Türkiyeden gitmek

  • Konu Sahibi Konu Sahibi 8993
  • Başlangıç Tarihi Başlangıç Tarihi
size güle güle... insanları paniğe umutsuzluğa mutsuzluğa sürükleyecek provakasyon içeren derdiniz için kibleyeceğim.

Kiblemek ne ola ki ? Bu forumda neler neler gördüm ben . Eşim görümcemle mi aldatıyor ? Yok efendim kayınvalidemle bilmem ne bilmem ne yaşadım Vay efendim şu bana şunu etti bu bana bunu etti ? Bu tür konularda beni paniğe umutsuzluğa sürüklüyor ? Ben de mi kibleyim :D
 
Bende şunu söylemeye çalışıyorum; hü

Ekonomi dediğin şey sadece atama mı Gangsta? Ticaret yapan, turizmde çalışan, ekin ekip biçen insanlara katkıları, yardımları, hibe ettikleri paraları niye konuşmuyor kimse? Torpil her dönemde vardı, her dönemde olacak. Bu Türkiye’ye has bir durum mu?

Siyaset içinde azim lazım. Çok azim lazım. Zamanında hapishaneye atılan belediye başkanı, şimdi bütün ülkeyi yöneten bir cumhurbaşkanı oldu. İsteyince oluyor. Yeter ki kendini bi şeye ada.

Bu buluşlar içinde bu kadar karamsar değilim ben. Bak senin ülken kendi yaptığı silahlarıyla savaşıyor. Yara bandından çok daha büyük, çok daha gerekli.

Asıl anlatmak istediğim şu; devlet dediğin, vatan dediğin benim, sensin. Sen bu vatanda kalmazsan ben bu vatanda kalmazsam, zaten döndüğünde sana ait bir vatan bulamayacaksın. 2 gün sonra kendi toprağında azınlık olacaksın. 2 gün sonra burada barınabilme hakkı arayacaksın.

Hak yenmiyor mu? Tabi yeniyor. Taş konulmuyor mu? Konuluyor. Daha iyi eğitim göreceğin bir ülkeye gidebilirsin, çalışabilirsin. Ama dönüş yine ülken, yine ülken olmalı. Gittiğin her yerden buraya fayda sağlayabilmek adına dönmelisin, eğer vatanseverim diyorsan. “Cehalet, cehalat” diye bağırmak yerine “düzelteceğim, düzelteceğim” de. Samsun’a çıkan da tek 1 adamdı yahu. 4 dinin temsilcide hep tek 1 adamdı. İnandılar, büyüdüler, çoğaldılar. Şimdi herkes ne kolaycı olmuş, hayret.

Siyasi kısma hiç girmeyeyim sadece bak Ccelik, bir ticari girişim örneği vereyim buraya, uzun uzun açıklamayayım:
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/izmirli-girisimcinin-hazin-oykusu-40677164

Bu sürekli yaşanan ve haberimizin olmadığı şeylerden sadece bir tanesinden haberimiz olduğu an...
Her gün, kim bilir kaç girişimcilik bitiriliyor.
Turizme girme oradan çıkamayız, göbeğinde yaşıyorum nelere şahidim anlat anlat bitiremem. :)

O personeller bugün oralara bu şekilde birilerinin torpiline gebe yerleştirilince, yarın için oynatmaya hazır piyonlar oluyorlar. Bir kısır döngü piyonları... Torpil her dönem vardı da, bu kadar aleni göstere göstere yüz kızarmadan yapılmazdı Ccelik. Bugün torpile şaşırdığımız değil, "Torpil şart" dediğimiz yerdeyiz fark var.Yine de ümitliyim senin gibi ortak noktamız o, hayalperestim, ancak "Vatanseverlik" tanımına eleştiri getirdim. Yani her giden vatanı sevmediğinden gitmiyor, kaçtı demek haksızlık olur, yolu kalmıyor adamın; zekası, emeği, farkı, yeteneği, kaç farklı örs üzerinde dövülüyor.

Ve şu yarabandı şeysine de eklemek istiyorum onu atlamışım.
Bir ülkenin neye hazırlanmakta, nereye doğru gelişmekte olduğunu; nereye daha çok para harcadığından/yatırım yaptığından da anlarsın. Bugün eğitimden çok askeriyeye para harcanması da süper bir durum değil. Kendi silahını üretmek, kendi yarabandından daha önemli cümlesi tesadüf müdür, muazzam ironik geldi okuyunca bana. Diyabet hastaları için üretilen bir yarabandı, tıp için ne kadar muazzam bir adım bunu nasıl anlatabilirim?

http://www.haberturk.com/gundem/haber/1258992-tubitak-begenmedi-onlar-dunya-sampiyonu-oldu

Öldürmeye değil yaşatmaya çalışıyorlar.
Biz neye hazırlanıyoruz?
Tvdeki savaşlı dizilerle, silahlara yapılan yatırımlarla?
Tamam bu da bir gerek, insan kendi ürettiği silahı kullanmalı elbette, şifreleri başka ülkenin elinde olan roketsavarlar ile dımdızlak beklememeli. Ama işte, aması da var... Neyse.
Artı o yarabandını kıyaslayamazsın Ccelik, bugün Türkiye tıp literatürüne robotik cerrahi ile yapılan ilk alt beyin ametiyatı (Öyle bir şeydi sanırım) ile girdi. Ama bu adamlar robotlarını yurtdışında çalıştı oralarda gördü, getirdi uyguladı. Dönmüşler ne güzel, dönmeyenler de yaşatır adımızı. Kaçmak apayrı bir şey, vatan sevgisi de öyle.
 
Son düzenleme:
İnsanlığın ilkel, vahşi, zayıf olana karşı her daim zalim, güçlü olana karşı hep biat eden, sözde degerlerini çıkarları doğrultusunda
eğip büken, ikiyüzlü, tutarsız tavrından soyutlanmak istiyorsunuz.

Ben de istiyorum. İstemeyenin de aklına şaşıyorum açıkçası.

Lakin işin bu kısmı ülke değistirmekle çözülür mü bilmem. Zira her ülkenin steril, güvenli, insanca yaşanan cennet gibi bölgeleri olduğu gibi kaçmak istediginiz tüm unsurları birlikte bulunduran korkunç bölgeleri de var.

Çölde vaha misali nasıl bulurum ben bu steril bölgeleri diyecek olursanız ortak özelliklerini hemen sayıyorum;

1. Geçim kaygısının olmadığı, maddi standartları yüksek bi bölge olmalı. İnsanlar bu yönde doymus olmalılar, tek dertleri para olmamalı.

2. Turist alan çok uluslu bi bölge olmalı. Bi bölge tek dinin, tek milletin, tek kültürün yogun etkisi altındaysa oradan bi halt olmuyo. Sanatın, canlıya-cansıza saygının, hoşgörünün anahtarı kesinlikle çeşitlilikte; farklılıkların birlikte yaşamaktan keyif almasında.

3. Planlı ve doğa dostu bi mimarisi olmalı.

4. Çok çok büyük ya da çok küçük olmamalı.

5. Bu sonuncusu şahsi kanaatim olmakla birlikte bence kesinlikle denizle bağlantısı olmalı. Akdeniz seridi gibi, mutfagından insanına her seyi ısıtıyo sanki.

Bu standartları sağlama şansınız yurt dışında daha yüksek mi, evet yüksek. Zira ekonomi ve hukuk bu standartların bel kemigi. Mesleginizin maddi karsılıgını alabileceginiz, hukuk kuralları etkin bi sekilde uygulanan bi ülke bu dertlerinizi büyük ihtimalle cözer.

Özlediginiz insanlara gelince, dünya hakikaten kücük bence bu tarz kaygılar icin. Görmek istediginiz insanlarla aranızda durabilecek bi mesafe yok. İyi planlanmıs izin ve tatillerle sevdiklerinizden kopmazsınız. Tabi ki özleyeceksiniz, homesick denilen durum yasanacak. Ama deger mi, bence deger.

Bu sartlari Kanarya Adalari sagliyor :KK66:

Benim arkadasim ve esi Tenefire de yasiyorlar ve cok memnunlar suan icin.
 
Evet eskiden oyleydi suan oturduğum yerde öyle igrencliller dönüyor ki bunlar müslüman olamaz bunlar insan olamaz ama burdan taşınırken bir duvara müslüman türk delikanlı oğullarınız ve tacizci oğullarınız diye yazacağım
Müslümanlıkla bakarsan Hayel kırıklığı herzaman olur
Bu kötülükle ilgili ve bu kötülük ne din ne ırk ne de ülke dinler
Dini kullanan kötü insanlar yalnızca Türkiye’de Yok
Bu yüzyıllarca süre gelen bir durum
Çevreni değiştir yani bulunduğun muhiti belki bu bile çok şey değiştirecek hayatında
Ne yazıkki kötülük her yerde insanın ayak bastığı her yerde
 
Müslümanlıkla bakarsan Hayel kırıklığı herzaman olur
Bu kötülükle ilgili ve bu kötülük ne din ne ırk ne de ülke dinler
Dini kullanan kötü insanlar yalnızca Türkiye’de Yok
Bu yüzyıllarca süre gelen bir durum
Çevreni değiştir yani bulunduğun muhiti belki bu bile çok şey değiştirecek hayatında
Ne yazıkki kötülük her yerde insanın ayak bastığı her yerde
Muhit degilde ülkeyi değiştirmek istiyorum:KK76:
 
(Alıntıdır)

Ortadoğululardan niçin nefret ediyorum?

Bu başlık için çok düşündüm. Çoğu insanı kızdıracak bir başlık. Ama olsun. Yalan yazmıyorum.

Dürüstüm…
Herkesten önce kendime…

Bir yaz sıcağında bütünleme sınavlarına hazırlanıyordum. Yanımızdaki daire boyanıyordu. İçindeki işçiler durmadan gülüyorlar, alaycı bir şekilde bağırıyorlardı. Gürültüleri yüzünden ders çalışamıyordum. Yanlarına gittim. Ortalarında bir kişi çaresiz bir şekilde bana bakıyordu. Ötekilerin hepsi ona alaycı bir şekilde gülüyordu.

“Ne oluyor burada? İki saattir gürültünüzden ders çalışamıyorum.” dedim. Alaycı bir şekilde o adamı gösterdiler. Durumu anlamadığımı gösterir şekilde kafa salladım.
“Romanyalı” dediler.
“Ne olmuş?” dedim.
Güldüler, “Yabancı”dediler.

Ertesi günde aynı adamla yine dalga geçiyorlardı. Yanlarına gittim, bu sefer kızgındım.
“Adamla derdiniz nedir? Birşeyi yanlış mı yapıyor?” dedim.

“ Yooo, Romanyalı, yabancı” deyip gülmeye devam ettiler.

Kızdım ve biraz sert sesle. “Adam adam gibi çalışıyor, niye durmadan kafa buluyorsunuz?”dedim.
Ustabaşlarına “Bu adam kim? Yanlış birşey mi yapıyor?” dedim.

Ustabaşı “Romanya dağılınca buraya gelmiş çalışmaya. Biz de iş verdik, acıdık” dedi.

Acıyıp iş verdikleri adam zaten ucuz olan inşaat sektöründe sıradan bir işçinin aldığının dörte birini alıyordu. Üstüne üstlük bir de durmadan dalga geçiliyordu.

İş bitince öteki işçiler eve gidiyor, o biraz daha fazla tek başına çalışıyordu. Bir akşam yanına gittim.

Harika bir resim çizmişti duvara…

3-5 kelime İngilizcem ile harika resim çizdiğini söyleyip, nerede öğrendiğini sordum.

Romanya’da bir Üniversitede resim hocasıymış.

O yıllar Sovyetler Birliği’nden birçok kadın Türkiye’ye çalışmaya ya da ticaret yamaya geliyordu. Hepiniz hatırlarsınız o kadınlara birer hayat kadını muamelesi yapılıyordu. Her birisi potansiyel orospuydu bizim insanların gözlerinde ve durmadan “Nataşa” diye alay ediliyorlardı.

Ülkeye gelen birçok Batılı turisti gördüm, tanıdım ama onlar sadece turistti. Çalışmıyorlar, geziyorlar ve gidiyorlardı. Bir çeşit dokunulmazlıkları vardı.

Ancak Romanyalılar, Ruslar ya bizimle çalışıyor ya bize çalışıyorlardı. Yollarımız değil, yaşamlarımız kesişiyordu.
Okul bittikten 2 sene sonra yurtdışına gittim. Yabancılarla çalışmaya başladım. İçimde hep bir korku vardı…

Kendi ülkeme çalışmaya gelen insanlara bizimkilerin yaptığı davranışlar bana da yapılacak mı?

Gözlerimin önüne hep, çaresiz bakışlarla bana bakan Üniversite’de resim hocası o Romanyalı adam geliyordu.

Yabancı olmak böyle birşey miydi?

Sıra bende miydi?

Yurtdışına gittiğim gün ilk elden beynimde dolanan sorular bunlardı…

İlk bir Türk’ün yanında çalışmaya başladım. Hemşerimdi, neredeyse tuvalette bile namaz kılacak kadar ibadete düşkündü. Bana “İngilizce ve iş bilmiyorsun. Bunları öğrenene kadar takıl burada. Öğrenince ücretini konuşuruz” dedi.

10 saate yakın çalışıyordum. Toplam 10 dolar veriyordu. 1 paket sigara parasıydı. O dönem saat ücreti o ülkede 10 dolar idi. 1 aydan fazla zaman geçmişti. Her işi yapar olmuştum. Ücreti konuşmak istediğim zaman sürekli hazır olmadığımı söylüyordu. Çaresiz kalmaya başlamıştım.

Birgün bir Türk arkadaşa rastladım.

“Nerede çalışıyorsun” dedi.

Söyledim. “Adam hemşerim dedim.

“Bırak hemşeriyi.Hemen oradan çık, el altından bir iş bul ve sakın kalma. O adam ilk gelen Türkler’i alır, para vermez, aylarca kullanıp atar. Turkler’i boş ver. Yabancıların yanında çalışmaya çabala. Türkler asla hakkını vermez. Oyalarlar seni. ” dedi.

Bir Batılı’nın yanında iş buldum. Ne verirse almaya razıyken ummadığım şekilde saatime 12 dolar verdi.

İngilizcem yoktu. Yeni öğreniyordum. Adamlar bunu bana karşı asla kullanmadılar. Her defasında bir bebekle konuşur gibi yavaş yavaş iş bilgilerini aktarıyorlar, sabırla beni dinliyorlardı.

Ortadoğu ile Batı’nın iki ayrı dünya olduğu konusunda ilk ışıklar o zaman içimde yanıp sönmeye başladı.

Patronum, yerleri silmemi isterken bile büyük bir kibarlıkla bana “Sir” diye hitap ediyor, arkadaşları ve ailesi ile tanıştırırken “ Bu centilmen Türkiye’den yeni geldi aramıza katıldı”diyordu.

İNANIN benimle kafa buluyorlar sanıyordum
YİNE İNANIN Adamların kültürü buydu ve samimiydiler.

Devlet dairesine vize uzatmaya ya da bir sorun halletmeye gittiğimde memurlar “Sorununuzu bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.” diyorlardı.

İnanamıyor, bana mı dediler acaba diye sağa sola bakıyordum.

Yine içimde aynı duygu beliriyordu: “Yok yok, ben yeni geldiğim ve fazla dil bilmediğim için bunlar kafa buluyor benimle”

Asla inanamıyordum devlet memurundan, belediye şoföründen, polisinden, patronuna kadar böyle davranışlarla karşılaştığıma…

Daha sonra dil konusunu halledip, eğitimim üzerine profesyonel bir iş bulup, işte de deneyim kazandıkça statü elde etmeye başladım.

Ama içimdeki korku geçmiyordu. Ya bir gün içlerinden birisi “Yeter ama sen de kimsin, daha dün geldin boktan bir ülkeden; şimdi bize ağalık taslama” derse ne yapacaktım?

Romanyalı işçi geliyordu hep aklıma…

Ancak asla böyle birşeyle karşılaşmadım, herkes işini yapıyor, farklı kimliğiyle,insanı değeri ve çeşitliliğiyle saygı görüyordu..

Ortadoğulular’ı tanımaya başladım.

Benden yıllar önce gelip orada yaşayanları…

Bir ara Lübnanlılar’ın mahallesine taşındım. Sidney’de Lakemba denilen bir mahalle. Küçük Ortadoğu olarak bilinen bir yer.

Mahalledeki Lübnanlılar’ın çoğu Lübnan iç savaşından kaçıp gelmişti. Ancak mahallede sürekli olay oluyor, polis basıyordu. Avustralya gazetelerinde o dönem birkaç ayda bir 5-10 Lübnanlı tarafından kaçırılıp tecavüz edilen 17-18 yaş cıvarlarında kızların haberleri yer alıyordu.

Sadece tecavüz olaylarıyla değil, gasp, soygun ve öteki suçlarla da Lübnanlılar anılıyordu.
İnanamıyordum olanlara. Lübnanlılar’a sorduğumda gülerek Avustralyalılar’ı gösterip “ Bunlar kafir” diyorlardı.

Maria adında bir kız çalışıyordu yanımızda. Birgün işten acilen çıkma kararı aldı. 2 hafta önceden bildirmesi gerektiğini, yerine adam bulmak zorunda olduğumuzu söyledim.
Bana “Erkek arkadaşımdan ayrıldım” dedi.

“Ne olmuş..” dedim.

“Erkek arkadaşım Lübnanlı. Acil kenti terk edeceğim. Bulurlarsa ya öldürürler, ya toplu tecavüz ederler.” dedi.

Lübnanlılar’ın bu tip olaylarını görünce çıldırma noktasına gelmiştim. Her türlü pislikleri için yaptıkları açıklama hep aynıydı : “Bunlar kafir”

Düşünün…

Kendi iç savaşınızdan kaçıp dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisine kaçıyorsunuz. Bu ülke size bakıyor, işsizlik parası veriyor, bedava ev veriyor yaşamanız için. Bütün sosyal haklarını ve konforlarını size acıyor.

Siz “Bunlar Kafir” diyerek hem kızlarına tecavüz ediyor, hem mallarını gasp ediyor hem de sosyal sistemlerini sömürüyorsunuz.

En son sahillerdeki bikinili kızlara saldırmaya başladılar. Sebep yine aynıydı :”
Siz kafirsiniz”

Avustralya halkı artık dayanamamıştı ve hem Lübnanlılar’ın bu davranışlarına hem de kurdukları mafya organizasyonlarına karşı büyük bir ayaklanma başladı.
Lanet olsun böyle adamlara diyerek mahalleden kaçtım.



İŞİD’a katılan gruplar arasında Avustralya’dan gelip katılanlar dikkat çekiyordu. Kimse böyle bir katılımı beklemiyordu. BBC’de geçen çıkan bir habere göre, Avustralya’dan gelip İŞİD’a katılanların büyük çoğunluğunu Lübnanlılar oluşturuyordu.

Beni hiç şaşırtmamıştı. Yaşadıkları medeni ülkelerde kavgayla, gürültüyle, avaz avaz bağırmayla hiçbir iş halledilemeyeceğinin çaresizliğini yaşıyordu Ortadoğulular…

Bütün kıvranmalarının temelinde bu vardı.

İŞİD’a katılmak bir çeşit özlemini duydukları kavganın, gürültünün ve birbirine acı vererek mutlu olmanın gerçekleştirilme yoluydu..
Bir çeşit Ortadoğulu için mutluluk iksiriydi, çok geç kalmış bir rüyaydı…

Hava atamayacağınız, gösteriş yapamayacağınız, bağırarak, kavga ederek hüküm kuramayacağınız yaşam bir çeşit cehennemdi…

Kaliteli sıradan bir insan olmak büyük bir hayat yüküydü…

Yıllarca dillere dolanan ” göçmenlerin entegrasyonu” problemi yıllarca yüzlere takılan bir maskeydi…

Gittikleri yerleri, geldikleri yerlere çevirememenin acısı vardır Ortadogulular’ın yüzlerinde…



Lübnanlılar kadar olmasa da Türk mahallelerinde duyduğum, gördüğüm hikayeler çok benzerdi.
Yalandan aldıkları sahte sağlık raporları ile işsizlik fonlarını, sigorta şirketlerini dolandırmak çok revaçtaydı.

Birçok Türk kendisini ya hasta, ya işsiz göstererek, gizliden çalışarak devletten para yürütüyordu.
Kahkalarla birbirlerine üç kağıtçılıklarını anlatıyorlar, Türk kahvelerinde birbirlerine nasıl devlet soyulacağı konusunda akıl veriyorlardı.

Sosyal kurumların önünde sahte kağıtlarla devleti dolandıran Türkler’e bakıyordum..İçlerinde en Şeriatçısından, en Komünistine..Alevi’sinden Sünni’işine, Türk’ünden Kürt’üne hepsi vardı.
İdeolojileri ve kimlikleri ne kadar farklı olursa olsun davranış kültürleri ve düşünme biçimleri hep aynıydı.

Aynı işi yapıp aynı parayı alan yerlilere, Türkler’in yaptığı gibi yapmasını ve devleti dolandırıp ekstra para almasını söylediğimde çoğunun tepkisi aynıydı:

“Sistemime zarar veremem, çünkü ülkemi seviyorum.”

Ortadoğulular’a bu adamlardan aldığım cevabı söylediğimde, söyledikleri hep aynıydı.

Büyük bir alaycı kahkahanın ardından:

“Bunlar aptal”

Devletini soymayan yerli halkları aptal gözüyle görüyorlardı

Ortadoğulular’ın anlattığım bu özeliğinin yanında başka bir özellikleri de Güç gösterisi. Yani hava atmak.

Ülkemizde bilirsiniz. Cebine 3 kuruş giren adamın ilk yaptığı şey hemen hava atmaktır. Ya bir lüks araba, ya bir telefon, onu da bulamazsa hava atacak muahhak birşey bulmaktır.

Var olmanın dayanılmaz hafifliği hava atmaktır.

Güçlü görünmektir.

Kibir ve dokunumazlık duvarları örmektir.

Yükseklerde görünmektir.

Sokakta tesadüfen tanıştığım ve davranışlarından giyimlerinden çıkartmadığım insanların vali, belediye başkanı, milletvekili çıkmasına çok şaşırıyordum.Hemen gözlerimin önüne Ortadoğu geliyordu.
Tabi Ortadoğu’da vali, belediye başkanı, milletvekili olmak…

Türkiye’de yanına bile yaklaştırılmadığımız adamlar, burada yolda yürüyen, ekmek alan, gazete alan, ayaküstü tanıdıklarıyla konuşan, benimle tanıştırılınca memnun olduklarını söyleyen insanlardı…
Anlatacağım bir milyon örnek var bu anlattıklarıma paralel..
Twitter’da anlatıyorum da yeri geldiğinde…

Asıl konuya döneyim tekrar…
Ortadoğulular’ı yurtdışında tanıdım. Nasıl yalancı, ahlaksız, kendilerinden başka hiçkimseye saygısı olmayan, tek dertlerinin üstünlük, güç ve ego olduğunu başka ülkelerde gördüm.

Türkler, Iraklılar İranlılar, Afganlılar Pakistanlılar, Lübnanlılar…
Aklınıza gelen Ortadoğu’nun bütün halkları…

Aynı kalıptan çıkmış gibi sahtekarlıkta,dolandırıcılıkta, riyakarlıkta muazzam hünerlerini göstermekte yarışıyorlardı.

Birçoğunun bütün derdi devleti, sosyal kurumları kısaca önüne geleni soymaktı.

Bir de, din adına bu soygunları yaptıklarına inanıyorlardı.

Oturma haklarını almak için her türlü yalanı, palavrayı ve üç kağıdı çevirdikleri devletleri rahatladıkları ilk an soymaya başlıyorlardı.

Nicin boyle yaptıklarının cevabını vermeden önce atacakları alaycı kahkaha hep hazırdı:

“ Bunlar Kafir”

Bir ara ticaret yapmıştım. Hem Ortadoğulular’a hem Batılılar’a mal satıyordum.

İş üzerinde ahlaklarını görme fırsatım olmuştu ve çok büyük bir deneyimdi benim için.

Bir Batılı’ya mal satınca söylediği şey “ Ayın şu günü benim ödeme günümdür. İsterseniz parayı hesabınıza gönderelim, isterseniz çekinizi o gün gelin alın.”

Ortadoğulu’ya mal satınca cevap hep aynıydı : Mal satılınca parayı alırsın,”
Mal satılınca da para verilmez, bahaneler uydurulur ve hep başka günlere ertelenirdi.

İsyan ederdim.

Sabah akşam din diyanet satan, ahlak dersi veren adamların bütün işlerini üç kağıtçılıkla, dolandırıcılıkla, riyakarlıkla yapmalarına isyan ederdim.

Durmadan Ateistler’le dalga geçip, Batılılar’a sonsuz nefret kusan adamların nefret ettikleri, dalga geçtikleri adamların binde biri kadar ahlaka ve dürüstlüğe sahip olmamaları isyan ettirirdi beni…

Kanadalı bir arkadaşım vardı. Amerika’ya et ihraç ediyordu. Bir gün sohbet ediyorduk. Yeni parti canlı hayvanları ihraç etmişti.

“Ödemeyi neyin üzerinden yapıyorlar? Hayvan başına mı yoksa kilo başına mı ödeme yapıyorlar?” diye sordum.
“Kilo başına.” dedi.
“Kaç kilo sattin?” dedim.
“Bilmiyorum” dedi.
Şaşırdım.

“Nasıl öğreneceksin?” dedim.

” Hayvanlar Amerika’ya ulaştığında, Amerikalı alıcı hepsini teker teker tartıp bana bildiriyor.” dedi.

Şok olmuştum. Adam Amerikalı et ithal eden firmadan öğrenecekti ne kadar kilo hayvan sattığını…

Dürüstlüklerinden endişe etmiyordu…

Allah aşkına …
Ortadogu’da hiç böyle bir ornekle karşılasanınız var mı?

Hemen bin sene öncesinden peri masalına dönmüş orneleri vermeyin.

Ortadoğu ülkelerinden sadece birisinde böyle bir örnek yaşanıyor mu?

Dürüstçe cevap vermeyin ama dürüstçe bir düşünün lütfen…

Türkiye’de iken Atatürk karşıtı idim.
“ Muasır medeniyetler seviyesine çıkmalıyız.” sözü ile dalga geçerdim.

Ancak yurtdışına çıkıp, özellikle medeni ülkelerdeki halkları ve oradaki her türlü imkana ve rahata rağmen kendi ülkelerindeki soygun, vurgun düzenini kuran Ortadoğulular’ı görünce Atatürk’ün değerini anladım.

Türkiye’deki arkadaşlarıma Atatürk’ün değerini anlattığım zaman benden duyduklarına inanamıyorlardı ve nasıl oldu da Atatürkçü oldun diyorlardı.

“Atatürkçü değilim, Atatürk’ü anladım. Daha da önemlisi sizlerin ne mal olduğunuzu anladım.” diyordum.

Sabahtan akşama kadar birbirine ahlak dersi veren Ortadoğu ülkelerine ve halklarına bakın.

Tek uzman oldukları şey içlerine tesadüfen doğdukları yerel, etnik ve dini değerleri mutlak üstünlük ve yücelik olarak görüp, o kimliklerden ve inançlardan gelmeyenlere yeryüzünü zindan etmek.

Dillerinden düşürmedikleri “Hepimiz Kardeşiz” sözü en büyük yalanları.

Bu sözü söyledikten sonra arkanızı dönünce gizliden fısıldadıkları bir söz daha var:
“Hepimiz kardeşiz ama abi benim. Ben ne dersem o olur.”

Bütün hikayeleri bu cümlede özetlenmiştir.

Tüm amentüleri devlet soymak, devlet soyulmazsa birbirini soymak.

Ve gittikleri yerleri geldikleri yerlere benzetmek …

Farklı inançtan, mezhepten, kimlikten gelenlere “kendi yüce ve üstün” değerlerini dayatmak.

Batılı bir Sosyolog arkadaşıma Batı – Doğu kıyaslaması yaparken her Ortadoğulu’nun aspirin gibi her soruna tedavi olarak soylediği sözü söyledim:

“Siz bizi sömürdüğünüz için biz bu haldeyiz.”

“Hayır” dedi.

“ Biz sizi sömürdüğümüz için bu halde değilsiniz. Aksine siz bu halde olduğunuz için sömürülüyorsunuz.”

Doğu toplumunu Batı’da tanıdım.

Türkiye’deyken “Kahrolsun Batı, Kahrolsun Doğu sömürüsü” der dururdum.

Ancak yaşadıkça şunu gördüm ki, Doğu’nun büyük bir “Doğulu” sorunu var.

(Alıntıdır)
 
Kiblemek ne ola ki ? Bu forumda neler neler gördüm ben . Eşim görümcemle mi aldatıyor ? Yok efendim kayınvalidemle bilmem ne bilmem ne yaşadım Vay efendim şu bana şunu etti bu bana bunu etti ? Bu tür konularda beni paniğe umutsuzluğa sürüklüyor ? Ben de mi kibleyim :KK70:
sizde kibleyin dikkate alınırsa ne ala...
 
(Alıntıdır)

Ortadoğululardan niçin nefret ediyorum?

Bu başlık için çok düşündüm. Çoğu insanı kızdıracak bir başlık. Ama olsun. Yalan yazmıyorum.

Dürüstüm…
Herkesten önce kendime…

Bir yaz sıcağında bütünleme sınavlarına hazırlanıyordum. Yanımızdaki daire boyanıyordu. İçindeki işçiler durmadan gülüyorlar, alaycı bir şekilde bağırıyorlardı. Gürültüleri yüzünden ders çalışamıyordum. Yanlarına gittim. Ortalarında bir kişi çaresiz bir şekilde bana bakıyordu. Ötekilerin hepsi ona alaycı bir şekilde gülüyordu.

“Ne oluyor burada? İki saattir gürültünüzden ders çalışamıyorum.” dedim. Alaycı bir şekilde o adamı gösterdiler. Durumu anlamadığımı gösterir şekilde kafa salladım.
“Romanyalı” dediler.
“Ne olmuş?” dedim.
Güldüler, “Yabancı”dediler.

Ertesi günde aynı adamla yine dalga geçiyorlardı. Yanlarına gittim, bu sefer kızgındım.
“Adamla derdiniz nedir? Birşeyi yanlış mı yapıyor?” dedim.

“ Yooo, Romanyalı, yabancı” deyip gülmeye devam ettiler.

Kızdım ve biraz sert sesle. “Adam adam gibi çalışıyor, niye durmadan kafa buluyorsunuz?”dedim.
Ustabaşlarına “Bu adam kim? Yanlış birşey mi yapıyor?” dedim.

Ustabaşı “Romanya dağılınca buraya gelmiş çalışmaya. Biz de iş verdik, acıdık” dedi.

Acıyıp iş verdikleri adam zaten ucuz olan inşaat sektöründe sıradan bir işçinin aldığının dörte birini alıyordu. Üstüne üstlük bir de durmadan dalga geçiliyordu.

İş bitince öteki işçiler eve gidiyor, o biraz daha fazla tek başına çalışıyordu. Bir akşam yanına gittim.

Harika bir resim çizmişti duvara…

3-5 kelime İngilizcem ile harika resim çizdiğini söyleyip, nerede öğrendiğini sordum.

Romanya’da bir Üniversitede resim hocasıymış.

O yıllar Sovyetler Birliği’nden birçok kadın Türkiye’ye çalışmaya ya da ticaret yamaya geliyordu. Hepiniz hatırlarsınız o kadınlara birer hayat kadını muamelesi yapılıyordu. Her birisi potansiyel orospuydu bizim insanların gözlerinde ve durmadan “Nataşa” diye alay ediliyorlardı.

Ülkeye gelen birçok Batılı turisti gördüm, tanıdım ama onlar sadece turistti. Çalışmıyorlar, geziyorlar ve gidiyorlardı. Bir çeşit dokunulmazlıkları vardı.

Ancak Romanyalılar, Ruslar ya bizimle çalışıyor ya bize çalışıyorlardı. Yollarımız değil, yaşamlarımız kesişiyordu.
Okul bittikten 2 sene sonra yurtdışına gittim. Yabancılarla çalışmaya başladım. İçimde hep bir korku vardı…

Kendi ülkeme çalışmaya gelen insanlara bizimkilerin yaptığı davranışlar bana da yapılacak mı?

Gözlerimin önüne hep, çaresiz bakışlarla bana bakan Üniversite’de resim hocası o Romanyalı adam geliyordu.

Yabancı olmak böyle birşey miydi?

Sıra bende miydi?

Yurtdışına gittiğim gün ilk elden beynimde dolanan sorular bunlardı…

İlk bir Türk’ün yanında çalışmaya başladım. Hemşerimdi, neredeyse tuvalette bile namaz kılacak kadar ibadete düşkündü. Bana “İngilizce ve iş bilmiyorsun. Bunları öğrenene kadar takıl burada. Öğrenince ücretini konuşuruz” dedi.

10 saate yakın çalışıyordum. Toplam 10 dolar veriyordu. 1 paket sigara parasıydı. O dönem saat ücreti o ülkede 10 dolar idi. 1 aydan fazla zaman geçmişti. Her işi yapar olmuştum. Ücreti konuşmak istediğim zaman sürekli hazır olmadığımı söylüyordu. Çaresiz kalmaya başlamıştım.

Birgün bir Türk arkadaşa rastladım.

“Nerede çalışıyorsun” dedi.

Söyledim. “Adam hemşerim dedim.

“Bırak hemşeriyi.Hemen oradan çık, el altından bir iş bul ve sakın kalma. O adam ilk gelen Türkler’i alır, para vermez, aylarca kullanıp atar. Turkler’i boş ver. Yabancıların yanında çalışmaya çabala. Türkler asla hakkını vermez. Oyalarlar seni. ” dedi.

Bir Batılı’nın yanında iş buldum. Ne verirse almaya razıyken ummadığım şekilde saatime 12 dolar verdi.

İngilizcem yoktu. Yeni öğreniyordum. Adamlar bunu bana karşı asla kullanmadılar. Her defasında bir bebekle konuşur gibi yavaş yavaş iş bilgilerini aktarıyorlar, sabırla beni dinliyorlardı.

Ortadoğu ile Batı’nın iki ayrı dünya olduğu konusunda ilk ışıklar o zaman içimde yanıp sönmeye başladı.

Patronum, yerleri silmemi isterken bile büyük bir kibarlıkla bana “Sir” diye hitap ediyor, arkadaşları ve ailesi ile tanıştırırken “ Bu centilmen Türkiye’den yeni geldi aramıza katıldı”diyordu.

İNANIN benimle kafa buluyorlar sanıyordum
YİNE İNANIN Adamların kültürü buydu ve samimiydiler.

Devlet dairesine vize uzatmaya ya da bir sorun halletmeye gittiğimde memurlar “Sorununuzu bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.” diyorlardı.

İnanamıyor, bana mı dediler acaba diye sağa sola bakıyordum.

Yine içimde aynı duygu beliriyordu: “Yok yok, ben yeni geldiğim ve fazla dil bilmediğim için bunlar kafa buluyor benimle”

Asla inanamıyordum devlet memurundan, belediye şoföründen, polisinden, patronuna kadar böyle davranışlarla karşılaştığıma…

Daha sonra dil konusunu halledip, eğitimim üzerine profesyonel bir iş bulup, işte de deneyim kazandıkça statü elde etmeye başladım.

Ama içimdeki korku geçmiyordu. Ya bir gün içlerinden birisi “Yeter ama sen de kimsin, daha dün geldin boktan bir ülkeden; şimdi bize ağalık taslama” derse ne yapacaktım?

Romanyalı işçi geliyordu hep aklıma…

Ancak asla böyle birşeyle karşılaşmadım, herkes işini yapıyor, farklı kimliğiyle,insanı değeri ve çeşitliliğiyle saygı görüyordu..

Ortadoğulular’ı tanımaya başladım.

Benden yıllar önce gelip orada yaşayanları…

Bir ara Lübnanlılar’ın mahallesine taşındım. Sidney’de Lakemba denilen bir mahalle. Küçük Ortadoğu olarak bilinen bir yer.

Mahalledeki Lübnanlılar’ın çoğu Lübnan iç savaşından kaçıp gelmişti. Ancak mahallede sürekli olay oluyor, polis basıyordu. Avustralya gazetelerinde o dönem birkaç ayda bir 5-10 Lübnanlı tarafından kaçırılıp tecavüz edilen 17-18 yaş cıvarlarında kızların haberleri yer alıyordu.

Sadece tecavüz olaylarıyla değil, gasp, soygun ve öteki suçlarla da Lübnanlılar anılıyordu.
İnanamıyordum olanlara. Lübnanlılar’a sorduğumda gülerek Avustralyalılar’ı gösterip “ Bunlar kafir” diyorlardı.

Maria adında bir kız çalışıyordu yanımızda. Birgün işten acilen çıkma kararı aldı. 2 hafta önceden bildirmesi gerektiğini, yerine adam bulmak zorunda olduğumuzu söyledim.
Bana “Erkek arkadaşımdan ayrıldım” dedi.

“Ne olmuş..” dedim.

“Erkek arkadaşım Lübnanlı. Acil kenti terk edeceğim. Bulurlarsa ya öldürürler, ya toplu tecavüz ederler.” dedi.

Lübnanlılar’ın bu tip olaylarını görünce çıldırma noktasına gelmiştim. Her türlü pislikleri için yaptıkları açıklama hep aynıydı : “Bunlar kafir”

Düşünün…

Kendi iç savaşınızdan kaçıp dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisine kaçıyorsunuz. Bu ülke size bakıyor, işsizlik parası veriyor, bedava ev veriyor yaşamanız için. Bütün sosyal haklarını ve konforlarını size acıyor.

Siz “Bunlar Kafir” diyerek hem kızlarına tecavüz ediyor, hem mallarını gasp ediyor hem de sosyal sistemlerini sömürüyorsunuz.

En son sahillerdeki bikinili kızlara saldırmaya başladılar. Sebep yine aynıydı :”
Siz kafirsiniz”

Avustralya halkı artık dayanamamıştı ve hem Lübnanlılar’ın bu davranışlarına hem de kurdukları mafya organizasyonlarına karşı büyük bir ayaklanma başladı.
Lanet olsun böyle adamlara diyerek mahalleden kaçtım.



İŞİD’a katılan gruplar arasında Avustralya’dan gelip katılanlar dikkat çekiyordu. Kimse böyle bir katılımı beklemiyordu. BBC’de geçen çıkan bir habere göre, Avustralya’dan gelip İŞİD’a katılanların büyük çoğunluğunu Lübnanlılar oluşturuyordu.

Beni hiç şaşırtmamıştı. Yaşadıkları medeni ülkelerde kavgayla, gürültüyle, avaz avaz bağırmayla hiçbir iş halledilemeyeceğinin çaresizliğini yaşıyordu Ortadoğulular…

Bütün kıvranmalarının temelinde bu vardı.

İŞİD’a katılmak bir çeşit özlemini duydukları kavganın, gürültünün ve birbirine acı vererek mutlu olmanın gerçekleştirilme yoluydu..
Bir çeşit Ortadoğulu için mutluluk iksiriydi, çok geç kalmış bir rüyaydı…

Hava atamayacağınız, gösteriş yapamayacağınız, bağırarak, kavga ederek hüküm kuramayacağınız yaşam bir çeşit cehennemdi…

Kaliteli sıradan bir insan olmak büyük bir hayat yüküydü…

Yıllarca dillere dolanan ” göçmenlerin entegrasyonu” problemi yıllarca yüzlere takılan bir maskeydi…

Gittikleri yerleri, geldikleri yerlere çevirememenin acısı vardır Ortadogulular’ın yüzlerinde…



Lübnanlılar kadar olmasa da Türk mahallelerinde duyduğum, gördüğüm hikayeler çok benzerdi.
Yalandan aldıkları sahte sağlık raporları ile işsizlik fonlarını, sigorta şirketlerini dolandırmak çok revaçtaydı.

Birçok Türk kendisini ya hasta, ya işsiz göstererek, gizliden çalışarak devletten para yürütüyordu.
Kahkalarla birbirlerine üç kağıtçılıklarını anlatıyorlar, Türk kahvelerinde birbirlerine nasıl devlet soyulacağı konusunda akıl veriyorlardı.

Sosyal kurumların önünde sahte kağıtlarla devleti dolandıran Türkler’e bakıyordum..İçlerinde en Şeriatçısından, en Komünistine..Alevi’sinden Sünni’işine, Türk’ünden Kürt’üne hepsi vardı.
İdeolojileri ve kimlikleri ne kadar farklı olursa olsun davranış kültürleri ve düşünme biçimleri hep aynıydı.

Aynı işi yapıp aynı parayı alan yerlilere, Türkler’in yaptığı gibi yapmasını ve devleti dolandırıp ekstra para almasını söylediğimde çoğunun tepkisi aynıydı:

“Sistemime zarar veremem, çünkü ülkemi seviyorum.”

Ortadoğulular’a bu adamlardan aldığım cevabı söylediğimde, söyledikleri hep aynıydı.

Büyük bir alaycı kahkahanın ardından:

“Bunlar aptal”

Devletini soymayan yerli halkları aptal gözüyle görüyorlardı

Ortadoğulular’ın anlattığım bu özeliğinin yanında başka bir özellikleri de Güç gösterisi. Yani hava atmak.

Ülkemizde bilirsiniz. Cebine 3 kuruş giren adamın ilk yaptığı şey hemen hava atmaktır. Ya bir lüks araba, ya bir telefon, onu da bulamazsa hava atacak muahhak birşey bulmaktır.

Var olmanın dayanılmaz hafifliği hava atmaktır.

Güçlü görünmektir.

Kibir ve dokunumazlık duvarları örmektir.

Yükseklerde görünmektir.

Sokakta tesadüfen tanıştığım ve davranışlarından giyimlerinden çıkartmadığım insanların vali, belediye başkanı, milletvekili çıkmasına çok şaşırıyordum.Hemen gözlerimin önüne Ortadoğu geliyordu.
Tabi Ortadoğu’da vali, belediye başkanı, milletvekili olmak…

Türkiye’de yanına bile yaklaştırılmadığımız adamlar, burada yolda yürüyen, ekmek alan, gazete alan, ayaküstü tanıdıklarıyla konuşan, benimle tanıştırılınca memnun olduklarını söyleyen insanlardı…
Anlatacağım bir milyon örnek var bu anlattıklarıma paralel..
Twitter’da anlatıyorum da yeri geldiğinde…

Asıl konuya döneyim tekrar…
Ortadoğulular’ı yurtdışında tanıdım. Nasıl yalancı, ahlaksız, kendilerinden başka hiçkimseye saygısı olmayan, tek dertlerinin üstünlük, güç ve ego olduğunu başka ülkelerde gördüm.

Türkler, Iraklılar İranlılar, Afganlılar Pakistanlılar, Lübnanlılar…
Aklınıza gelen Ortadoğu’nun bütün halkları…

Aynı kalıptan çıkmış gibi sahtekarlıkta,dolandırıcılıkta, riyakarlıkta muazzam hünerlerini göstermekte yarışıyorlardı.

Birçoğunun bütün derdi devleti, sosyal kurumları kısaca önüne geleni soymaktı.

Bir de, din adına bu soygunları yaptıklarına inanıyorlardı.

Oturma haklarını almak için her türlü yalanı, palavrayı ve üç kağıdı çevirdikleri devletleri rahatladıkları ilk an soymaya başlıyorlardı.

Nicin boyle yaptıklarının cevabını vermeden önce atacakları alaycı kahkaha hep hazırdı:

“ Bunlar Kafir”

Bir ara ticaret yapmıştım. Hem Ortadoğulular’a hem Batılılar’a mal satıyordum.

İş üzerinde ahlaklarını görme fırsatım olmuştu ve çok büyük bir deneyimdi benim için.

Bir Batılı’ya mal satınca söylediği şey “ Ayın şu günü benim ödeme günümdür. İsterseniz parayı hesabınıza gönderelim, isterseniz çekinizi o gün gelin alın.”

Ortadoğulu’ya mal satınca cevap hep aynıydı : Mal satılınca parayı alırsın,”
Mal satılınca da para verilmez, bahaneler uydurulur ve hep başka günlere ertelenirdi.

İsyan ederdim.

Sabah akşam din diyanet satan, ahlak dersi veren adamların bütün işlerini üç kağıtçılıkla, dolandırıcılıkla, riyakarlıkla yapmalarına isyan ederdim.

Durmadan Ateistler’le dalga geçip, Batılılar’a sonsuz nefret kusan adamların nefret ettikleri, dalga geçtikleri adamların binde biri kadar ahlaka ve dürüstlüğe sahip olmamaları isyan ettirirdi beni…

Kanadalı bir arkadaşım vardı. Amerika’ya et ihraç ediyordu. Bir gün sohbet ediyorduk. Yeni parti canlı hayvanları ihraç etmişti.

“Ödemeyi neyin üzerinden yapıyorlar? Hayvan başına mı yoksa kilo başına mı ödeme yapıyorlar?” diye sordum.
“Kilo başına.” dedi.
“Kaç kilo sattin?” dedim.
“Bilmiyorum” dedi.
Şaşırdım.

“Nasıl öğreneceksin?” dedim.

” Hayvanlar Amerika’ya ulaştığında, Amerikalı alıcı hepsini teker teker tartıp bana bildiriyor.” dedi.

Şok olmuştum. Adam Amerikalı et ithal eden firmadan öğrenecekti ne kadar kilo hayvan sattığını…

Dürüstlüklerinden endişe etmiyordu…

Allah aşkına …
Ortadogu’da hiç böyle bir ornekle karşılasanınız var mı?

Hemen bin sene öncesinden peri masalına dönmüş orneleri vermeyin.

Ortadoğu ülkelerinden sadece birisinde böyle bir örnek yaşanıyor mu?

Dürüstçe cevap vermeyin ama dürüstçe bir düşünün lütfen…

Türkiye’de iken Atatürk karşıtı idim.
“ Muasır medeniyetler seviyesine çıkmalıyız.” sözü ile dalga geçerdim.

Ancak yurtdışına çıkıp, özellikle medeni ülkelerdeki halkları ve oradaki her türlü imkana ve rahata rağmen kendi ülkelerindeki soygun, vurgun düzenini kuran Ortadoğulular’ı görünce Atatürk’ün değerini anladım.

Türkiye’deki arkadaşlarıma Atatürk’ün değerini anlattığım zaman benden duyduklarına inanamıyorlardı ve nasıl oldu da Atatürkçü oldun diyorlardı.

“Atatürkçü değilim, Atatürk’ü anladım. Daha da önemlisi sizlerin ne mal olduğunuzu anladım.” diyordum.

Sabahtan akşama kadar birbirine ahlak dersi veren Ortadoğu ülkelerine ve halklarına bakın.

Tek uzman oldukları şey içlerine tesadüfen doğdukları yerel, etnik ve dini değerleri mutlak üstünlük ve yücelik olarak görüp, o kimliklerden ve inançlardan gelmeyenlere yeryüzünü zindan etmek.

Dillerinden düşürmedikleri “Hepimiz Kardeşiz” sözü en büyük yalanları.

Bu sözü söyledikten sonra arkanızı dönünce gizliden fısıldadıkları bir söz daha var:
“Hepimiz kardeşiz ama abi benim. Ben ne dersem o olur.”

Bütün hikayeleri bu cümlede özetlenmiştir.

Tüm amentüleri devlet soymak, devlet soyulmazsa birbirini soymak.

Ve gittikleri yerleri geldikleri yerlere benzetmek …

Farklı inançtan, mezhepten, kimlikten gelenlere “kendi yüce ve üstün” değerlerini dayatmak.

Batılı bir Sosyolog arkadaşıma Batı – Doğu kıyaslaması yaparken her Ortadoğulu’nun aspirin gibi her soruna tedavi olarak soylediği sözü söyledim:

“Siz bizi sömürdüğünüz için biz bu haldeyiz.”

“Hayır” dedi.

“ Biz sizi sömürdüğümüz için bu halde değilsiniz. Aksine siz bu halde olduğunuz için sömürülüyorsunuz.”

Doğu toplumunu Batı’da tanıdım.

Türkiye’deyken “Kahrolsun Batı, Kahrolsun Doğu sömürüsü” der dururdum.

Ancak yaşadıkça şunu gördüm ki, Doğu’nun büyük bir “Doğulu” sorunu var.

(Alıntıdır)

resmen yıllardır anlatmaya çalıştığım şeyi dehşet bir şekilde aktarmış adam.. budur yani, tek ekleme yapmaya gerek yok..
 
...... Konunuz nedense içimi acitti yazıp yazıp sildim incinirsiniz belki diye düşündüm.yazmak istemedim.sadece şunu söylemek isterim tatil amaçlı yada eğitim amaçlı gidin tecrübe edinin ama gitmeyin.tamamen bırakıp gitmeyin.hakkinizda hayırlısı neyse o olsun.
 
(Alıntıdır)

Ortadoğululardan niçin nefret ediyorum?

Bu başlık için çok düşündüm. Çoğu insanı kızdıracak bir başlık. Ama olsun. Yalan yazmıyorum.

Dürüstüm…
Herkesten önce kendime…

Bir yaz sıcağında bütünleme sınavlarına hazırlanıyordum. Yanımızdaki daire boyanıyordu. İçindeki işçiler durmadan gülüyorlar, alaycı bir şekilde bağırıyorlardı. Gürültüleri yüzünden ders çalışamıyordum. Yanlarına gittim. Ortalarında bir kişi çaresiz bir şekilde bana bakıyordu. Ötekilerin hepsi ona alaycı bir şekilde gülüyordu.

“Ne oluyor burada? İki saattir gürültünüzden ders çalışamıyorum.” dedim. Alaycı bir şekilde o adamı gösterdiler. Durumu anlamadığımı gösterir şekilde kafa salladım.
“Romanyalı” dediler.
“Ne olmuş?” dedim.
Güldüler, “Yabancı”dediler.

Ertesi günde aynı adamla yine dalga geçiyorlardı. Yanlarına gittim, bu sefer kızgındım.
“Adamla derdiniz nedir? Birşeyi yanlış mı yapıyor?” dedim.

“ Yooo, Romanyalı, yabancı” deyip gülmeye devam ettiler.

Kızdım ve biraz sert sesle. “Adam adam gibi çalışıyor, niye durmadan kafa buluyorsunuz?”dedim.
Ustabaşlarına “Bu adam kim? Yanlış birşey mi yapıyor?” dedim.

Ustabaşı “Romanya dağılınca buraya gelmiş çalışmaya. Biz de iş verdik, acıdık” dedi.

Acıyıp iş verdikleri adam zaten ucuz olan inşaat sektöründe sıradan bir işçinin aldığının dörte birini alıyordu. Üstüne üstlük bir de durmadan dalga geçiliyordu.

İş bitince öteki işçiler eve gidiyor, o biraz daha fazla tek başına çalışıyordu. Bir akşam yanına gittim.

Harika bir resim çizmişti duvara…

3-5 kelime İngilizcem ile harika resim çizdiğini söyleyip, nerede öğrendiğini sordum.

Romanya’da bir Üniversitede resim hocasıymış.

O yıllar Sovyetler Birliği’nden birçok kadın Türkiye’ye çalışmaya ya da ticaret yamaya geliyordu. Hepiniz hatırlarsınız o kadınlara birer hayat kadını muamelesi yapılıyordu. Her birisi potansiyel orospuydu bizim insanların gözlerinde ve durmadan “Nataşa” diye alay ediliyorlardı.

Ülkeye gelen birçok Batılı turisti gördüm, tanıdım ama onlar sadece turistti. Çalışmıyorlar, geziyorlar ve gidiyorlardı. Bir çeşit dokunulmazlıkları vardı.

Ancak Romanyalılar, Ruslar ya bizimle çalışıyor ya bize çalışıyorlardı. Yollarımız değil, yaşamlarımız kesişiyordu.
Okul bittikten 2 sene sonra yurtdışına gittim. Yabancılarla çalışmaya başladım. İçimde hep bir korku vardı…

Kendi ülkeme çalışmaya gelen insanlara bizimkilerin yaptığı davranışlar bana da yapılacak mı?

Gözlerimin önüne hep, çaresiz bakışlarla bana bakan Üniversite’de resim hocası o Romanyalı adam geliyordu.

Yabancı olmak böyle birşey miydi?

Sıra bende miydi?

Yurtdışına gittiğim gün ilk elden beynimde dolanan sorular bunlardı…

İlk bir Türk’ün yanında çalışmaya başladım. Hemşerimdi, neredeyse tuvalette bile namaz kılacak kadar ibadete düşkündü. Bana “İngilizce ve iş bilmiyorsun. Bunları öğrenene kadar takıl burada. Öğrenince ücretini konuşuruz” dedi.

10 saate yakın çalışıyordum. Toplam 10 dolar veriyordu. 1 paket sigara parasıydı. O dönem saat ücreti o ülkede 10 dolar idi. 1 aydan fazla zaman geçmişti. Her işi yapar olmuştum. Ücreti konuşmak istediğim zaman sürekli hazır olmadığımı söylüyordu. Çaresiz kalmaya başlamıştım.

Birgün bir Türk arkadaşa rastladım.

“Nerede çalışıyorsun” dedi.

Söyledim. “Adam hemşerim dedim.

“Bırak hemşeriyi.Hemen oradan çık, el altından bir iş bul ve sakın kalma. O adam ilk gelen Türkler’i alır, para vermez, aylarca kullanıp atar. Turkler’i boş ver. Yabancıların yanında çalışmaya çabala. Türkler asla hakkını vermez. Oyalarlar seni. ” dedi.

Bir Batılı’nın yanında iş buldum. Ne verirse almaya razıyken ummadığım şekilde saatime 12 dolar verdi.

İngilizcem yoktu. Yeni öğreniyordum. Adamlar bunu bana karşı asla kullanmadılar. Her defasında bir bebekle konuşur gibi yavaş yavaş iş bilgilerini aktarıyorlar, sabırla beni dinliyorlardı.

Ortadoğu ile Batı’nın iki ayrı dünya olduğu konusunda ilk ışıklar o zaman içimde yanıp sönmeye başladı.

Patronum, yerleri silmemi isterken bile büyük bir kibarlıkla bana “Sir” diye hitap ediyor, arkadaşları ve ailesi ile tanıştırırken “ Bu centilmen Türkiye’den yeni geldi aramıza katıldı”diyordu.

İNANIN benimle kafa buluyorlar sanıyordum
YİNE İNANIN Adamların kültürü buydu ve samimiydiler.

Devlet dairesine vize uzatmaya ya da bir sorun halletmeye gittiğimde memurlar “Sorununuzu bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.” diyorlardı.

İnanamıyor, bana mı dediler acaba diye sağa sola bakıyordum.

Yine içimde aynı duygu beliriyordu: “Yok yok, ben yeni geldiğim ve fazla dil bilmediğim için bunlar kafa buluyor benimle”

Asla inanamıyordum devlet memurundan, belediye şoföründen, polisinden, patronuna kadar böyle davranışlarla karşılaştığıma…

Daha sonra dil konusunu halledip, eğitimim üzerine profesyonel bir iş bulup, işte de deneyim kazandıkça statü elde etmeye başladım.

Ama içimdeki korku geçmiyordu. Ya bir gün içlerinden birisi “Yeter ama sen de kimsin, daha dün geldin boktan bir ülkeden; şimdi bize ağalık taslama” derse ne yapacaktım?

Romanyalı işçi geliyordu hep aklıma…

Ancak asla böyle birşeyle karşılaşmadım, herkes işini yapıyor, farklı kimliğiyle,insanı değeri ve çeşitliliğiyle saygı görüyordu..

Ortadoğulular’ı tanımaya başladım.

Benden yıllar önce gelip orada yaşayanları…

Bir ara Lübnanlılar’ın mahallesine taşındım. Sidney’de Lakemba denilen bir mahalle. Küçük Ortadoğu olarak bilinen bir yer.

Mahalledeki Lübnanlılar’ın çoğu Lübnan iç savaşından kaçıp gelmişti. Ancak mahallede sürekli olay oluyor, polis basıyordu. Avustralya gazetelerinde o dönem birkaç ayda bir 5-10 Lübnanlı tarafından kaçırılıp tecavüz edilen 17-18 yaş cıvarlarında kızların haberleri yer alıyordu.

Sadece tecavüz olaylarıyla değil, gasp, soygun ve öteki suçlarla da Lübnanlılar anılıyordu.
İnanamıyordum olanlara. Lübnanlılar’a sorduğumda gülerek Avustralyalılar’ı gösterip “ Bunlar kafir” diyorlardı.

Maria adında bir kız çalışıyordu yanımızda. Birgün işten acilen çıkma kararı aldı. 2 hafta önceden bildirmesi gerektiğini, yerine adam bulmak zorunda olduğumuzu söyledim.
Bana “Erkek arkadaşımdan ayrıldım” dedi.

“Ne olmuş..” dedim.

“Erkek arkadaşım Lübnanlı. Acil kenti terk edeceğim. Bulurlarsa ya öldürürler, ya toplu tecavüz ederler.” dedi.

Lübnanlılar’ın bu tip olaylarını görünce çıldırma noktasına gelmiştim. Her türlü pislikleri için yaptıkları açıklama hep aynıydı : “Bunlar kafir”

Düşünün…

Kendi iç savaşınızdan kaçıp dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisine kaçıyorsunuz. Bu ülke size bakıyor, işsizlik parası veriyor, bedava ev veriyor yaşamanız için. Bütün sosyal haklarını ve konforlarını size acıyor.

Siz “Bunlar Kafir” diyerek hem kızlarına tecavüz ediyor, hem mallarını gasp ediyor hem de sosyal sistemlerini sömürüyorsunuz.

En son sahillerdeki bikinili kızlara saldırmaya başladılar. Sebep yine aynıydı :”
Siz kafirsiniz”

Avustralya halkı artık dayanamamıştı ve hem Lübnanlılar’ın bu davranışlarına hem de kurdukları mafya organizasyonlarına karşı büyük bir ayaklanma başladı.
Lanet olsun böyle adamlara diyerek mahalleden kaçtım.



İŞİD’a katılan gruplar arasında Avustralya’dan gelip katılanlar dikkat çekiyordu. Kimse böyle bir katılımı beklemiyordu. BBC’de geçen çıkan bir habere göre, Avustralya’dan gelip İŞİD’a katılanların büyük çoğunluğunu Lübnanlılar oluşturuyordu.

Beni hiç şaşırtmamıştı. Yaşadıkları medeni ülkelerde kavgayla, gürültüyle, avaz avaz bağırmayla hiçbir iş halledilemeyeceğinin çaresizliğini yaşıyordu Ortadoğulular…

Bütün kıvranmalarının temelinde bu vardı.

İŞİD’a katılmak bir çeşit özlemini duydukları kavganın, gürültünün ve birbirine acı vererek mutlu olmanın gerçekleştirilme yoluydu..
Bir çeşit Ortadoğulu için mutluluk iksiriydi, çok geç kalmış bir rüyaydı…

Hava atamayacağınız, gösteriş yapamayacağınız, bağırarak, kavga ederek hüküm kuramayacağınız yaşam bir çeşit cehennemdi…

Kaliteli sıradan bir insan olmak büyük bir hayat yüküydü…

Yıllarca dillere dolanan ” göçmenlerin entegrasyonu” problemi yıllarca yüzlere takılan bir maskeydi…

Gittikleri yerleri, geldikleri yerlere çevirememenin acısı vardır Ortadogulular’ın yüzlerinde…



Lübnanlılar kadar olmasa da Türk mahallelerinde duyduğum, gördüğüm hikayeler çok benzerdi.
Yalandan aldıkları sahte sağlık raporları ile işsizlik fonlarını, sigorta şirketlerini dolandırmak çok revaçtaydı.

Birçok Türk kendisini ya hasta, ya işsiz göstererek, gizliden çalışarak devletten para yürütüyordu.
Kahkalarla birbirlerine üç kağıtçılıklarını anlatıyorlar, Türk kahvelerinde birbirlerine nasıl devlet soyulacağı konusunda akıl veriyorlardı.

Sosyal kurumların önünde sahte kağıtlarla devleti dolandıran Türkler’e bakıyordum..İçlerinde en Şeriatçısından, en Komünistine..Alevi’sinden Sünni’işine, Türk’ünden Kürt’üne hepsi vardı.
İdeolojileri ve kimlikleri ne kadar farklı olursa olsun davranış kültürleri ve düşünme biçimleri hep aynıydı.

Aynı işi yapıp aynı parayı alan yerlilere, Türkler’in yaptığı gibi yapmasını ve devleti dolandırıp ekstra para almasını söylediğimde çoğunun tepkisi aynıydı:

“Sistemime zarar veremem, çünkü ülkemi seviyorum.”

Ortadoğulular’a bu adamlardan aldığım cevabı söylediğimde, söyledikleri hep aynıydı.

Büyük bir alaycı kahkahanın ardından:

“Bunlar aptal”

Devletini soymayan yerli halkları aptal gözüyle görüyorlardı

Ortadoğulular’ın anlattığım bu özeliğinin yanında başka bir özellikleri de Güç gösterisi. Yani hava atmak.

Ülkemizde bilirsiniz. Cebine 3 kuruş giren adamın ilk yaptığı şey hemen hava atmaktır. Ya bir lüks araba, ya bir telefon, onu da bulamazsa hava atacak muahhak birşey bulmaktır.

Var olmanın dayanılmaz hafifliği hava atmaktır.

Güçlü görünmektir.

Kibir ve dokunumazlık duvarları örmektir.

Yükseklerde görünmektir.

Sokakta tesadüfen tanıştığım ve davranışlarından giyimlerinden çıkartmadığım insanların vali, belediye başkanı, milletvekili çıkmasına çok şaşırıyordum.Hemen gözlerimin önüne Ortadoğu geliyordu.
Tabi Ortadoğu’da vali, belediye başkanı, milletvekili olmak…

Türkiye’de yanına bile yaklaştırılmadığımız adamlar, burada yolda yürüyen, ekmek alan, gazete alan, ayaküstü tanıdıklarıyla konuşan, benimle tanıştırılınca memnun olduklarını söyleyen insanlardı…
Anlatacağım bir milyon örnek var bu anlattıklarıma paralel..
Twitter’da anlatıyorum da yeri geldiğinde…

Asıl konuya döneyim tekrar…
Ortadoğulular’ı yurtdışında tanıdım. Nasıl yalancı, ahlaksız, kendilerinden başka hiçkimseye saygısı olmayan, tek dertlerinin üstünlük, güç ve ego olduğunu başka ülkelerde gördüm.

Türkler, Iraklılar İranlılar, Afganlılar Pakistanlılar, Lübnanlılar…
Aklınıza gelen Ortadoğu’nun bütün halkları…

Aynı kalıptan çıkmış gibi sahtekarlıkta,dolandırıcılıkta, riyakarlıkta muazzam hünerlerini göstermekte yarışıyorlardı.

Birçoğunun bütün derdi devleti, sosyal kurumları kısaca önüne geleni soymaktı.

Bir de, din adına bu soygunları yaptıklarına inanıyorlardı.

Oturma haklarını almak için her türlü yalanı, palavrayı ve üç kağıdı çevirdikleri devletleri rahatladıkları ilk an soymaya başlıyorlardı.

Nicin boyle yaptıklarının cevabını vermeden önce atacakları alaycı kahkaha hep hazırdı:

“ Bunlar Kafir”

Bir ara ticaret yapmıştım. Hem Ortadoğulular’a hem Batılılar’a mal satıyordum.

İş üzerinde ahlaklarını görme fırsatım olmuştu ve çok büyük bir deneyimdi benim için.

Bir Batılı’ya mal satınca söylediği şey “ Ayın şu günü benim ödeme günümdür. İsterseniz parayı hesabınıza gönderelim, isterseniz çekinizi o gün gelin alın.”

Ortadoğulu’ya mal satınca cevap hep aynıydı : Mal satılınca parayı alırsın,”
Mal satılınca da para verilmez, bahaneler uydurulur ve hep başka günlere ertelenirdi.

İsyan ederdim.

Sabah akşam din diyanet satan, ahlak dersi veren adamların bütün işlerini üç kağıtçılıkla, dolandırıcılıkla, riyakarlıkla yapmalarına isyan ederdim.

Durmadan Ateistler’le dalga geçip, Batılılar’a sonsuz nefret kusan adamların nefret ettikleri, dalga geçtikleri adamların binde biri kadar ahlaka ve dürüstlüğe sahip olmamaları isyan ettirirdi beni…

Kanadalı bir arkadaşım vardı. Amerika’ya et ihraç ediyordu. Bir gün sohbet ediyorduk. Yeni parti canlı hayvanları ihraç etmişti.

“Ödemeyi neyin üzerinden yapıyorlar? Hayvan başına mı yoksa kilo başına mı ödeme yapıyorlar?” diye sordum.
“Kilo başına.” dedi.
“Kaç kilo sattin?” dedim.
“Bilmiyorum” dedi.
Şaşırdım.

“Nasıl öğreneceksin?” dedim.

” Hayvanlar Amerika’ya ulaştığında, Amerikalı alıcı hepsini teker teker tartıp bana bildiriyor.” dedi.

Şok olmuştum. Adam Amerikalı et ithal eden firmadan öğrenecekti ne kadar kilo hayvan sattığını…

Dürüstlüklerinden endişe etmiyordu…

Allah aşkına …
Ortadogu’da hiç böyle bir ornekle karşılasanınız var mı?

Hemen bin sene öncesinden peri masalına dönmüş orneleri vermeyin.

Ortadoğu ülkelerinden sadece birisinde böyle bir örnek yaşanıyor mu?

Dürüstçe cevap vermeyin ama dürüstçe bir düşünün lütfen…

Türkiye’de iken Atatürk karşıtı idim.
“ Muasır medeniyetler seviyesine çıkmalıyız.” sözü ile dalga geçerdim.

Ancak yurtdışına çıkıp, özellikle medeni ülkelerdeki halkları ve oradaki her türlü imkana ve rahata rağmen kendi ülkelerindeki soygun, vurgun düzenini kuran Ortadoğulular’ı görünce Atatürk’ün değerini anladım.

Türkiye’deki arkadaşlarıma Atatürk’ün değerini anlattığım zaman benden duyduklarına inanamıyorlardı ve nasıl oldu da Atatürkçü oldun diyorlardı.

“Atatürkçü değilim, Atatürk’ü anladım. Daha da önemlisi sizlerin ne mal olduğunuzu anladım.” diyordum.

Sabahtan akşama kadar birbirine ahlak dersi veren Ortadoğu ülkelerine ve halklarına bakın.

Tek uzman oldukları şey içlerine tesadüfen doğdukları yerel, etnik ve dini değerleri mutlak üstünlük ve yücelik olarak görüp, o kimliklerden ve inançlardan gelmeyenlere yeryüzünü zindan etmek.

Dillerinden düşürmedikleri “Hepimiz Kardeşiz” sözü en büyük yalanları.

Bu sözü söyledikten sonra arkanızı dönünce gizliden fısıldadıkları bir söz daha var:
“Hepimiz kardeşiz ama abi benim. Ben ne dersem o olur.”

Bütün hikayeleri bu cümlede özetlenmiştir.

Tüm amentüleri devlet soymak, devlet soyulmazsa birbirini soymak.

Ve gittikleri yerleri geldikleri yerlere benzetmek …

Farklı inançtan, mezhepten, kimlikten gelenlere “kendi yüce ve üstün” değerlerini dayatmak.

Batılı bir Sosyolog arkadaşıma Batı – Doğu kıyaslaması yaparken her Ortadoğulu’nun aspirin gibi her soruna tedavi olarak soylediği sözü söyledim:

“Siz bizi sömürdüğünüz için biz bu haldeyiz.”

“Hayır” dedi.

“ Biz sizi sömürdüğümüz için bu halde değilsiniz. Aksine siz bu halde olduğunuz için sömürülüyorsunuz.”

Doğu toplumunu Batı’da tanıdım.

Türkiye’deyken “Kahrolsun Batı, Kahrolsun Doğu sömürüsü” der dururdum.

Ancak yaşadıkça şunu gördüm ki, Doğu’nun büyük bir “Doğulu” sorunu var.

(Alıntıdır)
Bayıldım tek kelimeyle hissettiklerini özetlemiş
 
Siyasi kısma hiç girmeyeyim sadece bak Ccelik, bir ticari girişim örneği vereyim buraya, uzun uzun açıklamayayım:
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/izmirli-girisimcinin-hazin-oykusu-40677164

Bu sürekli yaşanan ve haberimizin olmadığı şeylerden sadece bir tanesinden haberimiz olduğu an...
Her gün, kim bilir kaç girişimcilik bitiriliyor.
Turizme girme oradan çıkamayız, göbeğinde yaşıyorum nelere şahidim anlat anlat bitiremem. :)

O personeller bugün oralara bu şekilde birilerinin torpiline gebe yerleştirilince, yarın için oynatmaya hazır piyonlar oluyorlar. Bir kısır döngü piyonları... Torpil her dönem vardı da, bu kadar aleni göstere göstere yüz kızarmadan yapılmazdı Ccelik. Bugün torpile şaşırdığımız değil, "Torpil şart" dediğimiz yerdeyiz fark var.Yine de ümitliyim senin gibi ortak noktamız o, hayalperestim, ancak "Vatanseverlik" tanımına eleştiri getirdim. Yani her giden vatanı sevmediğinden gitmiyor, kaçtı demek haksızlık olur, yolu kalmıyor adamın; zekası, emeği, farkı, yeteneği, kaç farklı örs üzerinde dövülüyor.
http://m.haberturk.com/yerel-haberler/59672611-pembe-boks-eldiveni-ile-basari-hikayesini-anlatti
Böylede girişimci olunuyor. Hep kötüyü örnek almak niye? Haklısın ekmeğine taş koyulan da çok oldu. Ama bir kere başarız oldu diye vazgeçen insan istediği yere gitsin, muhakkak yine pes edecek.

Yönetim değişir, daha iyisi gelir, daha kötüsü gelir. Hepsi senin sözcün olacağım diye gelir. Olur yada olamaz. Ama gelecek olanı sen seçersin. Sen burada olmazsan düzen nasıl değişsin? Kal madem, uğraş, memnun değilsen değiştir düzeni. Yine vatanın için bir şey yapmış ol.

Gangsta seninle konuşmak güzel. Daha konuşacağımız çok şey olur zevkle. Ama kızım tam bir ilgi sömürücü şuan. Hiç es vermiyor. İnşallah yorumlarına konu kapanmadan yetişirim :)
 
http://m.haberturk.com/yerel-haberler/59672611-pembe-boks-eldiveni-ile-basari-hikayesini-anlatti
Böylede girişimci olunuyor. Hep kötüyü örnek almak niye? Haklısın ekmeğine taş koyulan da çok oldu. Ama bir kere başarız oldu diye vazgeçen insan istediği yere gitsin, muhakkak yine pes edecek.

Yönetim değişir, daha iyisi gelir, daha kötüsü gelir. Hepsi senin sözcün olacağım diye gelir. Olur yada olamaz. Ama gelecek olanı sen seçersin. Sen burada olmazsan düzen nasıl değişsin? Kal madem, uğraş, memnun değilsen değiştir düzeni. Yine vatanın için bir şey yapmış ol.

Gangsta seninle konuşmak güzel. Daha konuşacağımız çok şey olur zevkle. Ama kızım tam bir ilgi sömürücü şuan. Hiç es vermiyor. İnşallah yorumlarına konu kapanmadan yetişirim :)

Ne hep iyi görürüm ne hep kötü, ne değişir-değişmez az buçuk onu da tahmin güç değil ya da ne kadar zaman alacağı... İyi örnekler yeni yeni geliyor ona da sosyal medyanın gücü adına diyelim. Yine bir sansür/yasak denemesi şey olmazsa diyor hop çıkıyorum o konudan. Konuşalım senle de konuşmak güzeldi, çok dalmamaya özenliyim siyaset vb. sadece. :)

Ben buradayım zaten bir yere gitmem. Ama gidene de niye gittin demem, "Vatanını az seviyorsun vatansever değilsin" diyemem sadece bu.
 
evet.. benim eşim master öğrencisi iken gidip devlette iş buldu ve girdi.. Amerikalılar da başvurdu ama onlar cv'sine ve okuduğu okula bakıp eşimi aldılar.. "kendi vatandaşı dururken" bir torpil şeklidir, şu bile içinde bulunduğunuz yeri yansıtıyor aslında.. bir de korkunç bir önyargıyı tabi ki..
Aynı düzeyde kendi vatandaşlarından biride başvursa yine eşinizi mi alırlardı merak ediyorum. Fransa benim görmek istediğim ülkeler arasında ilk sıradaydı. Artık değil. Çünkü onların gözünde teröristten halliceyim. Devlet kurumlarında çalışmam yasak. Çünkü tesettürlüyüm. Koca devlet benim kim olduğumu, ne nitelikte olduğumu bilmeden bana önyargıyla yaklaşmış, e bi zahmet benimde bazı düşüncelerim olsun.
 
Aynı düzeyde kendi vatandaşlarından biride başvursa yine eşinizi mi alırlardı merak ediyorum. Fransa benim görmek istediğim ülkeler arasında ilk sıradaydı. Artık değil. Çünkü onların gözünde teröristten halliceyim. Devlet kurumlarında çalışmam yasak. Çünkü tesettürlüyüm. Koca devlet benim kim olduğumu, ne nitelikte olduğumu bilmeden bana önyargıyla yaklaşmış, e bi zahmet benimde bazı düşüncelerim olsun.

evet alıyor, kim işine yararsa onu alıyor buradaki gibi senin adamın, benim adamım yok.. kaldı ki ben işte, patronum Hintli, benim seviyemde Hintliler de başvurdu benim yerim için ama benim azmim ve disiplinim yüzünden benimle çalışmaya devam edeceğini söyledi, Tr ye geldim devam ediyorum düşünün işte.. kaldı ki ben de kapalıyım, en ufak bir ters tepki görmedim ama Türklerden gördüm merak ediyorsanız, laik kapalı demişlerdi bana, beğenmediler beni :) İsveç, Norveç cennet gibi oraları deneyin görmek için :)
 
Bir yakınımın kızı da işini gücünü herseyini ayarlamış yurtdışına gidiyordu. Kardeşi aniden vefat edince kız da annesiyle kalmak istedi. Ne olur kalayim anne demişti.Annesi kalmasini istemedi "hayır gideceksin" dedi. Ben burda ağlarken sen hayallerinden vazgecip benimle ağlamayacaksin dedi .Ve kiz gitti.Daha sonra orada evlendi.Şu an; işinde, gücünde, çocuklu ve mutlu. Annesine" iyi ki "diyor .Umarim senin hakkinda da hayirlisi olur.
 
Back
X