Köşe yazıları


şöyle yapalım

Esmerim biçim biçim

Bir bilmecem var çocuklar: Muhalefet kaç çeşit ve de kaça ayrılıyor?
Bir, "ekim ayında devrim olacağına" samimi olarak inanan bir avuç zavallı budala...
İki, böyle saçmalıklara asla inanmayacak kadar çakal, ama bu zavallıları kışkırtıp "kullanmaya" çalışan ve oraya buraya saldırtan kontrgerilla örgütü... Bunun, bir kısmı tutuklu, ama bir kısmı da "dışarıda" ve epey "faal" olan, hükümetin bir türlü becerip de kökünü kazıyamadığı uzantıları... Özellikle kendine "devrimci sol örgüt" süsü veren taşeronlar...
Üç, asla seçim meçim kazanamayacağını pek iyi bilen ama laga lugayla durumu idare etmeye çalışan ezeli ve ebedi muhalefet mensubu CHP... İçinde daha sağcı görünenleri de var, daha solcu geçinenleri de, ama temelde hepsinin mayası bir.
Dört, meclise girip bir de grup kurmayı, yani "ayakta kalmayı" büyük başarı sayacak, siyasi hayatta ancak bir "renk" olmayı çoktan kabullenmiş ve ağzını fazla da açamayan MHP...
Beş, çaresizlikten, pantalon uyduramayınca ceket vermeye, yani hükümeti yönlendiremeyince "hiç olmazsa CHP'yi yönetmeye" çalışan İstanbul sermayesi ve onun yayın organlarında çalışan külüstürler...
Altı, demokratik haklar adı altında gene de "bu kargaşadan önce özerklik, sonra da bağımsızlık çıkarabilir miyiz" umudunu yitirmemiş olan Kürt politikacıları...
Yedi, görünürde başbakana ama aslında Türkiye'ye karşı sevgisizlik ve hatta nefretle dolu alafranga "entel takımı"... Aşağılık kompleksini şişik egoya katık edenler...
Şimdi asıl ilginç olan kesime geliyoruz:
Sekiz, "Tayyip'siz bir AKP" fikrine sıcak bakan körler...
Dokuz, "Bülent Arınç başa geçsin" sevdasına kapılmış yetiksizler...
On, iktidar partisinin mutlaka ikiye bölüneceğini iddia eden, bunu hasretle bekleyen çokbilmişler...
On bir, bu beklentiyi "Abdullah Gül yeni bir parti kurup Erdoğan'a rakip olacak" zırvasıyla süsleyip, utanmadan haber niyetine, "Ankara kulisi" görüntüsüyle yazacak kadar gözü kararmış kalemşorlar...
On iki, ısrarla "Tayyip ölecek" iddiasını yaymaya çalışan manyaklar...
İsterseniz, şimdilik hiç sesini çıkarmayıp "düşük profil" gösteren ve "gelecek daha güzel günleri bekleyen" bürokratları da ekleyiniz, on üç olsun.
Hatta, Türkiye'nin daha fazla büyümesini ve güçlenmesini hiç istemeyen ve bunu çeşitli yollardan engellemeye çalışan bazı Avrupa ülkelerinin gizli servislerini de ekleyebilirsiniz. Maşallah Taksim ve Kadıköy gibi semtleri bizden daha çok aşındırıyorlar.
Bakınız, ekonomi katlana katlana geliştiği, bu alanda dünyada üçüncülük sırasına çıktığı, üstüste büyüme rekorları kırdığı halde "battık batıyoruz, Ayşe Teyze aç geziyor" yazan iktisatçıları takmadık, ciddiye almıyoruz.
Fakat bütün bu saydıklarımıza bir şey sormak istiyoruz:
Tayyip ölmedikçe, seçimleri de üstüste kazandıkça bakalım kaçta kaçınız "yanılmışım" diyebilecek kadar erkeksiniz?
 
  • Eğer, dikkatli olmazsanız, gazeteler, mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi sağlar.

Bu kadar köşe yazısı paylaşılırken içimden geldi Malcom X in bu sözünü yazmak .

Tabii herkesin mazlumu da , zalimi de kendine olduğu için ; değişen pek bir şey olmayacak ve herkes bu söze ''doğru'' demiş diyecek ya neyse ...
 

Malcom X yasadığı dönemlerde Dünya daha doğruydu
aynı gazeteler gibi
şimdi kalemini satmayan kaç gazeteci kaç gazete kaldıki

artık bu söz değerini yitirdi yani onun yerine

Eger dikkatli olmazsanız, hükümetler gazeteler aracılıgıyla mazlumlardan nefret etmenizi,zalimleri ise çok sevmenizi sağlar

olarak değişmeli
 
şimdi kalemini satmayan kaç gazeteci kaç gazete kaldıki

artık bu söz değerini yitirdi yani

O zaman tam da bu zaman uygun bir söz bu .

Değer yitirmemesi aksine değer kazanması gerekir.

Kalemini satan gazeteci , kendi çıkarı doğrultusunda ''gerçeğin'' peşine düşmeden çalıp söyleyecek ; okuyucusuna zalimi alim , alimi zalim gösterebilecektir .

Dürüstlük kayboldu madem , o zaman azami dikkat asıl şimdi gerek .
 
bazı gazeteciler köşe yazılarında ettikleri küfürlerle kalitelerini belli ediyor aynı bu yazar(!!!) gibi
sokaktan bir küfürbaz bulsam daha az irrite olurdum yazdıklarına

adam adam gibi yazmamış ki hakaretlerle süslemiş konuyu

hımm yazar orada ne demek istiyor acaba

ben köşe yazarıyım fikir belirten yazılar yazarım ama daha konuşmayı bilmiyorum mu
 
adam adam gibi yazmamış ki hakaretlerle süslemiş konuyu

hımm yazar orada ne demek istiyor acaba

ben köşe yazarıyım fikir belirten yazılar yazarım ama daha konuşmayı bilmiyorum mu

yok canım gayet biliyor konusmayı da işte savuncağı seyleri ancak küfürle savunabiliyor
yukarda kalemini satanlar dedim ya işte bir örnek
adam yalakalık yaparken kendinden geçmiş
keşke o sakalı da kesmeyi unutmasaydı
ne anlama geldiğini bilmeden bırakmıs işte
 
ne oldu hanımfendiler gerçekler hoşunuza gitmedi galiba. şimdi de başka bir tartışma konusu adamın tarzı ve sakalı
bırakın bunları da neticeye bakın lütfen bunların gerçekliği sizleri rahatsız etti galiba. paylaşımlarıma devam edeceğim tıpkı sizler
 
Son düzenleme:

hayırdır kavga mı edeceğiz gerçekten güldüm şu yorumunuza :))

tartışma konusu kendine yazar diyen bir adamın daha yazmayı başaramaması,aslında gayet açık ve netti.eğer bir adam kim olursa olsun bu,ifadelerinde hakarete baş vuruyorsa ifade konusunda eksikliği vardır.

hakaretten rahatsız olmak da suç oldu

ayrıca paylaşın tabii kimsenin buna bir şey dediği yok ki,ne alaka?
 
Son düzenleme:
Lütfen bu topiği de tartışma alanına çevirmeyiniz, gözünün üstünde kaşın var deyip kaşla gözü sebep gösterip tartışacak hale geldiniz.

Ve evet kadesa, yazarlar halkın okuması için yazdıkları makalelerde ifade yeteneğine sahip olmalılar, yazar demek geniş kelime dağarcığına sahip, okumuş, araştıran, aydın insan demek olmalı fakat öyle olmuyor malesef, hakaret'in ifade yeteneğiyle uzaktan yakından alakası yok.

Bu yazar Başbakan ölmedikçe ki Allah sağlıklı uzun ömür versin, üst üste seçimleri kazandıkça, başbakansız bir akp fikrine sıcak bakan körler gibi ifadeler kullanmış, iyi de başbakan bu seçimlerden sonra artık çekileceğini söylemişti, parti başkanı zaten değişecek, bu kadar şakşakçılığa gerek var mı? Başbakan bunları fark edecek kadar zeki bir adam + yazar başbakana sanki askerlik arkadaşı gibi ismiyle hitap etmiş ( ben yazarın ifadesini birebir kullanmaya utandım, başbakan dedim) bu yakışıksız, karşı görüşlü bir yazarın yazısı olsaydı ismiyle hitap ediyor diye denmedik söz kalmazdı ama aynı görüşü savunan yazar olunca alkışlanıyor, bu da bence objektiflik değildir.
 

işte sorun buydu zaten bu msj daha açıklayıcı olmuş
 
Büyük fotoğraf

Mısır 90 milyon nüfusu ve Süveyş Kanalı'nı kontrol etmesi ile Afrika, İslam ve Arap âleminin çok önemli bir ülkesidir. İslamcıların iktidarda olduğu Sudan ve Libya ile Akdeniz'e yaklaşık biner kilometrelik sınırı var. İsrail ile 210 kilometre.

Konu İsrail olunca doğal olarak bu ülkenin önemi daha da artıyor. Çünkü Mısır aynı zamanda İsrail'in kuşatması altında bulunan Gazze'ye sınır. Gazze'de Müslüman Kardeş Hamas ve diğer İslamcı gruplar var. Hepsinin ve dünyadaki tüm İslamcı parti ve örgütlerin kökeninde Müslüman Kardeşler var. Yani Mısır. Çünkü bu akımı Mısırlı Hasan el-Benna 1928'de başlatmıştı. Ve bu akım " Arap Baharı" ile birlikte gelen ve Hüsnü Mübarek'i deviren askeri darbe sonrasında yapılan seçimle iktidara geldi. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinden sağlanan milyarlarca doları bir yana bırakırsak Müslüman Kardeşlerin seçimi kazanmasının en önemli nedeni çok iyi örgütlü olmaları. Ama bu örgütlenme Mısır devletinin geleneksel kurumaları ile baş edemeyince 3 Temmuz'da askerler bir kez daha müdahale ederek Müslüman Kardeşlerin iktidarına son verdi. Bu ise başta Başbakan Erdoğan olmak üzere bölgesel ve uluslararası plan yapan dünyadaki tüm İslamcı çevreleri kızdırdı. 15 Temmuz'da İstanbul'da bir araya gelen dünyadaki tüm Müslüman Kardeşler örgütlerinin temsilcileri Mısır'daki darbeye karşı direnme ve oradaki Müslüman Kardeşleri sahiplenme kararı aldılar. Bu ise Kahire'deki askeri-sivil yönetimi çok kızdırmıştı. Çünkü onlara göre, Müslüman Kardeşler artık bir terör örgütüdür. Mısır'da her şey bu anlayış üzerine kurgulanmış ve öyle yürütülüyor. Kahire'de bulunduğumuz sırada yollarda herhangi bir askeri ya da güvenlik tedbirlerine rastlamadık ama gece saat 23'ten sabah 5'e kadar sokağa çıkma yasağı var. Müslüman Kardeşlere yönelik tutuklamalar devam ediyor. Tahrir, Rabia ve Nahda meydanları bomboş artık. Medya ise işini gücünü bırakmış Müslüman Kardeşlerle uğraşıyor. Televizyonlarda Müslüman Kardeşlere yönelik sürekli program yapılıyor. Hepsi de çok zekice hazırlanmış. Bazı radikal İslamcı grupların Sina'da gerçekleştirdiği terör eylemleri Müslüman Kardeşler karşıtı çevrelerin işini kolaylaştırıyor. Bir yıllık iktidarı döneminde 60 af yasası çıkaran ve bununla binlerce İslamcı mahkûm ve tutuklunun serbest kalmasını sağlayan Mursi'nin tutumu ise özellikle işleniyor. Yakında mahkeme karşısına çıkarılacak Mursi'ye bunlar ve daha birçok şey sorulacak.

MISIR'IN GELECEĞİ KISA SÜREDE BELİRLENECEK

Önümüzdeki dönemde asker- sivil iktidar, toplumun ekonomik ve sosyal sorunlarını çözebilirse Müslüman Kardeşlerin tekrar iktidar olma şansı kalmaz. Çünkü onların aldığı oylar ağırlıklı olarak şehir ve kırsaldaki yoksul çevrelerden geliyordu. Büyük kentlerde şansları daha az. Son iki ayda yapılan üniversite seçimlerinde Müslüman Kardeşler hep hezimete uğradı. Örneğin Kahire Üniversitesi'nin yönetim seçiminde 76 sandalyeden yalnızca 3 sandalye kazanabildiler.

Özetle Müslüman Kardeşlerin tekrar iktidar olma şansı kısa ve orta vadede çok zor görünüyor. Bunu kesinleştirmek için içeride her türlü önlemi alan asker- sivil yönetim bölgesel ve uluslararası denge ve gelişmeleri göz ardı etmiyor. Örneğin Esad'ı onaylamamalarına rağmen Şam'ın "İslamcı teröre" karşı verdiği savaşa sıcak bakıyorlar ve Ankara'nın bu teröre verdiği desteği tehlikeli buluyorlar. Yani Mısırlılar hem kendi ülkelerindeki Müslüman Kardeşlere verdiği destekten hem de Suriye'deki "İslamcı terör örgütlerine" yardımından dolayı Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti'ne çok ama çok kızgınlar. Başbakan Erdoğan bu politikalarından vazgeçmediği sürece Ankara'nın Kahire ile ilişkileri asla düzelmez. Tabi her zaman sürprizleri olan bölgesel ve uluslararası merkezlerde farklı senaryolar yazılmazsa. Belki bu senaryoların olasılıklarını gören Mısırlılar müthiş bir anti- Amerikancılık dalgası ile moral ve güç buluyorlar. Herkes "BOP ve ABD'nin İslam âlemine yönelik pis ve tehlikeli oyunlarından ve Türkiye'nin bu oyun içindeki rolünden" söz ediyor.

Ama işin içinde bir gariplik var: Bunu yapan Mısırlılar ekonomiyi kurtarmak için Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden gelen milyarlarca dolara güveniyorlar. Oysa bu ülkeler yıllarca Müslüman Kardeşleri ve diğer tüm İslamcı parti ve örgütleri beslemiş , Mursi'yi iktidara taşımış ve onu iktidardan düşüren askerlere destek vermişti. Hepsi de farklı düzeylerde de olsa Amerikan işbirlikçisi. Hepsi de ABD, Batı ve Türkiye ile birlikte el ele vermiş Kaide ve Nusra dahil Suriye'de savaşan tüm İslamcı gruplara destek veriyor.

Garip ve çelişkili olan da budur.

İşte böylesi çelişkili ve ilkesiz bir coğrafyada Mısır'da nelerin olabileceğini kestirmek pek kolay değil. Kimin gerçek tavır aldığı, kimin rol yaptığı ya da kimin ikili değil üçlü ve dörtlü oynadığı belli değil ve asla olmayacak. Bu, bizim coğrafyanın belki de genetik hastalık ve sorunudur.

Çünkü çoğunluk kendi içinde bile dürüst değil.

MISIR MURSİYE BIRAKILMAYACAK KADAR DEĞERLİDİR

İktidarların medyayı kontrol etme çabası ve bu yoldaki başarısı bu hastalıkları daha da derinleştiriyor. Böylesi durumlarda iç ve dış iktidarların medyasına düşen görev, hep ve her konuda yalan söylemektir. Yalan hep ve sürekli söylendiğinde ve iktidarın gücü ile desteklediğinde doğruya dönüştürülüyor. Irak'ın işgalinden sonra şimdi de Suriye'de yaşananlar bunun somut kanıtıdır. Türkiye'de yandaş medyanın Mısır'daki gelişmelerle ilgili tavrını da unutmamak gerekir. Tümünün farkında olan Kahire'deki askeri -sivil yönetim benim görebildiğim kadarı ile geleceğe yönelik tüm önlemleri alıyor. Onlara göre 10 bin yıllık Mısır kendi geçmişinin bir parçası olmayanlara bırakılmayacak kadar değerli ve kutsal bir ülkedir. Mursi ve Müslüman Kardeşleri iktidardan düşüren askeri müdahale, darbe ya da Mısırlıların deyimi ile İkinci Devrim işte böylesi önemli bir inancın psikolojik, sosyolojik sonra da politik alt yapısını kurmaya çalışıyor.

8-10 ayda yaşanacak gelişmeler ve yapılacak seçimler bu çabanın ne kadar başarılı olacağını kanıtlayacaktır. Yani bir yandan Mısır halkına pompalanan bu ilginç inanç diğer tarafta Mısır'ın da içinde bulunduğu bölgesel hesaplar. ABD ve İsrail ise asla bu hesapların dışında değil ve kalmayacaklardır. Durum böyle olunca herkes Mısır için çok farklı, ilginç ve bazen de tehlikeli senaryolar yazıp hazırlıyor.

Mısır için konuşulan ya da yazıp çizilen tüm senaryoların farklı zaman ve mekanlarında Müslüman Kardeşler farklı formatlarda da olsa var ve hep olacaklardır.

Mısır'ın geleceğini ise büyük ölçüde Suriye'nin geleceği belirleyecektir.

Tarih boyunca hep böyle olmuştur.

Tersi de doğru.

Belki de Mısır'da Mursi'yi kaybeden Başbakan Erdoğan'ın Suriye'ye daha fazla yüklenmesinin nedeni budur.


Bakalım Mursi'yi deviren General Sisi bundan böyle ne yapacak?

Hüsnü Mahalli - Yurt Gazetesi
 
YILMAZ ÖZDİL - VURUN KAHPEYE (2013 versiyonu)
Dünya barışı için gelinlikle otostop yapa yapa İsrail’e giden İtalyan kadın sanatçıya İzmit’te tecavüz ettiler, boğarak öldürdüler.

Amerikalı kadını İstanbul’un göbeğinde raylara yatırıp, kafasını taşla ezdi herif…

İzmirli garson, İrlandalı iki kadını bıçakla doğradı, kanlı elbiseleri çöpe, cesetleri ormana fırlattı.

Antalya’da tecavüz edilen 14 yaşındaki Norveçli kız, polise sığındı. Kemer’de Rus kadın turist, otel personelinin toplu tecavüzüne uğradı. Didim’de üç İngiliz kadına tecavüz edildi.

Marmaris’te Hollandalı turist kadın tecavüze uğradı. Manavgat’ta inşaat işçileri Alman kadın turiste tecavüz etti.

İsveçli kadın turiste İstanbul’da tecavüz ettiler.


Trabzon’da Sümela Manastırı’nı gezmeye giden Güney Koreli kadın turiste tecavüz edildi.

Ankara’da otelin güvenlik görevlisi, Avustralyalı çiftin odasına balkondan girdi, bıçakla tehdit ederek, erkek arkadaşının gözü önünde Avustralyalı kadına tecavüz etti.

Rus turist kız, yılbaşı gecesi Taksim’de, ahtapot gibi uzanan ellerden kurtulmak için otobüs durağının üstüne tırmanmıştı, televizyonlarda seyrettik, ayakkabısı çıkmıştı, yırtılmış eteğini çekiştiriyorlardı aşağıdan, külotunu cep telefonuna kaydediyorlardı.

Bisikletiyle seyahat eden Danimarkalı turist kadına, Yozgat’ta mola verdiği çeşme başında tecavüz edildi.

Yaya olarak gezdiği ülkelerdeki deneyimlerini kaleme alan Polonyalı gezi yazarı kadın, İstanbul Çatalca’da tecavüze uğradı.

Van’da kamp kuran İsviçreli turistler, saldırıya uğradı, erkek İsviçreliyi döve döve bağladılar, kadın İsviçreliye altı kişi tecavüz etti.

En son, Nevşehir’de iki Japon öğrenciyi bıçakla parçaladı manyak…

Kızlardan birinin delik deşik bedenine, öbürünün cesedine tecavüz etti.

*

Sapık her ülkede var ama… “Birleşmiş Milletler sapığı” sadece bu ülkede var!

*

Kadına şiddete göz yummanın…

Demokrasi ayaklarıyla “millet böyle istiyor” diye, hırtlığı, magandalığı, zontalığı baş tacı etmenin…

kadının sırtına tekme atan palalıya, sırf “kendi tarafında” diye sahip çıkmanın…

Kızları saçından sürükleyen, hamilelere tekme atan polisleri “kahraman” ilan etmenin sonucudur bu.

*

Hukuk tanımazlığın sonucudur.

*

Güya, dünyaya “edep” dersi veriyorsun ama…

Memleketi öyle hale getirdin ki, kuytuda kıstırsalar Mısırlı rabia’ya bile tecavüz edecekler, haberin yok!
 
Sandığımız ülke... Yaşadığımız ülke... - Ece TEMELKURAN



Başka bir ülke burası. Sandığımız ülke değil.

Sandığımız ülkede “dinine ve kinine sahip çıkan” bir nesil nasıl imal edilir bunun üzerine kafa patlatılıyor.

Yaşadığımız ülkede ise altı yaşında çocuklar çalışmaktan ölüyor.

Sandığımız ülkede “başörtülülerle başörtüsüzlerin kavgası” var.

Yaşadığımız ülkede başörtülü başörtüsüz kim adalet ve eşitlik isterse gazı yiyor.

Sandığımız ülkede olimpiyatları almamıza şu kadarcık kalmıştı. Zaferlerimizi beş halkayla taçlandırmamıza on beş dakika vardı

Yaşadığımız ülkede ne kadar süreceği belli olmayan savaşa gidiyoruz.

Sandığımız ülkede Başbakanımız kız çocuklarına hiç dayanamıyor.

Yaşadığımız ülkede pek yakında kız çocukları kocalarıyla gidip gelecekler ortaokula. Kocaları izin verirse...

Sandığımız ülkede “Herkes bize hasta! Araplar, Balkanlar... Herkes Türkiye diye ölüyor”. Yaşadığımız ülkede Araplar Yeni Osmanlıcı emellerden tiksinti duyuyor. Balkanlar da dizilerdeki kara yağız delikanlıları beğeniyor, o kadar.

Sandığımız ülke büyüyor, şişiyor, göbeklenip yağlanıyor. Yaşadığımız ülkede Dışişleri Bakanı her yer yanarken Suudi Arabistan'a gidip petro-dolar akışı kesilmesin diye pazarlık yapıyor.

Sandığımız ülke “dünya liderliğine” koşuyor. Yaşadığımız ülke kimsenin elini bulaştırmak istemediği bir savaşta piyade olarak kullanılacak.

Sandığımız ülke turizm atakları yapıyor, beş yıldızlı oteller açıyor, Avrupa orta sınıfının yüzme havuzuna dönüşüyor. Yaşadığımız ülke kimyasal saldırı tehdidi altında.

Sandığımız ülkede etnik hiçbir mesele yok, “nifaklar” var, “fitneler” var sadece. Yaşadığımız ülkede Kürt siyaseti hükümetin hiçbir şey yapmadığı çözüm süreci için geri sayım başlattı ve cemevleri kurşunlanıyor. Agos gazetesinin önü Trabzonspor renklerine boyanıyor bir gece. Agos'un polisten bir beklentisi yok.

Sandığımız ülkede rengârenk, her biri bir kilo çıkan gazeteler var. Yaşadığımız ülkede o gazetelerin her birinde sabah gündem toplantısına gelen haberlerin çoğu “Beyefendi rahatsız” telefonu almamak için çöpe atılıyor.

Sandığımız ülkede sağlık reformları sayesinde hastalık nedir bilmiyoruz. Yaşadığımız ülkede otoparklarda doktorlar hastalardan ameliyat parası alıyor, mezbaha gibi.

Sandığımız ülkede çocuklara tabletler dağıtılıyor, akıllı tahtalar var. Yaşadığımız ülkede mesleğe atanamadığı için intihar eden öğretmenler ve hâkim adayları bulunuyor ve üniversite öğrencileri para kazanmak için çalıştıkları inşaatlardan düşüp ölüyor.

Sandığımız ülke çok güzel. Nefis. Neonlar var üzerinde. İhaleler uçuşuyor havada. Paralar, laflar, hedefler, vizyonlar, misyonlar... Yaşadığımız ülke ise siyah-beyaz, siyahı çok koyu siyah, beyazı kirli.

Sandığımız ülkede her şey her gün daha iyiye gidiyor. Yaşadığımız ülkede her şey iyi olmadan önce çok kötü olacak ve bu dönemin ne kadar süreceği hiç belli değil.

Sandığımız ülkede, “yaşayanlara” değil bu sanrılara inananlara yer var. Bizim gibileri almıyorlar ya da gidelim diye gözümüzün içine bakıyorlar. Yaşadığımız ülkeden söz edenlere sandığımız ülkede yer yok.

Bu sanrılarla ne kadar daha yaşayacaklar? Sanrıları gerçeklere ne kadar dayanıklı? Okumamızı istedikleri gazeteleri okunup, izlememizi istedikleri ekranları izlendiği sürece devam edecek sandığımız ülke. Savaşın bataklığında bile, öyle sanıyorum ki, “şifalı çamur banyosu” diye bir yalan uydurmaya yüz bulabilecekler.



Sandığımız ülke... Yaşadığımız ülke... - BirGün.net | Halkın Gazetesi BirGün
 
Sen ne terbiyesiz bir adamsın

Adını da vereceğim senin!
Yılmaz Özdil.

Sen de benim bu yazımı Aydın Doğan’a götürürsün, “Bak yazılarım ses getiriyor, maaşıma zam istiyorum” dersin.
O da varsın versin.

Sen ne terbiyesiz bir adamsın.

Moda tabirle de soracağım; bu satırları yazmak için ne içtin?
Derdin ne, amacın ne?

Bu şahıs 15 Eylül günü bir yazı kaleme aldı.
Başlığı da “Vurun kahpeye”.

Yanına da parantez içinde 2013 versiyonu diye not düşmüş.
Bilirsiniz, 1949 Ömer Lütfi Akad yapımı bir filmdir Vurun Kahpeye.
Halide Edip Adıvar’ın aynı ismi taşıyan kitabından esinlenilerek çekilmiş bir film.

Yazdığı yazıyla nasıl bir bağ kurduysa?
Neyse oralara hiç girmeyelim.

Son zamanlarda yabancı turistlerin uğradığı tecavüz olaylarını tek tek sıralamış.

Bundan da isim vermeden Başbakan Erdoğan’ı sorumlu tutuyor; sorunlu adam.

Yazının sonuç bölümündeki yargı cümlesi akıllara zarar, iğrenç ve aşağılık.

Şöyle bitiyor yazı:

“Memleketi öyle hale getirdin ki, kuytuda kıstırsalar Mısırlı rabia’ya bile tecavüz edecekler, haberin yok.”

Terbiyesiz adam!

Utanmaz adam!

Rabia dediği, tüm İslam dünyası tarafından muhterem kabul edilen bir şahıs.

Kadın evliya olarak anılır.

Rabia’nın “r” sini de küçük yazmış.

Bunu yaparken aklından ne geçirdiyse?

Turistlere yönelik tecavüz olayları, Başbakan ve Mısırlı Rabia.
Hepsi aynı yazıda.

Her şeyi birbirine katmış karıştırmış.

Mesele daha iyi anlaşılsın diye bir fıkra anlatayım.

“Bel altı” değil, sevmezsin belki ama, yine de oku!
Adamın biri içinde olduğu mecliste anlatmaya başlamış:

“Hazreti İsa eline kılıcını aldı, kızını yatırdı, tam kesecek gökten bir öküz indi, o gün de Ramazan bayramı oldu” diye.

Aklı sıra “kurban olayını” anlatıyor.

Sonra içlerinden biri dayanamayıp kalkmış ve şöyle demiş;

“Allah belanı versin be adam. Ben şimdi hangisini düzelteyim? İsa değil, İbrahim. Kılıç değil, bıçak. Kızı değil, oğlu. Öküz değil, koç. Ramazan değil, kurban.”

Peki ben şimdi hangisini düzelteyim?

Saydığın tecavüz olaylarında faillerin neredeyse tamamı alkollü.

Yahut uyuşturucu madde bağımlısı.

Senin gözettiğin türden yani.

- İçki düzenlemesine karşı çıkan sen!
- Metroda güpegündüz, ulu orta sevişsinler diyen sen!
- Din kültürü ve ahlak bilgisi derslerine karşı çıkan sen!
- İnternetime dokunma diyen sen!
- Bu gençlere karışma diyen sen!
- Belden aşağı fıkraları köşesine taşıyan sen!
Daha sayabilirim. Lakin yeter.

Kabahat sende değil ki!

Kabahat Diyanet İşleri Başkanlığı’nda.

Bu rezillik, bir kınama yazısını kesinlikle hak ediyordu.
Ve son bir not.

Baltacıları bilirsin. Şu Mısırlı Baltacılar. Darbesini sevdiğin Sisi’nin Baltacıları.

O Baltacılar, Tahrir’de aralarında yabancı gazetecilerin de bulunduğu onlarca kişiye tecavüz etti.

Tecavüze uğrayanlar arasında elli kadar da erkek vardı!

Turgay Güler
 
Star Gazetesi yazarı Hakan Albayrak
Onlar bu ülkenin çocukları, fakat başka hiçbir ülkeye duymadıkları garezi bu ülkeye duyuyorlar.
Esed rejimi Akdeniz’de Türkiye’nin uçağını düşürdüğünde veya Reyhanlı’da katliam yaptığında Esed rejimini değil Türkiye’yi suçladılar.
Lübnan’da teröristler iki pilotumuzu kaçırdığında o teröristleri değil yine Türkiye’yi suçladılar.
Türkiye, hava sahasını ihlal eden bir Baas helikopterini düşürünce de haliyle Türkiye’yi suçluyorlar.
İsrail’e sorunlarımızda, Batı’ya sorunlarımızda, Rusya’ya sorunlarımızda, Olimpiyat Komitesi’yle sorunlarımızda da suçlu onların nazarında daima Türkiye.
“Bizim lafımız Türkiye’ye değil AKP hükümetine” derseler inanmayın.
AK Parti hükümetine garezleri, bu hükümetin Türkiye’yi 90 senelik bir hikâye olarak değil de 1000 senelik bir destan olarak görmesinden ileri geliyor.
***
Bu ülkenin İslam ile yoğrulmuş tarihine ve tarihî arka planınadır asıl tepkileri.
Malazgirt 1071’i sahiplenmiyorlar.
İstanbul 1453 için “Zulüm o zaman başladı” diyorlar.
Selçuklu’yu tanımıyor, Osmanlı’dan nefret ediyor, Cumhuriyet’in sadece karanlık sayfalarına sahip çıkıyorlar.
Bu ülkeyi değil, bu ülkenin bu ülke olmaktan çıkma ihtimalini seven kimselerden bahsediyoruz.
Bazıları Sovyetçi yahut Çinci gelenekten geliyor; Türkiye’nin Sovyetlere yahut Mao’nun Çin’ine benzeme ihtimalini seviyordu bunlar.
Bazıları da, Türkiye’nin ABD yahut Fransa gibi olma ihtimalini seven Batıcılardı.
Şimdi hepsi “Suriyeci” oldu; ama Suriye’de de sadece rejimi seviyorlar, onlar gibi kendi halkının çoğunluğuna savaş açtığı ve tabii ki Türkiye ile çatışma halinde olduğu için.
Açıkça düşmandan yana tavır koyuyorlar.
Açıkça kendi ülkelerine cephe alıyorlar.
Ar damarını iyice çatlatarak “Hepimiz Şebbihayız” diye bas bas bağıranları bile var; Reyhanlı katliamını üstlenircesine!
Bu ülkeye saldıran, bu ülke insanlarının kanını döken Esed rejimine bağlılıklarını açıkça bildirebiliyorlar.
Serbest.
İfade özgürlüklerinin sınırı yok.
Şiddete başvurmadıkları sürece eylem özgürlüklerinin de sınırı yok.
Yine de özgürlüklerinin ellerinden alındığını ileri sürüyor, Başbakan Erdoğan’ın diktatörlüğünden dem vuruyorlar.
Yuh diyorum, pes diyorum, başka da bir şey demiyorum.
 
Ali Murat Hamarat - Hitler onu daha çok sevmişti

Spor tarihinin en büyük ikonlarından biri o. 12 Eylül'de doğumunun 100. yılı anılacak olan, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları'nın kahramanının öyküsü, ırkçılığın kol gezdiği dünyada turnusol kâğıdı vazifesi görüyor, hep anlatılan hikâye yer yer gerçeklerin yanında masal gibi duruyor.

Aslında her şey 11 çocuklu Henry ve Emma Owens’ın Oakville’den Cleveland’a taşınmasıyla başlamıştı. 1.5 milyondan fazla siyahın başka bir yaşam rüyasıyla Kuzey’e gitmesine sahne olan Büyük Göç’te yer değiştiren bir ailenin yedinci çocuğu olan James Cleveland’ın bir gün okulda adını soran hocası bir efsanenin doğumunu sağlamıştı. Küçük çocuk güneyli aksanıyla J.C demiş, öğretmeni Jesse anlamıştı.

Öğretmenlerinden Charles Riley’ın teşvikiyle atletizme başlayan Jesse, bakkalda çıraklıktan, kunduracılığa değişik işlerle uğraşıyordu. Daha lisedeyken 100 yarda (91 metre) dünya rekorunu egale eden çocuğun ayak sesleri duyuluyordu.

Ohio Eyalet Üniversitesi’nin medar-ı iftiharı, katıldığı yarışlarda geçilmese de ten rengi onu adeta gölgede bırakıyordu. Başarılarına rağmen burs alamadığından geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kalıyor, sadece siyahların yemek yiyebildiği veya kalabildiği yerlere gidiyordu.

25 Mayıs 1935’te tarih yazan Owens, 45 dakika içinde üç dünya rekoru kırmış, birini de egale etmişti. Ertesi yıl Nazi iktidarının kaçırılmaz propaganda fırsatı olarak gördüğü Berlin Yaz Oyunları’na gelindiğinde, Amerika’nın en büyük madalya ümidi oydu. Onun farkında olan Adidas’ın kurucusu Adi Dassler, Olimpiyat Köyü’nde ziyaret ettiği atleti kendi ayakkabısını giymesi konusunda ikna etmişti. Söylemeye gerek yok, Owens sponsoru olan ilk siyah atletti.

Yaz Oyunları’nın ilk gününde madalya kazanan Avrupalıları tribüne davet eden Hitler, Amerikalı siyahi atletlerden Cornelius Cooper Johnson'ın zaferinden sonra stadyumu terk etmişti. Führer kendisini tarafsız olması konusunda uyaran Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Comte Baillet-Latour’a kulak verince, atletleri halkın önünde tebrik etmeye bırakmıştı. Bu yüzden ikinci günde 100 metrede altına koşan Owens, program gereği Führer’in elini sıkamamıştı, rengi nedeniyle değil.

İkinci altınına uzun atlamada kavuşan siyahi atlet, Alman Luz Long ile kıyasıya bir mücadeleye girmişti. İlk iki hakkında faul yapan Owens’a geriden atlaması tavsiyesini veren ev sahibi ülkenin sporcusu, yarışmanın sonrasında rakibini ilk kutlayan olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya cephesinde ölen Long hakkında “Bugüne kadar kazandığım tüm madalya ve kupaları eritseniz, o anda Long'a karşı hissettiğim 24 karat dostluğun kaplaması bile etmez" diyen sporcu, 200 ve 4x100 metrede de zafere uzanmıştı.

Berlin Olimpiyat Stadyumu’nu dolduran yüz bini aşkın insanın çılgınlarca alkışladığı Owens, ülkesinde de kahraman olmuştu. Otobiyografisinde Hitler’in ayağa kalkıp kendisine selam verdiğini söyleyen başarılı atlet, kendisini asıl küçümseyenin ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt olduğunu söylemişti. Seçim kampanyası nedeniyle sporcusunu Beyaz Saray’a çağıramayan Başkan, bir telgraf bile çektirecek vakti bulamamıştı.

Peki sadece Roosevelt mi... Sonradan Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin de başına geçecek Amerika Olimpiyat Komitesi Başkanı Avery Brundage, 4x100 metre bayrak takımının üyeleri olan Sam Stoller ile Marty Glickman'ın koşmalarına izin vermemişti. Evet, bu iki atlet Yahudiydi!

Amerikalılar Yahudi atletlerini Berlin'de koşturmamışlar, bir Olimpiyat'ta dört altın kazanan tarihin ilk sporcusuna devlet erkânı bir telgrafı bile fazla görmüştü.

Berlin’den 19 yıl sonra Eisenhower tarafından onurlandırılan Owens, hasta yatağında bile Başkan Jimmy Carter’ı Moskova Olimpiyat Oyunları’nı boykot etmemesi için ikna etmeye çalışmış, 1980'de son nefesini vermişti.

Yoksa Owens dendiğinde, sizin de aklınıza Hitler mi düşüyordu...

Hitler onu daha çok sevmişti - BirGün.net | Halkın Gazetesi BirGün
 
Güneş Duru - Kaybedenler Kulübü



Sabah erkenden bugünün spor yazısını yazmak için bilgisayarın başına oturdum. Ben, biz, siz uyurken Hatay’da genç bir arkadaşımız Tuzluçayır’daki olayları protesto ederken polisin gaz fişeklerinden birine hedef olarak hayatını kaybetmişti. Yazmak fikri değerini kaybetti, Ahmet Atakan’ın fotoğrafına baktım, içim kavruldu...

Polisin nerdeyse spor olsun diye saldırdığı, gaz fişeklerini, plastik mermilerini kendi aralarında bir tür hedef vurmaca oyununa çevirdikleri aşikar. Gözünden, başından vurulan insanlar özellikle yaralamak ve öldürmek için nişan alındığının net kanıtları. Anlayacağınız iktidarına muhalif olanları hedef alan polise her gün ölümpiyat.

Böylesi bir Türkiye resmi varken olimpiyat gelsin diye çırpınan iktidarla neden tek yürek olalım? İktidar kendi menfaatleri dışında her hangi bir konuda tek yürek olmak, ötekileştirdiklerinin taleplerini duymak istiyor mu da, söz konusu olimpiyat olunca, bir anda olup bitenleri unutup ülkenin çıkarları için seferber olalım?

Malumunuz Türkiye yıllardır olimpiyatlara ev sahipliği yapma derdinde. Dünyanın en büyük ve prestijli organizasyonlarından birini doğduğu, beslendiği topraklara getirmek elbette önemli. Ancak söz konusu çok kültürlü coğrafyada 1071 Malazgirt, 1453 İstanbul’un Fethi üzerinden ciritli, kadırgalı anma törenleri düzenleyen, toplumu kendi istediği biçime sokmaya azmetmiş bir iktidar hükümranlığı var. Uluslararası başarıların tamamını kendi iktidar alanlarının genişlemesi adına kullanmak isteyen, amacın dünya barışı ve sporuna hizmetten uzak kibirden, ranttan öte olmadığı apaçık.

HAÇLILAR VE İÇİMİZDEKİ GEZİCİLER

Jumbo bir heyetle Arjantin’deki oylamaya katılan devlet erkanı Madrid’in elenmesinin ardından umutlansa da Tokyo ile kaldığı ikili mücadeleyi açık ara kaybetti. Malum kaybetme tahammülsüzlüğü konusunda genetik bozukluğu olan bir ülkeyiz. Şike, doping, dezenformasyon, yalan, saldırı, şiddet gibi bir çok çirkinliğin ardında da bu tahammülsüzlük yatıyor.

Tokyo’nun kazanmasının hemen ardından Arjantin’deki heyetin genç neferi Suat Kılıç “bir yanda 16 saat kesintisiz uçarak gecesini gündüzüne katanlar, öte yanda Türkiye kaybetti diye kına yakanlar" şeklinde bir açıklama yaptı. Japonlar ve İspanyollar gecesini gündüzüne katmadıkları gibi, sanki Arjantin’e ışınlanarak ulaşmışlardı. Kaldı ki aylardır grevde olan, grev yaptıkları için cezalandırılan THY personelinin o 16 saati hizmet ederek geçirdiklerini, hayatlarını bu şekilde kazandıklarını söylemeye sanıyorum gerek yok.

Kaybetmeyi hazmedemeyen bir anlayış belki baskıcı ve dayatmacı formüllerle kendi iktidar alanında varlığını sürdürebilir ancak böylesi bir ruhun olimpiyatta yeri yoktur. Ne zaman ki olimpiyat ne demek anlarız, işte o zaman olimpiyat gelir. Ne zaman yalan söylemeyi, şikeyi, dopingi hayatımızdan çıkarıp sporu sadece dolar olarak görmekten vazgeçeriz, o zaman olimpiyat yarışında yapılan o cicili bicili, sekiz bin yıllı, çanaklı çömlekli konuşmalar inandırıcı hale gelir.

Sükunetli olmak yerine, devlet nezaketinden uzak açıklamalarla, kadim düşmanları suçlama telaşına girişen iktidarın Gezicileri de hedef tahtasına oturtması artık kabak tadı veren, alıştığımız bahanelerden biri haline geldi. Sahiplerimize göre biz Geziciler Türkiye’nin parlayan imajını gölgelediğimiz yetmiyormuş gibi İstanbul ev sahibi olmasın diye kınalarımız elimizde bekliyorduk. Oysa biat ederek, Türkiye’nin yalnızlaşarak yükselen imajına katkı sağlamalıydık, yükselmek için çabalayan Suat Kılıç’ı göklere çıkarmalıydık.

Açıkçası ben, fakir mahallelerin tasfiye edilerek yerlerine olimpiyat köyleri, spor salonları yapılacağı, çevresine de bu rant seferberliğini fırsat bilerek yeni siteler AVM’ler yerleştirileceği gün gibi açıkken olimpiyattansa o mahallelerde Japon kale maç yapmayı yeğlerim.

Genç ve heyecanlı bakanlar da kusura bakmasınlar, ölümün, baskı ve şiddetin, savaş çığırtkanlığının kol gezdiği, kendileri gibi olmayanların cezalandırıldığı, baskılandığı bir ortamın mimarı olan bu iktidarla değil olimpiyata, bakkala bile gidilmez.




Kaybedenler Kulübü - BirGün.net | Halkın Gazetesi BirGün
 
EYÜP
CAN

Başlık iddialı gelebilir...
Hatta ‘yok daha neler’ diye itiraz edenler çıkabilir ama galiba Abdullah Öcalan BDP’yi bitirmeye karar verdi.
Nereden mi çıkarıyorum?
Önceki gün BDP Genel Merkezi’nde yapılan ‘olağanüstü’ gündemli toplantıdan.
Çünkü bu toplantıda Öcalan’ın önerisi üzerine resmen BDP’li milletvekillerinin HDP’ye geçmesi tartışılmış.
Radikal’in deneyimli muhabiri Rifat Başaran’ın haberine göre hayli hararetli tartışmalar yaşanmış.
Öneri BDP yönetiminde bomba etkisi yaratmış.

* * *

Aslında bir tarafıyla bu öneri yeni değil.
Öcalan uzun bir zamandır PKK ve Kürt tabanıyla özdeşleşen BDP yerine sol kesimlerin de temsil edildiği daha geniş bir siyasi platform arzuladığını söylüyordu.
Nitekim HDP (Halkların Demokratik Kongresi-Partisi) tam da bu sebeple kuruldu.
Kuruldu kurulmasına da HDP Öcalan’ın beklediği anlamda bir varlık gösteremedi.
İşte bu yüzden yerel seçimlerden önce Öcalan adeta BDP’yi bitirecek çok daha radikal bir adım atmaya karar vermiş.
Bunu da kendisini en son 21 Temmuz’da ziyaret eden Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan’a açıkça söylemiş.
“Gidin tartışın benim önerimi; bir kısmınız orada, bir kısmınız burada olmasın, yerel seçimde BDP’li milletvekilleri HDP’ye geçsin” demiş.
HDP’nin başında bir Türk, bir de Kürt eşbaşkan bulunmasını şart koşmuş.
Öcalan’a göre Kürt siyasi hareketi bu sayede sadece etnik temelli değil tüm Türkiye’yi kapsayan, Türkiye siyaseti yapan bir partiye dönüşecek.

* * *

Olur mu?
Olması demokrasi adına herkesin hayrına fakat hiç kolay değil.
Sonuçta adına ne derseniz deyin, ister BDP ister HDP, bu hareket bütün teşkilat yapısı ve siyasi felsefesiyle hâlâ etnik temelli.
Ertuğrul Kürkçü, Levent Tüzel, Sırrı Süreyya Önder gibi soldan isimleri son seçimde arasına almış olsa da etnik temelli.
Ayrıca Öcalan’ın HDP Eşbaşkanlığı için önerdiği isimler de yine bir tarafta Ertuğrul Kürkçü, diğer tarafta Sebahat Tuncel.
Yani partinin adı değişecek ama aktörler yine aynı.
Kürkçü de Tuncel de kendi tabanlarında sevilen-sayılan isimler ama hedef Türkiye siyaseti ise çok zor.

* * *

Ha şu çok önemli...
Bir kere BDP, HDP’ye eskiden olduğu gibi bir kapatma davasından dolayı taşınmayacak.
Neyse ki o günler geride kaldı.
Öcalan’ın önerisi kabul görürse bu adım partinin kendi isteğiyle atılacak.
İkincisi, Öcalan’ın önerisi eğer gerçekleşebilirse Kürt hareketi biraz daha Türkiyelileşmeye çalışacak.
Kolay mı?
Çok zor.
Mümkün mü?
Öcalan kararlı, BDP şaşkın tartışıyor...
Bekleyip göreceğiz...
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…