Anne kuzusu erkek yetiştirmek 1 (Mutlaka Okuyun)

ZYNPalp

Aktif Üye
Kayıtlı Üye
31 Ekim 2008
463
8
96
Diğer
Evde ekmek kalmamıştır. Biri, bir koşu bakkala/markete gidip almalıdır. Kim? Evin babası mı, on yaşındaki kızı mı, yoksa anne mi? Baba yorgun argın eve gelip televizyon karşısında o kanal bu kanal dolaşmaya başlamıştır çoktan.


En makulü evin erkek çocuğudur. Anne on üç yaşındaki oğluna seslenir. O ise kıyamet kopsa duyamaz halde, bilgisayardaki oyuna dalmış, o savaştan bu savaşa at koşturmakta, kahramanlıklar düşlemektedir.

Başını bilgisayardan milim kaldırmaz. "Görmedim, işitmedim" oynamaktadır. Anne bir kez daha seslenir. Evin ergen erkeğinden yine çıt çıkmaz. Annenin siniri tepesine çıkar. Avazı çıktığı kadar bağırır. Evin ergen erkeği kapıyı çarpıp odasından çıkar. Giderken dış kapıyı da çarpar. Asansörün kapısını da... Tüm kapılar düşman, açılmak ve kapanmak için değil de sanki çarpılmak için karşısına konmuştur.

Anne üzgün ve şaşkındır. Erkek evladı, onun "paşası, biriciği, bütün hayatını ona adadığı/adayacağı, bir dediğini iki etmediği evladı" neden sözünü dinlemiyordur? Neden asidir? Bir yandan çorba karıştırmakta, bir yandan da dalıp dalıp gitmektedir.

Ergen erkek, elinde ekmek, oflaya puflaya çıkagelir, hırsla ekmeği mutfağa bırakır. Zannederseniz ona büyük bir haksızlık yapılmıştır. Bilgisayar oyununu yarıda kesip onu bakkala/markete göndermeye kimsenin hakkı yoktur.

Ergen erkek çocuğun iki sorun yaşadığı görünmektedir. Birincisi, hazzın ertelenmesinde sorun; bilgisayar oyunundan aldığı hazzı terk edip ertelemeye direnci. Sanki hayatı sürekli haz içinde geçmeli, kesintiye uğramamalıdır. İkincisiyse, ailedeki sorumluluklara katılmadaki gönülsüzlüğü, sorumluluğu olduğu bilincinin olmaması; markete gidip ekmek almanın ona tuhaf görünmesi.

Bu coğrafyada annelerin erkek çocuklarına özel bir zafiyeti var. Onları hayatlarının bir nevi garantisi gibi görüp öyle muamele ederler. Annenin birden fazla erkek çocuğu varsa, genelde içlerinden birini seçer ve tüm yatırımını onun üzerine yapar, hayatını özellikle ona adeta adar.

Bir iki yaşlarından itibaren yaşına uygun sorumluluklar verilmeye başlanılmayan çocuklar -özellikle erkeklerin başına geliyor bu- ileriki yaşlarda bir bakkala markete gitmeye bile üşenir. Sonra sonra talep edilen sorumluluklara ve görevlendirmelere çocuklar hem şaşırır hem de tepki gösterir. "Şu ana kadar ben ki yatağını bir kere toplamamış, bir kere bile çorabını kirli sepetine atmamışken, bu da ne oluyor şimdi" duygusu yaşarlar. Son model telefonun kendisine alınma hakkını görür: "İstediklerimi almak zorundasınız. Yoksa niye doğurdunuz ki beni!" diye düşünürler.

Günümüzde çocukların sanki tek sorumlulukları ders çalışmakmış gibi yanlış bir kabul var. Anneler çocukları ders çalıştığı sürece odasına gelip ona her türlü hizmeti yapmaya hazır ve nazırdırlar. Masalarına kadar getirdikleri çayın şekerini bile karıştıracak kadar hizmete amadedirler. İlköğretime giden çocuklarının ağzına hâlâ lokma koyan anneler bile vardır.

Annelerimizin şefkatli sineleri hayatımızdaki en güvenilir limandır. Anneler hayattaki en asil duygunun, şefkatin en parlak tecelligâhıdır. Ancak, anneler şunu da günümüzde sıklıkla unutur: "Allah'ın şefkatinden fazla şefkat, şefkat değildir."

İstekleri hemen yerine getirmek, sınır koymamak, yeterli sorumluluk vermemek demek; arzularına meftun, keyfine düşkün, sınırlama ve kısıtlamalara alışık olmayan, "şımartılmış çocuk narsisizmi" denilen kişiliklerin oluşması demektir. İnsan nefsi hazcıdır. Hazır bir dirhem lezzet, sonrasındaki tonlarca lezzete müreccahtır. O an oynadığı bilgisayar oyunundan alınan hazzı, şimdi ders çalışıp ertesi günü iyi bir nottan alacağı hazza tercih edebilir.

Hulasa, çocuklara zamanında verilmeyen sorumluluk sonrasında istenemez!

Önümüzdeki hafta "Benim paşa oğlum" psikolojisiyle büyütülen bir erkeğin evlenince yaşadıklarına değinmeye çalışacağım.


m.ulusoy@zaman.com.tr
 
uzun demeyin okuyun kızlar. herkesin etrafında artık bişeylerin değişmesi lazım. kız çocuğunu hayata hazırlayan anneler. oğullarını da hazırlasalar fena olmaz değilmi :)

bu yazarın ikinci bir yazısı da var o da çok güzel. ikisini de okursanız ne demek istediğim daha iyi anlaşılır umuyorum
 
Son düzenleme:
Anne kuzusu erkekler evlendiğinde...

Annesinin paşa oğlu, üniversiteyi bitirip işe girmiş, "sabah git akşam gel" mesaisine başlamıştır. Sabahın köründe evladının yollara koyulması annenin ciğerini parçalar. Mümkün olsa oğlunun yerine işe kendisi gitmeye hazırdır.


Anneciği paşa oğlunu evlendirmek için gelin adayı aramaya başlar, bir yanı huzursuz. Oğulcuğunu "elin kızına" nasıl teslim edecektir? Kendi gibi, ona gül gibi "bakacak", oğulcuğuna layık kız var mıdır? Onun sevdiği yemekleri yapabilecek midir mesela? Üşüdüğünde üstünü örtecek, hastalandığında nane limon kaynatacak mıdır?

Anne, eş dost gezmelerinde bekâr kızları süzüm süzüm süzer. El maharetleri, giyim kuşamları nasıldır, temizler midir paklar mıdır? Hizmetleri iyi midir? Çayı bittiğinde hemen dolduruyorlar mıdır, yoksa boş bardak uzun bir süre onlara "biri fark etse de doldursa" der gibi mi bakmaktadır? Envai çeşit börek, poğaça, kurabiye tam kıvamında mı pişmiş, yoksa altı siyaha mı kesmiştir?

Anne, oğluna bir eş, hayat arkadaşı, yoldaş, "kalbine mukabil bir kalp" aramamaktadır. Anne oğluna "hizmetçi" aramaktadır...

Anne başkaca bir kadınlığı bilmemektedir.

Nihayet bir kızı gözüne kestirir. Oğulcuğuna, paşasına "layık gördüğü" kız pek maharetli, pek güzeldir, üstelik iş güç sahibidir. Uzunca bir süredir, "çalışan bir gelin" fikri zaten hayallerini süslemektedir. Kurum kurum kurularak, "Gelinim şu işi yapıyor" diyebilecektir. Oğlununkinden daha aşağı derece bir işi olması ayrıca yüreğine su serper. Sorup soruşturur: İsteyeni falan var mıdır? Gelen haberlere pek sevinir; yoktur.

Annenin başından kaynar sular dökülür. Paşa oğlu âşık olmuş, gönlünü bir kıza kaptırmış, evlenmek istemektedir. Anne ağlayıp sızlar. Niyeyse, özellikle oğluyla yan yana olduklarında daha çok ağlayası tutar.

Altı ay sonra oğlu, "Ayrıldık" diye müjdeli haberi verir. Anne biraz üzülmüş gibi yapsa da koçlar kurbanlar kestirmek ister. Birkaç gün geçince beğendiği kızdan, oğluna bahseder. Oğlu "Olur" der. Kızla tanışırlar. Her ikisi de birbirinden hoşlanır. Dünyalar annenin olur.

İstemeydi, nişandı derken düğün dernek kurulur, oğlunu "evlendirir". Balayı biter. Her açıdan...

"Şımartılmış çocuk narsisizmi"yle büyütülen erkek evlendiğinde, annesinin evindeki paşa hayatının aynısının devam edeceğini, karısının annesi gibi davranacağını vehmeder.

Kendisi gibi işten gelen karısı mutfakta, o ise bilgisayar başındadır. Karısı yemeği yapar, sofrayı kurar. Yemeklerini yerlerken, karısının konuşma, dertleşme ihtiyacını anlayamaz. Ev cenaze evini andırır. Karısının sorduğu soruları duymazlıktan gelir veya geçiştirir.

Yemek biter. Masadan bir tabağı kaldırmak adamın aklının ucundan bile geçmez. Hayatında bir kere bile yaptığı bir şey değildir bu. Karısı böyle bir şeyi nasıl talep eder?

Adam şaşkındır. Bildiği, gördüğü, tanıdığı kadın değildir karşısındaki. Fena halde yanıldığı şeyse artık evli olduğu, karşısındakinin de annesi değil, karısı olduğudur. Artık sorumlulukları vardır. Artık çocuk değildir, çocukları vardır ya da olacaktır. Artık ödenmesi gereken faturalar vardır.

Karısı bir gün hastalanır. Bekler ki kocası, "Karıcığım seni doktora götüreyim." desin. Boşuna bekler. Kocasının hatırına bile gelmez bu. Doktora kendi gider. Daha da yıkılır; adam arayıp sormaz bile "Neyin varmış?" diye.

Kadının istediği, beklediği, umut ettiği evlilik, erkek bu değildir. Erkek onun için sorumluluk sahibi demektir. Koruyan, kollayandır. Dert ortağıdır. Teselli edendir.

Adam her gün eve gelir ve gider. Hizmet bekler. Bütün bellediği görevi ve sorumluluğu sanki sadece eve para getirmektir. Bunun dışında her şey ona yabancıdır. Karısına sarılmaz. Hal hatır sormaz. İçini ona açmaz.

Annesi bir soru sorup da cevap vermediğinde, karısının da annesi gibi susmasını bekler. Karısı bir daha sorar. Adam susar. Kadın bir daha dener. Adam yine susar. Kadın soruyu değiştirip bir kere daha sorar. Adam bir kadınla konuşmaya, dertleşmeye hem alışık değildir hem de kadın onun için böyle bir varlık değildir.

Adam bütün hayatı boyu hep almıştır. Bir ilişkide vermenin ne olduğunu bilmemektedir.

Adam hayattaki çok kıymetli bir şeyi kaçırmaktadır: "İlişki"yi. Bir kadına bağlanmayı, ona kendini teslim edebilmeyi, ebedî hayat yolunda "arkadaşlık" kurabilmeyi.

Kadın, istediğinin eve sadece "para getiren", "kendini dışarıda bırakan bir erkek" olmadığını bilmektedir. Adamsa para kazanmaktan başka bir şey bilmemektedir.

Adamın içi bomboştur.

Kadın, bir ömür boyu kocasını değiştirmeye çalışacak, çok yorulacaktır.


m.ulusoy


Benden erken davranmışsın,aynı yazıyı ben de eklemek istiyodum,bir diğerini ekledim artık...
 
sabah okudum bu yazıyı gazeteden
siteye eklemeyi düşünüyordumki
sizler erken davranmışsınız
çok güzel bi yazı olmuş
cok doğru tespitler
 
Ne güzel bir tanımlama yazısı olmuş.
 
cok dogru bır analız
demek kı neymıs hersey annelerde baslıyormus
bız cocuklarımızı oyle yetıstırelım kı gelın hanımlarımız bızı dua ıle ansın
tabıı kıymet bılen gelınlerle karsılastırsın once
 
anneler kendileri dogurdugu icin, ilk önce kendilerine evlat olmasini ,kendilerine bagimli olmasini isteyerek böyle cocuk yetistiriyorlar.yani bu tür anneler bencil ve sadece kendini düsünen anneler.bir anne hamur misali, cocugunu nasil isterse öyle yetistirir.ben bu tür annelerin evlat sevgisinin cok da saglikli oldugunu düsünmüyorum.cahilllerde diyemeyiz.cünki kizlarinin böyle erkeklerle evlenmelerini asla istemezler.ve hem kendilerine hem cocuklarina hemde cocugunun evlendigi esine ve onlarin cocuklarina kadar zarari dokunur bu durumun.oysa adam gibi adam yetistirseler hem kendilerine hem cevresine hemde esine ve cocuklarina yararli bir birey ,annesinede yararli olur.inanin ilahi adalet o kadar adil ki ileride bu cocuklarindan anneleri asla hayir göremiyorlar.MUTLU OLMAK ISTIYORSAN, ILK ÖNCE MUTLU ETMESINI BILMELISIN
 

aynen katılıyorum. sonrada anneler bakarsa bana kızım bakar. oğlum kime çekmiş anlamadıki diye dert yanarlar :)

ha birde mal bırakmaya gelince oğlunun dur. ama iş yaptırmaya gelince kızdan beklerler. yazık diyorum sadece.
 
gerçekten çok doğru bir yazı.kadına zarar veren yine kadınlar.o erkekleri kadınlar yetiştiriyor
 
Kayınvalide: "Oğlumun evi" !

Kayınvalide "oğlunun evini" teftişe hazırlanır. Gelinine, gözünün üzerinde olacağını hissettirecek, oğulcuğuna iyi "bakılıp bakılmadığını" bizzat yerinde görecektir.


Oğlu, bakıma muhtaç çocuktur sanki.

Çat kapı, "oğlunun evine" gelir. Elbette haber vermeden, verse de "müsait misiniz?" diye sormadan. Oğulcuğuyla aynı apartmanda oturuyorsa, onun dairesinin bir anahtarı da kendisindedir. Kapı zili süs niyetine takılmıştır.

İlk durak yeri mutfaktır. Bulaşıklar yıkanmış mıdır? Kap kacak yerli yerinde mi yoksa dağınık mıdır? Tencerelerin yerini beğenmez. Kendi kafasına göre bardağın çanağın yerini değiştirir, o evin hanımı olan gelinine sormadan. Niye sorsun ki. Orası oğluyla gelininin birlikte kurdukları "ikisine ait" ayrı bir yuva, oğlunun evin erkeği, gelinin de evin kadını olduğu iki kişilik yeni bir evren değildir. Orası "kendi oğlunun" evidir, o kadar. Oğlu kendi başına ayrı bir birey değil, kendisinin bir uzantısıdır çünkü. Sanki orası kayınvalidenin kendi evinin bir şubesidir. Dışarıdan gelin namında bir yabancı gelip yerleşmiş, üstelik oğulcuğunun da paralarını yemektedir.

Teftiş oda oda sürer. "Oda müsait mi, girebilir miyim?" ne gereksiz bir sorudur. Lodoslama dalar.

Bu coğrafyada gelininin yatak odasına izinsiz girmek ne kelime, gelininin özel giysilerinin bulunduğu dolapları karıştırarak mahremiyeti işgal eden kayınvalideler bile yok mudur?

Gelin, ütülenecek eşyaları kayınvalidesi habersiz geldiğinden alelacele yatak odasındaki yatağının üzerine yığmıştır. Kayınvalide, "Aaa, ben hiç ütülenecek çamaşır bekletmem. Kurutur kurutmaz derhal ütülerim. Onlar bekledikçe rahatsız olurum" diye, gerekli mesajı iletir. Kadın ağzıyla kuş tutsa kayınvalidesinin gözüne giremeyecektir.

Kayınvalidenin laf sokmaları, alt mesajları, tüm "teftiş" boyunca sürer. Parmaklarıyla pencere pervazlarının, konsolların, masaların tozlu olup olmadığını yoklar. Gelinini "terbiye etmeye" kararlıdır.

Teftiş gelin açısından pek başarılı geçmemektedir. Kocasının yüküne bir de kayınvalidenin yükü binmiştir.

Akşama gelinin yapacağı yemeği merak eder. "Şu yemeği oğlum pek sever, bu yemeğe bayılır" diyerek oğlunu ne kadar sevdiğini, ne kadar ona bağlı olduğunu göstermeye çalışır. Gören zanneder ki, arada bir rekabet vardır.

Anneliğin kutsallığını anlatan ayet ve hadislerle oğlunu büyüten kayınvalide, ona gerekli dinî eğitimi verdiğine inanmaktadır. Oğlu, anne-babasına hürmet göstersin, anne-babalık haklarına riayet etsin, yeterdir. Amma Yaratıcı'nın başkaca nice sonsuz güzel sözü vardır.

Mutlak Yaratıcı mealen şöyle de demektedir mesela: "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip (izin alıp) ev sahiplerine selam vermeden girmeyin. Bu davranış sizin için daha hayırlıdır. Düşünüp anlayasınız diye size böyle öğüt veriliyor. Eğer evde kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, "Geri dönün" denirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha nezih bir davranıştır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilendir." (Nur; 27 ve 28)

Tamam, "Cennet annelerin ayağı altındadır" diyerek annelere hürmeti emreder Kâinatın En Değerli Varlığı. Ama O, aynı zaman da insan ilişkilerinde "sınır"ları da emreder: "İzin istemek üç defâdır. İzin verilirse girersin, verilmezse geri dönersin."

Kayınvalide bunları ya hiç duymamış, ya da üzerine alınmamıştır. O ev, "oğlunun evi", "oğlu da kendisinindir" dolayısıyla da o ev kendisinindir. İnsan kendi evine ve evinin odalarına girmek için başkasından izin ister mi?

Ona göre, oğlu "onundur."

Hâlbuki her şey, her varlık, tüm kâinat "O'nun"dur.

Sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeyler, birer "emanet"ten öte nedir?

Bir küçük harf değişikliği "benlik sınırlarımızı" tayin eder ve yeni kurulan bir yuvayı aydınlatabilir ya da karartabilir.


Mustafa Ulusoy



Ne kadar doğru tespitler yaa değil mi?
 
"Onu nasıl unutabilirim?"

Unutmayacaksın. Daha doğrusu, unutmaya çalışıp, bunun için çabalamayacaksın. Gerekirse, yüreğine taş basacaksın. Gecen gündüzüne karışacak, hayatın alt üst olacak belki. Gözünü kırpmadığın geceler olacak. Gündüzün bir anlamı kalmayacak. Gam ve keder yüreğini mesken tutacak.


Acının ta içinden geçeceksin. Bu hayata, "hayat" demeyeceksin. Yaşamayacaksın, ölüp ölüp dirileceksin. Ölümün içinden geçeceksin, ölmeden evvel. Öyle ki; acıdan müteşekkil olacaksın. Sen acının bizatihi kendisi olacaksın.

Aşka inanıyorsan eğer (ben şefkate inanıyorum), aşkın kederine de inanacaksın.

Aşkın sadece kaymağına talip olmayacaksın. Aşkın sonuçlarına da razı olacaksın.

Baksana, aşka gerçekten inanan şair Sezai Karakoç ne diyor, nasıl da yürekli diyor: "Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı/ Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum/ Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın/ Ben yaşamıyor gibi, yaşamıyor gibi yaşıyorum/ Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum" Hiçbir sızlanma var mı bu dizelerde? "Onu nasıl unutabilirim, aşkın acısından nasıl kurtulabilirim?" diye en ufak bir serzeniş var mı?

En önemlisi, "Zavallıyım" sözünü yüreğine sokmayacaksın. Beni bıraktı ya da sevgime karşılık vermedi; "sevilmeye layık değilim ki" diyerek kendine ihanet etmeyeceksin. Göğsünde bir kurşun gibi taşıyacaksın aşkı; göğsüne çiçek gibi takıp, ne zaman kuruyacak diye beklemeyeceksin.

Kalbine karışmayacaksın. Âşık olurken kalbin sana bir şey sormadıysa, maşukundan soğurken de sana sormayacak inan. Kalbin kararını kendi verecek. Kalbini rahat bırakacaksın.

Ayrıca, onu çok seviyordun hani? İnsan sevdiğini unutmak ister mi? Sevdikleri ölen insanlar, en çok neden korkarlar biliyor musun? Onları unutmaktan. Hem de, unutmadıkça yürekleri daha bir kederle dolmasına rağmen. Hem çok sevdiğini söyleyip hem de onu nasıl unutabilirim diyorsan, bir sorun yok mu bu işte, diye düşüneceksin.

Hem, aşkını değil, kederini, kalbindeki sızısını unutmak istiyorsun belki de. Karşılık bekledin, bulamadın. Bulamamanın narsisistik incinmesini yaşıyorsun. Aşk eğer sırf sevmekse, neden sevilmekle meşgulsün? Olmuyor değil mi? Karşılıksız olmuyor. Aşk mukabele talep ediyor. O zaman, aşkı bir kere daha düşüneceksin.

O zaman çektiğin acıya "aşk acısı" demesen; "karşılık bulamamanın acısı" desen? Reddedilmenin acısı. Ayrılığın acısı. Zevalin acısı. Sevilmediğini düşünmenin acısı. "Bunu hak etmedim, güzel ve iyi bir insandım. İyi bir aşkı hak ediyordum" derken bile, aşka düşmekle yetinmiyorsun. Aşkına mukabele bulamamanın derdiyle meşgulsün.

Keşke düşünsen; hiçbir acı, hiçbir üzüntü, hiçbir keder, bir gün sona erecek hayattan daha uzun süreli değildir. Nasıl ki dünyada misafirsek; sevinçler de kederler de bizde öyle misafir. Nasıl ki dünya bizi ağırlıyorsa, biz de sevinç ve kederleri, üzüntüleri öyle ağırlayabiliriz.

Belki bu söylediğime kızacaksın; duygular nankördür. Bugün var olur. Gün gelir, zevale mahkûm hayat gibi zeval bulur. Bir sabaha kalkarsın. Kalbin sevgilisine küsmüştür. Tamam, bu her insanda olmayabilir. Ama inan çoğu insanda vuku bulur. Bir kere daha söylemek isterim ki; bu dünya hayatı ezelî ve ebedî değilse; duygular da ebedî değildir. Ebedî olan sadece O'dur.

"Bir daha başkasını sevemem" de bir yanılgıdır. Seversin. Sevebilirsin. Yeter ki kalbini rahat bırak. Ona karışıp durma. Onu kalbinden söküp çıkarmaya çalıştıkça, çiviye çekiçle bir kere daha vuruyorsun.

Belki de ölüm geçirecek aşk acını. Dünyadaki hayatının bitiş çizgisi, aşkını da bitirecek. Aşkının ipini ölüm çekecek. Şöyle ya da böyle, şu ya da bu; bir gün bitecek. Bir gün unutacaksın. Ve bir gün de unutulacaksın.

Ha, bir de; hani dua ediyordun, "hayırlısı olsun Rabbim" diye. "Hayırlısı değilse olmasın" diye geceleri kalkıp yalvarıyordun O'na. Bak, olmadı işte. Niye teslim olmuyorsun. Yaratıcın duanı kabul etti işte. Hayırlısı değilmiş ki, olmadı. Fuzuli şekilde neden O'nun işine karışıyorsun.

Kalbini rahat bırak...



Mustafa Ulusoy
 
Kocanın milleti olur mu?

Kızın en umut dolu zamanları. Nasıl olmasın? Bağlandı bağlanacak kalbi. Bir vesileyle tanıştığı adamın, ebedî hayat arkadaşı olacak biri olduğunu sezinliyor, ta ilk görüşmede. Adam, üçüncü görüşmelerinde içinden "Tamam" diyor, "aradığım kadın bu galiba."


Her ikisi de, hayatın meşakkatli yüzünü bile sevecekler neredeyse. Karşılarına çıkacak zorlukları aşabilecek güçteler. "Kalpten kalbe" bir yol açılmış çünkü. Artık iki kalpleri var onların.

İlk adımı adam atıyor; "Kalbim senindir," diyerek.

Kız devamını getiriyor; "Kalbim senindir".

Artık iki gönül bir oluyor. Her ikisi aklı başında insanlar ve ne istediklerini biliyorlar. Kalplerinin birbirine ısınmasının yeterli olmadığının farkındalar. Düşünüyorlar, tartıyorlar, birçok açıdan "denk" olduklarına karar veriyorlar.

Adam bir görüşmelerinde "Ben Kürt'üm, bu senin ve ailen için bir sorun teşkil eder mi?" diye soruyor. Kız şaşkın: "Neden sorun teşkil etsin ki? Allah Kürtlerle evlenmeye izin vermiyor mu ki? O'nun izin verdiği şeyler benim için sorun teşkil etmez." Adamın yüreği tarif edilmez bir sevinçle doluyor. Kızın bu cevabını hayat boyu unutmayacak. Bunu kalbinin en özel yerine kaydediyor. Ona hayırlı bir eş olma azmine azim katıyor bu cevap.

Ailelerin tanışma faslına geliyor sıra. Durumu annesine açıyor kız. Adamın Kürt olduğunu da laf arasında öylesine söylüyor. Anne biraz irkiliyor ama bunu kızına hissettirmiyor. Anne, kocasının tepkisinden çekiniyor. Onun enaniyetli, bencil, kimseyi beğenmez kişiliğinin kahrını yıllardır çekiyor zaten. Kendisi dışında kimi beğendi ki Kürtleri beğensin kocası. Anne, kocasına durumu izah ediyor. Bu arada damat adayının Kürt olduğunu da lafın arasına katıyor.

Baba, kızılca kıyamet koparıyor. "Kürtlerden koca olur mu? Ben Kürtlere kız vermem. Arkamdan, "Kürtlere kızını vermiş." dedirtmem. Kızım o adamla bir daha asla görüşmeyecek.."

Annenin ciğeri yanıyor. Kızına bunları nasıl aktaracak? Gerçeği, olduğu gibi anlatmanın daha uygun olacağına karar veriyor.

Kız günlerce ağlıyor. Babasının tutumunu havsalası almıyor. Bunu sevdiği adama bunu nasıl söyleyebilir? Onun çok incineceğine üzülüyor. Anne kızına üzülüyor. Kız, adamın üzüleceğine üzülüyor. Adam da kızın üzüldüğüne üzülecek. Herkes diğerinin üzülmesine üzülecek.

Zalimce bir hüküm, ruhları altüst edecek.

Zalimce bu hüküm Mutlak Varlık'ı üzecek.

Kız sonunda anlatıyor durumu adama, utana sıkıla, büyük bir mahcubiyetle. Adam şaşırmıyor. Kürt olmanın ilk bedeli değil bu. İlkokulda yeni yeni öğrendiği Türkçesinden dolayı alaya alınışı boğazında bir yumru gibi duruyor hâlâ. Kızın mahcubiyetini seziyor. Onu teselli etmeye çalışıyor. Kızın babasının hakkında kötü bir tek laf bile etmiyor. Kız, adamın olgunluğunu kalbinin en özel yerine kaydediyor. Ona olan muhabbeti ikiye katlanıyor.

Kız, babasının kestirip atmasına kırılıyor. Keşke bir kere karşısına alıp konuşsa adamla. Babalık yapsa. Hakiki babalık. Sadece bağıran çağıran babalık değil. Rehberlik eden, yol gösteren babalık. Genç adamı tanımaya çalışsa. Oturmasına kalkmasına, yemesine içmesine baksa. Eğer ki babası, Kürt olması dışında adamla ilgili olumsuz bir tespiti olursa, onu can kulağıyla dinlemeye hazır. Hiç tanımadığı, bilmediği, hiçbir zarar görmediği bir insanın yüzünü bile görmek istememesi çok zoruna gidiyor.

Bir yüz neden görülmek istenmez ki?

Yüz: Allah'ın merhametinin tecellisinin arşı.

Kız kime üzüleceğini bilemiyor. Babasını da razı ederek "yuva" kurmak istiyor o. Kalbiyle, babasının zalim hükmü arasında boğuluyor.

***

Kurguladığım bu hikâye, bu topraklarda hiç de anımsanmayacak sayıda yaşanıyor. Bir Kürt'ten koca olur mu? Neden olmasın? Yeter ki insaniyetli olsun, şefkatli ve merhametli olsun. Sorumluluk sahibi olsun. Yeter ki karısını sevsin. Onu şefkatiyle sarıp sarmalasın.

Ben eşlerine çok iyi kocalık yapan birçok Kürt (Türk/Laz/Tatar/Çerkez/Ermeni) koca tanıdım, adam gibi adam. İyi koca olmayanlar da tanıdım. Bir insanın iyi ya da kötü olmasının etnik kimliğiyle ilgisi olmadığı gibi, kocalık ya da hanımlığının da etnik kökenleriyle hiçbir ilgisi yoktu inanın.

"Bu hikâyeyi nasıl bitirmeli?" diye düşünürken, aklıma Tony Kaye'nin "American History X" filmi geliyor.


Mustafa Ulusoy
 
Öfke, ağır bir yüktür !


Kim daha üstün? Siyahlar mı beyazlar mı? Türkler mi Araplar mı? Kürtler mi Ermeniler mi? Derek, ısrarla beyazların siyahlardan üstün olduğunu savunur. Siyahlar için çekinmeden "pislik" ifadesini kullanırken, adalet terazisini bozan nedir?


"American History X " filminin karakteri Derek'in bu savının hiçbir sağlam dayanağı yoktur. Hevâ ve hevesini ilah edişidir tüm mesele. Şişmiş bir "ego"dan ("ben") şişmiş bir "toplumsal ego"ya (biz) geçişten başka bir şey değildir iddiası.

"Ben" (ene) yaratılış hikmetini unutup fıtri vazifesini terk ettiğinde, kendini Mutlak Varlık'tan bağımsızlaştırır. İnsan âdeta kendi egosu tarafından yutulur. Zamanın Bedii, kişisel narsisizmin "toplumsal narsisizme" dönüşümünü şöyle anlatır: "Sonra nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip; o ene, enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni'-i Zülcelal'in evamirine karşı mübareze eder."

Derek Vinyard, beyaz ırkın üstünlüğüne inanan bir grup gencin karizmatik lideridir. Siyahlara içi öfkeyle doludur. Aklına, vicdanına, kalbine göre değil, benliğine, nefs-i emmaresine, içini "havayla" doldurarak şişirdiği egosuna ("ben"ine) göre düşünüp hüküm vermektedir. Onu idare eden kendisi değil, büyüklenmeci benliğidir.

Derek, kendini yüceltmenin yollarından biri olarak kendi ırkını üstün görmeyi, siyahları aşağılamayı seçer. Geçen haftaki yazıda andığım baba da, "Ben Kürtlere kız vermem" derken kendi hükümdarlığının peşindedir.

Haddizatında kimsenin kendini yüceltmesine gerek yoktur. "İnsan eşref-i mahlûkattır". Mutlak Varlık zaten her insanı en şerefli olarak yaratmıştır. Bunu kabul edip kalbimize koymamız yeterlidir.

Derek Vinyard isimli karizmatik delikanlı, bir gece arabasını soymaya gelen bir grup siyahi gençten birini gözünü kırpmadan kurşunlayıp öldürür. Yaraladığı bir diğer siyahi gencin ise başını ezer. Filmde, Derek'i oynayan ve âdeta "oyunculuk budur" dedirten Edward Norton'un, o iki genci öldürdükten sonra yüzünde beliren üstünlük duygusunu görmeden tarif etmek zor.

Narsisizmin açmazlarından biri de budur. Kolay olan tahripten duyulan gurur ve kibir ahmakçadır. İnsanın kendini aldatışının zirvesidir. Bir insanı öldürmek bir kurşuna bakar. Bir insanı yaratmaksa sonsuz bir kuvvete. Tek bir kurşunla bir insanı öldürmek kadar kolay bir işi yapmak, büyüklenmeci benlikte vehmi ve ahmakça bir büyüklük duygusu uyandırır. Bu yüzden narsisizm kibir ve gururu sürekli kılmak için kişiyi yıkıma, tahribe yöneltir. Hayatı kolaylaştırmak değil zorlaştırmaktır amacı bu benliklerin.

Derek, Allah'ın sevgili kuludur. Benliği katıdır katı olmasına ama taş gibi değil, buz gibi katıdır. Kaderin işi ya. Hapishanede çamaşırhaneye verilir. Beraber çalışacağı kişi siyahi bir gençtir. Bu siyahi genç içi neşe dolu, zeki, konuşkan, coşkulu biridir. Espriler yapar, hikâyeler, fıkralar anlatır.

Şairin (Eugenio de Andrade) dediği şey gerçekleşir âdeta: "Sanırım gülümseyişti/ o gülümseyişti kapıyı açan/ içinde aydınlık, çok büyük bir aydınlık/ taşıyan gülümseyiş, özlemini çektim." Hayatında ilk kez siyahi birini "yakından tanıma" fırsatını iyi değerlendirir Derek. Her insanın eşit yaratıldığını anlar yavaş yavaş. Hapishanede yandaş beyazların kirli işlerini fark ederek, aptallığına şaşar. İyi/kötü insan olmanın ırkla, milliyetle bağlantısı olmadığını bilir artık.

Hapisten çıktığında öfkenin ağır yükünü bırakmış huzur dolu bir insandır. Geçmişinden ve yaptıklarından utanç duyar. Ve küçük kardeşi Danny'nin de (Edward Furlong) kendisiyle aynı sonu paylaşmaması için çabalar.

Hepimiz nefis taşıyoruz. Hepimizin şu veya bu biçimde arızalı tarafları var. Aynı zamanda kısmetliyiz. Mutlak Varlık defterimizi dürmez hemen. Bize mühlet verir. Değişmek için bize fırsatlar yaratır.

"Kürtlerden koca olur mu? Ben Kürtlere kız vermem. Arkamdan, 'Kürtlere kızını vermiş' dedirtmem" diyen baba, Kürtlere karşı içinde taşıdığı öfke, kin ve kızgınlıkla yorgundur. Çünkü öfke ağır bir yüktür. Hikâyedeki esas üzülünecek kişi babadır.

Derek'in hapiste nefret ettiği ırka mensup siyahi gençle "yan yana" düşmesi nasıl bir fırsatsa, babanın da karşısına Kürt bir damat adayı çıkması ona sunulan bir fırsat değilse nedir?

"American History X" filmi acıklı sonlanıyor. Geçen haftaki hikâyeyi nasıl bitirmeli? Baba bu fırsatı değerlendirsin mi? "Hikâyenin nasıl sonlanacağına gerçek hayatta yaşananlar karar versin," diyerek, sözü Eugenio de Andrade'ye bırakıyorum:

"Bir anahtar yap, küçük bile olsa/ gir eve/ tatlılığa merhamete teslim ol / düşlerin ve kuşların malzemesine."


Mustafa Ulusoy
 
Sevmeden evlenmek

Lafa nerden girip, kime açılsa? Annesi desen; kalbi var. Söyleyeceği şeyden kadına inme iner herhalde. Babasına hiç açılamaz, ortalığı birbirine katar. "Sen bizimle dalga mı geçiyorsun" olabilir en hafif tepkisi.


Utana sıkıla kardeşine çıtlatıyor durumu: "Ben atacağım bu nişanı." Haber bomba gibi düşüyor aileye.

Annesi, babası, kardeşleri, herkes pek bir beğenip seviyor nişanlısını. Birlik olup adama yükleniyorlar. "Nasıl olur da sevemezsin sen bu kızı?" diye çıkışıyorlar. "Onun kadar iyi, onun kadar güzel, onun kadar sana uygun başka birini nasıl bulacağız? Sen önüne gelen nimeti tepiyorsun."

Adam sus pus. Gerçekten önüne gelen nimeti tepiyor mu? Karışık olan kafası iyiden iyiye karışıyor. Nişanı atarsa nişanlısına haksızlık yapmış olur mu? Ama kalbinde zerre kadar bir sevgi hissedemiyor. Nişanlısı güzel mi güzel bir kadın olduğu halde. Kendisini çok sevdiğini gördüğü halde. Daha geçenlerde nişanlısının ona aldığı kravata gözü ilişiyor. Onu alırken nişanlısının hayallerini hayal ediyor. Bir kez bile kendini incitmedi nişanlısı.

Bir iyilik meleği olan, insanlığından, safiyetinden hiç şüphe taşımadığı nişanlısını ne özlüyor ne de görünce en ufak bir heyecan duyuyor. Bir kere bile arayası gelmiyor. Elinde telefon, kendini zorluyor. Olmuyor. Bir kere daha zorluyor. Arıyor nihayet. Birkaç laf edip kapatmak istiyor bir an önce. Nişanlısıysa uzun uzadıya düğün hazırlıklarını anlatıyor.

Adam en sonunda "nikâhta keramet vardır" darbı meselinden keramet umuyor. Ailesi adamın arkadaşlarını devreye sokuyor. Onlar da söz birliği etmiş gibi, evlenince her şeyin düzeleceğini telkin ediyor. Adam bu umuda sarılarak "gönülsüzce" evleniyor.

Kurguladığım bu hikâye üç aşağı beş yukarı şöyle devam ediyor: Bir yıldır beklediği keramet bir türlü gerçekleşmiyor. Adamın kendine yönelik kızgınlığı içinde birikip patlamalara dönüşüyor. Kendini suçlaya suçlaya yiyip bitiriyor. Kalbi bir türlü ısınmıyor karısına adamın. Yalvarıyor, yakarıyor Yaratıcı'ya. Ağlıyor, sızlıyor. Olmuyor.

Karısına içinden ne sarılası geliyor, ne şefkat gösteresi. Yanına yaklaşmasından bile hazzetmiyor. Yatakta sırtını dönüp yatıyor.

Karısı ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. "Ben sana ne yaptım, aramızda hiçbir sorun yok. Neden bana böyle davranıyorsun?" Adam yutkunuyor. "Sana içimde hiç muhabbet yok. Hiç olmadı" diyemiyor. Tüm soruları cevapsız bırakıp önüne bakıyor.

Bu hikâyede adamın karısına sevgi hissetmeye gayret edip bunu başaramaması normal mi? Normal, çünkü kadın erkek arasında olan muhabbet iradi değil. Kalpleri birbirine telif eden, kalpleri birbirine açan yalnızca O. Kimse iradesiyle ben şu kadının ya da erkeğin sevgisini kalbime koyacağım diyemez. Adamın "Neden karımı sevemiyorum?" diye kendini yiyip bitirmesi bu yüzden kendine yaptığı büyük bir haksızlık. Adamın bir diğer haksızlığı da karısını sevememesi değil, muhabbet beslemediği halde onunla evlenmiş olması.

Evlilikte, iki ayrı insanı bir arada tutacak en önemli bağ, kalplerdeki muhabbet ve kişiliğin içine gömülü olan şefkattir. Kadın ya da erkeğin birbirine şefkatini harekete geçirecek olan da kalpteki muhabbettir. İnsan başka varlıklara derin bir sevgi hissedemeden şefkat gösterebilir ama iş karı-koca ilişkisine gelince; şefkati üreten muhabbettir.

Adamın muhabbeti olmadığından karısına şefkatini de ortaya koyamamaktadır.

Adamın ailesi ve arkadaşları "evlenince düzelir" diyerek, onu evliliğe zorlamakla büyük bir hata yapmışlardır. Bu coğrafyada bu hata çok sık işleniyor. Hâlbuki evliliğin sorunları ne düzeltme gücü var ne kuvveti. Evlilik bizatihi sorunlar yumağıdır (bu evliliğin kötü olduğu anlamına gelmez). Evlilik kadın ve erkeğin kalbine muhabbet koyamaz. Aksine evlilik muhabbetle kaimdir.

Sevmeden evlenen kadın ve erkeklerin evlilikten sonra eşlerini sevmeleri çok çok çok düşük bir ihtimaldir. İhtimallere göre hüküm bina edilmez.

Bu yazı, bu tür evlilikler yapmış kadın ve erkeklerin ne yapması gerektiğine dair yazılmadı. Buna ancak kişilerin kendileri karar verebilir. Ben sadece kadın ve erkeklerin neden eşimi sevemiyorum suçlamalarıyla kendilerine haksızlık ettiklerinin altını çizmek istedim. Bir de "evlenince seversin"in ne boş bir umut olduğunun.


Mustafa Ulusoy
 
İki Uçlu Gönül

Kim, her dem mutlu olmak ister ki?
Her dem kahkaha, her dem pür neşe, hangi kalbe fazla gelmez. Hangi kalbi kasvete boğup ağır gelmez hüzünsüz neşe, şen kahkaha.


Her dem gündüz, hem ruhumuza hem bedenimize ağır gelir..

Vakti gelir, göz kapaklarımız ağır ağır kapanır; ruhumuz karanlığın sükûnetine teslim olup başka âlemlere misafireten gitmek ister; yorgun bedenimiz gecenin kollarında dinginliğe erer.. Kim geceye manasızdır diyebilir? Kim uykunun tadını inkâr edebilir?

Kimin kalbi aşkla kavrulurken bir damla suya hayır der? O su ki vuslattır. Yatışmayan ya da sönmeyen bir aşka hangi bünye her daim dayanabilir?

Öte yandan, her dem gece de, bir kefesinde ruh bir kefesinde beden olan bu teraziye ağır gelir.

Her dem keder de kalbi tarumar eder.

Sürekli konuşanlar kadar sürekli susanlar da bize sıkıcı gelir. Kalbimiz de dilimiz de bir susar, bir konuşur. Bazen çok konuşur, bazen az. Bazen kısa aralıklarla susar. Bazen de o suskunluk uzar..

Bir dem gelir kalbimiz kilitlenir. Dilimiz lal olur. Tüm sözler toprağın altında gömülü gibidir. Bir dem olur, dudakların asma kilidi kendiliğinden çözülür, dilden inci taneleri dökülür. Her bir söz bir kalbin teselligâhına dönüşür.

Bir dem gelir kara bulutlar kaplar gönlümüzün semasını. Şimşekler çakar. Göğü gürler kalbimizin. Sonra bulutlardan sağanak halinde sevinç yağar.

Yeknesak bir hayat, ruhumuza göre değildir; gönlümüz iki uçludur, hayatımız da.

Doğumla ölüm. Vuslatla ayrılık. Boşlukla huzur. Gitmekle gelmek. Sıcakla soğuk. Açlıkla tokluk.. Bollukla kıtlık.

Ya da;

Kalple nefis.

Şeytanla melek.

Musa'yla Firavun.

Gönlümüzün tahterevallisi uçlar arasında salınır durur.

Arada ortalarda bir yerlerde de durur elbette tahterevalli.

Biz kâinatın en acayip varlığız. Biz bir mucizeyiz. İki uçlu bir mucize. Gönlü iki uçlu başka hangi varlık vardır bizden gayrı?

Akıl ve fikir meydanımız o kadar geniştir ki, ihata etmekte zorlanırız. Ve bazen de o kadar dardır ki, bir noktada hapsoluruz. Bir katrede yüzeriz. Bir zerrenin içine dalıp gideriz. Sonra bir dem gelir; âlemi bir karpuz gibi elimize alırız. Kâinat misafirliğe gelir akıl odamıza.

Bir sabah bir kahvaltıya davetliydim. Laf lafı açarken, "hep mutluluğun her dem mutluluğun" hem bir efsane olduğunu hem de; belirtilerinden birinin "sürekli neşe içinde olma" olan iki uçlu duygulanım bozukluğunun mani safhasından bahis açmıştım ki, sevgili Emine Eroğlu "Miskin Yunus"un "Hak bir gönül verdi bana" şiirini okudu masadakilere:

"Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur/ Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryan olur/ Bir dem sanırsın kış gibi, Zemahşer-î olmuş gibi/ Bir dem bişâretten doğar, hoş bağ ile bostan olur..."

Şiir bittiğinde hepimizin, bilhassa uğraşısı insan olan biz psikiyatristlerin hikmet ehlinden öğrenecek çok şeyi olduğuna bir kere daha kanaat getirdim.

Yıllarca kulağımızda yankılanan bu şiir insan gönlünün mühim bir özetini nasıl da güzel sunuyordu.

 
Erkekler de ilgi bekler mi?

Niye evleniriz? Bunun sayısız hikmeti olabilir. Bir tanesi, O'nun sonsuz merhamet, şefkat ve ilgisine eş vasıtasıyla mazhar olmak; sonsuz sevilmeye layık olduğumuzu, sonsuz kıymetli yaratıldığımızı bir de eşten duymaktır. Sevilen bir eşten duyulan güzel sözler seslerin en güzeli, en anlamlısı, en kıymetlisidir.


Kadın ve erkek arasındaki bağ, kâinattaki en kıymetli bağların başında gelir. Birbirini daha önce tanımamış, bilmemiş iki insan arasında yaratılan bağ -genellikle aniden olur- mucizeden başka nedir ki?

"Sevilme, beğenilme, takdir edilme, ilgi görme" gibi fıtri ihtiyaçlar modern hayat algısında sadece kadının ihtiyaçlarıymış gibi bir yanılgıya dönüştü. Artık daha çok kadın, kadın-erkek arasındaki ilişkinin merkezinde kendisinin olması gerektiğine inanıyor. Ne demek istediğimi şöyle bir sahne gayet iyi açıklıyor: Kadın telefonda yarı ağlamaklı arkadaşıyla konuşmakta, kocasından dert yanmaktadır. Evlilik yıldönümlerinde kocası ona hediye almayı unutmuştur. Hatta evlilik yıldönümleri olduğunu da unutmuştur. Arkadaşı, "Peki sen ne aldın kocana?" diye sorar. Kadın şaşkın halde cevaplar: "Ben niye alacakmışım ki, hediyeyi erkek almalı."

Bu kadına göre hep kendi sevilmeli, sayılmalı, ilgi görmelidir. Kocasının böylesi ihtiyaçları sanki yoktur. Erkek güçlüdür, kuvvetlidir, kendine yetmelidir. Bir keresinde kocası kadına, "Benim de ilgiye alakaya ihtiyacım var." der. Kadın adama şaşkın şaşkın bakar. Kocasını içinden, kişiliği zayıf olarak damgalar. Erkek dediğin nasıl ilgi alaka talep eder, diye hayret eder.

Erkeklerin fıtratını ele veren benim bildiğim en iyi tespit, İsmet Özel'e aittir. Bir arkadaşımın kendisinden naklettiğine göre şöyle der İsmet Özel: "Efendimize ilk iman eden Hz. Hatice'dir. Hz. Hatice'nin iman etmesiyle Hz. Peygamber için adeta peygamberlik görevi bitmiştir." Bu tespit içinde kısmen bir ifratı barındırsa da bir erkek için karısının ifade ettiği anlamı çok ama çok güzel gözler önüne sermekte. Öyle ya, bir erkek ilk önce en çok sevdiği karısı tarafından anlaşılmayı, en çok ve en ilkin onun kendisine inanmasını, güvenmesini ister. Onun "bir çift gözü" tüm gözlerden öncedir. Tersi bir erkek için yıkımdır, başına gelecek en büyük felaketlerden biridir.

Erkeklerin fıtratına dair ipuçlarını bazen film sahnelerinde de buluruz. Benim hiç unutmadığım bir sahne şöyle: William isimli bir şövalye kalabalık bir hipodromda at üstünde elinde mızrak müsabakaya çıkacaktır. Sayısız kalabalık onun ismini haykırırken, sayısız göz de bakışlarını onun üzerine dikmiştir. Ama onun tek istediği, arzuladığı; üzerinde olsun istediği sadece bir çift gözdür, tüm gözlere bedel.

Adam sadece gözlerini açıkta bırakan miğferini başına geçirdiği anda yönetmen ustaca bir iş çıkarır. Kamera yavaşça şövalyenin gözleriyle onca seyirci arasından karısının gözlerini -bakışlarını- karşı karşıya getirir. Şövalye aradığını bulmuştur. Kahramanımız müsabakayı kazanır. Kimin için? Bana sorarsanız karısı için. Karısının kahramanı olmak için. Birçok kişi kendini tebrik eder. Şövalye hâlâ rahat değildir. Karısı yanına gelir, ona sarılır. Adam o an istediğine kavuşur. Çünkü karısının kahramanı olmak neredeyse bir milletin kahramanı olmaya bedeldir. En azından, karısının kahramanı olmadıktan sonra bir milletin kahramanı olmanın ne tadı vardır ne de tuzu.

Bir futbolcu oynarken de eşi için oynar. Golü atan futbolcunun aklına ilk gelen "karım gördü mü acaba" olur? Ya da attığım golü beğendi mi? Arabayı zor bir yere park eden bir erkek karısından bir iki çift övgü duymak ister. Adam o arabayı belki daha kolay park edecekken, o zor yere karısı için park etmiştir aslında. Onun gözüne girip bir anlık da olsa kahramanı olmak için. Ondan, "Maşallah, ne güzel park ettin" lafını duymak için. İşinde başarılı bir adım atan bir erkeğin ilk aklına gelen de sevdiği karısıdır. Ondan gelecek övgüler tüm övgülere bedeldir. Ondan gelmeyecek övgüyse tüm övgülerin üzerini örtebilir.

Hülasa, sevilme, takdir görme, beğenilme gibi fıtri ihtiyaçlar kadında olduğu gibi erkekte de mevcuttur. Hatta benim iddiam erkeklerde -biraz abartıya kaçtığımı düşüneceksiniz belki ama- kadınlara göre birkaç kat daha fazladır. Kadınlarda bu ihtiyaçlar yok demiyorum. Benim vurgulamak istediğim erkeklerin bu fıtri ihtiyaçlarının modern hayat algısında göz ardı edildiği ve "ilgiye, merhamete, şefkate ihtiyaç duymak" deyince akla ilk gelenin kadın olduğu.

Hülasa gözlemlerim, bir erkeğin karısının dünyasında önemli olma ihtiyacının, bir kadının kocasının dünyasında önemli olma ihtiyacına göre daha fazla olduğu yönünde. Bu, aslında erkeklerin kadın karşısındaki zayıf yönüdür. Doğurgan ve üretken fıtratta yaratılmış kadınınsa aslında asli gücüdür. Erkeği erkek yapan da, biraz da kadındaki bu asli güçtür.


Mustafa Ulusoy
 
Önemli biri olma çabasının boşunalığı -1


Tatar Çölü romanının daha ilk sayfasında mühim bir yanılgıyı öyle güzel anlatır ki Dino Buzzati.


Harp Akademisi'ni bitirip teğmen olduğunda üniformasını giyeceği daha o ilk sabah, aslında fena halde yanıldığını anlar Drogo. Üniformasını giyer, gaz lambası ışığında aynada kendine bakar ama heyhat, umduğu sevinci hissedemez. Hâlbuki "yıllardan beri, hep bu anı, gerçek yaşamın başlayacağı bu günü beklemiştir".

Gerçek yaşamın başlayacağı bir an yoktur aslında. Çünkü gerçek yaşam doğduğumuz an başlamıştır bile; belirsiz bir geleceğin dehlizlerinde saklanmamıştır. Gerçek yaşam şimdiki zamanın içinde gömülüdür, eğer orada aranırsa. "Gerçek yaşamın başlayacağı bir anı, bir günü beklemek", hayatta sığındığımız tatlı bir avuntudur sadece.

Drogo'nun "şimdiyi" çözecek bir sırrı yoktur. Sıkça denenen yönteme başvurur o da; kendini geleceğe kapatır. Bekleyecek, bekleyecek ve elbette eninde sonunda ölecektir.

Yollara düşer Drogo. Önemli bir iş başararak önemli olduğunu hissetmek için. Bastiani Kalesi'ne tayini çıkmıştır. Yolda kırk yaşlarındaki Yüzbaşı Ortiz'le karşılaşır. Ortiz, on sekiz yılı aşkın kalede görev yapmaktadır ve bir nevi Drogo'nun yaşlanmış halidir. O da başka subaylar gibi gelecekte olacak önemli bir olayın gerçekleşmesini beklemektedir.

Drogo'nun kaledeki ilk gecesinde insanın varoluşsal gerçekliğiyle ilgili önemli bir bilgiye ulaşırız. İlk günün şamatası, tanışma faslı, yol heyecanı bitmiş, günün telaşesi sönmüş, tüm meslektaşları uykuya dalmış, Drogo ise tavana bakıp endişe girdabında yuvarlanmaktadır: "Şimdiden kendisini tamamen unutmuşlardı... Bu uzun gece boyunca hiç kimse ziyaretine gelmeyecek; bütün kalede, hatta sadece kalede değil tüm dünyada tek bir insanoğlu kendisini düşünmeyecekti; herkesin kendi meşguliyeti vardı, herkes kendi kendine zor yetiyordu, hatta annesi bile, evet, belki de annesi bile şu anda başka şey düşünüyordu, tek oğlu Giovanni değildi, bütün bir gün onu düşünmüştü, şimdi sıra biraz da ötekilerdeydi."

Hepimiz gibi Drogo da önemsenmek ister. Boşu boşuna gezegende olmadığına inanmak ister. Varlığı ile yokluğu arasındaki farkın ne olduğu insanın en mühim meselelerinden biridir.

Anlam ve önem insanın dünyadaki eylemleri, yapıp ettikleriyle de sıkı sıkıya bağlantılıdır. Hayat bir faaliyettir. Faaliyetlerimiz ve eylemlerimiz varlığımızın anlamı ve önemine işaret edebilmeli, varlığımızla yokluğumuz arasındaki farkı açığa çıkarabilmelidir. Drogo da hayatına bir anlam ve önem katacak, "İşte sırf bunun için yaşadım" diyecek bir eylemin peşindedir.

Romanın bence doruk noktası kaledeki terzihanede olan konuşmadır. Bir pelerin diktirmek için terzihaneye giden Drogo'yu oradaki bir ihtiyar uyarır. Kalede kalıp bekleme olayını başlatanın Albay Filimore olduğunu; onun on sekiz yıl önce "büyük olaylar" olacak demekle işe giriştiğini, kalenin çok önemli olduğunu ve hatta bütün diğer kalelerden çok daha önemli olduğundan dem vurarak bir "önemlilik hapishanesi" inşa ettiğini anlatır Drogo'ya.

"Önemli şeyler olacak, önemli işler yapacağız..." ne kadar tanıdık değil mi?

Drogo, o an esas meseleyi idrak eder aslında: Kaledekilerin talihi -kendininki de- herkesin yaşamın da "en az bir kez çalan o mucize anı" beklemek olacaktır. Kalenin kuzeyinden, Tatar Çölü'nden gelecek bir tehlike -yıllardır gelmemiştir- önemli olaylar doğuracak, kaledeki askerler "önemli işler yapacaklar", kahramanca savaşacaklar belki ve hayatta bir işe yaradıkları hissine kavuşacaklardır.

"Muhakkak farklı bir şeyler olagelmeli, öyle bir şey ki, insan, 'artık sonuna gelmiş olsam bile beklemeye değmiş diyebilmeli'."

Farklı bir şey, sıradan olmayan bir şey yapabildiğinde önemli olacağına inanır birçok insan gibi Drogo da. Kalede yıllarca miskince beklemenin sırrı budur. Kaledekiler bir gün tecelli edecek varoluşsal anlamın, bir hikmetin peşindedirler. Drogo kendinin bunun dışında kalacağını düşünür. Yanılır. Çünkü basit eylemlerdeki sonsuz sırrı çözemediğinden, o mucizevî anı beklemekten başka bir çıkar yolu yoktur.

Hâlbuki hayatın sırrı önce sıradanlıkta tecelli eder. Günlük yaşantının sıradan gibi görünen eylemlerine sızmış anlam ve hikmetin sırrına vâkıf olamadıkça, sıra dışı ve gösterişli eylemlerle hayatın anlamına ve sırrına erişilemez.

Önümüzdeki hafta "Black Hawk Down" filmiyle konuya devam edeceğim.


 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…