Köşe yazıları

" Şu günlerde Türkiye, dünyada yalnızlığın kalesi, hatta Özdemir Asaf’ı haklı çıkarırcasına, yalnızlığın paylaşılmaz olduğunun yegane kanıtı. Devlet protokolü seviyesinde gezmeli, tozmalı, nikah şahitliği yapmalı günler epeyce gerilerde kaldı...

Sıfır Sorun Günleri

Oysa AKP iktidara gelir gelmez “sıfır sorun politikası” gibi cilalı bir söylemle dış politikada kolları sıvamıştı. Amaç, Türkiye’nin atıl kaldığı konularda esnek davranmak, komşularla iyi ilişkileri genişleterek, tarihsel sorunlardan kurtulmaktı. Bu süreçte Dışişleri Yaşar Yakışır, Abdullah Gül, Ali Babacan ve Stratejik Derinlik isimli baş yapıtın yazarı Ahmet Davutoğlu’nu gördü.

2004’de Annan planı çerçevesinde Kıbrıs’ın Avrupa birliğine girme süreci sıfır sorun politikalarının acemilik günleriydi. Ardından geçmişte, “Öcalan’ı verdi mi, vermedi” şeklinde yıllarca savaşın eşiğinde dolaşılan Suriye ile ilişkiler iyileştirildi. Liderler ve eşleri bu süreçte tatil yaptılar, alış verişe çıktılar, kaynaştılar.

Gerek Erdoğan ve İspanya Başbakanı Luis Rodríguez Zapatero’nın “medeniyetler çatışması değil, medeniyetler ittifakı” diyerek yola koyulduğu toplantılar, gerekse Batı’nın tam da ihtiyaç duyduğu anda ortaya çıkan ılımlı İslam imajı dış politikada Türkiye’ye en sosyal yıllarını yaşattı.

One Minute

Şubat 2009’da Dünya Ekonomik Forumu’nda Erdoğan, “one minute”le başladığı sözlerinde “benden yaşlısın, sesin çok yüksek çıkıyor, biliyorum sesinin yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Öldürmeye gelince siz öldürmesini çok iyi bilirsiniz” diyerek sadece İsrail’in Cumhurbaşkanı’na tarihi bir ayar vermiyor, sıfırın üzerini de bir kalemde çiziyordu. O malum “bir dakika” Peres’in Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı doğru mu duyuyorum diye kulaklığı iyice kulağına yapıştırdığı saniyelerdi. Başbakan haklıydı, fakat hareketiyle diplomasinin tüm kurallarını hiçe saymıştı. Kapalı kapılar ardında söylenmesi gerekenler kameralar önünde, sert bir dille söylenmişti. Erdoğan konuşma sonrasında Arap coğrafyası başta olmak üzere tüm Siyonizm düşmanlarının kalbine taht kurdu. Öyle ki, toprağı çöl olsun, Libya’nın o zamanki lideri Kaddafi bu bıçkın hareketi Erdoğan’a verdiği “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”yle ödüllendirdi.

Derin Sular

1 Mayıs 2009’da Ahmet Davutoğlu TBMM’ye dışarıdan Dışişleri Bakanı olarak atandı. Amaç sıfır sorun politikasına derinlik getirmekti. 30 Mayıs’ta İnsani Yardım Vakfı’na ait Mavi Marmara gemisi rotasını Filistinlilere yardım götürmek üzere Gazze’deki kuşatmaya çevirmiş, uluslararası sularda İsrail askerlerinin saldırısına uğramış ve gemide bulunan dokuz kişi İsrail özel kuvvetleri tarafından öldürülmüştü. Doğal olarak İsrail-Türkiye ilişkileri hiç olmadığı bir noktaya geriledi. Büyük umutlarla transfer edilen Davutoğlu’nun Neo-Osmanlı tutkusu son bir şans olabilirdi. Türkiye batıdan aldığı öğütleri iyice dinleyip sıfır sayısını keşfedildiği topraklar üzerinde denemeye girişti. Sonra bakın neler oldu...

Arap Baharı

18 Aralık 2010’da, Tunus’ta başlayan ve sırasıyla Cezayir, Lübnan, Ürdün, Moritanya, Sudan, Umman, Yemen’de devam eden protestolar Mısır’da güçlü bir halk hareketiyle kendini gösterdi. Olaylar ertesi gün Suriye’ye, bir ay sonrada Libya’ya ulaştı. Kaddafi öldürüldü, Esad Esed’leştirildi. Arap baharı sürecinde “sıfır soruncular” muhaliflerin, askerlerin ve silahlı güçlerin yanında yer aldılar, maddi ve manevi bu süreci desteklediler, taraf olduklarını hiç gizlemediler. Eski dostlar birer birer eli kanlı lider ilan edildi, alınan ödüller, tatiller, dost ve kardeş ülke palavraları bir kenara bırakıldı, Türkiye Arap coğrafyasında dış mihrak oldu. Baharın güneşinden sadece Sünni’ler ısınsın diye varını yoğunu, komşusunu, kredisini harcadı.

Dışı Mihrak içi Fışkiye

Ardından hayali dış mihraklar Türkiye’de de devreye girdi, Melih Gökçek’in fıskiyesine kadar el attılar. Cihanda bahar güzeldi de Türkiye’de hiç çekilmiyordu. Bu kez Erdoğan sesini yükselti, insanlar öldü, yaralandı. Dünyaya ayar üzerine ayar verildi. Dikkatler tam Türkiye’ye çevrilmişti ki Mısır’da ordunun desteğiyle başa gelen Mursi, aynı ordunun darbesiyle görevden alındı. Haliyle Mısır darbesi iç politikada yalpalayan AKP iktidarına ilaç gibi geldi. Öyle ki Mısır ve Gezi arasında zorlama ilişkiler aranmaya başlandı. Sözde Gezi’yle başarılamayan senaryo Mısır’da başarılmıştı. Başbakan Mısır’ın ardındaki karanlık gücü açıklamaktan da geri durmadı, ona göre darbenin arkasında elbette İsrail vardı.

Rüzgar gibi geçti...

Sonunda olan oldu. Cilalı sıfır sorun politikaları, monşerler dönemine son verilmesi, dışişlerinin derinliği kendinden menkul Davutoğlu’na teslim edilmesi ve elbette Erdoğan’ın sınır tanımayan kibri sayesinde artık yalnızız dostlar.

Nuri Bilge Ceylan 2008’de Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü alırken “benim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum” demişti. Türkiye fabrika ayarlarına geri döndü. Sıfır sorun labirentinin başında yeniden oyuna girmek için bekleyen o bildik yalnız ülke ve onun yalnız lideri var....

Şimdi gözler büyük kurtarıcıda; bir daha çal Sam..."

Güneş Duru

Benim Yalnız ve Güzel Ülkem - BirGün.Net | Halkın Gazetesi birgungazetesi,birgun, gazeteoku, gazete, gazete manşetleri, ekonomi,siyaset,politika, sondakika, günün manşetleri, spor,futbol
 
"Her şeye rağmen inatla hak mücadelesi veren gazeteciler de var. İyi ki de var... Yüzlerce haber ve altı kitaba imza atan 'bizim Laz İsmail' sadece onlardan biri.

Manisa Davası’nı hatırlıyor musunuz?
Hani şu 1990’ların ortasında çoğu lise öğrencisi 16 gence gözaltında işkence yapılan dava.
Çocuklar bir vagona izinsiz yazı yazdıkları için yasadışı örgüte üye olmakla suçlanmışlardı.
Hepsi beraat etti.
Ama onlara gözaltında her türlü şiddeti uygulayan polisler ‘işkence yapmak’ suçundan toplam 85 yıl ceza aldı.
En önemlisi, Manisa Davası Türkiye’de sistematik işkence ile mücadelede ‘dönüm noktası’ oldu.

* * *

Peki ya Susurluk Davası’nı hatırlıyor musunuz?
Hani şu 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen trafik kazası sonucu yasadışı polis-mafya-siyaset ilişkilerinin ortaya çıkmasını sağlayan skandal davayı.
Sonrasında çorap söküğü gibi kirli ilişkileri...
Derin devlet tartışmasının ilk izlerini...
28 Şubat’la birlikte kapatılmaya çalışılan pislikleri.

* * *

Ya da Engin Çeber Davası’nı...
Hani şu 28 Eylül 2008’de kimlik kontrolü yapan polislerce gözaltına alınan ve tutuklu bulunduğu cezaevinde jandarma ve gardiyanlar tarafından işkence edilerek öldürülen Çeber.
İntihar etti dendi. Kafasını taşa vurup öldü dendi...
Dendi de dendi...

* * *

Festus Okey’e ne dersiniz...
Hani şu 20 Ağustos gecesi Taksim’de gözaltına alınan ve yanlışlıkla öldüğü söylenen Nijeryalı genç. Ne uyuşturucu satıcılığı kaldı ne ‘pis zenciliği’.
Yabancılara karşı ‘ırkçı saldırının’ Türkiye’deki ilk örneklerinden biriydi.
Güya gözaltında polisin silahını almaya çalıştı ve o arbedede öldü.
Ama kimse inanmadı, tıpkı diğer davalarda olduğu gibi.
Çünkü tüm bu davaların arkasında Radikal’in kurulduğu günden bu yana adeta genetik kodlarına işlemiş haksızlıklar karşısında ne pahasına olursa olsun duran gazetecilik anlayışı ve hak odaklı gazetecileri vardı.
İsmail Saymaz, Türkiye basınında bu anlayışın önde gelen isimlerinden biri.
Yukarıda saydığım davaların birçoğunun aydınlatılmasında herhalde Lazlığından gelen inatçılığı ve titiz çalışmasıyla birinci derecede rol oynadı.
Çünkü o ‘Haksızlıklar karşısında susan, dilsiz şeytandır’ şiarını benimseyen gazetecilerden.
Ve onun bu gazetecilik mücadelesi sayesinde kamuoyu günlerdir hepimizin içini acıtan bir davayı adım adım takip ediyor.
Gezi Parkı protestolarına katıldığı için Eskişehir’de eli sopalı siviller ve coplu polisler tarafından linç edilen üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz’ın davasını.
Hani şu arkadaşları tarafından dövüldü denilen...
Hani dövülme anına dair görüntüleri silinen...
Ali İsmail’in ölüm haberini alır almaz dosyanın peşine düştü İsmail.
Eskişehir’e giderken tek bir şey vardı aklında...
“Mutlaka bir yerlerde dövülme anına dair bir görüntü ve tanıklık vardır.”
Nitekim buldu.
Hem dava dosyasından ilk ifade ve tanıklara ulaştı...
Hem de kaybolan görüntülere...
Haftalar sürdü...
Defalarca Radikal’de manşet oldu.
Başta kimse tınmadı.
Ama sonunda Ali İsmail’in eli sopalı siviller ve coplu polisler tarafından hunharca linç edilişinin görüntülerini ortaya çıkardı İsmail ve iktidar, muhalefet, vicdanı olan herkesi sarstı.
Adeta davanın seyri değişti.
Bu tip davaların üzerine gitmek Radikal’in genetik kodlarında var.
Kabul edelim ki Türkiye’de gazetecilik epey bir yara aldı.
Ama her şeye rağmen inatla hak mücadelesi veren gazeteciler de var.
İyi ki de var...
Yüzlerce haber ve altı kitaba imza atan ‘bizim Laz İsmail’ sadece onlardan biri."

Eyüp CAN

Laz İsmail - EYÜP CAN - Radikal
 
Yılmaz Özdil'in, olimpiyat tanıtım filmiyle ilgili tokat gibi yazısını paylaşmak istedim. Tanıtım videosunu izleyenlerin ortak düşüncelerinin somutlaşmış hali gibi..

Olimpiyat

Ezan okunuyor.

Rihanna söylüyor.
Olimpiyat tanıtım filmimiz bu.
*
Televizyonlarda yayınlanıyor.
İnternette var, izleyin lütfen...
Kızlı-erkekli dolaşıyorlar.
Kızlı-erkekli parkta oynuyorlar.
Kızlı-erkekli müze geziyorlar.
Kızlı-erkekli alışveriş yapıyorlar.
Kızlı-erkekli çay içiyorlar.
Kızlı-erkekli Boğaz kenarındalar...
Kızlı-erkekli tekneye biniyorlar.
*
Dalgalı, düz, kıvırcık.
Hepsinin saçı açık.
Tekneye binen kız, mini etekli.
*
Sanırsın, Los Angeles’tır.
Siyah Amerikalı bile var.
*
Nerde türbanlılar kardeşim?
*
Yok mu İstanbul’da hiç türbanlı?
Neden koymadınız tanıtım filmine?
*
Benim başörtülü bacım, benim başörtülü bacım diye oy toplamayı biliyorsun... Utanmıyor musun başörtülü bacını saklamaya?
Başörtüsünden mi utanıyorsun yoksa?
Kızlı-erkekli bankta oturmayı hoş karşılamam diyeceksin... Memleketi dünyaya tanıtmak için çapulcu’lara sarılacaksın, öyle mi?
Başörtülü bacım üniversiteye giremiyor, başörtülü bacım TBMM’ye giremiyor diye mağdur ayaklarına yatacaksın... Kendi ellerinle hazırladığın tanıtım filmine, başörtülü bacını sokmayacaksın, öyle mi?
*
Ayıp mıdır türbanlıları göstermek?
Yoksa, bu senin yaptığın mı ayıptır?
*
Ayrıca...
Ezan okunurken konserlerin sesini kısmayana dinsiz diyeceksin... Sonra da, ezan’a Rihanna’yla vokal yaptıracaksın... Müezzin midir Rihanna?
*
İçinde “rakı” geçiyor diye ‘Vardar Ovası’nı yasaklayacaksın. İçinde “ecstasy” geçen Rihanna şarkısıyla Türkiye’yi tanıtacaksın öyle mi?
*
2020’yi verirler mi bilmem ama, “takiye olimpiyatı” yapsalar, banko bunlar alır.

alıntı - Olimpiyat - Ylmaz ZDL - Hrriyet
 
Yılmaz Özdil'in, olimpiyat tanıtım filmiyle ilgili tokat gibi yazısını paylaşmak istedim. Tanıtım videosunu izleyenlerin ortak düşüncelerinin somutlaşmış hali gibi..

Bu yazıyı bu sabah okudum ben de. Okurken evet ya hakikaten öyle diyorsun ama düşünüyorum, türbandan başörtüsünden utanacak adam karısını kızını her yere yanında taşımaz herhalde. Öbür yandan eğer başörtülü kızlar oynasaydı filmde bu sefer de söz konusu hükümet olduğu için fazla dikkat çeker, şuna bak bunlardan önce yoktu böyle bir şey tanıtım reklamına bile karıştılar gibi tepkiler alınırdı gibime geliyor. Ama gerçekten gençlerin yaşamlarını eleştirip de Türkiye'yi bu şekilde göstermek, bakın biz böyle yaşıyoruz algısı yaratmaya çalışmak ikiyüzlülük olmuş. Şikayet ettiğin beğenmediğin şeyle hava atmaya çalışmak yani.
Ayrıca Rihanna ne alaka ya?
 

Türbanlı nasıl yok?

1:17 - 1:18



[video=youtube;EpvKadugvos]http://www.youtube.com/watch?v=EpvKadugvos[/video]

Şaka bir yana tabi... Videoyu izlerken benimde dikkatimi çekmişti.
Bence büyük eksiklik.

Hükümetin türban olayına hiç girmeyeyim. Topic bi zaman sonra gümbürtüye gider.

Bu arada cidden Rihanna?
 
Bari bi şarkının sözlerine baksalarmışHatun extasy kafasıyla gördüklerini şarkı sözü yapmış
 
Bir de çekim açıları ve renkler çok kötü olmuş ya.O boğazın ihtişamlı görüntüsünü nasıl o kadar silik göstermeyi başarmışlar takdir etttim valla.
 
bu nasıl bir tanıtım filmi ya rihanna ne alaka ? bir de extacy mi geçiyor şaarkının içinde vaay arkadaş. ayrıca gerçekten de güzelim istanbul ' un bütün güzellikleri bu kötü açılarla ancak bu kadar kötü görünürdü gerçekten.
 
Evet "a vision of extacy" yani "extacy'nin gösterdikleri" diyor şarkıda.O caağnım Boğaz ve tarihi yarımada manzaralarını katletmişler resmen ya
 
Güne Duru - Kimin Üniversiteleri?

"ODTÜ öğrencilerinin internete yüklediği bir video, başörtüsü ve özgürlük tartışmalarının merkezine oturdu. Neden çekildiğini ve paylaşıldığını anlayamadığım videoda, okula kayıt için gelen yeni öğrencileri cemaat yurtlarında kalmaya ikna etmeye çalışan üniversite dışından iki başörtülü öğrenci, aksini düşünen iki ÖDTÜ öğrencisi tarafından sözlü protestolarla olay yerinden uzaklaştırılmaya çalışılıyordu. Ancak mesele sosyal medya ve basında “Başörtülü öğrenciler ODTܒden kovuldu, başörtülü öğrenciye ODTܒde saldırı, ODTܒde başörtülü öğrenciye faşist baskı” şeklinde yansıdı. Oysa kendi gözlerimle defalarca tanık olduğumdan rahatlıkla söyleyebilirim ki; ODTܒde başörtülü öğrencilere karşı tepki yoktur.

Bu manasız olayın çarpıtılarak verilmesinin arkasında iktidarın ve medyanın ODTܒye ilişkin rahatsızlıkları var. Aynı olay iki erkek öğrencinin başına gelse ya da İstanbul Üniversitesi’nde geçse ses getirmeyecekti elbette. Nitekim polis olayın ertesi gününde yaptığı şafak baskınıyla yol inşaatına direnen ODTܒlüleri gözaltına alarak “faşist” ODTܒye hak ettiği cevabı vermekte gecikmedi.

Üniversite ortamı herkesin istediği yerin ve yurdun, dinin ya da görüşün reklamını, propagandasını özgürlük içinde yapabileceği yerler olmalıdır. İstanbul Üniversitesi önünde Kuran dağıtanların yanında bir başkası İncil ya da Tevrat ya da Pastafaryanizm kitabı dağıtabilmelidir. ODTܒde cemaat yurtlarına öğrenci çekmek isteyenler, Konya Selçuk’ta sol bir örgütün yurtlarına öğrenci çekmek isteyenler de aynı özgürlükten faydalanabilmelidir. Ama ne yazık ki hiç de öyle olmuyor. Aynı yurt tanıtımını Kürt, Alevi, solcu öğrenciler milliyetçi ve muhafazakar öğrencilerin yoğun olduğu üniversitelerde yapsalardı ya polis devreye girerdi ya da sopa, pala ve satırlarıyla bir grup “ahlak” bekçisi. Kuran dışında bir başka kitabın dağıtılması halinde neler olabileceğini ise düşünmek istemiyorum.

Üniversiteler 18 yaşından büyük olan insanların ailelerinin yanından ayrılarak kendi iradeleriyle başbaşa kaldıkları yerlerdir, artık velileri kendi iç sesleridir. Yetişkin insanların yaşayacakları yurtların “kız” ve erkek diye ayrılması yetmiyormuş gibi, merdiven altlarında fuhuş yapıldığı söylentileriyle muhafazakar yurtlara öğrenci çekme gayesi hiç bir özgürlükçülükle açıklanamaz. Bu olay iktidar ve onun gibi düşünen taraftarlarının özgürlük ve mağduriyeti sadece kendileri için var edilmiş kavramlar sandıklarının bir başka göstergesidir sadece.

SONUCA ODAKLILARIN AHLAKI

Cemaat: İlhan Cihaner Erzincan’da savcılık yaptığı sırada Jandarma ve MİT ile ilişki içinde delil uydurma, silah gömüp bunu polisin üzerine yıkma, Ergenekon hareketinin parçası olma suçlarından tutuklanmıştı. Oysa, tutuklanmasının esas nedenlerinden biri polis alımlarındaki Gülen etkisini açığa çıkarmasıydı. Polis adayları kısa süreli bir kampa alınıyor burada cemaate entegre olabilecek olanlar belirleniyor ve bu adaylara sınav soruları veriliyordu. Polis olmak isteyen ama fikirleri cemaate uymayanlar ise avuçlarını yalıyordu. Neredeydi sözü edilen o herkesi kapsayan insan sevgisi, hoşgörü ve hak?

Akademi: ÖSYM’nin yaptığı birçok sınavın sorularının belirli bir gruba ulaştırıldığını bilmeyen yok. Geleceğini, varını yoğunu bu sınavlara bağlayanların emeklerinin ve onların ailelerinin dualarının önemi de yok elbette. Adeta sadece cemaat ve iktidar yandaşları iyi bir geleceği hak ediyor. Master ve doktora aşamasında dil sınavını geçemediği için bekleyenlerin aksine dil bilmeden doçent olmayı başaran epey bir akademisyen var. Kadrolaşma tam hız devam ediyor. Geçtiğimiz ay Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, verdiği kadro ilanında yanlışlıkla kadroya gireceklerin ismini yayınlamıştı. Böylece kadroya kimin alınacağını daha başvurular yapılmadan önce, hep birlikte öğrendik. Akademik çalışmalara damga vuran intihaller ise bir başka mesele. Son yıllarda intihal içermeyen eserle gelen akademik yükselme o kadar az ki. Daha korkunç olan bu durumun etik olarak yanlış olduğu düşüncesinin akıllara bile gelmiyor olması.

İktidar: Sanıyorum tek bir örnek yeterli gelecek; gözlerimizin içine bakarak “Cami’de içki içtiler” yalanını söyleyerek farklı kutupları elektrikle yüklemeyi kendine görev bilen bir başbakan.

Spor: Sonuç için her türlü yolun mubah olduğu ana mecralardan biri de spor. Şike sürecinde yapılanların ardından bu yıla damgasını vuran doping olayları sadece sporcuların ilaç dünyasını keşfetmesiyle açıklanamaz. İktidarın sportif başarıyı önemsemesi, ödüllendirmesi artan doping olaylarının nedenleri arasında.

Medya: Gelelim bu meselenin en fazla şirazeden çıktığı mecraya. Hiç olmadığı kadar meslek etiğinden uzak, yaptığı her türlü dezenformasyona ve yalan habere meşru zeminler kazandırma gayesinde. Son Chomsky olayında da görüldüğü üzere iktidarı paklayacak yalan, uydurma ve çarpıtma haberleri bir çırpıda üretmenin hiçbir sakıncası yok. Gerekirse sonrasında bir özürle üstü nasıl olsa örtülür.

Ahlakla bu denli takıntısı olanların etikten bu kadar uzak olmalarının nedeni ne olabilir? Kim bilir, etiğin önemsenmiyor olmasının nedeni belki de bu kavramın ait olduğu mezhebe, moderniteye duyulan şiddetli rahatsızlıktır. Varsa yoksa amaca ulaşmak. Sadece sonuç önemli, nasıl ulaşıldığı değil. Sonunda bize faydası olacaksa her yol mubahtır yaklaşımı hakim.

Anlayacağınız hemen her mecrada sonuca odaklanmış bir ahlak anlayışı hakim, bu uğurda yapılan her türlü ahlaksızlık nasıl olsa sonunda gelen başarıyla aklanacak, ahlaklandırılacak."




Kimin üniversiteleri? - BirGün.net | Halkın Gazetesi BirGün
 
Keşke direkt metni paylaşsaydınız da herkes okusaydı. Hoş biz bunları hep dile getiriyoruz ama anlayana.
Aslında ben de yazının tamamını paylaşmayı tercih ediyorum ama hürriyet'in sitesinden copy-paste yapılmıyor sıfırdan yazmam lazım buraya,bugün üşendim onu yapmaya :)Tabi ki biz ne kadar her zaman bunları konuşsak da anlayana sivri sinek saz,anlamayana davul zurna az :)
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…