Osmanlı Mutfağı

Nevreste

Bir garip yolcu
Yönetici
Editor
16 Ağustos 2010
290.063
595.836
42
ramazan_ve_osmanil_h28092.jpg



Bir zamanlar, Asya'dan Anadolu'ya doğru akan Türk boyları, eski uygarlıkların mayaladığı bu topraklara Uzak Doğu'da oluşan o zengin kültürü büyük bir ustalıkla ve yol boyu, geçtikleri her ülkeden aldıkları malzemeyle zenginleştirerek taşımışlardı. Bu hareket sırasında elbette mutfak kültürüne de gereken yeri vereceklerdi.

"Açları doyurun, çıplakları giydirin, yıkılanları yapın, az halkı çok edin" gibi kutsal öğütlerle yola çıkan göç kafilelerinin yeni vatandaki görevleri kendilerine böylece bildirilmişti.

İşte, yıllar sonra Anadolu ve Rumeli'nde gelişen Osmanlı kültürü ve de bu kültürün önemli bir bölümünü oluşturan mutfak ve yemek töreleri Asya Türklerinin tarihsel birikimiyle birlikte oluştu, gelişti ve ünlendi.

Bu hareketli kültür birikimini yeni vatanda geliştirecek, destekleyecek ve üretkenliğini arttıracak bir çok eleman vardı. Yeni toprak, her şeyden önce üç ayrı denizle çevrilmişti: Karadeniz, Akdeniz, Ege Denizi. Bu üç deniz bütün mal varlıklarını Anadolu göçmenlerinin emrine sunmuştu ve bu üç denize bağlı iki boğaz (Çanakkale ve İstanbul Boğazları) ve de onları birbirine bağlayan Marmara Denizi, bir yandan kendine özgü bereketi ile bir yandan da Anadolu'da, dört mevsimi birarada yaşamanın özellikleri ile, Batı'da bahar keyfi sürerken, Güney'de yaz, Karadeniz'de ılıman bir sonbaharı yaşama imkanını kullanarak, ülkenin bütününü, her mevsim taze sebzeler ve değişik meyvelerle donatıyordu. Bizler de, bugün bile aynı keyfi yaşamıyor muyuz?

İşte bu nedenlerle Osmanlı mutfağının ve yemek kültürünün özelliklerini, tarihsel kültürel birikiminin verdiği çeşitlilik ve coğrafyanın ve iklimlerin verdiği zenginlik ve de denizlerin, göllerin getirdiği bereketle birlikte incelemek ve düşünmek gerekiyor sanırım.

Bu koşullar, Osmanlı yemek kültürünü dünyanın üç büyük mutfağından biri olma kıvamına getirdi.

Yaşadığımız günler, yaşadığımız koşulların büyük değişimleri nedeniyle bu kültür elbette durmadan yenileniyor. "Kalıcı olma" şansı her gün biraz daha azalıyor. Bugün tüm dünyada insanlar evlerinde ve aile sofralarında birlikte yemek keyfini çok az bulabiliyorlar. Gelişen iş töreleri, sıcak yemek alışkanlıklarını, ayakta yenen "tost, sandviç" gibi kuru yemeklere dönüştürülüyor, davet yemekleri daha çok lokantalarda veriliyor. Çağdaş tıp, eskilerin en çok sevdiği yağlı yemeklere, hamur işlerine, hamur tatlılarına iyi gözle bakmıyor, fazla kilolu olmaktan korkanlar devamlı "diyet" gayretiyle kolay yemeklere önem veriyor.

Ve böylece... Yeni dünyanın yemek sistemi kendi kurallarına göre, eski sistemden ayrılıyor.

Ama, eski sisteme de dikkatle bakıldığı ve araştırmalar yapıldığı zaman onların da, özellikle sağlık açısından bir çok tedbirleri olduğunu, o günlerin koşullarına göre bazı kurallar ve kararlarla bu konuyu yürüttüklerini görüyoruz.

Madem ki bizim konumuz Osmanlı mutfağı... Bu konularda, ne demiş Osmanlı'nın akıllısı biliyor musunuz? Ne demiş? Yemekten, içmekten, tatlıdan, tuzludan söz açıldığında... o bolluk ve bereket sofralarında... Haber vermiş ki:

"Az yiyen melek olur
Çok yiyen helak olur"

Aman dostlar dikkat. Aman!

O zamanlar, buna benzer vurgulu sözleri usta hat sanatçıları o sanat eseri olan süslü yazılarıyla yazan, zarif levhalar yaparmış. Akıllı ev sahipleri de bu levhaların bir iki tanesini yemek odalarının duvarlarına asarmış:

"Az yiyen her gün yer
Çok yiyen bir gün yer" gibi.

"Ağız yer, yüz utanır" gibi.

Çok yemek yemenin insanın işine yaramayacağını anımsatan aşağıdaki dize gibi.

"Neler yedi neler yedi bu diş"


AİLE SOFRASI
Osmanlı ailesi günde iki kez yemek yiyor. Kuşluk yemeği - Akşam yemeği. Bu tür sofranın merkezi babadır. Büyük anne ve büyük baba (varsa) babanın iki yanına oturur. Anne, çocukların arasındadır. Onlara yardım eder. Sofra örtüsü yere yayılır, üstüne genelde altı ayaklı bir tahta konur. Onun üstüne de büyük yemek sinisi.

Kaşıklar sininin çevresine sıralanır.

İslam peygamberinin aile sofrası için önemli bir buyruğu vardır:

"Yemeklerinizi ailenizle birlikte yiyin. Çünkü, o yemeğin bereketi vardır" diye buyrulmuştur.

Aileler bu buyruğa genelde önem verir ve uygularlar.

Sininin çevresine minderler dizilir, sofraya oturanlar sağ kolları sofaya dönük olarak minderlere, hafif bir çaprazla oturur. Sürahi yerde, sofra örtüsünün üstündedir.

İlk yemek genelde çorbadır ve büyücek bir bakır k'se içinde sofraya gelir.

Babanın seslice bir besmelesi ile yemek başlar. Bu sofralarda, yemek sırasında pek konuşulmaz. Yüksek sesle gülünmez, yemeği beğenmeyen, sevmeyen biri varsa, bunu açıklamaz. Kesinlikle ağız şapırdatılmaz ,ekmek ısırılarak değil koparılarak yenir.

Asık suratlara ,durumu usulca bildirilir. Sofrada su içmek isteyen olursa, gençlerden biri bardağına suyu koyar. Ve o, suyunu bitirinceye kadar, sofradakiler bekler, su içenin yemek hakkı böylece korunur.

Yemekler aynı kaptan yenir. Bu sofralarda çatal ve bıçak yoktu. Sofra töresi ancak Tanzimat'la birlikte değişmeye başlamış ve herkes tabağına konulan yemeği çatal ve bıçak kullanarak yemeği zamanla öğrenmiştir.

Çorbadan sonra et yemeklerinden biri, yanında pilav, ardından ya bir soğuk yemek ya bir börek, sonra da tatlı türlerinden yada meyvelerden bir tabak, tepsiye gelir.

Yemek sonunda baba şükür duasını ettikten sonra herkes tuzluktan bir tutam tuz alarak ağzına atar ve yemeği pişirene "Anne elinize sağlık" gibi, "Çok güzel olmuş" gibi bir teşekkür deyimi söyler. Sonra, evin yetişmiş genç kızı büyüklere kahve yapmak üzere mutfağa geçer. Büyük anneler, babalar oturuyorken, sofradan kalkanlar, sırasına göre, sinideki sofra eşyasını toplar ve mutfağa götürürler. Yerde ekmek kırıntısı asla bırakılmaz.

MİSAFİR SOFRASI
fft2mf1915.jpg



Genellikle yakın akrabalara, arkadaşlara, komşulara verilen davetlerde yemek töresi bazı küçük değişikliklerle gerçekleşir. Ailenin ve davet edenlerin yakınlığına göre ve kişilerin seçimine göre bu davetler ya kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı sofralarda verilir; ya da sofralar aynı odalarda kurulabilir. Bir üçüncü ihtimal, kadın sofralarının gündüz evde, erkek yokken yapılmasıdır. Erkek sofraları gece işten sonra verilir.

Yemeğe davet eden, "filan akşam yemeği bizde yiyelim, Allah ne verdiyse" gibi alışılmış sözle işi bağlar.

Konuklar yemeğe gelirken "teşekkür b'bında" konuk evine yada evin çocuklarına uygun bir armağanla gelirler. Yalnız erkeklerin olduğu davetlerde bu armağan töresi pek yoktur. Konuk hanım, paketi ev sahibi arkadaşına "Size layık değil ama" gibi bir küçültme ifadesiyle uzatır. Ev sahibi hanım da, "Ne zahmet ettiniz aşk olsun" diye karşılar, teşekkür eder.

Çok eskilerden başlayarak, bu sofralarda konuklara önce bir kaşık bal sunulurdu. Ya da reçel. Bu ikram, "Tatlı tatlı konuşalım, tatlı tatlı yiyelim" deyiminin balla ifadesi olarak kabul edilirdi.

Bir de aileye, adı "Tanrı misafiri" olan ve yemek vakti habersiz gelenler olurdu. Onlara ilk sorulan soru "Yemek yediniz mi" ya da "Aç mısınız" dı. Eve sahibi tel'şlanmaz, zora girse bile öfkesini (varsa), asla belli etmez, "Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer" diye, konuğunu sofraya oturturdu. Arada, gelen konuk yeterince doymadı endişesiyle, salata gibi, peynir gibi yan yemeklerden birini uzatır, konuk, "istemem, doydum" gibi bir nedenle kabul etmeyince:

"Misafir ev sahibinin kuzusudur, üzme beni al" gibi bir ısrarla salatayı yada peyniri ya da onlar gibi bir yiyeceği konuğunun önüne sürerdi.

Haberli ya da habersiz, misafir sofrasındakilerden biri su ister ve içerse suyu verene "Su gibi aziz ol" diye teşekkür eder ya da kendinden genç biri su vermişse "Berhüdar ol, oğlum" ya da "kızım" der, gülümserdi.

Sofraya, ailenin parasal durumuna, yaşadığı şehre ya da yöreye göre kış günleri çorbayla başlayan yemek, et türlerinden biriyle devam eder, ardından pilav gelir, soğuk yemekler ya da börekler, tatlılar birbirini kovalar, herşey bitince konukların en yaşlısı teşekkür eder, küçük bir dua okur, sonra da burada okuyacağınız şiirsel bir ikramla yemek olayını kapatırdı.

Yağsın sofranıza nur
Kaza- bel', bu evden geri dur
Evin sahipleri olsunlar m'mur.

Bu sofralarda sıkça tekrarlanan teşekküre ait deyimler:

Konuk, evin bereketidir. Var olun, sağ olun.
Misafirin baş üstünde yeri var.
Türke selam ver, sen yiyeceğini düşünme.
Peynir ekmek, hazır yemek... Ve en güzeli de: "Yiyeceğini değil, yedireceğini düşün" anımsatmasıdır.

TOPLU YEMEK SOFRALARI

279_Kopyas%FD_yemeklerweb.jpg

Geleneksel kuruluşlarımızın yaşam biçiminden doğduğu belli olan toplu sofra töresi asker ocağında, tekke, dergâh ve zaviyelerde, okullarda, kervansaray ve hanlarda gerçekleşmiştir. Bu sofralarda yemek parası genellikle vakıflardan ödenirdi.

Yemek zamanı, görevlisi tarafından bina dışında uygun bir yerden, yüksek sesle yapılan "sofraya s'l' ya huuu" çağrısı ile duyurulur, o binadaki herkes işini bırakır ve kimseyi bekletmemek için hemen elini yıkayıp yemekhaneye giderdi. Herkes bu sofralardan hangisine oturacağını bildiği için hiyerarşideki yerine oturur, saygıyla, edep kuralları içinde, ortak peçete diyebileceğimiz uzun, "yağlık" adlı el dokuması örtünün, önüne gelen bölümünü dizlerine örter, sofra büyüğünün besmelesini beklerdi. Hemen bütün kaşıklar birden o kocaman çorba k'sesine dalar ve yemek töreni böylece başlardı.

Aile sofrasının kuralları burada da geçerliydi. Konuşma, gülüşme, yemek seçme, ekmeği ısırarak yeme başkalarının hakkına el uzatma yoktu.

Yemek bitiminde toplumun büyüğü ya da onun seçtiği biri yemek dualarından birini okur, sonra da bir tutam tuz ağıza atılırdı.

Toplu yemek sofraları doğal olarak erkeklerin yemek yediği yerdi ve kadınlar bu sofralara katılamazdı.
293174.jpg

İMARETHANELER
Toplu yemek türlerinden biri de Osmanlı'da yoksulları doyurmak için kurulan ve adı İmarethane olan mutfaklardı. Bu kuruluşların kökeni İslam'ın "zek't ve fitre" gibi dini vecibelerinin yerine getirilmesine dayanıyordu. İmaretlerde parasızdı yemekler ve onların masraflarını zenginlerin bir araya getirdiği vakıflar üstleniyordu. İstanbul'daki İmarethanelerde günde en az 4-5 bin kişiye yemek verilirdi. Bayram ve şenlik günlerinde çoğalırdı bu rakamlar.
İmarethane açan kişiler mülklerini kurdukları imarete bağlamaya mecburdurlar. Bu zorunluluk imaretin devam etmesini sağlamak için gerekliydi. İmaretlerin yaptığı ekmeğin özel bir adı vardı: Fodla.

KAHVE TÖRESİ
Hangi yemekten sonra olursa olsun, kahve vazgeçilmez bir son noktadır. Günlük hayatta da önemlidir. Türk kahvesinin özellikle o dönemde kendine has nükteleri, deyimleri, töresi vardı. Kahve tiryakisi, kahve ocağı, kahve falı, kahve fincanı ve.. "Bir fincan kahvenin kırk yıla varan hatırı"..

Kahve çeşitleri de vardı:
Sade kahve, şekerli kahve, orta şekerli (Bir adı da adeta) az şekerli kahve..

Bir de zamana göre içilen kahveler vardı.
Sabah kahvesi (İki türlü olur). Biri yataktan kalkar kalkmaz içilir. Öbürü kuşluktan az önce. Bu kahveler bazen "sütlü kahve" de olur. Yorgunluk kahvesi, fal kahvesi, dedikodu kahvesi, mola kahvesi, yemek sonu kahvesi gibi..

Türk töresinde yemeğe konuk çağırmak genellikle: "Hiç değilse bir acı kahvemizi içmek için buyrun" diye yapılırdı. Bir de ne zaman tiryakilerle, kahve ve sigara bir araya gelir, tiryakiler:

"Kahve tütün
Keyifler bütün".. diye hoşluklarını ifade ederlerdi.

Bu arada yemek arkasından kahve yerine çay içenleri de unutmayalım.

Çayı icat etti bir Pir
Sabahları iki, akşamları bir.. diye tanıtırlardı çay lezzetini.

EKMEK VE ÖTESİ


Osmanlı'da ekmek önceleri ev fırınlarında, komşu hanımların birbirine yardımıyla, belli günlerde, daima kadınlar tarafından yapılan ve pişirilen bir nimetti.

Sanıyorum ki, Türk mutfağında ekmeksiz bir sofra hiç düşünülememiştir.

Ekmek, buğdaydan, çavdar unundan, mısırdan, kepekten yapılır; somun, pide, şepit, bazlama, yufka ekmeği gibi çeşitleri vardır. Karadeniz'in mısır pastası denilen mısır unu ekmeği ve İstanbul'un francalası incelmiş ekmek türlerinden sayılırdı. Zaman elbette ekmeklerimizle de oynamakta ve kendine uygun değişiklikleri yapmakta. Pide ekmeğini, söz gelimi, insanlar artık yalnız ramazan ayında görüyorlar.

Osmanlı, Batı yaşamından etkilenmeye başladıktan sonra ekmek üretiminden de değişim başlamış ve ev fırınlarındaki ekmek üretimine karşılık çarşı ekmeği gündeme gelmişti. Çarşı ekmeğini ev kadınları önceleri sevmediler. Hatta ayıpladılar. Ev dedikodularına, "onlar çarşı ekmeği yer" l'fı bazen ayıplama olarak, bazen de alay etmek için kullanılan bir deyim olmuştu..

Ekmeğini evinde yapan veya yaptıran hanımlar sıkıntılarını şu deyişlerle ifade ederlermiş:

Samanlıkta saray oldu
Kadınlara kolay oldu.

veya:

Ekmek çarşıya düştü
Elâlem aç kaldı, küstü.

Ama aslında ekmek ne küstü, ne darıldı. Ekmek her haliyle vazgeçilmez bir yiyeceğimiz olduğu için ilk günden bugüne bütün zarafeti ve tadıyla sofralarımızın baş tacıdır. Öyle değil mi efendim?

Öyle ise dilinmiş ekmeklerimizi soframıza koyar, biz de Osmanlı yemeklerinin sohbetine başlarız.

OSMANLI YEMEKLERİ

content3.jpg


Fatih Sultan Mehmet'in babası 2. Sultan Murat zamanına kadar gerek halk sofralarında, gerek saray sofralarında yemek düzeni çok sade, çeşitler de çok azdı. Osmanlı mutfağının gelişip oluşması ancak 2. Murat döneminden sonra başlıyor.

Osmanlı yemekleri, biliyorsunuz, her zaman sofraların baştacı olan çorbalarla başlıyor. Sağlıklı yemeklerin birincisi kabul edilen çorbalar et suyu, tavuk suyu, yoğurt; balık çorbaları da balık suyu ile zenginleştiriliyor ve pirinç, bulgur, tarhana unu, kuru ve taze sebzeler ve sebze kökleriyle kaynatılarak yapılıyor. Ve adeta, mideleri kendinden sonra gelecek yiyeceklere hazırlamak ve hazmettirmek için görevlenmiş sayılıyor.

Düğün çorbası, yoğurt çorbası, tarhana çorbası, yayla çorbası ön sıralarda tutuluyor her zaman ve özellikle kuşluk yemeklerinin en hoşa giden çorbaları sayılıyor.

Sofraların temel yemeği olarak çorba ve ekmek öne alındığına göre çorbaların lezzeti ve sağlıklı içeriği olması elbette gerekliydi.

Çorba konusu yazıya dökülmeye başlandığında sonu kolay kolay gelmiyor. O dönemlerin hamarat hanımları sadece çorba isimlerini sıralamaya kalktıkları zaman çorba türlerinin sayısı yüzü kolay kolay geçiyor.

Çorbanın önemi Osmanlı'da o kadar belli ki evlenme yaşındaki kızların anneleri ve büyük annelerin en büyük korkusu, kızının "adam gibi çorba pişirmeyi bile bilmiyor" diye evde kalmasıydı. Ve bu konuda annesi gibi düşünmeyen kızlara verilen nasihat:

"Akılsız başa söz neylesin
Tatsız çorbaya tuz neylesin
Ya baba evinde kalan kız neylesin" idi.

ET YEMEKLERİ



Koyun, kuzu, dana gibi kırmızı etler, balık, tavuk gibi beyaz etler, kümes hayvanları ve av etleri et yemeklerinin temel taşlarıdır. Salça, soğan, saramsak gibi yan malzemeyle tatlandırılan et yemeklerinin bir kısmı uzun sürede ve ağır ateşte pişer. Kebaplar, köfteler, fırında, mangalda, ızgarada pişirilir.Genelde, yörelere göre değişen ezmeler, taratorlar, turşular, yeşil salatalar ya da yoğurtla birlikte yenir. Patlıcan salatası, patates kızartması, şiş kebap ve döner kebabı mutlaka domates, biber ile birlikte sofraya gelir.

Genelde tandırda, güveçte, fırında, testide, kuyuda (özel yapılır) şişte pişirilen et yemeklerinin yanında ya da ardından pilavlardan bir pilav da bulunmalıdır.

Tavuk ve aynı türün çeşitleri olan hindi, kaz, ördek vb. hayvanların etleriyle yapılan yemeklerin bu sofralardaki yeri de önemlidir. Özellikle misafir sofralarının unutulmaz yemeği olan çerkes tavuğu, hindi dolması, lezzeti eşsiz yemeklerdendir.

Ayrıca, et yemekleri içinde sayılan Marmara'nın lüferi, palamutu, tekir, pisi, dil balıkları ve izmarit-istavrit balıkları, Karadeniz' in kalkanı...Ama asıl sayısız pişirme çeşidi olan hamsisi; Ege'nin çupurası deniz yemeklerinin seçilmişleridir.

Balıklar, tavası, ızgarası, çorbası, buğulaması, tuzlaması, kurutması, fırınlaması yapılan, sağlık açısından da lezzet çeşitleri açısından da çok önemli olan et yemekleri arasındadır. Özellikle padişahların bir çoğunun sevdiği yemeklerdir bunlar. Maraş, Adana, Urfa'da yapılan kebaplar, sonradan bütün ülkeye yayılıyor. Hünk'rbeğendi, imambayıldı, papaz yahnisi, çerkez tavuğu, kadınbudu gibi yeni ve yapımı önemli olan yiyecekler sofraları süslüyor. Yerel yemeklerin seçilmişleri ülke içinde yayılmaya başlıyor ve tatlı konuşanlar, yiyeceklerin de tatlısını isteyince Türk mutfağında şenlik zamanla büyüyor.

Elbette hepsi bu kadar değil. Biz ilk elde aklımıza gelenleri anımsattık sizleri.

Kıyı şehirlerinde tabii balıklar ve diğer deniz ürünleri.. Tatlı sularda yine balıklar.. Izgarada, tavada pişen türleri. Tuzlamaları, kurutmaları..

Bu zenginlikte elbette yazımızın başında konuştuğumuz ülke coğrafyasının, mevsimlerin ve toprağın veriminin çok büyük etkisi var.

Karides ise güveci, salatası, pilavlısı ve salması ile aramızda.

Ama herkes bilir ki Karadenizlinin tek tutkusu olan hamsi balığı: tavası, ızgarası, fırınlanmışı, çorbası, yahnisi, buğulaması, tuzlaması ve kurutulmuşu (füme) ile tüm balık türlerinin önüne geçmiş ve birincilik yarışını kazanmıştır.

33337d1356002667-bolgelerimize-ait-yemekler.jpg


PİLAVLARA GELİNCE


Et yemeklerinin çoğuna, kuru fasulye gibi kurutulmuş sebzelerin hemen hepsine eşlik eden pilav türleri yalnız pirinç değil, bulgurla ve kuskuslu da yapılır. Sade pilav, domatesli pilav, bademli, fıstıklı, üzümlü, bezelyeli, patlıcanlı, tavuklu türleri vardır.

Bu çeşitli yemekler Osmanlı mutfağında, özellikle saray mutfaklarında doğmuştur. Pirinç pilavları değişik pirinç türlerine göre yapılır. Düğünlerde zerdeyle birlikte ikram edilir.

Yalnız Osmanlının değil, Türklerin tümünün vazgeçilmez yemeklerinin başında gelir pilav.

Meraklı Osmanlı hanımları 27 çeşit pirinç pilavı yapıyorlardı mutfaklarında. Aside, beyinli, bezelyeli, domatesli, düğün pilavı, l'pa, patlıcanlı pilav, sade, salma, şehriyeli, tavuklu ve daha da neler..

sultanlarin-menusu-avantgarde-hotel-de-2176808_6243_b.jpg


SEBZELER


Osmanlı sofraları etli ya da zeytinyağlı sebze yemeklerinde inanılmaz bir zenginlik taşır.

Başta fasulye türleri gelir, ardından 40 türlü yemeğiyle patlıcan. Arkası saymakla bitmez. Domates, biber, lahana, patates, bakla, kabak, ebegümeci, enginar, havuç, ıspanak, karnabahar, kereviz, kuşkonmaz, semizotu, mûlukiye, yer elması, pırasa. Başka, unuttuklarım da olabilir.

Kuru sebzeler ise, bakla, bamya, barbunya, kuru fasulye, mercimek, nohut, bezelyedir.

Bu yemeklerin etli ve sıcakları sırada öndedir, zeytinyağlılar arkada. Mutfağın tel dolabında sırasını bekler.

YA HAMUR İŞLERİ
Tükenmez bir konu olan Osmanlı mutfağının hamur işleri, börekler ve hamur tatlıları olarak ikiye ayrılır. Börekler sıcak yemektir genelde. Fırında yapılır ya da tavada pişirilir. Hamur arasına konulan malzeme ise , kıyma çeşitli peynirler ve ıspanaktır. Ramazan sofralarının vazgeçilmez yiyeceklerinden biridir börekler. O zamanlar börek yufkaları da evlerde yapılıyordu. Oklava ile açılan hamurlarla. Evin özel ekmek fırını yoksa tepsiler, üstü örtülü olarak çarşı fırınına gönderilirdi. Bu böreklerin adı tepsi böreğiydi.

Tava böreklerinin en güzeli sigara böreğiydi. İçi kaşar peyniri rendesiyle doldurulan sigara börekleri kızartılır, içkili sofraların pek hoşuna giderdi.

Genelde, peynir, ıspanak, kıyma, sütle yapılan börekler bazen tek yemek olarak bile (ama yanında mutlaka ayranla) o sofraların doyurucu yemeği oluyordu.

Hoşaf da, özellikle ramazanın sahur yemeklerinde sofraya gelirdi. Ya da tükenmez adlı meyve sularından evde yapılan o harika içecekle yenirdi.
10d34025-8169-442f-8e17-bfe8367d4dda.jpg

VE DE OSMANLI TATLILARI...
Üç türlü tatlısı var bu Osmanlının. Yani ağzının tadını bilenlerin. Hamur tatlıları, süt tatlıları, meyve tatlıları. Bir de, az önce adını ettiğimiz baklavalar.

Baklavaların temel maddesi unla açılan ince yufkalar, yağ şeker ve bal. Bir de fındık, fıstık, cevizden biri ve kaymak. Baklava türlerinin hepsi fırında pişer. Karadenizli kadın, bayramlarda şeker yerine konuklarına baklava ikram ediyor ve konuğuna baklava tabağını uzatırken de usulca:

"Buyur, 60 yaprak yufkayla yaptım" diye gülümsüyor. 60 ince yufkayı düşünün. Bu sayı bazen 70, bazen 80'e doğru da gidiyor.

Süt tatlılarıysa, muhallebi, sütlaç, kazandibi, tavukgöğsü, keşkül ve güllaçtır.

Keşkül, davet-ziyafet yemeği olarak başta gelmiştir sofralarda. Kazandibi ve tavukgöğsü uzun süre çarşı imalatı olarak yapılmıştır. Güllaç ise, ramazan sofralarının baş tatlısıdır. Malzemesi çarşılarda hazır satılır., evlerde evin hanımı sütle pişirir güllaç tatlısını. Azıcık ılık sütün içinde gelir sofralara. Kaymağıyla beraber.

Ramazan sofralarının en saygı gören tatlısı, tabii güllaçtı. Günümüzde güllacı seven, pişirmesini bilen kimse kaldı mı bilemiyorum.

Ama yemek ve tatlı seçiminin ustası olanlar yine de keşküle dayanamıyorlar. Süt tatlılarından en duyarlılarından biri olan keşkül Ankara'nın son Osmanlılarından olan rahmetli Vehbi Koç ile babamın, en sevdiği tatlısıydı. Bütün bunlar unutulup gidiyor. Ne yazık ki sofralarımızın şimdi yabancı sofralara dönüştü. En azından Konya'nın "etli ekmeği" İtalya'nın pizzası oldu sanki.

Amaa.. Osmanlı sofralarının en yaygın tatlısı aşuredir. Aşure, bir tören tatlısıdır. Genellikle muharrem ayının onu ile yirmisi arasında yapılır. Bu tarihin Kerbela Vak'ası günleri ile ilişkisi olduğu söylenir.

Söylencelere göre Nuh Tufanı'nın bitiminde, gemideki yolculara, kilerdi kalan son yiyecekler bir araya getirilerek yapılan ve kurtuluşun kutlandığı son yemekte yenilen aşure kırk türlü malzemeyi içerir. Eski günlerin evlerinde bu kırk türlü malzeme okumalarla konurmuş kazanlara, tencerelere. İlahiler okunarak karıştırılırmış uzun süre.

Ve sonra, hemen her Osmanlı evinde bulunması âdet olan büyük aşure sürahileriyle komşulara dağıtılırmış, aşurenin bir kısmı.

Bu ünlü tatlının başka hikayeleri de var. Muharrem ayının onuncu günü Adem baba ile Havva anamızın ilk tanıştığı günmüş. İlk aşure bu gün için pişirilmiş.

"Hayır öyle değil" diyenler de var. Onlara göre ise aşure, Adem'le Havva'nın cezalandırılıp yeryüzüne indirilmelerinden sonra (Hani Havva Ana Adem Babaya izinsiz ilk elmayı yedirmişti ya...) İşte bu nedenle dünyaya cezalı olarak yollanmışlar. Ama bir gün Tanrı onları affetmiş. İşte o affın müjdesi olarak pişirilmiş ilk aşure...

Biz bu nefis, ama yapımı hayli zor tatlıyı bir af tatlısı olarak değil, tatlıların şahı olarak çok seviyoruz, kim icad ettiyse Tanrı ondan razı olsun.
osm02.jpg

VE DE HELVALAR
Temel malzemeleri un ya da irmik, yağ, şeker, süt, kaymaktır.

Doğumlarda, ölümlerde, askere giderken, hac dönüşünde, okula başlayan çocuklar için, yeni bir eve sahip olunca, okul bitince, yağmur dualarında, kuzunun sütten kesilme günü olan "yoğurt bayramı"nda, "çiğdem düğünü"nde (ilk çiğdemin görüldüğü gün) Osmanlı evlerinde kesinlikle çeşitli helvalardan biri yapılır ve eşe dosta dağıtılır.

RAMAZAN SOFRALARI
Türkler arasında 11 ayın bir sultanı diye anılan Ramazan ayının kendine özgü pek çok töresi vardır. Biz burada sadece bu törenin sofrasından söz edebileceğiz.

Ramazan günlerinde de sofraların her gün iki türlüsü kuruluyor. Bir iftar sofrası. Öbürü sahur sofrası.

İftar sofrası, saati belli olan ve akşam saatlerinde açılan sofradır. Genelde oruç açma zamanını ve sofraya daveti şehirlerde ve kasabalarda toplar patlatarak haber verirlerdi insanlara.

Top sesini duyanlar aile sofralarının töresine uyarak yerlerine otururlar ve oruç açarlardı. Yani bütün günü hiçbir şey yemeden geçirenler oruç bozarlardı. Ya birkaç yudum suyla. Ya bir zeytinle.

Ramazan sofralarının ilki olan iftar sofrası iki aşamalıdır. Birinci aşama "İftariye" denilen ilk fasıl, ikincisi de yemeklerin yendiği ikinci fasıl.

İftariye, açlığın verdiği hızla yemeklerin üstüne atılmayı önlemek üzere tertiplenmiş çerez sofrasıdır bir anlamda. Küçük tabaklarda ve sahanlarda reçeller, peynirler, zeytinler ve benzeri yiyeceklerden teker teker alınır. Bunların yanında fırınlardan yeni çıkmış pideler vardır.

İftar sofrası bittikten sonra bir anda kaldırılır. O sıra akşam namazının okunma sırasıdır. İsteyenler ezanla gelen sese uyarak akşam namazını kılar. Sonra, yeniden hazırlanmış olan sofranın başına oturulur. Çorbadan sonra araya giren yemek normal sofralarda pek olmayan yumurtalı pastırmadır. Yalnız pastırma da olabilir. Bu pastırmanın pişiriminde bazı özellikler vardır. Soğanlı pişmesi gibi.

Saray sofralarında hemen her ramazan günü var olan pastırma evlerde her gün olur muydu bilemiyorum.

Sonra gelen yemekler etle başlar ve genel olarak güllaçla biter.

Belli saatlerde yenen sahur yemeği ikinci ve orucu karşılama yemeğidir. Sabaha karşı yenir. Bu yemeğin misafiri olmaz. Ev halkı arasında yenir. Gündüz, insanı susatmayacak, ama tok tutacak yemekler yapılır. Sahur sofrasında mutlaka hoşaf olur. Pilav, makarna, börek türleri bu yemeğin tutucu yemekleridir.

Hıdırellez gibi, bayram günleri gibi, ailede ölüm ayı gibi, düğünler, sünnetler gibi sayılı özel günlerde bazılarının özel bir yemeği vardır, o da pişirilir. Ama her zamanki yemek listelerinden seçmeler yapılır. Özel gün yemekleri ve tatlıları içinde dikkati çeken en önemli yemek helvadır.

Doğum, ölüm, gurbetten gelme, gurbete gitme, sünnet, hastalıktan kurtulma gibi pek çok olayda... ya bir kazanç ve hoşluk sonnuda ya da bir kayıp ve keder nedeniyle Osmanlı evlerinde mutlaka helva pişer ve eşe dosta ya helva dağıtılır ya da helvaya davet edilirdi.

Neden helva? Bunu bilemiyorum. Ama bu törenlerin baş oyuncusu bakıyorum her zaman HELVA.

Osmanlı İmparatorluğuna ilk İngiliz büyük elçisi olarak gelen Sir Edward Burton'un İstanbul'da şerefine verilen ilk ziyafetin raporunda Kraliçeye yazdıkları için şunlar da var:

-Yaklaşık yüz türlü yemek saymış.
-Gül şerbetinin nefis lezzetini unutamıyormuş.
-Yemek bitince ellerini buhur suyu denilen, içinde öd ağacı, misk, sandalağacı ve çiçek suyu bulunan çok güzel kokulu bir suyla yıkamışlar.

Bir de: Her padişah, her ramazanda her on yeniçeriye bir büyük tepsi olmak üzere baklava yaptırıyor. Her tepsiyi iki yeniçeri saraydan alarak yeniçeri ocağına getiriyor. Ertesi gün bu gümüş tepsiler ve üstüne örtülen futalar saraya gönderiliyor.

Yeniçeriler, yönetimden memnunsalar tepsilerdeki baklavaları kabul ediyorlar ve bitiriyorlar. Ama memnun değilseler, baklavalar olduğu gibi geri gönderiliyor.

ALINTIDIR..
 
İŞKEMBE ÇORBASI
$rdan.png


MALZEMESİ

1 adet dana şirdeni (temizlenmiş)
2 kaşık hafif kavrulmuş un
10 bardak su
Bir tutam tane karabiber, tuz
Sosu için
1 çay bardağı sirke
Yeterince tuz
4-5 diş dövülmüş sarımsak
Sosu için derin bir kaseye tüm malzemeyi koyup karıştırın.

YAPILIŞI

Düdüklü tencerenize suyu, işkembeyi, biraz tane karabiberi ve tuzu koyup kısık ateşte 30 dakika pişirin, altını kapatın, kapağı açmaya hazır olunca şirdeni çatalla çıkarıp tahta üzerinde ufak kuş başı şeklinde kesin. Daha sonra yine haşladığınız suyun içerisine atın. Kısık ateşte ununu karıştıra karıştıra ilave edin. Biraz kaynadıktan sonra altını kapatın.
Çorbayı servis yaparken üzerine pul biberli yağ gezdirin. Sofraya sirkeli sosunu da koyup çorbayı içenlerin istedikleri kadar almalarını sağlayın.

Tarihçesi

Çift tırnaklı büyük baş sığır ve koyunun, bilindiği üzere mideleri dört gözlüdür. Bu gözlerden sindirimin bittiği son bölüme Şirden veya Şirdan, halk arasında midenin tamamına da işkembe denir.
Orta Asya’dan Osmanlı İmparatorluğu’na uzanan dönemde yaklaşık 500 yıl boyunca, 15. yüzyıldan beri varlığını her daim hissettiren İstanbul Saray ve halk mutfağında bu çorbanın piştiğini, günümüzde de değerini koruduğunu ve özellikle kurban bayramında hemen hemen her yörede mutfaklarda yer aldığını görmekteyiz.
Fatih Sultan Mehmet bu çorbayı çok sevmiş olacak ki onun döneminde bu çorba sıkça pişirtilmiştir. Nitekim o döneme ait masraf defterleri incelendiğinde özellikle kış aylarında işkembenin sürekli sipariş edildiği görülmektedir.

ALINTIDIR..
 
NOHUT ÇORBASI
$nohutorbas.png

MALZEMESİ

2,5 su bardağı haşlanmış ve kabukları çıkarılmış nohut
5-6 su bardağı tavuk suyu veya et suyu
1 çorba kaşığı nohut unu veya un (birazcık suda açılmış)
Yeterince tuz

YAPILIŞI

Haşlanmış nohutları gevgirden geçirerek veya blenderla ezin. Daha sonra tavuk suyuna koyun, kısık ateşte kaynatın, tuzunu koyun, iyice ezilen çorbaya kıvam artırması için azıcık suda açılmış nohut ununu ilave edin. Servis yaparken limon parçalarıyla servis yapın.

Tarihçesi

Nohut Çorbası, Fatih Sultan Mehmet’in sofrasından başlayarak günümüze kadar sıkça pişirilmiştir. 15. yüzyılda Şirvânî’nin tarifinde bu çorbada bol soğan, yağlı kıyılmış et, mumbar ve safran yer almıştır. Ancak günümüze gelen tariflere baktığımızda nohut çorbasının tarçın, nane, tavuk veya et suyu, biraz kimyon konularak pişirildiği görülmektedir. Baklagillerden olan nohudu günümüzde ekmek, yemek, salata, tatlı yapımında ve turşuyu mayalamak için kullanmakta, ayrıca meze olarak da tüketmekteyiz.


ALINTIDIR..
 
KUZU KAPAMA
$kuzukatvt.jpg

MALZEMESİ

1 kilo kuzu kol veya budu (birer kişilik parçalara bölünmüş)
2 adet kıvırcık
1 demet doğranmış yeşil soğan
2 çorba kaşığı sıvı yağ
1 adet kesme şeker
1 demet ince kıyılmış dereotu
6-7 adet tane karabiber
1 su bardağı sıcak su
Yeterince tuz

YAPILIŞI

Öncelikle etleri güzelce yıkayıp bir kenara koyun. Jülyen doğranmış soğanı ve sıvıyağı tencereye koyup kısık ateşte biraz pişirip üzerine eti ve karabiberi ilave edin. Et suyunu bırakıp çektikten sonra eğer istenilen yumuşaklıkta değilse üzerine sıcak su ilave edin ve biraz daha pişirin. Sonra yeşil soğanı ve elle kopararak kıvırcığı ilave edin, yeşillikleri sönene kadar hafif karıştırarak pişirin. En son dereotunu da ilave edip altını kapatın. Sonra sıcak servis yapın.

Tarihçesi

Saray mutfaklarında pişen et yemeklerine baktığımızda kuzu kapamaya Osmanlı’nın son döneminde rastlayabilmekteyiz. Kuzu kapama İstanbul halk mutfağından çıkan ve Saray mutfağında da sevilerek yerini almış bir yemektir.
İstanbul mutfağına özgü yemeklerden biri olan kuzu kapamanın adını gelin kaynana atışmasından aldığı rivayet edilmektedir. Rivayete göre bir zamanlar gelin kuzu etinden güzel bir yemek yapar, çocuklarına yedirince azalan eti kocası için bir kenara koyar. Acıkan kaynanası mutfakta ne var diye bakmaya gittiğinde bir bakar ki kalan az etin üstü kapalı. “Gelin bundan başka yemek yok mu ki kuzuyu kapattın?” der, gelin de “Oğlun aç gelecek ne yapayım ben de kuzuyu kapattım.” der.

ALINTIDIR..
 
BILDIRCIN DOLMASI
$bildircind.png
MALZEMESİ

7-8 adet bıldırcın
2 adet ince kıyılmış kuru soğan
1 çay bardağı kabukları soyulmuş badem
2 su bardağı pirinç (ılık suda bekletilmiş, süzülmüş)
Yeterince tuz ve karabiber
1 çay kaşığı tarçın
1 çorba kaşığı nar ekşisi
2 çorba kaşığı kuru üzüm
3 çorba kaşığı tereyağı
1 su bardağı sıcak su

YAPILIŞI

Tencereye koyduğunuz yağda soğanı pembeleştirin, ardından pirinci, tuzu, karabiberi, tarçını, üzümü ve bademi koyup sıcak su ilave edin. Pirincin suyunu çektirin, daha sonra nar ekşisi ve bal ilave edin.
Diğer tarafta 2 kaşık tereyağında bıldırcınları parçalamadan ve derisini zedelemeden arkalı kızartıp fırın tepsisine koyun. İçlerine, yapmış olduğunuz pilavdan yeterince doldurup kürdanlarla ağızlarını birleştirin. Fırında veya tencerede 1 su bardağı sıcak su ilave edip bıldırcın yumuşayıncaya kadar pişirin. Üzerine ve yanına domates, nane ve soğan halkaları ile süsleyip servis yapın.



Tarihçesi

Birçok Osmanlı sultanının ava meraklı olduğu, özellikle Fatih Sultan Mehmet’in sık sık ava çıktığı rivayet edilir. Fatih, daha ziyade Beykoz ve çevresinde avlanmayı severdi. O dönemlerde Beykoz ve çevresinde, maalesef günümüze kadar gelememiş olan Biniş Kasırlarında avlandıktan sonra mola verir, hizmetkârlar da avlanan hayvanları pişirerek Sultan’a ikram ederlerdi. Bu dönemde av hayvanlarından bıldırcın, güvercin ve yaban ördekleri ile yapılan enfes yemekler sofraları süslerdi.
Fatih Sultan Mehmet’in yanı sıra IV. Mehmet (Avcı Mehmet), Abdülmecid ve II. Abdülhamit’in ava son derece meraklı olduğunu biliyoruz. Bu padişahlar, av sonrasında, Biniş kasırlarından olan Ihlamur ve Aynalıkavak kasırlarını kullanılmışlardır.

ALINTIDIR..
 
YOĞURTLU KÖRÜK KAVURMASI(KEBABI)
$kebap.jpg

MALZEMESİ

1 kg kuzu kuşbaşı
2 çorba kaşığı tereyağı
2 adet ince kıyılmış kuru soğan
1 tatlı kaşığı kırmızı biber
1 kilogram çok az suyla açılmış kese yoğurdu
Yeterince tuz ve karabiber
2 adet yufka ekmek

YAPILIŞI

Öncelikle soğanı yağda kavurun, daha sonra kuşbaşını koyup kısık ateşte et suyunu salıp çekene kadar pişirin. Eğer et yumuşamamışsa sıcak su ilave edin. Daha sonra fırın tepsisine yufka ekmeği düzgünce serin ve etleri düzgün bir şekilde üzerine yayın. Ardından üzerine yoğurdu yayıp 180 derece fırında 15 dakika pişirip çıkarın. Son olarak 1 çorba kaşığı kızgın yağda kızartılan kırmızı biberi her tarafına gezdirerek sıcak servis yapın.

ALINTIDIR..
 
NAR EKŞİLİ KUZU YEMEĞİ (RUMMÂNİYE)
$rummaniye.jpg

MALZEMESİ

700 gram kuzu kuşbaşı
2 adet patlıcan (alacalı soyularak iri kuşbaşı doğranmış)
3 çorba kaşığı tereyağı
Yarım dilim balkabağı (iri kuşbaşı doğranmış)
1 adet ince kıyılmış kuru soğan
1 çorba kaşığı limon suyu
1 tatlı kaşığı bal
1 kahve kaşığı dövülmüş damla sakızı
1-2 adet kabuk tarçın
1 kahve kaşığı kimyon
1 kahve kaşığı dövülmüş kişniş
1 çorba kaşığı kuru nane
2 diş ince kıyılmış sarımsak
2 çorba kaşığı nar ekşisi
Yeterince tuz ve karabiber

YAPILIŞI

Geniş bir tavaya, yağı ve kuşbaşı etleri koyup kısık ateşte pişirin. Yumuşamaya başlayınca üzerine ince kıyılmış kuru soğanı, sıcak suyu ve tuzu ilave edip kısık ateşte biraz pişirin. Patlıcan ve balkabağını, damla sakızını ve baharatları da ilave ederek kısık ateşte, biraz da sıcak su koyarak pişirin. Piştikten sonra nar ekşisini ve sarımsağı koyup karıştırın, üzerine taze nane serperek sıcak servis yapın.

Tarihçesi

Bu yemeğin adı Arapça’da nar anlamına gelen “rummân”dan gelmektedir. Tarif, Bağdâdî’den tercüme edilmiştir. Topkapı Sarayı’nda ve İstanbul mutfağında sonbahar ve kış aylarında sıkça pişen bu yemek, kayıtlarda “nar ekşili kalye” olarak geçer.
14.-16. yüzyıllarda, İstanbul mutfağında et yemeklerinin bolca yendiğini görüyoruz. Bu nedenle etler damak zevkine uygun şekilde, ayrı aromalar katılmak suretiyle marine işlemlerinden geçirilmiştir. En yaygın marine işlemi şu şekilde yapılmıştır: Hardal tohumu güzelce dövülüp bir miktar limon veya sirke ile karıştırılır. Bu karışım, koyu macun hale gelince etlere sürülür ve belli bir süre bekletildikten sonra kullanılır. Ayrıca, et yemeklerinin üzerine mutlaka dereotu, maydanoz ve nane serpilir.

ALINTIDIR..
 
ÇERKEZ TAVUĞU
$cerkez.png
MALZEMESİ

1 adet orta boy tavuk
6-7 dilim bayat ekmek
Yeterince tuz ve karabiber
500 gram ceviz (bu yemeğin ön plana çıkan tadı cevizdir)
Tavuğu haşlamak için yeterince su
1 çorba kaşığı dolusu ceviz yağı
Süslemek için maydanoz dalları

YAPILIŞI

Öncelikle geniş bir tencerede tavuğu tuzunu da ilave ederek haşlayın.
Diğer tarafta cevizi robottan geçirin, ıslatıp suyunu iyice sıktığınız ekmeği, tuzu ve biberi ilave edin. Bu karışıma koyu boza kıvamı alana kadar tavuk suyu ilave edin. Daha sonra bu sosu geniş bir kaba aktarın. Soğumuş olan tavuğu kemiklerinden ayırıp didin, biraz tuz ve karabiberle örselemeden karıştırın, geniş servis tabağına koyun, üzerinin her tarafını yaptığınız sosla kaplayın. En üstüne ceviz yağına pul biber karıştırıp her yerine yayın ve arzuya bağlı maydanoz yapraklarıyla süsleyip servis yapın .
(Eskiden et makinesinde ceviz çekilir ve bu işlem birkaç kez tekrarlandığı için cevizin yağı bir kenara akardı. Burada biriken yağ da bu yemeğin üzerine dökülürdü.)

Tarihçesi

Kafkaslardan gelip İstanbul’a ve çevresine yerleşen Çerkezler, ağır geleneklerinin yanında mutfak kültürlerini de korumayı bilmişlerdir. Çerkez mutfağının baş yemeklerinden olan Çerkez tavuğunun yanında Çerkez salatası da İstanbul Saray ve halk mutfağında yerini almıştır. Tarifini 19. yüzyıl yemekleri arasında görebildiğimiz bu yemeğin özellikle misafirler için pişirildiğini bilmekteyiz.
Bir rivayete göre Çerkez kızlarının güzelliği dillere destanmış, istemeye gelenlere her istenen kız kendi elleriyle Çerkez tavuğu pişirip sunarmış, eğer yaptığı yemek kendi gibi güzelse o kız hemen istenirmiş. Çerkez tavuğunun özellikle düğünlerde, derneklerde ve çeşitli şölenlerde ilk hazırlanan yemek olmasının nedeni bu gelenek olsa gerek.


ALINTIDIR..
 
LEVREKLİ PİLAV

$36.png
MALZEMESİ

2 su bardağı dolusu pirinç (ılık suda bekletilmiş ve süzülmüş)
3 su bardağı sıcak su
3 adet levrek balığı (içi temizlenmiş ve tuzlanmış, suyu sıkılmış)
Yeterince tuz ve tane karabiber
Yarım çay kaşığı tarçın
4 çorba kaşığı sızma zeytinyağı

YAPILIŞI

Tencereye koyduğunuz zeytinyağını ısıtın; kokusunu alınca sıcak suyu, tuzu, tane karabiberi ve pirinci koyup bir kez karıştırın; daha sonra balıkları sıralayın; üzerine biraz tarçın serpin kapağını kapatın; kısık ateşte pirinç iyice suyunu çekene kadar tencerenin kapağını açmadan pişirin. Daha sonra balıkları parçalamadan servis tabaklarına alın, yanlarına da pilavından koyup üzerine maydanoz serpip servis yapın.

Tarihçesi

İstanbul’un en sevilen balıklarından olan levreğin 18. ve 19. yüzyıla ait belgeler incelendiğinde Saray ve halk mutfağında turşusu yapılarak tüketildiği görülmektedir.
19. yüzyıl sonlarında Saray ve varlıklı ailelerin, İngiliz ve Fransız mutfağından esinlenerek, konuklara özel balık tabakları içinde haşlanmış levrek etinin yanına mayonez koyarak servis ettiklerini görmekteyiz. Kadıköy, Üsküdar, Karaköy ve Haliç’te bulunan sandallarda pişirilen balık ekmek ise orta kesimi doyurmuştur.
Metinlerde de belirttiğimiz gibi balık ve diğer deniz ürünleri uzun süre mutfaklara pek fazla girmese bile Bizans mutfağının baş yemeği olan deniz ürünleri yavaş yavaş Saray mutfağına geçiş yapmıştır. 18. ve 19. yüzyılda çeşitlenerek farklı tarzlarda pişirilen deniz ürünleri, gelen devlet konuklarına mutlaka ikram edilmiştir.

ALINTIDIR..
 
PAPAZ YAHNİSİ
$35.jpg

MALZEMESİ

1 kg kefal ayıklanmış ve 2'ye bölünmüş
3 adet jülyen doğranmış kuru soğan
1,5 çay bardağı zeytinyağı
2 çorba kaşığı sirke veya limon suyu
2 adet defne
1 çay bardağı su
Yeterince tuz ve karabiber
Üzeri için kıyılmış maydanoz

YAPILIŞI

Teflon yayvan bir tencerede zeytinyağı ile soğanı koyup rengi pembeleşene kadar karıştırarak kavurun. Suyu, sirkeyi, tuzu, karabiberi ve defne yaprağını koyup güzelce karıştırın. Sonra balıkları sıralayın, ağzını kapatıp balıklar suyunu çekip zeytinyağı kalana kadar pişirin. Dağılmadan balıkları düz bir tabağa koyup üzerine kıyılmış maydanoz serpip servis yapın.

Tarihçesi

Bir rivayete göre Ermeni Papazı hasta komşusunu ziyaret ederken elinde bir tas dolusu soğan ve balıktan yapılmış bir yemek götürür, komşu iyileşir ve bu güzel yemeği Ermeni komşusundan kendisine öğretmesini ister. Ermeni komşu, din görevlisi bir papaz olduğu için yemek de adını buradan alır.
Mutfağımıza Ermeni mutfağından geçiş yapan bu yemek, aynı zamanda Rum ve Gürcü mutfaklarında da pişen özel bir lezzettir. Saray ve halk mutfağımıza geçiş yaparken onların kullandıkları şarap, yerini sirkeye bırakmıştır. Zamanla sirkenin yerini domates almış, yemeğe yeşil biber eklenmiştir. Değişim devam etmiş balığın yerini dana eti almış, bu yemeğe patates, sarımsak, havuç da katılır olmuştur.

ALINTIDIR..
 
KARAKÖY POĞAÇASI
$24.jpg

MALZEMESİ

250 gram yumuşak tereyağı
2 çorba kaşığı sıvı yağı
1 çorba kaşığı dolusu toz şeker
4 su bardağı un
1 paket instant maya
1 çay bardağı ılık su
Yeterince tuz

Üzeri için
2 adet yumurta
1 tatlı pekmez

YAPILIŞI

Geniş bir kâseye unu koyun, ortasını açın, instant mayayı, şekeri, tereyağını, sıvıyağı, tuzu koyup güzelce yoğurun. Hamur ele yapışıyorsa biraz daha un ilave edin. Üzerini nemli bezle örtün, sıcak bir yerde 1 saat dinlendirin. Daha sonra hamurdan yumurtadan biraz büyük parçalar koparıp elinizle yassıltın, fırın tepsisine aralıklarla koyup üzerini çatalla çizin, yumurta sarısı sürüp 150 C derece ısıtılmış fırında 40-45 dakika pişirin.

Tarihçesi

İstanbul halkının sevdiği tatlardan biri olan Karaköy Boaçası, 18. yüzyıldan günümüze kadar gelmiş olup burada yapılıyor olması sebebi ile Karaköy’ün adıyla da özdeşleşmiş bir lezzettir. Bu boaçayı günümüzde Karaköy’ün eski dükkânlarında (eskiden gelen ata yadigârı tariflerine uygun şekilde pişirilmiş halleri ile) tatma şansımız vardır.

ALINTIDIR..
 
KANLICA YOĞURDU
$23.png

MALZEMESİ

1 litre süt
1 çorba kaşığı dolusu iyice çırpılmış yoğurt (oda sıcaklığında olmalı)

YAPILIŞI

Sıcak ve düzgün bir satıhın üzerine ince bir battaniyeyi açın, tencereyle sütü koyup ısısının serçe parmağınızla ılık olduğunu kontrol edin. Daha sonra çırpılmış 1 çorba kaşığı yoğurdu güzelce süte karıştırıp ağzına kapağını kapatın, altına serdiğiniz battaniyenin uçlarıyla güzelce sarmalayıp yazın 4 saat, kışınsa 5-6 saat kadar bekletip ağzını açın, buzdolabında 1 gün beklettikten sonra tüketin.

Eğer hemen yemeğe kalkarsanız maya hala çalıştığından yoğurt sulanacaktır ve lezzeti hoş olmayacaktır. Eğer ekşi tadında yoğurt seviyorsanız mayalanma süresini 1-2 saat daha uzatabilirsiniz.

Tarihçesi

Rivayete göre, eskiden bir köy olan Kanlıca'da yetişen otlarla beslenen hayvanların sütünün ve bu sütten yapılan yoğurdun rengi “uçuk kan rengi” olduğundan, buraya önceleri “kanlı” denmiştir. Zaman içerisinde bu köy Kanlıca adını almıştır.

Diğer bir rivayete göre ise Sultanlardan biri, İstanbul’un hangi semtinin havasının temiz olduğunun bulunmasını buyurmuş. Eski Orta Asya geleneğine göre direkler üzerine asılan etler nerede geç bozulursa orasının havası temiz sayılırmış. Bu yöntem Sultan’ın buyruğuna göre uygulanmış ve Kanlıca’da asılan et en geç bozulduğundan bu yörenin havasının en temiz hava olduğu kanısına varılmış ve durum Sultan’a arz edilmiş. Bu nedenle de buraya Kanlıca adı verilmiş.

Kanlıca yoğurdunun en önemli özelliği, içinde hiç bir katkı maddesinin olmaması, hayvanların doğada beslenmesi, hiçbir suretle suni yem verilmemesi ve nefis camış sütünün kullanılmasıdır. Osmanlı döneminde Kanlıca yoğurdu kaşıkla değil bıçakla kesilerek servis yapılırdı. Osmanlı döneminde Kanlıca Çarşısına getirilen meşhur kanlıca yoğurtları, Avrupa yakasından sandalla gelen yolcular tarafından beğeniyle yenir, bu güzellik her akşamüstü devam ederdi. Günümüz Kanlıcasında bir iki işletmeci hala bu güzel yoğurdu yapmakta, pudra şekerinin nefaseti de yoğurtla birleşince unutulmaz bir lezzet tadılmaktadır.
ALINTIDIR..
 
TARATORLU TAZE FASULYE SALATASI

$21.jpg

MALZEMESİ

500 gram ayıklanmış ve haşlanmış taze fasulye
1,5 çay bardağı dolusu çekilmiş ceviz
3 diş ezilmiş sarımsak
3 adet ıslatılmış ve suyu iyice sıkılmış ekmek içi
1 limon suyu
4 çorba kaşığı zeytinyağı
Yarım çay bardağı su
Yeterince tuz ve karabiber

YAPILIŞI

Geniş bir kâseye haşlanmış ve suyu süzülmüş taze fasulyeyi koyun. Derin bir kâseye önce cevizi, limon suyunu, suyu, ekmek içini, sarımsağı koyup blender ile güzelce karıştırın, arkasından blender çalışırken zeytinyağını akıtın. Lapa gibi olan bu sosu taze fasulyenin üzerinde güzelce gezdirin. Arzuya göre üzerine kırmızıbiber serpebilirsiniz. Servis yaparken tarator sosunu taze fasulye ile güzelce karıştırıp öyle sunun.

Tarihçesi

Sebzelerin yanı sıra yeşillikler, İstanbul’da Saray- Halk, zengin-fakir her mutfakta sürekli tüketilmiştir.

Yeşillikler baharın müjdecisi olarak kabul edilmiştir. Özellikle Beykoz ve çevresinin ormanlık olması, bol bitki çeşidinin burada bulunmasını sağlamıştır. İstanbul hanımları baharın nimetlerinden yararlanmak, azıklarını hazırlamak için ellerinde sepetler ve bıçakla, bildikleri otları toplamış, farklı yemek kültüründen gelenler bilmedikleri otları birbirlerine ikram ederek ve öğreterek mutfakların zenginleşmesini sağlamışlardır.

Ebegümeci, kuzu kulağı, ısırgan otu, pazı, ıspanak, karalahana, semizotu, maydanoz, dereotu, nane, yeşil soğan günümüze kadar gelen tariflere çeşitlilik katmıştır. Yeşilliklerin hepsi vücudumuzun zararları maddelerden temizlenmesini sağlayan doğal şifa kaynaklarıdır. Taze fasulye turşusu, kavurması, diplesi, etli veya zeytinyağlı yemeği, mücveri, böreği, ekşilemesi vb. ile sofralarımızda geçmişten günümüze yer almıştır.


ALINTIDIR..
 
KEŞKÜL-Ü FUKARA

$20.jpg
MALZEMESİ

5 bardak süt
1 su bardağı toz şeker
4,5 çorba kaşığı nişasta (biraz suyla açılmış)
3 çorba kaşığı dolmalık fıstık
4 çorba kaşığı sıcak suda bekletilip kabukları soyulmuş ve iri dövülmüş badem
3 çorba kaşığı iri dövülmüş fındık
3 çorba kaşığı iri dövülmüş Şam fıstığı

YAPILIŞI

Fıstıkları, bademi, fındığı ve çamfıstığını bir kâseye koyup güzelce harmanlayın. Sütü tencereye koyun, şekeri koyup eritin, içine bademli karışımın yarısını koyup güzelce karıştırın, ardından açtığınız nişastayı çok yavaş ilave edin. Kıvamına gelinceye kadar pişirip altını kapatın, kâselere boşaltıp biraz ılıdıktan sonra üzerine kalan bademli karışımı düzgün şekilde dağıtıp buzdolabında soğuduktan sonra servis yapın.

Daha önceleri sadece badem ve 1 tatlı kaşığı acı badem dövülüp yapılan tatlıda, bademin tadı daha çok öne çıkardı. Zamanla fındık, fıstık ve dolmalık fıstık da bu lezzete eklenmiştir.


Tarihçesi

Hindistan cevizinden yapılmış ve "keşkül" adı verilen kaplara tatlı konularak dağıtılması nedeni ile adını buradan aldığı rivayet edilir. (Dervişlerin, gururlarını bilemek için halk arasında dilenip kendilerine verdikleri yiyecekleri koydukları kaba da "keşkül" denirdi.)

Osmanlı döneminde kazanlarla, içinde bol badem, antepfıstığı vb. malzeme konarak yapılan bu tatlının, fakirlere dağıtıldığı için Keşkül-ü fukara (yoksul çanağı) olarak isim aldığı bir başka rivayettir. Yeri gelmişken, tatlıların üzerine kuruyemiş koyma âdetinin çok eski bir Anadolu geleneği olduğunu söylemek gerekir.

ALINTIDIR..
 
LALANGA
$19.jpg

MALZEMESİ

5 yumurta
1,5 çorba kaşığı un (suda biraz açılmış)
1 tutam tuz
1 tatlı kaşığı pudra şekeri
2 çorba kaşığı erimiş tereyağı

İÇİ İÇİN

3 çorba kaşığı kaymak
Süslemek için
Toz çam fıstığı

YAPILIŞI

Yumurtayı çırpın, içine tuzu, pudra şekerini ve açtığınız unu çırparak akıtın, daha sonra yağladığınız bir teflon tavaya 1 kepçe kadar döküp arkalı önlü kızartın. Sonra tavadan alıp içine kaymağı, reçeli sürüp sarın, üzerine de biraz daha reçel suyu gezdirin, çamfıstığı döküp servis yapın.


Tarihçesi

15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Sarayda ve İstanbulluların mutfağında yumurtanın girmediği tatlı veya yemek çok azdır. Eski Bizanslıların “lalagia” adını verdiği basit bir yumurtalı hamur işi olan bu tatlıyı, Bizans zenginleri bala batırarak yermiş. Saray mutfağında "lalanga" olarak adlandırılan bu tatlının en çok peynirlisi ve ballısı yenmiştir.

Kaygan hamurla yapılmasından dolayı bu adı aldığı bilinen kayganalar, hem tatlı malzemeler (bal, pekmez, kaymak, ceviz, şurup, komposto, şeker) konarak tatlı, hem de tuzlu malzemeler (peynir, kıyma, ot kavurması, sebze kavurması, tarhana, patates, tavuk, balık) konarak tuzlu yemek yerine yenmiştir. Yabancılar da krep olarak kendi mutfaklarına bu lezzeti almışlardır.

ALINTIDIR..
 
KARADUT PELTESİ
$18.jpg

MALZEMESİ

5 su bardağı karadut suyu
4,5 çorba kaşığı nişasta (biraz suyla açılmış)
5 çorba kaşığı toz şeker

YAPILIŞI

Tencereye koyduğunuz dut suyuna şekeri ve açtığınız nişastayı koyun, koyu kıvam alana kadar karıştıra karıştıra pişirin. Piştikten sonra kâselere dökün, üzerini fındık fıstıkla süsleyip soğuk servis yapın.

Tarihçesi

Saray mutfağında, meyve de çokça tüketilmiştir. İstanbul’un hemen hemen yerinde bulunan dut ağaçları sanki o dönemler şehri temsil eder gibi göğe yükselmiştir. 1574 tarihli muhasebe kayıtlarına bakıldığında, Saray helvahanesine tonlarca “dut-i siyah”, yani “karadut” alındığı görülmektedir. Büyük olasılıkla bu duttan reçel, şerbet ve paluze (palude) yapılmıştır.

Rivayete göre birbirlerini çok seven iki sevgili, izdivaçlarına aileleri şiddetle karşı çıktığı için kaçmak üzere bir gece ormanın derinliklerinde buluşmaya karar vermişler. Ancak vahşi hayvanlar kıza saldırmış, kız kaçarak kurtulmuş, ama başörtüsü yere düşmüş. Delikanlı kan ter içinde yetişmeye çalışırken yerdeki örtüyü görmüş ve hayvanların sevdiği kızın öldürdüğünü sanıp hançerini kendine saplamış, oracıkta ölmüş. Kızcağız saklandığı yerden merakla, geç kalan sevgilisine baktığında öldüğünü görmüş, hançeri kendi kalbine saplamış ve sevdiğinin üzerine düşmüş. Yaradan onların bu güzel aşkını sonsuz kılmak için buluştukları ağacı ölümsüzleştirmiş, gencin kanını ağacın meyvesine, kızın gözyaşlarını da bu ağacın yapraklarına vermiş. O zaman bu zaman gencin kanını kızın gözyaşları temizler düşüncesiyle olsa gerek, karadut yedikten sonra dut lekesinin elden çıkması için dutun yapraklarıyla eller ovuşturulur.

ALINTIDIR..
 
HÖŞMERİM
$17.jpg
MALZEMESİ

Yarım kilo tuzsuz peynir
Yarım su bardağı su
5 çorba kaşığı un
3 çorba kaşığı toz şeker
1,5 çorba kaşığı tereyağı
Üzerine 1 çorba kaşığı pudra şekeri

YAPILIŞI

Teflon bir tencerede tereyağını eritin, unu azar azar koyup yakmadan hafif pembe olana kadar kavurun. Daha sonra çatalla ezdiğiniz peyniri koyup erimesini sağlayın. Şekerini ve suyu koyarak suyu çekip yağın biraz dışarı çıktığını gördüğünüzde altını kapatın, demlendirin. Sonra servis yapın.


Tarihçesi

Evliyâ Çelebi, ünlü Seyâhatnâmesi’nde, höşmerimin Trabzon’a yerleşen ilk Türk göçebelerinde görüldüğünü anlatır. İlk höşmerimi Orta Asya’dan göçerek gelen Anadolu Yörüklerinin yaptığı da bilinenler arasındadır. Bazı yörelerimizde höşmerim “peynir tatlısı” olarak bilinir.

Bir rivayete göre, eskiden eşlere saygı göstergesi olarak er, erim diye hitap edilirmiş. Pek fazla yiyeceği olmayan bir gelin askerden yeni gelen eşine evde bulunan irmik, peynir ve şekerden oluşan bu tatlıyı yapıp ikram etmiş, “beğendin mi kocacım” anlamında “hoş mu erim” diye sormuş. O zamandan bugüne bu tatlının adı bir iki harf değişimiyle “höşmerim” olmuş. Bazı yörelerimizde "höşmelim" de denilmektedir.

İstanbulluların severek tüketmeye devam ettiği bu tatlının, bazı yörelerimizde hamurlusu da yapıldığı gibi fırınlarda da pişirilmektedir. Peynirle uyumu mükemmel olan höşmerim insanı baymaz, bilakis nefasetinden dolayı daha çok yeme isteği uyandırır. Hafif olması nedeniyle yazın daha çok tercih edilen tatlar arasındadır. Balıkesir’in Havran ilçesine Osmanlı döneminde yerleşmiş olanlar, hala atalarından gördükleri gibi höşmerimi özenle pişirmektedir.

ALINTIDIR..
 
GÜLHATMİ ŞERBETİ

$16.png
MALZEMESİ

4 çorba kaşığı gülhatmi kurusu
6 çorba kaşığı şeker
7 su bardağı su
Yarım limon suyu
Üzeri için
1 çorba kaşığı hafif sotelenmiş dolmalık fıstık veya susam

YAPILIŞI

Gülhatmiyi suya koyun, 15 dakika kaynatın, sonra bu suyu süzün, suyuna şeker koyup biraz daha kaynatın, 1 çorba kaşığı limon suyunu ilave edin, bir taşım kaynatın, altını kapatın. Soğutup sürahiye koyun, üzerini biraz dolmalık fıstıkla süsleyip servis yapın.

Tarihçesi

Gülhatmi, Saray ve İstanbullular tarafından özellikle öksürüğe iyi gelmesi ve göğsü yumuşatması nedeniyle sıkça tüketilmiştir. Çok eskiden beri bu çiçek Saray, köşk, konak ve tüm İstanbulluların bahçelerinde mutlaka yetiştirilmiştir. Taze ve kurutularak da kullanılan bu çiçek, şerbet ve reçel yapımının yanı sıra Saray hekimleri tarafından ilaç ve macun yapımında da kullanılmıştır.

Kurutulan çiçekler sigara gibi sarılıp balgam söktürmek için içilmiş, lapası yapılıp ağrıyan ve şişen bölgelere sarılmış ve göz kanlanmasına banyosu yapılmıştır. Özellikle Ege’de gülhatminin şerbet mayası ve reçeli yapılmakta, bazı yemeklere de şifalarından yararlanmak için konulmaktadır.

ALINTIDIR..
 
BADEM EZMESİ
$15.png

MALZEMESİ

1 su bardağı su
1,5 su bardağı badem (sıcak suda bekletilmiş, kabukları soyulmuş ve iyice kurutulmuş, incecik dövülmüş)
1,5 su bardağı toz şeker
1 çay kaşığı nişasta (1 çorba kaşığı suyla açılmış)

YAPILIŞI

Çelik tencereye koyduğunuz toz şekeri 1 bardak su ile güzelce eritin, sonra kaynatın, koyu kıvam olana kadar devam edin, porselen bir tabağa damlatın, eğer top gibi düşüp dağılmıyorsa kıvamındadır. O zaman ocaktan alıp biraz ılıtın, nişastayı koyup mixer veya parçalayıcı ile bembeyaz olana kadar çırpın. İçine bademi ilave edip güzelce karıştırın, el değecek ısıda olduğunda elinizle yoğurun, istediğiniz şekli verip düz bir servis tabağına sıralayın.


Tarihçesi

14. yüzyılda Sarayda, helvahânede çalışan Edirneli şeker ustaları bu lezzeti Saraya ve gelen konuklara sevdirmiştir. Tatlı ve acı olmak üzere iki çeşit badem ezmesi yapılmıştır. 16. yüzyıla kadar bu tür tatlılarda tatlandırıcı olarak pekmez ve bal kullanılmışken, 17. yüzyıldan sonra şekerin bulunabilir olmasıyla tatlandırıcı olarak şeker kullanılmıştır. Acı bademin fazla yendiğinde veya kullanıldığında zehirleme etkisi olduğundan, tatlılardaki badem miktarları ustalar tarafından dikkatlice ayarlanmıştır.

17. yüzyıl sonlarında, İstanbul’un şeker, akide şekeri, lokum ve badem ezmesini karşılayan bir zat, çeşit çeşit şekerler, lokumlar geliştirerek ülkemizin bu özel tatlarını dünyaya taşımıştır. Günümüz ustaları da bu lezzetleri aynı nefasette imal edip gerek yurt içi gerekse yurt dışında mutfağımızı tanıtmaktadır. Aynı şekilde, meşhur Bebek Badem Ezmesi 19. yüzyıldan beri geçmişteki nefasetinden ödün vermeden günümüzde de üretimine devam etmektedir.

Avrupa ve geneline bizden yayılan badem ezmesinin içine Avrupalılar biraz fazla şeker katmışlar, kendi damak zevklerine göre (bizden ilham aldıkları söylenebilir) “marzipan” adıyla bilinen hamuru yapmışlar, bu hamur ile pastaların dış yüzeyini kaplayıp hem lezzeti hem de görsel güzelliği arttırmışlardır.

ALINTIDIR..
 
BOZA
$14.png

MALZEMESİ

7 çorba kaşığı pirinç
3 su bardağı dolusu kalın bulgur
3 su bardağı toz şeker
1 adet ufak paket yaş maya
15 su bardağı su

YAPILIŞI

Geniş bir tencereye bulguru koyun, üzerine suyu döküp kaynatın, suyunu çekerse sıcak su ekleyin. Ayrı bir kapta pirince su koyun, iyice yumuşayıncaya kadar pişirin, hafif ılınınca bulguru ve pirinci ince elekten geçirin, tencereye koyun, sonra şekerini ilave edin, 1-2 taşım daha pişirin, altını kapatın, ara sıra üstünde kaymak olmasın diye karıştırın, ılınınca bozayı cam, porselen veya emaye bir kaba koyun. Mayayı temiz bir tülbende sarın, bozanın içine koyun, ağzını yarım kapatıp ılık bir yerde mayalanmaya bırakın. Bir kaç gün içinde üzerinde gözenekler oluşması ekşidiğini gösterir. Bardaklara koyup leblebi ve tarçınla beraber servis yapın.


Tarihçesi

Geçmişi milattan öncelere dayanan boza, Orta Asya’da Türkler tarafından yapılmış, özellikle enerji verdiği keşfedilerek kış aylarında tüketilmiştir. Türkler göçtükleri her bölgeye bozayı öğretmişlerdir.

Sarayda boza Kasım, Aralık, Ocak, Şubat, Mart, Nisan ve Mayıs aylarında sıkça tüketilmiş olup bunu o dönemlere ait masraf defterlerinde alınan pirinç miktarlarından anlayabilmekteyiz. Saraya pirinç olarak daha ziyade Edirne pirinci alınmış, bunları bulgur ve darı takip etmiştir.

Cam sürahilerde saklanan boza Osmanlı Ordusunun da vazgeçilmezi olmuştur. 16. ve 17. yüzyılda tutulmuş olan tayinât, yani tahsisât defterlerinde, yeniçeriler için alınan ve boza yapımında kullanılan malzemelerin türü ve miktarlarından bunu rahatlıkla anlamaktayız. Kış aylarında cümle meşrubatçıların da yardımıyla yapılan bozalar yeniçerilere dağıtılmış, içerdiği çeşitli vitaminler, yağ, kalsiyum, demir ve çinko yeniçerileri hem tok hem de sıcak tutmuştur. Boza eğer yapıldıktan sonra soğuk ortamda bekletilmezse fermantasyonu devam eder ve içerisindeki bazı besin öğeleri alkol açığa çıkarır.

17. yüzyılda Sultan IV. Murat ve IV. Mehmet dönemlerinde boza şiddetle yasaklanmıştır. O dönemlerde üretilen bozalara keyif verici ve alkolün daha çok açığa çıkmasını sağlayıcı maddeler eklenmesi bozanın yasaklanmasında etkili olmuştur. Daha sonraları bozanın yararları ve sevilen bir ata içeceği olması nedeniyle boza yeniden itibar kazanmıştır. İstanbul sokaklarında dolaşan bozacılar ve açılan boza dükkânları iş kolu olarak da İstanbul’a katkı sağlamıştır. Bugün, Vefa Bozacısı, özünden ödün vermeden geçmişteki tadı ile ağzımızı tatlandırmaktadır. Boza, mutlaka cam veya porselen kaplarda muhafaza edilmelidir. Alüminyum ve benzeri kaplar zehirlenmelere sebebiyet verir.


ALINTIDIR..
 
Son düzenleme:
X