dini paylaşım alanı

VEFA’NIN SIRRI

– Haydi, oğlum Vefa daha hazırlanmadın mı? Çıkmak üzereyiz!

– Anne, ben oraya gelmek istemiyorum!

– Niçin evladım?

– Sadık’la pek yıldızım barışmıyor?

– Aa niye ki?

– Ne bileyim! O çok sessiz. Okulda teneffüslerde bile pek kimseyle konuşmuyor. Ancak bir şey sorulursa cevap veriyor. Oyunlarımıza katılmıyor. Ben şimdi onlara gelip, onunla ne konuşacağım!

– Haydi, haydi. Hiç öyle şey olur mu? Sadık çok akıllı ve efendi bir çocuk.

Vefa ve ailesi Sadık’lara gittiler. Vefa ve Sadı’ğın annesi ahret kardeşiydiler ve sık sık görüşürlerdi. Vefa ise Sadık’lara belki bir yıldır gitmemişti.

Güler yüzlü, hoş sözlü karşılamanın ardından ikramlar geldi. Muhabbetler tazelendi.

Ogün Vefa’nın gözüne Sadık, sanki biraz daha küçülmüş gibi geldi. Benzi daha bir soluktu. İkisi yaşıtlardı ama görenler aralarında en az iki yaş fark var zannederlerdi.

Az sonra Vefa ve arkadaşının davetiyle odasına geçti.

Odadaki eşyaların tertibi ve uyumu Vefa’nın çok dikkatini çekti. Çalışma masası, bilgisayar, kitaplık, bir takım özel eşyalar, her şey yerli yerindeydi. Hâlbuki Vefa’nın odası, ancak annesinin topladığı günlerde bu kadar düzenli olabiliyordu. Masanın önündeki duvara asılı bir el yapımı bir tablo Vefa’nın dikkatini çekti. Sıra sıra çiçekler vardı. Çiçeklerin yaprakları yeşil renge boyanmış az bir kısmı ise sarı renkteydi. Alt sıradakiler ise boyanmamıştı.

– Sadık, bu tablo nedir? Sen mi yaptın?

– Hı, hı!

– Çiçekleri çok güzel çizmişisin ama hepsini boyamamışsın!

Sadık biraz sıkılmış gibiydi. Pek cevap vermek istemedi. Ama Vefa da oldukça meraklıydı.

– Resminin, çiziminin bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum?

– O bir tablo değil! O bir çetele!

– Çetele mi? Nasıl yani?

Sadık boynunu büktü. Bir süre öylece sessiz kaldı. Sonra başını kaldırıp,

– Bu benim sırrım! Ama çok öğrenmek istiyorsan sana anlatayım.

– Çok merak ettim!

– Fakat aramızda kalacak. Bunu annem babam bile bilmiyor. Bir de senden bir söz vermeni istiyorum. Bu sırrımı öğrendikten sonra bana karşı davranışların değişmeyecek!

– Tabii ki söz veriyorum!

Vefa neyi öğrenmek istediğinin farkında değildi. Tutulması çok ağır bir söz vermişti.

– Sadık anlatmaya başladı. Bundan altı ay kadar önceydi. O gün yine hastaneden gelmiştik. Akşam da babam geldi. Doktora tahlil sonuçlarını göstermişti. Merakla babamın vereceği cevabı bekliyorduk. Hele annemin yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. Babam çok kısa konuştu. “Ümitliyiz inşallah. Şifa Allah’tan. Doktor ne gerekiyorsa yapılıyor.” dedi. Cevap annemi tatmin etmemişti ama babam “Şimdi bunları bırakın da yemek yiyelim” deyince annem de ses çıkarmamıştı. Ben de hastalığımın kötü gittiğinin farkındaydım. O gece odama biraz erken çekildim. Sonuçları ben de merak ediyordum ama annemin ve babamın benim yanımda konuşmak istemediklerini anladım. Odamın kapısını hafif aralık bıraktım. O gece annem ve babam sabaha kadar uyumadılar. Ve öğrendim ki ben bir ilik kanseri hastasıyım.

Vefa hayretler içinde,

– İlik kanseri mi?

– Evet, o gece boyunca anneciğimin gözyaşları içince “Şimdi benim Sadıkcığım’ın sadece bir yıl mı ömrü kalmış” diyerek sessiz iniltilerini dinledim.

Vefa allak bullak olmuştu. Yüzü kızardı. Dili dolandı. Kekeleyerek,

– Sen ne diyorsun? Bir yıl mı?

– Bu olayın üzerinden tam altı ay geçti. O gün şöyle düşündüm ve karar aldım. Rabbim her canlı gibi bana da bir ömür verdi. Eğer yaşarsam önümde bir yıl vardı. O gece, Peygamber Efendimiz’in hayatından babamın anlattığı bir olayı hatırladım. Kendisine hizmet eden bir sahabesine Efendimiz sormuş sana bir şey vereyim, benden ne istersin diye. O da sizinle Cennet’te beraber olmak istiyorum demiş. Efendimiz ona benden çok büyük bir şey istedin, başka bir şey istesen olmaz mıydı, deyince o, yine Efendim, ben sadece Cennette sizle beraber olmak istiyorum, demiş. Efendimiz de ona demiş ki: Öyleyse sen de bu dileğine kavuşmak için bana yardımcı ol ve çok namaz kıl! İşte ben tam altı aydır bunu yapıyorum. Ben de o sahabi gibi, öldükten sonra Peygamber Efendimizle cennette beraber olmak istiyorum. Bunun için namazlarımı hiç aksatmadan kılıyorum. Bu gördüğün tablo da ki çiçekler de benim Allah Resûlü ile beraber gezmeyi arzu ettiğim Cennet’in çiçekleri.

Vefa çıt çıkarmadan Sadığı dinliyordu. Sadık devam etti.

– Tabloda yukarıda boyalı gördüğün yedi çiçek haftanın günleri. Her çiçekte gördüğün beş yapraktan yeşil boyalı olanlar zamanında kıldığım namazları, sarı boyalılar ise kazaya kalan namazlarımı gösteriyor. Ve şu an tablonun tam yarısında yani yirmi altıncı haftadayız…

O gece Vefa saklanması çok ağır bir sır öğrendi. Ve cennet çiçeklerinin rengini… Bir de cennetin anahtarı olan peygamber sevgisini…

O günden sonra Vefa’nın da bir sırrı vardı. Onunda çalışma masasının tam önünde duran bir tablo duruyordu. Tabloda da cennet yeşil rengi çiçekleri… Ve bu tablonun yirmi altıncı haftasının ilk çiçeğinde cennet yeşili yapraklar ortasında bir tozpembe bir nokta vardı.

Bu, cenaze namazını gösteren ilk ve tek pembe noktaydı.
 
SANZOTU

Kapı komşu sayılırdık. Fakat onu ancak mahallemizdeki kahvehanede görürdüm.
Her zaman pencere kenarındaki bir masada oturur ve arkadaşlarıyla birlikte sabahtan akşama kadar kağıt oynardı.
Bir gün beni yanına çağırarak:
Gel bir çayımı iç dedi. Sadece selam verip geçmek olmaz.
Yalnız olduğu için gittim. El sıkışırken:
Sigara dumanı dokunduğundan pek uğrayamıyorum, dedim. Hem yapacak o kadar çok işim var ki.
Çok alıngan bir insandı. Küskün bir ifadeyle:
Doğru, dedi. Bizim yapacak bir işimiz yok.
Esasında hepimizin işi çok fazla, dedim. Ebedi hayatımızı bu kısa ömürde kazanmak zorunda değil miyiz?
Haklısın, dedi. Fakat bu illetten bir türlü kurtulamıyorum.
Sebebini sordum.
Arkadaşlarımı kıramıyorum, diye cevap verdi. Her gün mutlaka çağırıyorlar.
Parmağımla işaret ederek :
Karşıdaki caminin müezzinini tanıyorsun değil mi ? dedim.
Yirmi yıllık müezzini nasıl tanımam diye atıldı. Neden sordun ki?
Öyle aklıma geldi işte, dedim. O da günde beş defa camiye çağırıyor da.
Yüzü hafifçe kızardı. Başını öne eğerken:
Ben eskiden böyle değildim, dedi. Fakat genç yaşta emekli olduktan sonra buralardan çıkamaz hale geldim.
Artık kurtulacağımı da sanmıyorum.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, onu kahvehanede göremez oldum. Arkadaşlarına sorunca:
Çok hasta dediler. Pek fazla ümit yokmuş.
O akşam ziyaretine gittim. Aşırı derecede zayıflamış ve sanki on yaş birden ihtiyarlamıştı.
Başında Kuran okuyan oğlu beni görünce:
İyi ki geldiniz, dedi. Babam çok ağırlaştı.
Konuşabiliyor mu ? diye sordum.
Hayır, dedi. Ama arada bir “ sanzotu “ diye sayıklıyor
O da ne ? dedim.
Bi de anlayamadık, diye cevap verdi. Fakat iyi duyduk “sanzotu“ diyor.
Semizotu olmasın ? dedim. Sever miydi.
Ağzına bile koymazdı, diye atıldı eşi. Benim de aklıma geldi ama…
Herhalde bir ilaçtır, dedim. Hemen gidip bakayım.
Eczaneden elim boş döndüm. Eve geldiğimde herkes ağlıyordu. Kapıyı açan çocuk:
Babam biraz önce vefat etti, dedi. Üstelik hep o ilacı sayıklayarak. Bulabildiniz mi?
Artık önemi yok, diyerek lafı değiştirdim. Çünkü eczanede bana gülmüşler ve sanzotunun, iskambil oyunlarında
geçen bir kelime olduğunu söylemişlerdi.

Cüneyd SUAVİ
Hayatın İçinden
 
YEŞİL ELBİSE

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

– Gel seni camiye götüreyim, dedim.Bugün Cuma biliyorsun.
– Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun.
– Biliyorum ama, sebebini de gerçekten merak ediyorum? dedim.
– Ne bileyim olmuyor işte, dedi. Belki çevrenin de tesiri var.Hem pantalonumun ütüsü bozulup dizleri çıkar diye endişe ediyorum.
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
– Herhalde şaka yapıyorsun, dedim.Bunun için cami terk edilir mi?
– Ciddi söylüyorum.Giyimime,özellikle yeşile çok düşkün olduğumu bilirsin.
Gerçekten de öyleydi.Giydiği birbirinden güzel elbiselerini,mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.
– Peki, dedim. Hayatında hiç camiye gitmedin mi?
– Çocukken dedemle birkaç kez gitmiştim. Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış, bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.
Onunla konuşmamızdan iki ay sonra kendisinin camide olduğunu söylediler. Hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı…
Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
– Hani, dedim. Camiye gelmeyecektin…?
Hiç sesini çıkaramadı. Çünkü, musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

Cüneyt Suavi
 
"Eşlerin birbirleriyle, kendi anne babalarıyla ve kardeşleriyle ilişkileri vardır. Bu ilişkilerden biri diğerinin üzerine konmamalıdır ve sizi ilişkinin sorumluluklarını yerine getirmekten alıkoymamalıdır."
 
RAHMET VE MERHAMET YÜKLÜ ADALET PEYGAMBERİ


Aziz Kardeşlerim!

Allah Resulü (s.a.s), ashabıyla birlikte Mekke’yi fethetmeye gidiyordu. Bir ara, Ensar’ın sancaktarlığını yapan Sa’d bin Ubâde’nin dilinden intikam dolu şu sözler döküldü: “Gün, savaş ve intikam günüdür. Gün, kan akıtmanın helal olduğu gündür…”

Bu sözleri duyan Rahmet Elçisi, hemen harekete geçti. Sancağı Sa‘d’dan alarak başka bir sahabîye verdi. Ardından ashabına döndü ve şöyle dedi: “Gün, merhamet günüdür. Gün, kan akıtmanın haram olduğu gündür…”1
Aynı şekilde Efendimiz, ordusuyla Mekke’ye hareket halindeyken yeni doğurmuş, yavrularını emziren bir köpek gördü. Rahmet Elçisi, devesinden inerek bir sahabîyi bu hayvanın başında nöbet beklemek üzere görevlendirdi. Ta ki ordu, buradan geçinceye kadar, hayvan ve onun yavruları zarar görmesin diye. Tam o noktada ashaba dönerek şöyle dedi: “Yerdeki bütün mahlukata merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin.”2


Kardeşlerim!
Önümüzdeki Salı’yı Çarşamba’ya bağlayan gece Efendimiz (s.a.s)’in dünyayı teşrifleri vesilesiyle Mevlid Kandilini idrak edeceğiz. Kandilinizi şimdiden tebrik ediyorum. Tüm insanlığın, Peygamberimizin yüce örnekliğinden nasibini almasını Cenab-ı Mevlâ’dan niyaz ediyorum. Rabbimiz, gönlümüzde var olan peygamber sevgisini hiçbir zaman eksik etmesin. Bizi onun eşsiz örnekliğinden mahrum bırakmasın.


Kardeşlerim!

Resul-i Ekrem Efendimiz, az önce zikrettiğim hikmet ve insafla müzeyyen sözleriyle on dört asır öncesinden tüm insanlığa büyük bir ders veriyordu. İnsana yakışanın yüreğini kin, nefret ve intikam ateşiyle tüketmek değil; sevgi, saygı, merhamet ve affın güzelliğiyle tezyin etmek olduğunu haykırıyordu. Efendimizi âlemlere rahmet kılan ve ahlakta yüce tutan, onun bu anlayış ve tavrıydı. O, insanlığın yolunu, insanların gönül ve zihinlerini aydınlatan bir kandildi. O, bir müjdeciydi; Allah’a hakiki anlamda kul olan, insanî değerleri yaşayıp yaşatanlara büyük mükâfatlar olduğunu haber veriyordu. Bir uyarıcıydı o; insana Rabbinden, fıtratından, ahlak ve erdemden uzaklaşmamasını hatırlatıyordu.


Değerli Kardeşlerim!

Nübüvvet zincirinin son halkası olan Efendimiz (s.a.s), insanlığı bir olan Allah’a inanmaya ve yalnızca O’na kul olmaya davet etti. Onun daveti; ölüme hayat, zulme adalet, cehalete bilgi, vicdansızlığa merhamet, husumete barış oldu. İnsanlık, onunla gerçek anlamını, yaratılış gaye ve hikmetini bir kez daha idrak etti. O’nun sözleri, insanı özüyle buluşturan, kendisiyle barıştıran, tabiatla kaynaştıran, Rabbine yakınlaştıran mesajlar oldu.


Aziz Müminler!

Geçmişten günümüze Müslümanlar olarak, ne zaman ki bu mesajlara sımsıkı sarıldık, bunları yaşamak ve yaşatmak için gayret gösterdik, işte o zaman Peygamberimize layık aziz bir ümmet olduk. Ne zaman da gevşekliğe düştük, onun hikmetli öğretilerinden, örnekliğinden uzaklaştık, işte o zaman yolumuzu kaybettik ve ümmet olarak sıkıntılara maruz kaldık. Bugün de topyekûn insanlık ve bilhassa da İslam coğrafyasının içinden geçtiği zorlu süreçlerin temelinde onun rahmet yüklü mesajlarının, bugüne ve yarına bakışının doğru anlaşılamaması yatmaktadır. Onun eşsiz örnekliğinin, ağızlardan gönüllere indirilememesi, zihinlere, dimağlara iyice yerleştirilememesi, hayata geçirilememesi yatmaktadır. Bugün, İslam coğrafyasının dört bir yanında katledilen masum canların, akan kanın, gök kubbeye yükselen feryatların sebebi bizim Şefkat Peygamberine hakkıyla ümmet olamayışımızdır.


Kardeşlerim!

Efendimiz (s.a.s), insan ve Müslüman olarak bizlere sorumluluğumuzu ve görevlerimizi öğretti. Ancak bizler, çoğu zaman dünya meşgalesine adeta esir olduk. Efendimiz, ırk, dil, renk, coğrafya ayrımı gözetmeksizin hepimizi aynı Allah’a, aynı kitaba, aynı peygambere inanan, aynı secdeye baş koyan, aynı kıblede istikameti bulan kardeşler olarak ilan etti. Fakat bugün bizler, kardeşlik ahlakını unuttuk, böylesi ulvi bir değeri çoğu zaman cehalet, menfaat, kısır çekişme ve inatlaşmalara kurban eder olduk. Rabbimizin, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” 3 mesajıyla takdim ettiği Peygamberimiz, bizlere merhameti, şefkati, vicdanı, insafı, affı, sabrı ve hoşgörüyü öğretti. Ancak bizler, kendimize, ailemize, çevremize karşı bu hasletleri yitirdik. Yüreklerimiz katılaştı. Rabbimizin gönüllerimize yerleştirdiği tertemiz fıtrata tam anlamıyla sahip çıkamadık.


Peygamberimiz, bizlere adaleti öğretti. Ancak bizler, adalete yalnızca başkalarının muhtaç olduğunu zannettik. O, bizlere yetim ve öksüz kalışı, çaresizlik içerisinde çare, ümitsizlik içinde ümit oluşu, en zor zamanlarda bile hayata azimle tutunuşu öğretti. Fakat bizler, başımıza gelen en ufak bir musibette dahi savrulmalar yaşadık, çoğu zaman da kaderi suçladık. O, bizlere kimsesizlerin kimsesi, mazlumların umudu, gariplerin yurdu olmayı öğretti. Fakat bizler, bitmeyen arzu ve isteklerimizi bir türlü dizginleyemedik.



Kardeşlerim!

Bugün, bütün insanlık olarak intikamı, nefreti, kan dökmeyi önceleyen çağrılara değil, Efendimizin hikmet, merhamet, vicdan, adalet, hak ve hakikat yüklü çağrılarına ihtiyacımız var. Bugün, çoraklaşan yüreklerimizin onun rahmet damlalarıyla hayat bulmasına ve yeniden fethedilmesine çok ihtiyacımız var. Bugün, onun gözüyle insanlığa bakabilmeye, onun yüreğiyle tüm acı ve kederleri hissedebilmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bugün, her yönüyle onu örnek almaya, onun ahlakıyla ahlaklanmaya; sünnetini, benliğimizi her türlü kötülükten koruyacak erdemli tutum ve davranışlara dönüştürebilmeye çok ama çok ihtiyacımız var.


Salât-u selam, tahıyyat-u ikram, her türlü ihtiram Efendimiz (s.a.s)’e, onun âline, ashabına ve onun yolundan gidenlere olsun.


1 Buhârî, Megâzî, 49.
2 Tirmizi, Birr ve Sıla, 16.
3 Enbiyâ, 21/107.

Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü
 
Allahü teâlânın ilk farz kıldığı şey beş vakit namazdır. İlk ortadan kalkacak olan da yine beş vakit namazdır. İlk sorgu da beş vakit namazdan olacaktır.) [Hâkim]

(Kıyamette herkes korku içinde iken korkmayan üç grup insandan biri, sırf Allah rızası için, her gün beş vakit namaza çağıran müezzindir.)
[Taberani] Allah kabul etsin kızlar
 


ALLAH razı olsun :)
 
kızlar yazdıklarınızı tek tek okumaya çalışıyorum. Benim şu aralar dünya çok ihtiyacım var ne olur benim için dua eder misiniz. ben dilimden dusurmuyorim sizler de benim için Allah rızası için bir dua eder misiniz
 


RABB im hayırlısını nasip etsin :)
 
Rabbim yar ve yardımcın olsun her konuda hakkında en hayırlısı olsun Rabbim hiç bi konuda utandırmasın amin inşaallah
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…