 2 cilt olup, halen Tillo’da torunlarından Sadettin TOPRAK tarafından muhafaza edilmektedir.



Eser bir önsöz, üç büyük bölüm ve bir sonsöz ihtiva eder. Her bölüm daha alt bölümlere ayrılmıştır. Önsöz tamamen dinidir.



Birinci bölüm Fenn-i Evvel’dir. Allah’ın varlığını, birliğini anlattıktan sonra yalın ve bileşik cisimleri, madenleri, bitkileri ve nihayet insanı anlatır. Sonra geometri, astronomi ve takvim konuları yer alır. Coğrafyaya ait bölümünde 100’den fazla ilin hangi enlem ve boylamda olduğunu göstermiştir. Ayrıca, “Hiçbir çağda yerin döndüğüne inananlar eksik olmamıştır.” demiştir.



İkinci bölümde fenn-i Sani, anatomi, fizyoloji gibi bilimler yer alır. İnsan vücudunu estetik bakımdan da incelemiş, araya beyitler sıkıştırmıştır. Vücut yapısı ile huy arasındaki ilişkiye inanmış ve bunu şiirle anlatmıştır. Bu bölümün sonunda ruha, sağlığa ve ölüme ait geniş bilgi vardır.



Üçüncü bölüm olan fenn-i Salis, dini, ilahi ve felsefi içeriklidir.



Kırk sayfa tutan son bölüm törebilimdir diyebiliriz. Öğretimin yol ve yöntemini, öğrencinin üstadına takınacağı tutumu, ana ve babaya karşı saygı ve sevgi, evlenme ve evlenmede aranacak nitelikler, karı-kocanın birbiriyle ilişkileri töresi, çocuklara karşı görevleri, akraba, hizmetçi, komşu, dost, halk ve bilginlerle görüşüp konuşma yolu ve töreleri yer alır. Sayın Rauf İNAN, İbrahim Hakkı’nın bu cephesini incelerken, O’nu ilk eğitim filozofumuz olarak tanıtır.



Marifetname, Arapça ve Farsça’ya da çevrilmiştir.



İbrahim Hakkı’nın üçüncü büyük eseri İrfaniye’dir. 1761’de yazılmıştır. 495 sayfadır. Arapça, Farsça ve Türkçe bölümleri vardır. Konusu “Kendisini bilmeyen, Rabbini bilemez.” anlamındaki hadistir. İnsan vücudu evrene benzetilmiştir. Vücutta akıl, evrende Rab gibidir. Şöyle öğütleri vardır: “Tekkelerde eğlenmeyip, ilim meclisine gelesin. Herkese şefkat nazarı ile bakıp hakir görmeyesin ve hizmet buyurmayasın. Tezyi-i zahiri koyup gökçek ahlak ile tezyi-i bâtına gidersin.” demektedir.



Dördüncü ana eseri İnsaniye’dir. 1763’te yazılmıştır. 722 sayfadır. Kendisi bu eseri için “140 kitaptan üç lisan üzre cem ettim.” diyor. Oğlu İsmail Fehim ve amcazadesi Yusuf Nedim’in el yazısı olan iki nüshası torunlarında vardır.



Beşinci büyük eseri Mecmuat-ül Mani, 1765’te yazılmıştır. Kayınbiraderi Mustafa Fani’nin el yazısı olan bir nüshası Mehmet Ali Benderli’de vardır. Bu kitapta münacaatlar, şükürnameler ve Şifa-üs Sudur başlığı altında topladığı manzumeleri vardır. Fakirullah’ın ölümü, oğul ve torunlarının doğumuna, hacca gidişine ait düşürdüğü tarihler de bu kitaptadır. Arapça, Farsça ve Türkçe bir de sözlüğü vardır. Arapça ve Farsça’dan dilimize alınan kelimelerin imlalarını, Türkçe söylenişlerine göre sesli harf koyarak yazmıştır. Mesih İbrahim Hakkıoğlu diyor ki: “Bu sözlüğü incelemeden evvel, İbrahim Hakkı’nın mektuplarında müjde, aslan, sokak gibi kelimelerin yazılışını görüp şaşırdım. İbrahim Hakkı gibi Arapça ve Farsça’yı ana dili gibi bilen, bu dillerde yazılmış yüzlerce eseri inceleyen bir bilginin mektuplarında imla hatası yapmasına akıl erer miydi? Ancak bu sözlüğü inceledikten sonra bir çığır açmak istediğini anladım.”



İbrahim Hakkı’nın günümüze kadar kalmış bir de Ruzname’si vardır. 1753 yılında yapılmış, yüzyıllarca takvim işini görebildiği için Devr-i Daim de denen araç, 52,5 Cm çapında bir ağaç çembere gerilmiş derinin bir çok daire ve yarıçaplara bölünmesi ile meydana gelmiştir. Siirt ve Tillo gibi 40. Enlemde bulunan yerlere göre düzenlenmiştir. Bir göç yılının herhangi bir ayının bir günü aranırken bunun haftanın hangi günü olduğu, o gün güneşin kaçta doğup battığı kolayca bulunabilir. Duvar ve cep takvimlerinin bulunmadığı bir dönemde bu aracın önemi açıktır.


ALINTI
 
X