Miladi takvim 1908’i göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin son yılları… Padişahın baskıcı yönetimi, artan fiyatlar, zorlaşan hayat şartları… Ne Osmanlı artık eski Osmanlı’dır; ne İstanbul eski İstanbul… Bir yanda geçmişin kasveti, öte yanda 20. yüzyılın yenilikleri… Siyasi çalkantıların aksine sosyal yaşamın tüm albenisiyle varlığını sürdürdüğü bir dönem…
Direklerarası, macuncusu, bedesteni, Rum meyhaneleri, Fransız şalları, Jön Türkleri, Meşrutiyeti, İttihatçıları, tel dolapları, Yemen’den gelen kahveleri, Arap bacıları, tulumbacıları, bozacıları, levantenleri, lavanta kokulu bohçacıları, Pera’sı, bıçkınları, Kapalıçarşısı, İbişi, Pişekarı, Kavuklusu… Ve bütün bunların ortasında, Paşababa’nın üç kuşak mahdumları…
İstanbul’un semtlerinden Üsküdar’a uzanıyoruz. Bahçeli, üç katlı bir konak… Mahdumları tarafından Paşababa olarak da anılan Halepli Seferi Mehmet Paşa’nın konağı…
Paşababa ‘nın 2 sene önce vefatıyla konakta hayat hızla değişir. Ev halkının lüks yaşam sevdası elde avuçta pek bir şey bırakmamıştır. Aile tam bir borç batağına girmiştir. Paşababanın bir oğlu ve üç kızı vardır. Kız kardeşler Lamia Belkıs ve Fitnat’ın hayatları, Balkan dağlarında çetecilerle savaşan Selim Paşa ‘nın özlemle eve dönmesiyle nasıl bir değişir. Artık konak eski paralı günlerinde olmadığından, çalışanlarda bir bir ayrılmıştır. Bir tek Eleni kalmıştır geriye… O da boğaz tokluğuna çalışır. Bütün aile sever Eleni’yi. Ancak birisi onu, farklı bir şekilde ölesiye sevecek ve büyük bir aşkla bağlanacaktır