Köşe yazıları

http://www.haber3.com/kim-demis-yigit-bulut-yalaka-diye--106105y.htm


YİĞİT BULUT, AKP’YE İSYAN BAYRAĞI AÇTI !

OKUDUKLARINIZA İNANAMAYACAKSINIZ !

Aydın Özdalga yazıyor....

Son günlerde bir takım medya tarafından “ Başbakan Yalakası “ iftirası ile linç edilmek istenen Yiğit Bulut’un “ Aslında AKP’yi acımasızca eleştirdiği “ ortaya çıktı.

Bugünlerde Türk Medya tarihinin en büyük linci yaşanıyor. Habertürk TV’nin başarılı Genel Yayın Yönetmeni, yaşayan en büyük Türk İktisatçısı Yiğit Bulut, müthiş bir iftira kampanyası ile karşı karşıya.

Yok efendim “ Yiğit Bulut Başbakan Yalakasıymış “, yok efendim “ Yiğit Bulut Başbakanı TV’de karşısına alıp çanak sorular soruyormuş  “...

İnsanda insaf olur kardeşim ! Allahtan korkun....

Bakın tüm bu iftiraları size nasıl tek tek yedireceğim şimdi.

Okuyun da görün Sayın Yiğit Bulut “ AKP Yalakası “ mı, yoksa amansız bir AKP ve Başbakan Erdoğan muhalifi mi ?

Karar sizin

Tarih 19 kasım 2007. Özelleştirme tartışmaları tam gaz gidiyor. Ve sayın Bulut, Vatan Gazetesinde “Türkiye’de yapılanlar nasıl “özelleştirme” ben anlayamadım “ başlıklı makalesinde bakın ne diyor:

“Türkiye’de satılan birçok kamu değerinin “çok daha iyi değerlendirilebileceğini” düşünüyorum. Türkiye’de yapılan özelleştirme değil. 80 yılın birikimleri “5 yılda” elimizden çıktı buna rağmen son 5 yılda Cumhuriyet tarihinin yarısı kadar “iç-dış” borç toplamımız arttı. Bu noktada soralım; bu para nereye gitti ve biz bu malları neden sattık? Cevabı ben biliyorum, umarım sizler de biliyorsunuz ! “

Bu mu yalakalık ? Yiğit Bey daha ne desin ? AKP memleketi batırdı diyor...  Alınan borçlar nereye gitti diyor... Aslında Yiğit Bey bu paraların kimlerin cebine gittiğini de biliyor ama, elinde belge olamadığı için daha açık yazamıyor.

Yiğit Bulut Beyefendiye iftira edenlerde utanma yok ama, bende belge çok.

Tarih 1 Şubat 2008. Bakın Yiğit Bulut“ Milliyetçilik ülkeyi soydurmamak değil mi ? “ başlıklı yazısında ne söylüyor ?

“ Laiklik ve Cumhuriyet kavramlarını “aşındırmak isteyenler” kızlarımıza okul hakkı örtüsü altında yola çıkmışlar, yolları bir noktada onlarla ortak olanlar “bilerek veya saflık içinde” onlara destek oluyorlar ve olan yine bu ülkeye oluyor! “Bütün bu efendilere” sesleniyorum; aşağıdaki gerçeklere bir bakın ve “ülkeyi birileri yerken” nasıl olup da “milliyetçi” olduğunuzu bize bir anlatın!

Sıcak para, ülkenin iliğini-kemiğini 57. Hükümet ve sonrası kurulan yapı içinde, o günden bugüne kadar, tam tabiriyle “emiyor”. Bunu görmeyenler veya “aracı” olanlar, “gizli ajandalarını” uygulamaya çalışıyorlar... Ve en kötüsü yaptıklarını eleştirenlere de “milliyetçilik” dersi veriyorlar! Ben size gördüğümü söyleyeyim; ülkemiz ”maddi-manevi” her alanda yıpranıyor ve bu yıpranma yakında ”rendelenmeye” dönüşecek! “

Hani AKP yalakasıydı Sayın Bulut ? Yiğit Bey çok cesur bir şekilde AKP Hükümetini Milliyetçilik kisvesi altında, halkın iliğini-kemiğini emmekle suçluyor. Daha ne yapsın yaaa ? Böyle bir cümleyi Emin Çölaşan dahi kuramadı !

Durun daha bitmedi. Tarih 12 Eylül 2007. Gündemde yine irtica tartışması var. Yiğit Bey bu konuya da parmak basıyor ve bakınTürkiye’de irtica tehlikesi var mı? Başlıklı yazısında şu tespiti yapıyor :

“ Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni ’bilinç ve güç’anlamında koruyabilecek, örgütlenmiş tek kurum TSK. Bunu yazdığım için bana kızanlar, “asker sempatizanı” olarak nitelendirenler olabilir. “

Utanın yaaa.. Bu mu AKP yalakası ? AKP yandaşı medya TSK’yı paçavraya çevirirken, Yiğit Beyefendi aslanlar gibi “ Cumhuriyeti koruyacak tek güç TSK “ diye haykırıyor ! Ve bunu tam 12 Eylül tarihinde yapıyor... Daha ne yapsın kardeşim ?

Biliyorum, bu iftiracılar utanmaz...

Ama ben yine de yazmaya devam edeyim.....

Tarih 221 Şubat 2008. AKP’den ayrılan Abdüllatif Şener, eski lideri Başbakan Erdoğan’a isyan bayrağını açmış, verip, veriştiriyor. Herkes susarken Yiğit Bey bu eleştirileri tek tek köşesine taşıyor ve “AKP’nin kurucusu feryat ediyor... “ başlıklı yazısını, bakın nasıl tarihi bir tespit ile bitiriyor:

“Ortaya çıkan model çok açık ve net; toprakların sahibi olduğunu iddia eden bir halk, sadece hizmet sektöründe çalışan aynı halk, şirketleri tamamen yabancılar tarafından kontrol edilen ve kârı yıl sonunda onların cebine transfer edilen bir yapı... Adı “Türkiye” ama içi 2003 sonrası var olan siyasi otorite tarafından boşaltılmış bir Türkiye. “

Söyleyin bana, bu mu “ AKP Yalakası ? “

" AKP iktidarı Türkiye’nin içini boşalttı “ diyen Sayın Medya Büyüğümüz Yiğit Bulut Beyefendi Hazretleri mi AKP Yalakası ?

İnsaf kardeşim ! İnsanda biraz izan olur...

Biliyorum, ben ne yazsam, bu iftira cephesi yine Yiğit Bey’e hayasızca saldıracak...

Üzülmeyin Sayın Bulut, meyveli ağaç taşlanır...

Türk medya tarihinde şerefli yerinizi alacağınızdan kimsenin kuşkusu olmasın...

Neyse, bu kadar kara mizah yeter...

" Bugün " köşesinde ve ekranlarında AKP'ye ve Başbakan Erdoğan'a methiyeler düzen Yiğit Bulut'un " Dün " Vatan Gazetesindeki köşesinde AKP ve Başbakan Erdoğan'a mnasıl salladığını görmek isterseniz, Vatan Gazetesindeki tüm yazılarını bulup okuyun...

Evet Yiğit Bey, şimdi söz sırası sizde...

Önce tüm eski yazılarınızı bir kez daha okuyun, sonra da bize AKP ve Başbakan Erdoğan hakkında yaptığınız 180 derecelik dönüşün nedenini anlatın...

Tabii, anlatabilirseniz...


Aydın Özdalga
 
Ben link ekleyemiyorum. Bulup okumanız dileğiyle...


Güneş Duru - Insanlığı yaratan insandır
 
midem bulandı..
 
Ece Temelkuran - Herşey o kız çocuğunun konuşmasının engellenmesiyle başladı


Türk. Bu sözcük mağarada bir eko gibi. Ses, bir kere senden çıktı mı dalga dalga keşfeder ya mağaranın hiç göremediğin yerlerini. Eko uzayıp karanlıkta yayıldıkça bir tedirginlik sarar insanı. "Demek o kadar derin", "Demek dibi bucağı yok"... Eko, boşluk duygusu yaratır, bir tür çaresizlik. Ses büyüdükçe mağarada, sen küçülürsün. Mağaranın büyüklüğüyle baş edemeyeceğini düşünürsün. "Belki hiç girmemek en iyisi"...

Ermeni. Bu sözcük, kocaman bir dünya ona "Tadımızı kaçırma" dediği için artık konuşmamaya karar vermiş bir kız çocuğu gibi. Söz, söylenmeye söylenmeye etrafı kalın bir kabuk tutar, Anadolu'da kabuklu bir kız çocuğu bu. Onun başına gelenleri herkes biliyor. Ama hatırlamaktan, duymaktan o kadar çok korkuyorlar ki, kız konuşur endişesiyle o kadar çekilmez bir gürültü ediyorlar ki, o da susup büyük gözleriyle hayret ediyor.

O kız çocuğunu, derinliğinden ve karanlığından korkup geri çıkanlar mağaradan hızla uzaklaşmaya çalışırken, mağaranın ağzında durup, kendi dilindeki o türküyü tek başına söylerken hayal ediyorum. 24 Nisan böyle bir şey bana kalırsa.

Büsbütün unutmak diye bir şey yok. Çünkü unuttuğunu bile hatırlamamak diye bir şey yok. İnsan hiç değilse, bir şeyi unutmuş olduğunu hatırlar. 24 Nisan daha gelmeden başlayan, "Hayır hayır!" diye bağıran gürültü bundan. Daha kız çocuğu ağzını açmadan...

Hatırlayanla alay eden, onu zayıf bulan, yürümeyi, ilerlemeyi, devam etmeyi engelleyen düşman olarak görüyor bu toprak. Ermenilerle ilgili değil bu sadece. Ama bu arazın başlangıcı muhakkak ki onlarla ilgili. Şimdi Berkin deyince, "Hatırlatıp hatırlatıp çocuğu kullanıyorsunuz" diyenlerin çiğliğinin tarihi Ermenilerle ilgili. Daha Roboski sözcüğü ağzımızdan çıkmadan lafın ağzımıza tıkılması da, Uğur Kaymaz deyince sanki kötü bir hatıraya bağlanıp kalmışız gibi horlanmamız da, Ceylan Önkol dediğimizde, Hrant dediğimizde sanki bu memleketin çok tadı varmış da, biz kaçırmışız gibi düşmanlaştırılmamız bundan. Her şey o kız çocuğunun konuşmasının engellenmesiyle başladı. Ve sonra işte o seller bu çamurları getirdi.

Ben o kız çocuğunun neden sustuğunu hatırlıyorum. Onu dinliyorum. Eğer o isterse sarılıyorum...


http://www.ecetemelkuran.com/katego...ocugunun-konusmasinin-engellenmesiyle-basladi
 
Çember daralıyor - Güneş Duru


Ben bu yazıyı yazarken üç gazete sözleşmiş, tam sayfa manşetten Sümeyye Erdoğan’a suikast yapılacağı haberini veriyordu. Önümüzdeki hafta tartışılacak yeni bir konumuz oldu. Paralel yapının başındaki isim “Sümeyye’yi Bitirin” emrini vermiş. Emre Uslu da araştırıp Amerika’nın en psikopat kiralık katillerinden birini bulmuş, devreye CHP’nin de girmesiyle ittifak tamamlanmıştı. Haberleşmenin Twitter üzerinden yapılmış olması ise istihbarat servislerini hayrete düşürecek nitelikte bir buluş, tebrikler. Her koşulda AKP tüm bu saçmalıklara inanacak %40’ın üzerinde seçmene sahip olduğunu biliyor. Yalan, dolan ve talanı inançla paketleyip makbul bir şeymiş gibi göstermeyi başaran AKP toplumun cehaletinden besleniyor. Cahil olmayanlar da iktidar çevresinden nemalandıkları rant alanlarından vazgeçemiyorlar.

Şımarık prens
Bu olası yalan haberde hedefteki ismin Bilal değil de Sümeyye olması ilginç ve beklenen bir nokta. Elbette bir nedeni var; 17 Aralık’ın en önemli isimlerinden biri olan Bilal Erdoğan’ın namlunun ucundaki isim olması AKP seçmeni nezdinde ne kadar önemsenirdi? Yolsuzluk nedeniyle vicdanen rahatsızlık duyan bir kısım AKP seçmeni için Bilal Erdoğan şımarık bir veliaht prensten daha fazlası değil. Sümeyye ise Meclis’e girmeye hazırlanan bir vekil. Oligarşilerden beslenen Türk siyasetinde AKP’nin başına geçmesi en kuvvetli isim. Sümeyye mağduriyet adına Bilal’den çok daha doğru bir isim. Hem bu sayede siyasi kariyeri de yavaş yavaş dizayn edilmiş olacak. Erdoğan çıkıp “benim biricik kızıma suikast tertip ettiler” diye gürleyecek.
Suikast planın içinde bir CHP’linin yerleştirilmiş olması CHP’nin derin devlet içindeki rolü edebiyatıyla kullanılarak seçim süresince kullanılacak malzemelerden biri olacak. Cemaat AKP’ye ilişkin bildiği daha vahim belgeleri kamuoyuna sunmadığı sürece AKP bu malzemeleri her daim yaptığı gibi cilalayarak toplumu kutuplaştırmaya, kutuplaştırarak kazanmaya devam edecek.

Bu haberle hem İç Güvenlik Yasası hem de cumhurbaşkanına hakaret gerekçesiyle Birleşik Haziran Hareketi’ni hedef alan tutuklamalara ilişkin haberler gölgelenmiş olacak.

Suikast planıyla İç Güvenlik Paketi’nin ne denli önemli olduğunun altı çizilecek. Zira paketteki maddelerden biri olan olağan şüphelilerin gerektiği koşullarda taşınmazlarına ve gelirlerinin dondurulması ve el konulması maddesi doğrudan Cemaat’i hedef alıyor. AKP içinde suç unsurları barındıran uygulamalarda birçok kez Cemaat’e ortaklık ettiğinden bu meselenin üzerine gidemiyor. Elindeki tek koz Cemaat’in basın organlarını susturmak. Mevcut yasalar buna olanak vermediği için yapabileceği yegane şey İç Güvenlik Yasası’yla birlikte Cemaat’in tüm gelir yapılarını bitirmek, taşınmazlarına el koyarak Cemaat medyasını susturmak. Daha fazla güç ve otorite için ülkeyi germenin, insan hayatı ve zamanıyla oynayan yalanların, basın etiğini yerle bir eden haberlerin biteceği, paranın alamayacağı yegane şeyin vicdan olacağı günleri düşlemek hayalcilik. AKP’nin Türkiye’yi getirdiği durum bu, değişmeyecek, düzelmeyecek, daha da berbatlaşacak.

İç güvenlik
Son bir haftada Türkiye’de yaşananlar her şeyin özeti; her şey bir yerinden siyasi iktidara, söylem ve uygulamalarına dayanıyor. Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle halen tutuklu olan Onur Kılıç söylediği hemen her şeye imza atabileceğim, hakiki bir insan, arkadaşım. Edirne’de şahane bir Kültür Evi ortaya çıkaran, bir keresinde ziyaret ettiğim, orada tanıştığım isimlerden biri olan Kadir Yavaş Onur Kılıç ile aynı gerekçeyle tutuklanmış genç bir arkadaşımız. Nuh Köklü ise birçok protestoda rastladığım bir türlü tanışamadığım, AKP’nin söylemleri sonucu kar topu oynarken katledilmiş bir basın emekçisi. Bunları kendimi önemsemek adına yazmıyorum. Aksine çemberin ne denli daraldığını ifade etmek için yazma gereği duyuyorum. İç Güvenlik Yasası’yla birlikte bu çember daha da daralacak, bir yerinden hepimize dokunacak, tanıdıklar artacak, sıra hepimize gelecek.


http://www.birgun.net/news/view/cember-daraliyor/13984
 
Nuh Köklü ise birçok protestoda rastladığım bir türlü tanışamadığım, AKP’nin söylemleri sonucu kar topu oynarken katledilmiş bir basın emekçisi.
Akp'yle alakası nedir. Sadece merakımdan soruyorum. Ayrıca gazetecinin ölümüne çok üzüldüm. Allah rahmet eylesin.
 

Özgür Mumcu - İktidarın Çırpınışı


Elbette bir zafer kazanmış gibi anlatacaklar. Bu işlerin tabiatı böyledir. Bir geri çekilmeyi bir fetih gibi pazarlamayacak kabiliyeti olmayanın zaten o koltuklarda işi ne?
Süleyman Şah Türbesi ateş hattındaydı. Orada bulunan kırk civarı askerin de hayatı tehlikedeydi. Tahliye zorunluydu. Türbenin naklinden hemen sonra IŞİD ve YPG arasında türbeye sadece 600 metre mesafede çatışmalar yaşanması da bunu gösteriyor.
Kobane’deki IŞİD saldırısı sürerken IŞİD ile YPG’yi aynı gören açıklamaları vardıErdoğan’ın. IŞİD saldırısı püskürtüldükten sonra Süleyman Şah’a Kobane’den geçilerek gidilebildi.
Türbenin taşındığı Suriye Eşme’si de YPG denetiminde bir köy. YPG sözcüsünün sosyal medyada yaptığı açıklamalar ve HDP milletvekili Hasip Kaplan’ın söyledikleri de bu operasyonda Türkiye ve YPG’nin şu ya da bu şekilde beraber hareket ettiğini gösteriyor.
Düştü düşecek denen Kobane düşseydi, Süleyman Şah Türbesi nasıl tahliye edilecekti acaba? Kobane ve çevresi IŞİD’in eline geçseydi türbe nereye nakledilecekti?
(Bu nakil işleminin doğurabileceği uluslararası hukuka ilişkin sorunlar ise başka zamana kalsın.)
Hasılı, askerlerin kurtarılması iyi haber. Bundan bir askeri zafer çıkartılması ise hayal dünyasında yaşayan iktidardan beklenecek bir durum. Dış politikada ardı ardına yaşanan mağlubiyetlerden sonra biraz sevindirik olmaya hakları var.
Tabii bu zafer sarhoşluğunun sebeplerinden biri de Meclis’te olan bitenden dikkatleri uzaklaştırmak. Geçen cumartesi neredeyse sabaha kadar Meclis TV herhalde tarihinin izlenme rekorunu kırdı.
Zorba iç güvenlik kanununa karşı muhalefetin birleşmesi önemliydi. Kanunu geçirmek için milletvekillerinin kafasına tokmakla vuran, merdiven boşluğuna fırlatan, tekme tokat saldıran bir Meclis grubu var AKP’nin.
Bütün bu yaptıklarını inkâr eden ve milletvekillerinin kendi kendilerini darp ettiklerini söyleyecek kadar da kendinden geçmiş bir grup bu.
Amaç herhangi bir toplantıyı pratikte yapılamaz hale getirmek. Bütün bir ülke olarak olağanüstü hale girmek üzereyiz. Bugünleri bunaltıcı buluyorsanız, bu kanundan sonra karaya vurmuş balıklar gibi boğulmaya hazır olmanızda fayda var. Erdoğan’a karşı ağzını açanın bugün dahi tutuklanabildiği memleketimizde bu kanundan sonra hapishanelerin nasıl bir hızla dolacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.
Süleyman Şah operasyonu belli ki YPG’nin katkılarıyla gerçekleşti. Bir yandan bu yapılıyor, öte yandan Muharrem Sarıkaya’nın haberine göre HDP’li milletvekilleri iç güvenlik kanunu geçerse barış sürecinin sona ereceğini söylüyor.
Dün terörist dediğinin denetimindeki köye “ecdadın” türbesini naklederken, süreci bitireceği söylenen bir kanun için Meclis’te şiddet estirmek...
Kimisi bütün bunları bir planın parçası olarak görebilir. Oysa dağılan, nereyi tutsa elinde kalan ve paniğini kibriyle örtmeye çalışan bir iktidarın çırpınışlarını izliyoruz. Tutarsızlıklarında bir keramet aramaya gerek yok. Tek amaç ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak.
Muhalefet, Meclis’te gösterdiği dayanışmayı kalıcı kılmanın yollarını ararsa iktidarın bu şuursuz çırpınışlarının vereceği zararlar asgariye indirilebilir.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/219297/iktidarin_Cirpinisi.html
 
İhtiyaç şanstan fazlası

GÜNEŞ DURU


AKP’nin hiçbir uzlaşmaya olanak vermeden topluma dayatmaya çalıştığı, otoriter meşruiyetini güçlendirecek, sokak muhalefetini etkisiz hale getirmeyi amaçlayan İç Güvenlik Yasası’na neredeyse kolektif bir iradeyle direnen CHP, HDP ve MHP geçtiğimiz haftaya damgasını vurdu. Yasa ve yasaya karşı oluşan Meclis içi tepki kimyası daha çok konuşulabilirdi ancak zamanlaması özel olarak seçilen Şah Fırat operasyonu ile AKP gündemi bir kez daha dilediği gibi değiştirmeyi başardı. AKP kâh Meclis’teki sandalye sayısıyla kâh Meclis içinden ve dışından aldığı destekler ve elbette eski Cumhurbaşkanı Gül’ün müstesna varlığıyla bugünlere geldi.

Tehlikenin farkında olmayan kalmadı... Önümüzde Meclis içi aritmetiğinin geçmişten çok daha önemli olduğu bir süreç, sadece bir seçim değil Ala Turca Başkanlık Sistemi var. Başkanlık sistemi çözülmenin eşiğinde olan AKP’yi yeniden güçlendirmeyi amaçlayan, Erdoğan ve partisi için adeta tek çıkış yolu.

CHP oylarını ne kadar artırırsa artırsın AKP’yi iktidardan indiremeyecek. Mesele daha çok sandalyeye kavuşmak ise HDP’nin Meclis dışında kalacağı her formülün AKP’ye yarayacağı apaçık ortada. CHP sadece büyükşehirlerde daha fazla vekil çıkarabilir ancak bunun dışında kalan hemen her yerde HDP’nin barajı geçememesi AKP hanesine işleyecektir.

HDP barajı geçemezse AKP Meclis’te daha güçlü bir temsiliyet bulacak ve Anayasa üzerinde dilediği değişiklikleri tek başlarına yapabilecek hale gelecek. Nihayetinde AKP’nin daha doğmadan adını verdiği sakil, anti demokratik bir yapı; Yeni Türkiye ortaya çıkacak. Bu durum baskı, gerginlik, dayatma ve çatışmaların büyüyerek artacağı, belirli bir kesimin ayrıcalığında geçecek onlarca yıla daha hazır olmak anlamına geliyor.

HDP’nin en az %2’lik bir oya daha ihtiyacı var gibi görünüyor. Komplo teorilerinden arınıp HDP’ye en azından bir şans vermekten başka seçenek yok. Belirli bir kesimin sürekli altını çizdiği gibi; barış sürecini için HDP’nin AKP ile birlikte hareket edeceğine ilişkin önyargılar olur da doğru çıkarsa, o zaman hesap sorma hakkına herkesten daha fazla sahip olursunuz. Ama HDP’ye hiç şans vermeden bundan gayri söylenen her şey laf-ı güzaf. Sadece barış sürecinin ilerlemesi için değil toplumsal muhalefetin inancı,Birleşik Haziran Hareketi ve benzeri Meclis dışından sistemi zorlayacak yapıların güçlenerek daha geniş tabana yayılması adına HDP’nin Meclis içinde yer alması gerekiyor. Bu süreçte BHH’den birkaç ismin HDP saflarından vekil olarak Meclis’e girmesi son derece önemli. Bunun için yürütülen görüşmelerin kesintiye uğramadan devam etmesi kadar, isimlerin acilen belirlenmesi de önemli. CHP içindeki bazı milletvekilleri eğer bu süreçte HDP’yi tercih ederse baraj yerle bir olacaktır.

HDP’nin oyun dışında kalması durumunda güçlenecek olan AKP’nin kimseyle uzlaşmaya, gerçek ve adaletli bir barış ortamının tahsisi için gereken adımları atmayacağı geride bıraktığımız süreçte silahların susması dışında atılmış tek bir somut adım olmamasından ötürü aşikâr. Ve fakat HDP bu süreçte barış sürecine ilişkin beklentilerini, tıkandığı noktaları net olarak kamuoyuna anlatmalıdır.

Oy versek de HDP barajı aşamaz diyenler; şu güne kadar CHP’ye isteyerek ya da mecburiyetten atılan oyları akıllarına getirsinler. Son Sarıgül vakasını, Ekmek için Ekmeleddin’i bir düşünsünler. Ekmek arası börek yiyerek geçen, CHP’ye verilen desteklerin çoğu kez boşa çıktığı onca yılı, Baykal’ın Cumhurbaşkanlığı düşü için Erdoğan’a evet diyerek, ülkenin gördüğü hatrı sayılır kötülüklerinden birine siyaset yolunun nasıl açıldığını akıllarına getirsinler. Özetle söz konusu süreçte yapacağımız tercihler çok önemli, yanlış tercihlerimizle yaşadıklarımızdan ders çıkarmaktan daha fazlasını yapmalıyız.

Çok mu abartıyorum? Geçtiğimiz on iki yıla bir bakın!



http://www.birgun.net/news/view/ihtiyac-sanstan-fazlasi/14325
 
Namus sözü - Elif Yılmaz


İstanbul Üniversitesi (İ.Ü.) rektörlük seçimlerinde sandıktan Prof.Dr. Raşit Tükel 1202 oyla birinci çıktı. 908 oyla ikinci çıkan Vekil Rektör Prof. Dr. Mahmut Ak kameralara büyük bi özgüvenle “Cumhurbaşkanı yeni rektörü atayana kadar açıklama yapma gereğini duymuyorum” dedi. Sayın Cumhurbaşkanı’nın sandığa bağlılığını tüm Türkiye bilir. “Demokraside her şey sandıktır”, “Sandık namustur”, “Türkiye’nin istikametini sadece sandık belirler” Erdoğan’ın veciz sözleridir. Muhalefete bu sözlerle çok ayar çekmişliği vardır. Şimdi zurnanın zart dediği yerdeyiz. Cumhurbaşkanı sandıktan çıkana saygı gösterip, solcuların desteklediği Prof. Dr. Tükel’i rektör olarak atayacak mı? Atamazsa kendisinin meşhur ‘Sandık namustur’ sözünü arşivlerden kaldırtacak mı? Hadi bakalım hep birlikte göreceğiz.

En büyük günah

Polisin attığı gaz fişeğiyle yitirdiğimiz Berkin Elvan’ın bu hafta ölüm yıldönümüydü. Kimileri o gün eylem yaptı, kimileri mezarbaşında, kimileri de evinde Berkin için dua etti. Birileri ise yine aynı cümleleri tekrarlayıp durdu. “O çocuk ekmek almaya gitmiyordu.” Velev ki ekmek almaya gitmedi, velev ki eylemdeydi. 14’ünde öldürülen çocuğun arkasından bu soruyu sormak şu demek: ‘Hükümeti protesto eden öldürülür!’ Bu sorunun başka bi amacı yok! Bi kendinize gelin yahu. Vicdansızlık en büyük günah değil miydi? Yoksa artık günahlar da mı değişti!

Gerçek düşman

Tokat’ta kadın din ahlak öğretmeni, kız öğrencilere ‘başlarını örtmedikleri için tecavüze uğramalarının, öldürülmelerinin mübah olduğunu’ söyledi. Tepkiler üzerine kendi isteğiyle başka bir okula gönderildi. Ne oldu şimdi? Bu rezalet çözüldü mü? Böyle bir zihniyetin gencecik öğrencilere öğreteceklerini bi düşünsenize. Dünyadaki islamofobiden şikayet eden iktidarın önce bi dönüp kendi sokağına bakması gerek. Ben bundan daha büyük bir İslam düşmanlığı propogandası olabileceğini sanmıyorum.

Memlekette bir derin şüphe

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklamaların yarattığı endişe giderek artıyor. Gezi eylemleri ve sonrasında yaşanan her şeyi lobiye bağlamıştı.

- ‘Robot Lobisi’, ‘Faiz Lobisi’, ‘Yahudi Lobisi’, ‘Borsa Lobisi’, ‘Sermaye Lobisi’, ‘Medya Lobisi’, ‘İçki Lobisi’, ‘Porno Lobisi’ vesaire vesaire... Derken, Türkiye’nin üç tarafının denizlerle değil, lobilerle çevrili olduğunu öğrendik. İktidar mensuplarından biri yolda düşse, mevzuyu ‘Kaldırım Lobisi’ne bağlayacak kıvamda bi hayatımız var artık.

- Amma velakin bu hafta, akıl sınırları daha zorlandı. Cumhurbaşkanı, Erol Büyükburç’un öldüğü gün öyle bir açıklama yaptı ki; cümleyi üç kere okudum. Sonra sırtımı koltuğa dayadım, boş gözlerle metne baktım. Sonra tekrar cümleyi okudum. Cumhurbaşkanı “Özellikle de yarınki programı öncesinde böyle bir şeyin gerçekleşmiş olması düşündürücüdür” diyerek şarkıcının ölümüyle ilgili şok bi imada bulunuyordu. Oysa 3 resmi doktor cenazeyi incelemiş, ölümün ‘doğal’ olduğuna karar vermiş, rapor yazmıştı.

- ‘Yarınki program’ denilen de Bursa’da küçük bir konserdi. Ama cümleyi okuyunca insanın kafasından ‘Allah Allah Büyükburç bilmediğimiz bir devlet işinde falan mı çalışıyordu acaba?’ diye geçti. Eeee sonuçta, bu imayı yapan kahvedeki Ahmet amca değil, koskoca Cumhurbaşkanı. Tekrar sorduk soruşturduk. Netice değişmedi. Aile açıklamaya çok şaşırmıştı. Bu yüzden cenaze günü tekrar ‘doğal ölüm’ açıklaması yapmak zorunda kaldılar.

- Mevzu kapandı kapanmasına ama kafada başka şüpheler bıraktı. İki gün sonra Erdoğan’dan 14 Mart Tıp Bayramı etkinliğinde “Bir doktora, bir hemşireye kalkan el ihanet zincirinin uzantısıdır” açıklaması gelince, memleketin kafası iyice karıştı. Açıklamanın üzerinden 48 saat geçmesine rağmen ‘Sağlıkta şiddet ile ihanet arasında’ hâlâ bağlantı kurulamadı.

İki tavsiye



Bu hafta size iki değerli gazetecinin kitabını tavsiye edeceğim. Biri Tolga Tanış’ın “Potus ve Beyefendi” diğeri ise Tuğce Tatari’nin “Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim” adlı kitabı. Biri ‘bugünü anlamak’ diğeri ise ‘dokunabilmenin mucizesini’ kavramak için çok değerli çalışmalar. İyi pazarlar...


http://www.posta.com.tr/turkiye/YazarHaberDetay/Namus-sozu.htm?ArticleID=272715
 
Mayıs fırsatı - GÜNEŞ DURU


7 Haziran yaklaşırken Türkiye her geçen gün daha tehlikeli bir ortama doğru yol alıyor. Kendiliğinden olmuyor elbette, kuşkusuz bu durumun yegane sorumlusu koltuğu fena halde sallanmakta olan siyasi iktidar. AKP oylarını sabit tutacağına inandığı eğreti ezberlerle koltuğunu konsolide etme derdinde. İslamcılık, Türkçülük, muhafazakârlık gibi Türkiye’de her zaman iş gören kartları yeniden masaya süren AKP’nin jokeri ise yine Erdoğan. Davutoğlu dahil parti içinde jokere eli gitmeyen çok sayıda isim olmasına karşın, partinin Erdoğan’dan vazgeçerek 7 Haziran’da başarılı olma şansı yok. Davutoğlu ve arkadaşları bu durumu hepimizden daha iyi bildiklerinden, Erdoğan’ın kendisi için arzuladığı başkanlık sistemine ilişkin yürüttüğü kampanyaya seç çıkaramıyorlar. Ne AKP’nin seçim vaatleri ne de Davutoğlu’nun sözleri değil, seçim ikliminin belirleyicisi olan Erdoğan’ın ağzından çıkan sözler. AKP seçmeni ise kendini ayrıcalıklı hissetmeye devam etmek istiyor. Olası bir anlaşmazlığın son on iki yıldır kendilerine sağladığı iş, mevki, kapital ve manevi getirilerden mahrum kalmak istemiyorlar. Erdoğan’ın ne istediği, başkanlık sisteminin ne olduğunun önemi yok. Devletin tepesinde, televizyon ekranlarında Erdoğan’ı görmek, işitmek, AKP’nin varlığını sürdürmesi seçmenine kendini iyi hissettiriyor. AKP de seçmeninin bu minnet, itaat ve iman duygularından besleniyor.

Kendisine özel bir başkanlık sistemi arzusuyla, her saat ve gün, hiçbir canlı yayını kaçırmayan, ekranları şahsi boy aynasına çeviren Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı tarafsızlığı bir yana bu mevkiinin bütçe ve imkânlarını kullanarak adeta bağımsız, tek kişilik bir kampanya sürdürmesi bir gün “masa”dan ertesi gün imam hatiplerden söz etmesinin nedeni Türk-İslam sentezinin her daim iş yapması.

Fakat yaklaşan seçimlerin önünde koca bir mayıs ayı var. Tarihsel geçmişi, anıları ve anlamları ile 1 Mayıs, 6 Mayıs ve tabii ki mayısın son günlerine denk düşen Gezi’nin üçüncü yılı, Erdoğan’ın açıklamalarıyla duraklama sürecine giren barış süreci Mayıs ayının AKP için hiç de kolay geçmeyeceğine ilişkin öngörülebilir başlıklar. Öngörülemeyen yeni olay ve gündemlerin Mayıs ayına damgasını vuracağı da gün gibi ortadayken mayısın gücü kullanılmalı.

Erdoğan’ın Dolmabahçe açıklamasına ilişkin rahatsızlığını dile getirmesiyle sendeleyen barış süreci, masa açıklamasıyla adeta durma noktasına geldi. Bu durumu seçime ilişkin bir politika olarak algılamak hatalı olacaktır. Barış Kürt hareketi başta olmak üzere barış isteyen ve destekleyen mecraların etkisi ve varlığıyla AKP’ye karşın yürüyor.

Hatırlayalım, AKP bölgenin hem ekonomik hem de inanç değerlerini kalkındırma hedefiyle hizmet götürürken bir yandan da BDP’li belediyelerin yetersizliklerinin altını çizerek yola koyulmuştu. Kemalizm’in neden olduğu inanç ve etnik mağduriyet paydasında Türk sağını, muhafazakârları ve Kürtleri ortaklaştırarak, müzakere süreci, Kürt kimliğinin tanınması ve barışa baş koymak gibi söylemlerle Kürt oylarını arttırmayı amaçladı, başardı da. İktidarın PKK’nin silahları bırakmasını istemesinin nedeni barış değil, Kürtlerin siyaseten zayıflayacağına, bölgede AKP oylarının artacağına olan inanç idi. Ancak AKP’nin gizli hesabı Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı adaylık süreci, Öcalan’ın silahsız çözüme ilişkin vurguları ve Dolmabahçe açıklaması ile tehlikeye girdi. Erdoğan başta olmak üzere müzakere sürecine ilişkin AKP dilinin değişmesinin nedeni de bu.

Bu nedenle HDP’nin Meclise girmesi kadar CHP’yle koalisyon yapma ihtimali önemsenmeli, her iki parti uzaklaşmak yerine birbirine yaklaşmaya yönelik söylemleri ön plana çıkarmalıdır. Herkesi mutlu edecek yeni bir Türkiye’nin geleceği Erdoğan ve AKP’ye sandıkta hakettikleri dersi vermekle, vicdan, eşit yurttaşlık, özgürlük, laiklik ekseninde birleşmiş toplumsal bir paydaşlıkla mevcut. 7 Haziran’a bir ay gibi kısa bir süre kalmışken, Kürtler, Türk solu ve sosyal demokratının birbirine daha yakın durması hiç olmadığı kadar elzemdir. Böylece Erdoğan hem başkanlık fantezisini hem de partisini kaybedecektir.


http://www.birgun.net/news/view/mayis-firsati/17418
 
Nükleer felakettir!

GÖZDE BEDELOĞLU


Akkuyu Nükleer A.Ş.’nin reklam filmi dönüp duruyor ekranda. Bisiklete binen mutlu çocuklar, nükleer enerjiyle güçlenen Türkiye’de, sağlıklı, mutlu bir geleceğe doğru pedal çeviriyor. İnanmamızı istedikleri mesaj bu. Felaketi, çocuk gülümsemesiyle paketleyip satmanın şeytanlığı üzerine söyleyecek tonlarca şey var. Ayıp, bunların arasından seçebileceğim en kibar söz olur. Siz en iyisi, kolsuz, bacaksız doğan; yüzü çökmüş, rengi solmuş kanserli Çernobil çocuklarının fotoğraflarına bakıp kendi sözünüzü kendiniz seçin.

Akkuyu Nükleer, patladığı 1986 yılından beri, Türkiye’den İskoçya’ya kadar geniş bir coğrafyada hayatı tehdit eden Çernobil’in mimarı Rus Rosatom’a emanet edildi. Çernobil öyle bir felaket ki, bugün 600 milyondan fazla insanı etkilediği söyleniyor. 2056 yılına kadar, kazadan kaynaklanan 240 bin yeni kanser vakasının daha ortaya çıkacağı düşünülüyor. Aradan 29 yıl geçmiş olmasına rağmen, etkileri sürüyor ve sürecek. Çünkü nükleer, kullanım ömrü kısa ancak çevreye yaydığı zehirle asırlık bir teknoloji.

Çernobil, Karadeniz’in üzerine de yağmış; çayımızı, fındığımızı, hayatlarımızı zehirlemişti. Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, kameralar önünde bardak bardak çay içip halka “her şey yolunda” mesajı verirken; kanser, Karadeniz’de pek çok hayata musallat olmaya başlamıştı bile. Nükleer enerji tartışmaları, onlarca yıldır tansiyonu yüksele alçala devam ediyor. 80’lerde canlı yayında çay içiliyordu, bugün evdeki tüpgazla denk tutuluyor.

Dönemin Başbakanı Erdoğan, Mersin ve Sinop’ta yapmak istedikleri nükleer santrallara karşı çıkanlara, riski olmayan hiçbir yatırım olmadığını, bu şekilde düşünürsek evde tüpgaz bile kullanmamamız gerektiğini söyledi. Ki bu, 2011’de meydana gelen Fukuşima nükleer felaketinden hemen sonra yapılmış bir açıklamaydı. Sadece bulunduğu ülkeyi değil, radyoaktif maddenin atmosfere karışmasıyla binlerce kilometre ötesini bile uzun yıllar zehirleyecek bir teknolojiyi tüpgazla eş tutmak, meseleyi ciddiyet zemininden çok uzağa savurtmak demekti.

Erdoğan, bir yıl sonra yaptığı konuşmada, nükleer santralın radyasyon tehlikesinin uçak yolculuğundan az olduğunu söyledi. Açıklaması, meseleye bakışında bir değişiklik olmadığını gösteriyordu. “Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralın kapısında otursanız, bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar radyasyon almıyorsunuz” dedi ve olası bir patlamadan hiç söz etmedi. Bırakın kaza sonrasını, nükleer atıkların nerede, hangi yöntemle depolanacağına dair bile tek bir tatmin edici açıklama yapılmış değil.

Bunun yerine bol bol, “Türkiye’nin büyümesini, Türkiye’nin gelişmesini, Türkiye’nin dışa bağımlılıktan kurtulmasını istemiyorlar” propagandası var. Yaşam hakkının korunmadığı bir yerde bu sözlerin hiçbir hükmü, hiçbir değeri yok. Benim 33 yıllık ömrüm, milyonda bir denilen riske rağmen iki nükleer felaketi görmeye yetti. Açık ki, hem söylenenden daha fazla risk altındayız, hem de etkileri asırlar boyunca süren bir faciaya fırsat tanıyan planın içinde... Yaşam hakkı, günlük siyasete malzeme edilemez.

Kaldı ki Türkiye, eski rayda hızlı trenin yürütüldüğü, iki yaşam odasının madencilere çok görüldüğü, deprem paralarının duble yola gömüldüğü, insanların göz göre göre öldürüldüğü, suçlunun cezalandırılmadığı bir ülke. İtiraf edelim ki, bugün fay hattı üzerine nükleer santral yapmaya kalkışanlar, karnına kılıç saplayacak kadar sorumluluk aşkıyla yanıp tutuşan Japonlar’a hiç benzemiyor. Hoş benzese de boş, nükleer santralın dünyaya saçtığı zehrin geri dönüşü yok.

Bugün, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri tek tek santrallarına kilit vuruyor; çünkü nükleer enerjiyle bir gelecek kurulamayacağını kabul ettiler. Çare, yenilenebilir enerji yatırımlarını artırmakta, tasarrufun gerekliliğine dikkat çekmekte ve doğayla uyum içinde yaşama arzusunda...


http://www.birgun.net/news/view/nukleer-felakettir/16693
 
Şen ola di̇n tüccarlari şen ola

HAKAN DEMİR


Sert bir yüz. Üzerinde yüzünden de sert bir askeri üniforma. Onlarca silahlı korumanın arasından geçip kürsüye çıkıyor. Karşısında büyük bir kalabalık. Başlıyor konuşmaya:

“Hepimiz bir Allah’a inanıyoruz. Bir peygamberimiz var. Aynı Kuran’ı okuyoruz.”

Kalabalıktan alkış kıyamet. Askeri üniformalı adam orada durmuyor. Ezberlediği iki üç ayeti de peş peşe sıralıyor. Kalabalığın alkışları iki katına çıkıyor, coşku muazzam. Dini referanslarla konuşan bu adam muhakkak halkının gözünde çok kıymetlidir intibaı uyanıyor.

Bahsettiğim adam herkesin tahmin edebileceği üzere 12 Eylül Darbesi’nin müsebbibi, dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren. Tüm bu hatim töreni havalarında geçen mitinglerinde yine kendi kurdurduğu, Turgut Sunalp’in kukla yönetimindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) için oy istiyordu.

Ne kadar tanıdık değil mi...

Peki netice ne oldu? MDP yüzde 7’yi bulamadı, tarihten silindi gitti. Evren de birkaç yıl sonra berbat hâle getirdiği ülkeyi, başka berbat yöneticilere bırakıp yazlığına çekildi.

KENAN EVREN V 2.0

Geçen hafta sonu tarafsız duruşu ve adaletperverliğiyle yedi düvele nam salmış Cumhurbaşkanımızın Kürt illerinde turu vardı. Bölgeden altını çize çize iki mesaj verdi. Birincisi Kürt sorunu yoktur. İkincisi İslam’ın telif hakları bendedir.

Kürt sorunu yoktur. Ama bakın size alternatif olarak ne getirdim. Kuran-ı Kerim.

Elde Kuran’la dile getirdiği iki önemli cümle, tercümeyle şöyle:

“Ben Kuran’la büyüdüm. Ama biliyorsunuz Kılıçdaroğlu için Kuran’ın ne ifade ettiği malum.” Oradaki “malum”la ima edilen de herkesin malumudur herhalde. Siz malumsunuz, Kılıçdaroğlu malum, oy verirseniz cehennemde ne malumlar yaşarsınız bilemem, bir düşünün yani malum olur.

“HDP cami duvarına pisliyor.” Zaten iktidar partisine karşı seçime giren herkesin amacı dini yok etmek. Buna alet mi olacaksınız sorunsuz kalmış Kürt din kardeşlerim? Bunlar din bilmez ki sizi nasıl anlasınlar. Ben sarayda oturuyorum ama aynı sizin gibiyim, aynı kitabı okuyoruz. Siz yoksul evimin kirasını nasıl öderim derdindeyken, ben de bin liralık bardakta çayımı içerken bu elimde görmüş olduğunuz kitap asılı değil mi duvara? İşte böyle aynıyız biz. Onlara papuç bırakmayın.

Açık saçık yeni versiyon, son güncellemeleri yapılmış üniformasız bir Kenan Evren.

YENİ AYETLER Mİ VAAT EDİYORSUNUZ?

Dine sarılma kolaycılığı gayet anlaşılır bir yöntem halbuki. Seçmen nasıl karşılık verir belli olmaz. Din, yumuşak karın. Hele Türkiye’deki inanç kültürü sömürülmeye son derece müsait, ülke tarihi bunun başarılı örnekleriyle dolu. Ancak bu denli fazla dine odaklanmanın çok açık bir meali de var: “Vaat edecek başka şeyimiz kalmadı.”

Bir dönem Avrupa Birliği vaadiyle seçimlere giderlerdi. Artık o rafta iç siyasete dönük kof kabadayılıktan başka şey kalmadı.

Bir dönem de ekonomide iyileşme masalları anlatılırdı. Artık maaşlarınız daha düşük olmalı diye alkış almaya çabalar hâle geldiler. Paradan attıkları altı sıfıra dahi yenildiler. Doların rekorlarını saymaktan usandık.

Darbecileri yargılıyoruz der, düzmecesi - yarı hakikisi yan yana onlarca davayla akıl bulandırırlardı. Şimdi yargılamaları beraber yaptıkları kişilere karşı yargıladıklarından medet umar haldeler.

Yargı reformu vaatleri vardı. Şimdi yargı komple sizlere ömür. Reformu da olamıyor dolayısıyla.

Demokratikleşme derlerdi. İç Güvenlik Yasası’ndan sonra bahsetmesi bile abes, kendileri de umursamıyor artık.

Kürt sorunu zaten yokmuş.

Komşu kalmayınca dış politikadan bahsetmek de ilginç durur. Onu da es geçtiler. Sünnet düğünü kostümlü ecdat edebiyatıyla yama deniyorlar.

Yani dine sarılma hamlesini salt çıkarcılık, kolaycılık ve etkili bir yöntem olarak görmeyelim demiyorum ama temel gerekçenin bundan biraz daha çürük olduğu ortada.

O dini hamaset bulutunun içinde derin bir çaresizlik göze batıyor. Siyaseten bitmişlik, fikren çökmüşlük, ahlaken tükenmişlik ve ağır bir yorgunluk.

Ucunda Kenan Paşa’nın elde lokumla beklediği kısa bir yol bu. Allah kavuştursun.


http://www.birgun.net/news/view/sen-ola-din-tuccarlari-sen-ola/17592
 
Kitle travma silahı

Güneş Duru

Geçtiğimiz günlerde IŞİD antik Palmyra şehrinin tiyatrosunda “görkemli” bir infaz gerçekleştirdi. IŞİD dünyanın en muazzam kültürel emanetlerini yok ederken sadece insanlık tarihinin sayfalarını hunharca koparıp atmıyor, bir yandan da bu anıtları birer sahne, propaganda aracı olarak kullanıyor. Asıl amaç Batı’ya mesaj vermek. IŞİD’in tarihi eserlerin bir kısmını da örgüte gelir sağlamak için Batı ülkelerindeki alıcılara satması bölge ve anlayış için yeni bir durum değil. Bu eserlerin adeta Batı modernliğine ait olduğu algısı hakim, bedeli ödendiği sürece bölgedeki tüm geçmiş satılık birer unsur.

Bugün din ve mezhep savaşlarıyla kana bulanan Büyük Mezopotamya bitkilerin tarıma alındığı, hayvanların evcilleştirildiği, ilk yerleşik köy topluluklarından, evin, kamusal alanın, inançların, ticaretin, yazı ve sanatın, kent ve devletlerin oluştuğu, insanlığın en önemli belleklerinin depolandığı dünyanın tartışmasız en muazzam kültürel coğrafyası.



Buna karşın sadece dünyanın kurucu söylencelerini değil, kudretli enerjisini de derinlerinde barındırdığı için bu kadim coğrafyada türlü çıkar çatışmaları, savaş ve acı bir türlü bitmiyor, uzunca bir süre de son bulmayacak gibi. Eski Dünya’da geçmişin biriken kültürel katmanları farklı kimlikleri de beraberine alarak ayrıştırmaya devam ediyor. Zaman içinde yükselen kültürel anlamlar dünya ve insanlığın ortak mirası olarak algılanmak yerine, provokatif birer unsur olarak görülüyor. Günümüz dünyasıyla hiçbir ilişkisi olmayan anıtlar, yerleşmeler “Batı” düşmanlığına kurban ediliyor. Elbette minik bir nesneden büyük bir kente, sembolik anlam ve öğeler toplumun tarihi ve kültürel değerlerini yansıtan somut göstergeleridir; kültürün maddi olmayan yönleri ise bu somut anlamlarla sarmal bir yapılanma içine girerek topluluğun kimliğini oluşturur. Kimlik ve belleği biraraya getiren kültürel emanetler tam da bu nedenle çatışmaların hedefindedir.

1993 yılında Osmanlı Dönemi’ne ait, Türk/Müslüman kimliğiyle özdeşleşen kültürel bir ikonun, Mostar Köprüsü’nün bombalanması, Yugoslavya’da iç savaşın nedeni olan etnik ayrışmanın bir sonucuydu. Sırplar, Müslüman Bosnalılar ve onlara ait kültürel emanetleri de yok etmeyi amaçlamıştı. Soğuk Savaş yıllarına gelindiğinde Amerika’nın “Yeşil Kuşak” projesindeki en önemli müttefiki olan Taliban iyice güçlendikten sonra Afganistan’da rejimi değiştirmiş, Mart 2001’de tüm dünyayla paylaştığı görüntüler ise sembolik yeni bir milat olmuştu. Taliban eski İpek Yolu üzerinde bulunan Buda heykellerini dinamitle patlatarak Budistler’den çok Batı dünyasına mesaj veriyordu. Aynı yıl El Kaide kapitalizm ve Amerika’nın en önemli sembollerinden biri olan Dünya Ticaret Merkezi’ne yaptığı saldırıyla sadece sonrasında dünya dinamiklerinin değişecek olması adına değil, medya ve iletişim araçlarının canlı yayınlarıyla dünyanın en büyük propaganda sahnelerinden birini meydana getiriyordu. Tüm dünyanın canlı olarak ekranlardan izlediği görüntülerle “Batı” karşıtlığı sembolik bir zafer kazanmıştı. Bir yıl sonrasında ise Amerikan hükümetinin Irak seferi için büyük bir kamuoyunu arkasına almasının nedeni yine aynı görüntüler olacaktı.

Geçmişe ait semboller üzerinden yapılan tüm propagandalar son yirmi yılda medya mecralarının artması ve interaktif bir yapıya evrilmesi ile birlikte farklı bir boyut kazandı. Kitle iletişimi geçmişin aksine bireylerin çok yönlü, etkin ve katılımcı iletişimini mümkün kılmakta. 2 milyar aktif üyeye sahip Facebook’a, bilgisayara ihtiyaç duymadan her gün dört milyon kişi akıllı telefonlarından giriyor, çektiği video ve fotoğrafları yüklüyor. 2007 yılından bu yana varlığını sürdüren Twitter’da ise günde 500 milyon tweet atılırken, Vine, Periscope, Instagram ve benzeri görsel içerik sağlayıcıların yaygınlaşması sosyal medya paylaşımlarını misliyle arttırmakta. Soğuk savaş yıllarında meydanlardan yapılan gövde gösterileri, nükleer silahların birer penis gibi, ardı ardına sıralanarak yapılan resmi geçit törenlerini düşünürsek, iki kutuplu dünyanın sembolik dili devletler eliyle radyo, televizyon ve beyaz perdenin gücüyle oluşturuluyordu. Günümüz dünyası ise ana akım medya olanaklarına ihtiyaç duymaksızın küçük grupların dahi kendi sembolik dilini oluşturabileceği olanaklarla dolu. Cep telefonlarımızdan tıkladığımız bir link kültürel bir travma yaratmakla kalmıyor, şiddetin, yıkımın sıradanlaşmasına da neden oluyor.

IŞİD örneğinde en korkutucu haliyle temsil bulsa da bu vahşet, tahribat ve yıkım, Eski Dünya için yeni bir durum değil. Yeni olan sosyal medya olanaklarıyla daha tehlikeli bir sürecin ortaya çıkmış olması. Kültürel ikonların imhası küresel olarak yaygın kılınarak bir yandan düşman kültürel bir travmaya uğratılıyor, bir yandan da sosyal medya iletişim stratejisinin sağladığı gövde gösterisiyle yok edenin daha çok destek bulmasını doğuruyor. Kültürel mirası yok etmek adeta yeni bir trende dönüşüyor. Geçmişi tahribata davetkar kılan sembolize edilmiş anlamların yok edilmesi yeni, sosyal medya yoluyla yaygınlaştırılan karşı-sembolik anlamların bütün ihtişamlarıyla internet ortamında inşa olmasına neden oluyor. Vandallık anıtsallaştırılarak geleceğe yeni ve çirkin anıtlar bırakılmaya çalışılıyor.


http://zete.com/makaleler/kitle-travma-silahi/

 
Meğer, iki cihanda lekeli değilmişiz
08.07.2014 Salı
“Özgürlük” şarkıları söyleyen “hümanist” sanatçımız Sezen Aksu, hapse tıkılmamı talep etti!
*



Niye derseniz?



*



Sezen Aksu, açılım süreci’yle alakalı olarak başbakanı telefonla aramış ve “annemle babamla konuştum, canıgönülden destekliyoruz, elimden geleni yapmaya hazırım, annem babam bu sürecin karşısında duranları iki cihanda lekeli kabul ediyorlar, ben de öyle görüyorum” demişti. Sezen Aksu’nun “baba” vurgusu önemliydi, çünkü, Sezen Aksu’nun babası, Fethullah Gülen cemaatinin en önemli okulu, İzmir Yamanlar Koleji’nin kurucu müdürüydü. Gel zaman git zaman... 17-25 Aralık patladı, yolsuzluklar fışkırdı, akp’yle cemaat’in arası bozuldu. Tayyip Erdoğan, düne kadar öve öve bitiremediği cemaati, haşhaşi-terörist ilan etti, inlerine gireceğiz filan dedi. O sırada, Berkin öldü. Sezen Aksu, kişisel internet sitesine mektup yazdı, “muhakeme yetisini kaybetmiş bir kibir, iktidar ve güç zehirlenmesinden doğan vicdan tutulması Berkin’i de aldı; namuslu insanlar var bu dünyada, illa ki kazanacaklar” dedi. E ben de oturdum, bu iki açıklamayı alt alta koyarak, Firuze başlıklı yazımı yazdım.“Cemaatle akp cankuşken, yetmez ama evet’ti, akp’nin karşısında olanlar iki cihanda lekeliydi, cemaatle akp düşmanken, Tayyip Erdoğan güç zehirlenmesi ve vicdan tutulması yaşayan, muhakeme yeteneğini kaybetmiş biriydi, Tayyip Erdoğan’ın karşısında olanlar namuslu insanlardı” dedim.



*



Vay sen misin diyen...
Sezen Aksu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu, beş sene hapse atılmamı istedi. Yanlış okumadınız, beş sene... Ne kadar büyük bir suç işlediğimi kanıtlamak için de, Kadir Has Üniversitesi’nden bir profesörün hukuki görüşünü, şikâyet dilekçesine eklemişti.



*



Neyse ki, Kadir Has Üniversitesi’ndeki profesör karar vermiyor bu işlere... Cumhuriyet Savcısı karar veriyor. Hayata senden-benden diye bakmayan, hukuk penceresinden bakan namuslu savcılar var bu ülkede... İnceledi, elinin tersiyle itti. Dava bile açılmasına gerek görmeden, reddetti. Kapı gibi, ders gibi gerekçe yazdı. Yargıtay’dan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden çarpıcı örnekler vererek, basın özgürlüğüne vurgu yaptı, özetle “söz konusu yazıda suç unsuru yok” dedi.



*



Şimdiiii, gelelim zurnanın zırt dediği yere...



*



Sezen Aksu, şikâyet dilekçesinde “tarihi bir yalanlama”da bulundu. “Söylemediği sözleri, kendisi tarafından söylenmiş gibi yazdığımı” öne sürdü. “Referandumun karşısında duranları ‘iki cihanda lekeli’ olarak nitelendirdiği yönünde, tamamen gerçekdışı bir iddiada bulunduğumu” öne sürdü. “İki cihanda lekeli dediği yönündeki iddiamın, hiçbir veri ve bilgiye dayanmadığını” öne sürdü.



*



Yani dedi ki... İki cihanda lekeli demedim, Yılmaz Özdil yalan yazıyor, iftira atıyor.



*



Halbuki...
Bunu diyen ben değilim.
Sabah gazetesi.




*



19 Ağustos 2009’da manşet yaptı, alt başlığında aynen şu yazıyordu: “Erdoğan’ı telefonla arayan Sezen Aksu, bu sürece karşı duranlar iki cihanda
lekeli dedi.”




*



Sabah gazetesi kimin?



*



Üstelik... Sezen Aksu, Sabah’ın bu manşetini yalanlamadı. Dikkatinizi çekerim, bu manşet dün atılmadı. Teee 2009’da, beş sene önce atıldı. Sezen Aksu, iki cihanda lekeli dediğini, beş senedir yalanlamadı. Bu beş sene boyunca, Hıncal Uluç’tan Ertuğrul Özkök’e, Fatih Altaylı’dan Bekir Coşkun’a neredeyse bu konuyla alakalı yazmayan kalmadı. Hürriyet’ten Yeni Şafak’a, Cumhuriyet’ten Zaman’a, Sözcü’den Bugün’e, Aydınlık’tan Star’a, tüm gazetelerde, CNN Türk, NTV, Habertürk, Samanyolu, hepsinde haber oldu, tartışma programlarına konu edildi. Google’a girip “iki cihanda lekeli”yi ararsanız, 141 bin defa haber yapıldığını görürsünüz. Sezen Aksu’dan gık çıkmadı.



*



Şimdi savcıya diyor ki:
İki cihanda lekeli demedim.
Tamamen gerçekdışı.



*



Aslına bakarsanız... Sezen Aksu’nun bunu illa savcıya şikâyet etmesine gerek yoktu. Bana veya herhangi bir gazeteciye söyleseydi, zaten yazardık. Çünkü, iki cihanda lekeli demediyse, büyük haberdir. İki cihanda lekeli dememesine rağmen, sanki demiş gibi, Sabah gazetesi tarafından manşet yapıldıysa, bu daha büyük haberdir. Açılım’ı desteklemekle, açılım’a karşı çıkanlara lekeli demek arasında, dağlar kadar fark vardır. Ve, beş sene boyunca susup, beş sene sonra kamuoyuna açıklamadan, savcılık şikâyetinde yalanlamak, maalesef çok daha büyük haberdir.



*



Elbette hukuka karşı boynumuz kıldan incedir, eşeklik yaptıysak, bedelini öderiz, gerekirse sırf Sezen Aksu’nun hatırı için yatarız, canı sağ olsun ama... “Özgürlük”şarkıları söyleyen “hümanist” sanatçılarımız bile artık gazetecilerin hapse girmesini talep ediyorsa, hakikaten ağla Firuze, ağla.
http://sosyal.hurriyet.com.tr/Yazar/74/Yilmaz-ozdil/33482/Meger-iki-cihanda-lekeli-degilmisiz

eskilerden bir köşe yazısı...
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…