Köşe yazıları

Red Kit bile bu kadar çabuk yakalayamazdı

Metro gibi istasyonlu tünel yapmışlar.

Elektrik tesisatı çekip, aydınlatma sistemi kurmuşlar. Kaçmışlar. Ayrılıp, dağılıp, hedef küçültmek varken, armut gibi hep beraber yürümüşler. Karakol baskınına bile en fazla 3'erli 5'erli gruplar halinde giderken, 17 kişi topluca, birlikte durmuşlar. Öyle mi?
*
Bizimkiler de, inşaata amele toplar gibi, teee 20 kilometre ötedeki ormana gidip, kamuflaj coğrafyasında, bunları eliyle koymuş gibi bulmuş. Öyle mi?
*
Kışladan firar edince, memlekete dönmenin başka yolunu bilmediği için tıpış tıpış otogara giden ve ilk gördüğü inzibata enselenen acemi er mi sandın sen bunları emmioğlu?

*

Şimdi bakın...
*
“Zamanlamaya dikkat!”
Hatırlıyorsunuz bu klişeyi di mi?
*
PKK ne zaman saldırsa, yalaka basın koro halinde aynı lafı manşet yapardı. Vay efendim, barışa gidiliyormuş da, karanlık odaklar çomak sokmuş, zamanlamaya dikkat'miş... Neymiş efendim, hükümet ne zaman olumlu adım atsa, derin güçler devreye giriyormuş, zamanlamaya dikkat'miş filan.
*
E yok mu bugün dikkat çekilecek zamanlama? Sıradan bi zaman mıdır? Niye hiç bahsetmemiş zamanlama işinden yandaş arkadaşlar?
*
Mesela... Bu hadisenin, tam da, kıran kırana pazarlıkları devam eden demokratikleşme paketinin arifesinde yaşanması tesadüf müdür? Hükümeti çok zor durumda bırakan rezaletin, askeri polisi kahramanlaştırarak tatlıya bağlanması, tatlı tesadüf müdür?
*
Yoksa... “Görüyorsun, seni istediğim zaman böyle madara ederim, istediklerimi ver, firarileri al” mıdır? Yakaladık zannettiğimiz tipleri, bizzat kendi örgütleri “son dakka iyi niyet gösterisi” olarak, vermiş olabilir mi? Salı günü kaçsalar, pazarlığa dahil olmaları imkansız... Bir senedir tünel kazanların, iki gün daha sabretmek varken, tam da paket arifesinde kaçmalarının başka izahı var mıdır?
*
Ve, hiç sormayacak mıyız...
Madem “ileri demokrasi”de yaşıyoruz, bu neyin demokratikleşme paketidir?
*
Amaaaan, boşverin canım... Takmayın kafanızı bu tür saçma sapan sorulara... Az dişinizi sıkın, pazartesi günü acayip demokratikleşiyoruz hayırlısıyla.

Yılmaz Özdil-Hürriyet
 
Seçimler yaklaşıyor…

Parti başkanının biri,kürsüye çıkıp

dese ki;

"Seçimi kazanırsak,

Boğaz köprülerini yıkacağız!"…

…

Nasıl olur?

…

Komik olur!

…

Komik olur da…

Her iki köprü'nün de tasarımı

aşamasında, CHP yetkilileri bufikri

şiddetle eleştirmiş, yapımı engellemek

için ellerinden geleni ardlarına

koymamışlardı…

…

Öyle ki,toplumu iyice gerip,

'Köprücü-Vapurcu' olarak

ayrışmasına bile yol açmışlardı…

…

Köprüler inci birer gerdanlık gibi

Boğaza asılıp millet gururla üstünden

geçmeye başlayınca ise, söylediklerini

o an inkar edip, yalayıp-yutmuşlardı!

…

Boğaz'a köprü yapma fikri ilk ortaya

atıldığında, zamanın CHP rozetli

Cumhurbaşkanı İnönü;

"Boğaz'a köprü olmaz, yıkılır!"

gerekçesiyle reddetmişti! (1940)

…

Memleketin kaderine bak…

Menderes dönemindeki ikinci girişim

de, darbe yapıldığı için kendiliğinden

iptal edilmiş oldu! (1960)

…

Üçüncü girişim 1967'degeldi…

Demirel anlaşmayı imzalamıştı

ama tepkiler dinmek bilmiyordu...

…

CHP Genel Sekreteri Ecevit;

"Köprü lükstür" diye feryat ediyor,

ne zaman "köprü" lafı geçse

İsmet Paşa İstiklal Madalyasını

çıkarıp sallayarak,

"Köprüye Hayır!" diyordu…

…

O'na göre, köprü yapımına girişenler

"vatan haini"…

Buna karşı çıkan kendisi gibiler ise

"vatanperver" idi!

…

Bunca gürültü-patırtı arasında,

köprü yapıldı ve açıldı. (1973)

…

Boğaz'a tek köprü yeter mi?

Yetmedi elbet…

…

Özal, 1983 seçimleri öncesindeki

bir açık oturumda projesini açıkladı;

"Köprüyü satıp, o parayla

ikincisini yapacağız"...

…

Bu söz üzerine masada yanında oturan

Halkçı Parti Başkanı Calp

masaya 'kütt!' diye yumruğu indirip

haykırmıştı;

-Sattırmam efendim, sattırmam!

…

Kervan yürüdü…

İkinci köprü 908 günde tamamlandı,

Özal tarafından da açıldı.(1988)

…

Günümüzde iki köprüye rağmen trafik

yine de sıkışık…

Bereket 'Tüp Geçit' tamamlanmak

üzere. Yapımına yakında başlanacak

olan üçüncü köprüye ise CHP'nin

tepkisi geleneksel olarak sürmekte!

…

Yıllardır durum böyle;

Köprüler-Geçitler-Yollar gibi hayatî

projeler ardı ardına tamamlanıyor…

Eleştiren de geçiyor, eleştirmeyen de!

…

Şimdi sorabilirsiniz;

"Başlıktaki konu bu yazının

neresinde" diye!

…

Oysa;

Ha "Köprü Yapım Paketi"…

Ha "Demokratikleşme Paketi"…

…

Her ikisi de, doğru istikamette yola

devam için elzem 'çağdaş paketler!'

…

Eleştirileri de fazla ciddiye almayın…

Huylu huyundan vazgeçmez, iki gün

sonra dediklerini zaten inkar ederler!

İnanmayanlar yazıya bir kez daha göz

gezdirebilirler…


MEHMET AKARCA
 
...
Ve, Ataol ağabey bu hafta sonu bir mektup yayınladı Cumhuriyet’teki köşesinde… Kadriye anne göndermiş. Maltepe’deki arkadaşlarımdan Ali Yasin Türker’in annesi.

*
“Merhaba Ataol Bey,
Ben 66 yaşında ilkokul mezunu bir anneyim. 16 yaşıma kadar köyde yaşadım, köy çocuğuyum, evlenince Ankara’yla tanıştım. Rabbim bize üç evlat verdi. Dört de torunumuz var. Benim beyim çocuklarının rızkını tırnaklarıyla kazıyarak kazandı. 20 sene seyyar satıcılık yaptı, 20 sene taksicilik yaptı. Tek arzumuz, muhanete muhtaç olmadan çocuklarımızı büyütüp, okutabilmekti. Bizim azmimiz, onların gayreti, kızım Ortadoğu’da iktisat okudu, Amerika’da master yaptı, küçük oğlum Hacettepe’de İngilizce işletme okudu, büyük oğlum asker olmayı seçti. Harp okulunu dereceyle, harp akademisini dereceyle bitirdi, Amerika’da master yaptı, Boğaziçi Üniversitesi’nde endüstri mühendisi olarak doktora yaptı, üç tane yabancı dili var. Bu çocuk bu eğitimini memleketine daha iyi hizmet vermek için yaptı, darbeye teşebbüsten 16 sene aldı. Anne olarak çok canımı yakıyor… Oğlum 2003-2006 arası İspanya’da Nato’da görevliydi, gelinim ücretsiz izin alıp eşinin yanına gitti, dünya tatlısı Elif orada doğdu. Biz oğlumun yurtdışında olduğunu hukuka inandıramadık. Oğlum gündüz İspanya’da çalışmış, gece Türkiye’de darbe planı yapmış… Çocuğuma atılan bu çok çirkin suçu, bizlere ve çocuğuma yaşatılan bu acıyı, rabbimin adaletine havale ediyoruz, 66 yaşında bir anne ve 76 yaşında babası, çocuğumuzun özgür kalması için dua ediyoruz. Ben oğlumu orduya 14 yaşında verdim, birinci ailesi bendim, ikinci ailesi orduydu ama, ordu çocuklarımıza çok sessiz kaldı, halktan da hiç destek görmedik, sadece sizin gibi yazarlarımız bizlerin gören gözü, konuşan dili oldu, teşekkür ederim.

Size mektup yazmak istedim. Çünkü… Sizin dikmiş olduğunuz ayva fidanının altında, şimdi benim fidanım oturuyor. Geçen cumartesi günü açık görüş vardı. Torunlarım Ege ve Elif, birer ayva koparmışlar, bana da nasip oldu. Kaderin tecellisi hiç belli olmuyor. Bizleri sizler anlarsınız diye, bir anne olarak dertlerimi paylaşmak istedim.
Kadriye Türker”
*
İftirayla hapse tıkılmış oğlunu özleyen anne’den, iftirayla aynı hapse tıkılıp, kızını özleyen baba’ya… Dikmiş olduğunuz fidanın altında, şimdi benim fidanım oturuyor!
*
Yarın Yargıtay’da tarihi gün… Memlekette hukuk olmadığını biliyoruz ama, adalet var mı, öğrenmemize 24 saat kaldı.
Yılmaz Özdil-Hürriyet
 
Günlük koşuşturma içinde olup biteni anlamak hiç kolay bir iş değildir. Hele bir de Türkiye gibi büyük bir değişimin tam ortasında bulunan bir ülkede yaşıyorsanız!
Usta bir koleksiyoner gibi "DEĞERLİ" haberleri, fotoğrafları, demeçleri bir araya getirerek koca bir fotoğrafı okuyup görebilmek durumundasınız!
Bizde basın, bunun görülmemesi ve anlaşılmaması için var edildi!
Yalanlarla, korkularla, ezberlerle yakın tarih yazıldı!
Ne yapılan gizli pazarlıkları ne de elleri birleştirenleri görebildik!
Tarihi güçlü olan yazdığı için de gerçeklerin bizlerle buluşması zaman aldı!
Tıpkı şimdi olduğu gibi!
GÜÇLER savaşında Türkiye'nin tuttuğu rotayı da doğru anlamıyor ve anlatamıyoruz!
Çünkü ya bilmiyoruz ya da iki GÜÇTEN birini kırmak, karşımıza almak istemiyoruz!
Topu taca atarak ilerliyoruz.
Oysa 100 yıllık bir rövanşın eşiğindeyiz!
Demokratikleşme paketi, CHP'nin muhalefeti, MHP'nin TÜRK vurgusunu kaşıması, andımızın olay olması, Mehmet Ağar'ın tekrar içeri dönmesi, partilere eş başkanlığın gelmesi, askerin "oyunu" anlaması, baronlara ilk kez operasyon yapılması, İstanbul için kapışılması, İran'ın ABD ile yakınlaşması, Ankara'nın Barzani'yi istediği çizgiye getirmesi, Öcalan'ın barış için devreye girmesi, başörtüsünün devlette serbest kalması, Fatih Terim'in gönderilmesi, Merkez Bankası'nın hedef seçilmesi, hep bizden saklanan iki gücün çarpışmasının ürünü!
Bir süpermarkette her reyonun başında bir sorumlu vardır! O kişi oraya giren çıkan mallarla ilgilenir!
Büyük bir markette onun gibi onlarca kişi görev yapar! Hiçbiri diğerinin gün içinde ne yaptığını bilemez!
Aynı şekilde gün boyu para toplayan kasiyerler de günün sonunda marketin kasasına giren paranın toplamını hesap edemez!
Herkes bir yere çalışır! Ama genel eylemin büyük bölümünü marketin GENEL MÜDÜRÜ, marketler zincirinin faaliyetlerini de CEO ya da PATRON bilir!
Bizler içerideki her olayı bir reyon sorumlusu ya da kasiyer edasıyla değerlendirdik!
Faaliyetlerin toplamını, kar-zararı ya da büyük amacı bilemedik!
Gösterilmedi!
Sudan sebeplere inanmamız beklendi!
Dünya kurgulanırken de aynı metod izlendi!
100 yıl önce Avusturya Veliahdı Arşidük Franz Ferdinand'ın bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından öldürülmesini, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'nın nedeni olarak gördük! Hala sınavlarda bu soruya böyle cevap beklenir!
Oysa büyük savaş, petrolün paylaşılması, enerjinin el değiştirmesi yüzünden çıkmıştı!
MİLLİYETÇİLİK ile Alman, Rus, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı gibi koca koca imparatorluklar eski rolleriyle birlikte tarih sahnesinden çekildi!
Çekilmek zorunda kaldı! Hem Avrupa'nın hem de Ortadoğu'nun sınırları tekrar çizildi! Operasyon buydu zaten! Cetvelle sınır çizmek, Londra'ya bağlı LİDER yetiştirmek, petrolü ele geçirmek! Aslında büyük operasyon Fransız ihtilali ile başladı!
Milliyetçilik fışkırdı, Osmanlı parçalandı!
Nihai hedefte Osmanlı'nın hüküm sürdüğü topraklar vardı! Çünkü petrol buralardaydı! İsrail'i var eden Londra ve Musevi Baronların önündeki tek engel Padişah Abdülhamit'ti! Önce o gitti!
Sonra hanedan!
Kaybeden Osmanlı, kazanan ise kayıtsız şartsız İngiltere'ydi!
Bu tabloya itiraz ikinci büyük savaşı getirdi!
Taşlar yeni bir şekil alsa da Amerika oyunu, tamamen kendi tarafına döndürmeyi başaramadı! Silahla, uçakla, gemiyle, füzeyle gelse de AKIL çoğu zaman kazanıyordu! Ortadoğu'da ne zaman bir şey yapmaya kalksa BRİT'lerin aklı galip geliyordu! Birikim ve gizli kodlar onlardaydı çünkü!
Türkiye kendi tarihini, geçmişini, ilişkilerini ve en önemlisi iddiasını kaybettiği için kimse kapımızı çalıp fikrimizi sormuyordu! Cumhuriyet geçmişten kopuş operasyonuydu!
Türkler'in mecburen "Evet!" dediği bir yaptırımdı! Yabancılaşmanın, başkalaşmanın tavan yaptığı bir oluşumdu! Başka seçeneği olmayan bir devletin önündeki tek ŞIK'tı!
İşte Türkiye şimdi bunu kırıyor!
Sokakta akıp giden hayatın devlet tarafından ilk kez "görülmesi" bu nedenle rahatsızlık yaratıyor!
Başörtüsüne takmalarının altında, görünmeyen patronların "Aman Ortadoğu ile birleşmelerine asla izin vermeyin!" emri yatmaktadır!
Andımız da böyledir!
Osmanlı "Türk" demeyi bilmiyor muydu! 600 yıl dünyada söz sahibi olan AKIL bunu düşünemiyor muydu?
Tabii ki biliyordu!
Bütün imparatorluklar gibi IRK temelli bir sisteme karşıydı! Herkesi kucaklayan, herkesin de DEVLETİ yüceltmek için çalıştığı bir KURGU istiyordu! İnanç da aynı şekilde!
Herkese, her inanca sınırsız özgürlük vardı!
İsteyen kiliseye, isteyen havraya, isteyen de camiye gidiyordu! İnsan yüceltilince devlet de doğal olarak yükseliyordu!
İşte bize kurulan tuzak buydu!
Ortadoğu'dan çıkarılırken kendi insanından DÜŞMAN çıkaran bir yapıya büründük! Herkesi kapsama yerine, bölünme, ayrıştırma, başkalaştırma, itme, kakma biçimine teslim olduk!
Menderes ve Özal bunu değiştirmeyi denedi! Özal çok yol aldı!
Ancak partisini bıraktığı isim, Avrupa ile ilişkileri çok üst düzeyde olan biriydi!
Zaten sorunumuz buydu! Her parti değişik tabelalarla kurulsa da içlerinde en yetkili yerlerde kesinlikle İngiliz anahtarı oluyordu!
Erdoğan demokratikleşme paketiyle eş başkanlık şartını da bu nedenle getiriyordu! Özal'ın düştüğü hataya düşmemek, Londra'ya bağlı birinin önünü kesmek için!
Türkiye 100 yıl önce atılan temelleri sarsmaya başladıkça birileri sesini yükseltiyor!
Ankara, bir asır önce paylaşılan bölgeye esas oyuncu olarak dönüyor!
Kendisini, meyve-sebze reyon sorumlusu olarak değil market zincirinin PATRONU olarak görüyor!
Haliyle bu da eski patronları çıldırtıyor! "Bir memleketin parasını elime verin yasaları kimin çıkarttığını görürsünüz!" diyen Musevi bir ailenin üyesi aslında bu sözle her şeyi anlatmıştı!
Ankara şimdi ne parayı ne de yasayı onlara veriyor! Mesele bu!
Paketin sorun olarak görülmesinin nedeni de bu!
Çünkü düne kadar paket onlardan gelirdi!

ERGÜN DİLER
 
[h=1]Vesayet, zulüm filan diyecekseniz…[/h]Türkiye’nin “bir demokrasi sorunu” da şudur:
İşkenceci, küfürbaz, handiyse sadist, biat-itaat kuklası, intihar eden meslektaşlarının dahi farkında olmayan, baskılara karşı çıkacağına kendi sopa kesilen, 12 yaşında çocuğa 13 mermi sıkabilen, bir kadını nezarethanede öldüresiye dövebilen, üç, beş, on kişi birden tek bir insana, bazen tek bir kadına tekme tokat vuranların polis olması serbest…
Ama başörtülü kadının polis olması yasak!
***
Astları ezen, sıvasız hane çocuklarını intihara sürükleyen, hizmetçilik-uşaklık yaptıran; on binlerce astsubay, uzman çavuş, sivil memuru aşağı sayan, hayat ve haysiyetiyle oynayan, asker döven, yargısız infaz eden, “biz başız siz.öt, siz kölesiniz” diye bağırabilen, 25 askeri cephaneliğe tıkıp paramparça edebilen, bir eri dövdürterek öldürtebilen, 13 yaşındaki çocukları asit kuyularında eritenlerin asker olması serbest…
Ama başörtülü kadının asker olması yasak!
***
Yargı bağımsızlığına itaat-biati, vicdan özgürlüğüne cüzdan gölgesi, kanaate önyargı karıştıranların; insan haklarına karşı kanunların en acımasız yanını kullananların; adalete niyet, tıynet, istismar, suistimal katanların; sıradan insanı böcek görenlerin hakim, savcı olması serbest…
Ama başörtülü kadının hakim, savcı olması yasak!
***
Sizin çok sevdiğiniz sözde cumhuriyetin de…
Şimdi sizin demokratikleştire demokratikleştire bayıldığınız lafta demokrasinin de ciddi sorunu şu ki:
Baskıcı, faşizan, ayrımcı, otoriter, dışlamacı erkek (ve bazı kadınlar) hiç sorun olmadı.
Cinsiyet, mezhep, etnisite, çoğunluk-azınlık, rütbe, üniforma, makam, zihniyet ayrımcılıkları yapanlar; başkalarının haklarını gasp edenler, hayatını zehir edenler; işini, hayalini, canını alanlar; kibirleriyle başkasının haysiyetini un ufak edenlerle temel sorunu olmadı.
***
Mesele kılık kıyafet, inanç-inançsızlık değil.
Mesela hak, hukuk, hakkaniyet, haysiyet, ilke, adalet, cesaret, iyi niyet, vicdan, eşitlik, özgürlük, başkasına saygı, kendini herkes kadar sıradan ve herkesi kendin kadar saygıya değer görmektir.
İtaat-biat, otorite-baskı, efendi-köle ilişkilerine karşı zihnin, vicdanın bağımsızlığına inanabilmek, sığınabilmek, sarılabilmektir.
İster erkek, ister kadın…
İster başı açık, ister örtülü!
***
AKP’li Kapusuz mesela, demiş ki:
“Vesayetçilerin yıllarca bu milletin evlatları arasında ayrım yaparak zulüm aracı olarak kullandığı ‘Başörtüsü Yasağı’ son buldu.”
İnsan “yıllarca”ya dahil 11 yıllık iktidarını; mevzubahis “zulüm aracı” ise, onu 11 yıl boyunca kaldırmamış olmayı nasıl unutur!
Erkek marifetiyle kaldırılan “ayrımcılık”ın esasen bitmediğini; adı güvenlik olan iki şiddet kurumunda genelde kadınların, ille de “başörtülü kadınlar”ın hala ayrımcılığa maruz kaldığını nasıl görmez!
Bu kurumlara ve nice başkasına; etnik-milli ve kırmızı çizgili nedenlerle, azınlık olduğu için, öteki olduğu için yanaştırılmayan kadın-erkek “vatandaşlar”ı nasıl bilmez!
“Vicdan” kurumu yargıda başörtülü kadın vicdansızlık önyargısını nasıl yok sayar; yargıdaki vicdansızlıkları, Emniyet ve TSK’daki haksızlıkları, ayrımcılıkları, zulümleri, baskıları ve alttakileri ezen, intihara iten, vatandaşa karşı kör şiddete dönüşen vicdansızlıkları nasıl yok sayar!
Vesayet ve esaretin, erkek egemenliği, baba otoritesi, devlet baskısı, Diyanet-YÖK gibi kurumlar, çalışanları köleleştiren her tür piyasa arsızlığıyla sürdüğünü nasıl hissetmez!
Zaten öldürücü polis yetkilerine ilaveyle, “eylem yapması muhtemel kişileri 12-24 saat gözaltına alma yetkisi”nin vesayet-zulüm aracı olacağını nasıl düşünmez!
***
Nimet Baş mesela, diyor ki: “Nihayet kadınlar için eşitlikte büyük adım. Başörtüsüne özgürlük ve yaşam hakkı veriliyor.”
Öyle mi hakikaten?
Atölyeye kilitlenip gece mesaisine esir edilen, orada kilit altında yanıp kül olan başörtülü işçi kadınlara da mı?
Servis aracına tıkılıp sel sularında kaybolan başörtülü işçi kadınlara da mı?
Üç-beş lira yevmiyeyle devlet çiftliğinde koyun sağdırılan; kamyon kasasından ölüme düşürülen başörtülü süt kızlara da mı?
Erkek “zulüm araçları”nda canını, ömrünü, onurunu, kişiliğini yitiren başörtülü, başörtüsüz kadınlara da mı?
Eşitlik, zulüm, adalet, vesayet, özgürlük, hak, yaşam gibi kelimeler kullanacaksanız…
İyi bakacaksınız!
Hem kendinize, hem herkese.

[h=2]Umur Talu[/h]
 
Son düzenleme:
Gül'den İslami ortaçağ uyarısı
MURAT YETKİN
murat.yetkin@radikal.com.tr» Tüm Yazıları

Türk Cumhurbaşkanı'nın İslam-Hıristiyan medeniyetleri yerine İslam dünyası içi medeniyet çatışması uyarısı yapması önemlidir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dün İstanbul Forumu toplantılarının dördüncüsünde yaptığı açış konuşması, aslında uluslararası siyaset lügatine girmeyi hak ediyor.

Gül, Amerikalı siyasetbilimci Samuel Huntington’un, dünyanın geleceğinde bir ‘medeniyetler çatışması’ bulunduğu tespitinden yola çıkarak Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgenin ‘ondan daha vahim’ bir ‘medeniyet-içi çatışma’ senaryosuyla karşı karşıya olduğu tespitini yapıyor. Gül’e göre bu durum Avrupa’nın, diğer deyişle Hıristiyan medeniyetinin altı yüzyıl önce yaşadığı türden bir ortaçağ ‘karanlığının’ İslam dünyasında başlaması senaryosudur.

Türkiye Cumhurbaşkanı’nın, İslam dünyasını ‘ortaçağ karanlığına’ taşıyacak bir medeniyet-içi çatışma tehlikesi saptaması ve bunu uluslararası bir toplantıda dile getirmesi önemlidir.

Daha iyi anlamak amacıyla Gül’ün söylediklerini önü-arkasıyla aktaralım:
“Önümüzde iki senaryonun olduğuna inanıyorum: Birincisi, her büyük dönüşüm sürecinde olduğu gibi, çeşitli iç ve dış faktörlerin devreye girdiği; jeopolitik çıkar algılarının ve güç dengesi siyasetinin izlendiği senaryodur. Dahası, jeopolitik çıkara dayalı çatışmacı anlayışın, bir diğerini öteki ve hasım gören etnik ve mezhep temelli kimlik siyasetiyle birleştirilmesidir ki; bu daha önce de ifade ettiğim gibi, İslam dünyasının Avrupa’dakine benzer bir ortaçağ karanlığına taşınması demektir. Herhangi bir ülkenin, mezhebin veya toplumun böyle bir dönemden kazançlı çıkması ise imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Diğer bir ifadeyle, ‘medeniyetler çatışması’ndan daha vahim bir ‘medeniyet-içi çatışma’ya yol açacak bu senaryo, herkesin kaybedeceği bir felaket senaryosudur.

“İkinci senaryo ise mevcut tehlikenin boyutlarını idrak ederek dar jeopolitik çıkarlara dayanan, etnik ve mezhepçi kimlik siyasetini reddetmektir. Avrupa’nın bu tarz siyasetin ürünü olan savaş ve çatışmalardan çıkardığı derslerle hayata geçirdiği başarılı ekonomik entegrasyon ve güvenlik mimarileri hepimizin malumudur. Ortadoğu’da yaşayan halklar da ortak değerler ve ortak çıkarlar etrafında buluşmak suretiyle, kendi bölgelerini, bir barış, istikrar ve refah havzasına çevirebilirler.”

Gül bu uyarıyı Arap Baharı’nın yükseliş ve kısa sürede düşüşünden, Mısır, Tunus, Suriye örneklerinden yola çıkarak yapmaktadır. Ancak işin bir de açıkça konuşulmaktan kaçınılan, buzdağının suyun altında kalan kısmı vardır.
Bu kısmını Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç geçenlerde “Müslümanlık buysa, ben değilim” isyanıyla dile getirmiştir.

Bu gerçek, şu anda İslam dünyasını kasıp kavuran ve en hızla yükselen hareketin, ne yazık ki cihat için her tür terörist eylemi makbul sayan, El Kaide ve bağlantılı hareketler olmasıdır. Bir zamanlar bu grupları işleri düşünce Batı’ya karşı koz diye kullanılabilecek, mahallenin haylaz çocukları gözüyle bakıp büyüten Arap petrol zenginleri, şimdi bu canavarla nasıl başa çıkacaklarının derdine düşmüş durumdalar.
Ve evet, genel olarak Selefî/Cihadî olarak anılan bu hareketlerin asıl faaliyet alanı artık Batı dünyası değil, Doğu dünyasıdır. Arap Baharı’nın başlangıcına neredeyse eşzamanlı olarak ABD’nin El Kaide lideri Usame bin Ladin’i öldürüp (2 Mayıs 2012) cansız bedenini Hint Okyanusu’na attığından bu yana El Kaide faaliyetleri Afganistan-Pakistan sınırlarından bütün İslam coğrafyasına yayılmış, Müslüman Kardeşler dahil silahsız İslami hareketleri silindir gibi ezmeye başlamıştır. Yemen, Somali, Mali ve en sonunda yanı başımızdaki Irak ve Suriye’de Kaide’ye bağlı gruplar ülke yönetimlerini ele geçirmek üzere savaşmaktadır. (Batılı istihbaratçılar acaba bu duruma bakıp ‘yesinler birbirlerini’ diyorlar mıdır?)

Bunun üstüne bir de İran, Pakistan, Irak, Suriye, Lübnan ve kimsenin görmek istemediği şekilde Suudi Arabistan ve Körfez’deki Sünni-Şii çatışma ekseninin yükselmesi, Gül’ün yaptığı uyarının boşuna olmadığını anlamaya yeter.

Gül’ün görmek istediği tablo olan ikinci senaryonun yakın zamanda hâkim olacağını gösteren bir işaret ise ne yazık ki en azından bugün görünmemektedir.
 
Son düzenleme:
MARKAR ESAYAN

Imagine, there is no Erdoğan*

Politik bilincim geliştiği dönemlerde, bir duygu beni ülkedeki her türlü ideolojik oluşumdan uzak tutmuştu. Nedeni basitti; çünkü kimseye güvenemiyorduk. Solcuların daha çağdaş, daha özgürlükçü ve daha adil oldukları kabulüne nedense yakındık ama, ben işlerin oralarda hiç de iyi gitmediğini anlamıştım. Kemalist kodları fark ediyordum. Tüm çözümleri, gerçekleşmeyeceğini pek ala hissettikleri 'devrimden' sonraya erteliyorlar, şiddeti ise yöntem olarak merkeze koyuyorlardı. Melankoli, devrimci söylem, öfke ve protest müzikten oluşan bu ergen halinden hiç hoşlanmadım. Kısaca bağımsız takıldım.

Bu anlamda, rol model almak için sol kolektivizm ve totalitarizm ile hesaplaşmış görünen, kendi mahallelerinin hışmını çekmiş büyüklerimiz daha kayda değerdi. Kemalizmle yolları ayıran, dünyaya ve dindarlara açılmayı savunan, şiddetle mesafelenmiş bu bir avuç insan, gerçekten değerliydi. Yıldıray Oğur'un 'No Country For Old Liberals' yazısında tasvir ettiği üzere, özetle bu durum CHP ile boşanmak demekti. Hala en temel ve en değerli özellikleri beyaz Türk ve laik olmalarıydı, ama artık Kemalist ve CHP'li değillerdi. Bunun ezber bozuculuğu çok görkemli olduğu için demokratlıkları peşinen tekamüle ermiş kabul ediliyordu. Genel olarak onlara 'liberal' dendi. Oğur'un dediği gibi, CHP'li olmamak, darbelere ve askere karşı çıkmak liberal olarak anılmalarına yetiyordu. Üzerlerine çektikleri öfke oranında güçleri artıyordu. Konsantre bir söz gücüne sahiptiler.

3 Kasım 2002'de seçimleri kazanan ama iktidar olmak için önünde çetin bir yol olan AK Parti ile zımni bir ittifak kurdular. Yine üzerlerine büyük hışım çektiler. Özal'dan sonra, daha koyu tonda dindarlığa sahip bir başka lidere, Erdoğan'a 'sahip çıkıyorlardı.' Beyaz medyanın operasyonel girişimlerini, beyaz Türk siyaset mühendisleri ile aynı sosyolojik kodlara sahip oldukları için etkili biçimde çökerttiler. Avrupa Birliği sürecini destekleyen isimler olarak AK Parti'nin meşruiyetini sağlayan önemli bir özgül ağırlık ürettiler.

Ancak, Erdoğan ile kurdukları zımni ittifakın zemininin demokratikleşme ve özgürleşme olduğu varsayımı, olgudan çok bir mükemmelliği ima ediyordu. Oysa 12 Eylül referandumundan sonra 'yaşam biçimleri' üzerinden savaş açtıkları Erdoğan'dan daha az eski Türkiye'ye ait, ataerkil ve otoriter değillerdi. Demokratlık kriterleri tek bir yaşam tarzını ideal kabul ettiklerini açık eden John Lennon'dan 'İmagine'ı' dinlemiş olmak kadar ilerlemişti.

Zımni ittifak, Erdoğan gerçekten iktidar olduğu zaman bozuldu. Ben bu bozulmanın 'One Minute' ile de ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü One Minute, Erdoğan'ın artan gücü kadar, onun aslında 'kim' olduğunu da hatırlatmış oldu. O 'ehlileşmeyecek' bir Müslümandı. Proje çökmüştü. Alarm zilleri çalmaya başladı.

Bir canavar yaratan Dr. Frankenstein gibi hissettiler kendilerini. Hatalarını düzeltmeleri gerekiyordu.

Bu ittifakın Erdoğan'ın 'yoldan çıkması' nedeniyle bozulduğu iddiası gösterişli bir argüman, ama gerçek neden değildi. Asıl sorun, söz konusu 'liberallerin' Erdoğan ile kurdukları ilişkinin içeriğinin değişmesiydi. Erdoğan'ı eleştirdiler ve buna tabii ki hakları var. Ancak Erdoğan onların tavsiye ve eleştirilerini öncelemediğinde, bu yeni duruma, artık geçerli olmayan anlamlar yüklemeye devam ettiler. Yönelttikleri eleştirilerin doğruluğu ve yanlışlığından bağımsız olarak, Erdoğan'ın üzerinde vesayet kurmak istediler.

Erdoğan ise, icraatlarının doğruluğu veya yanlışlığından yine bağımsız olarak, ittifak ilişkisinin vesayete dönüşmesine izin vermedi. Bundan sonra kavga daha kişisel bir hal aldı ve gittikçe sertleşti. Eleştiri görünümlü linçe dönüştü, demokratlık ve gerçeklikle bağını yitirdi. Erdoğan bu vesayeti kabul etseydi, bu boşanma yaşanmayacaktı. Eleştiriler, 2010 öncesindeki nesnelliğinde kalacaktı.

Bu isimlerden birinin 'Birgün' gazetesinde yayımlanan söyleşisindeki 'lapsus', bu durumu grotesk bir şekilde özetliyor. Cümle şöyle: 'Ben AKP'yi desteklemiyorum. Ben, benim söylediklerimi yapan bir AKP'yi destekledim.'

Müthiş değil mi?

12 Eylül referandumuna kadar, AK Parti ve Erdoğan'a verdikleri destek, gerçekten eşit olmak üzerinden değil, eşit olmanın ihtimal dâhilinde kalması şartıylaydı. 28 Şubat'a karşı durarak, başörtüsüne şartlı destek vererek İslam ile ilgili takıntılarını aştıklarını farz etmişlerdi. Bu durumun Kemalistlerin kendilerini çağdaş diye tanımladıkları için çağdaş olduklarını farz etmelerinden bir farkı yoktu. Erdoğan'ın bir noktada 'gerçek yüzünü göstereceğine dair' imana dönüşen beklenti, Gezi ile karşılanmaya çalışıldı. Bu savrulmanın farkında bile olduklarını zannetmiyorum, yani, umarım öyledir.

Erdoğan'la bu 'boşanma' onlar için artık zorunlu bir hal almıştı. Yaşlanmış, yorulmuş, yüzüstü bırakılmış ve mahallelerini özlemişlerdi. Gezi başarılı olsaydı, bu bir 'zaferle' taçlanacaktı. Lakin, kahraman değil, deşifre oldular.

Adil olan da buydu.

*Erdoğan'ın olmadığını hayal et.
 
Yıldıray Oğur

No country for old liberals*



“İhtiyarlara Yer Yok” diye çevrilen Coen Kardeşlerin Oscarlı filmi adını Nobelli İrlandalı şair William Butler Yeats’in “Bizans’a Yolculuk” şiirinin girişinden alır. Yaşlılara göre değil bu ülke/ Gençler birbirilerinin kollarında, ağaçlarda kuşlar.

Sadece New York Times muhabirine demeç verirken şık dursun diye değil, her daim liberal kelimesinin Türkiye’deki taşınması zor ağırlığının altına girmiş ve en kritik sınavda onu yere bırakmamış Atilla Yayla, Gülay Göktürk gibi bir kısım gerçek liberali kızdırmak istemem.

Türkiye’de liberal derken galiba laik ama demokrat demek istiyoruz. “Laik ama CHP’li ya da Kemalist değil” demek. O yüzden adı liberale çıkmış sosyalistler bile var. Darbeyi destekleyen liberal oksimoronların memleketi Mısır’da da galiba böyle, liberal demek “Laik ama Nasırcı, Mübarekçi değil” demek.

Hikaye uzun. Özetle; Türkiye’de liberal denen bir grup “laik aydın” sosyolojilerini karşılarına alıp, onlardan beklenemeyen bir şey yaptı ve CHP’li olmaktan vazgeçti. (Vazgeçtiler çünkü laik bir Türk için CHP’lilik, Kemalistlik neredeyse doğuştan verili, içine doğulan ve ideolojik değil kültürel olduğu için de şekerli kahve lekesi gibi çıkmayan bir kimliktir.)

Aslında onları liberal yapan basit bir şeydi: Sandıktan çıkan dindarların seçtikleri iktidarları meşru kabul etmek, onlarla konuşmak, bazen yaptıklarını desteklemek.

Bu kadarı bile yetti. Birinci Cumhuriyet, bu hain evlatlarından, yok edilmesi gereken tescilli düşmanları dindarlardan, Kürtlerden bile belki daha çok nefret etti. Onlar için andıçlar yayınlandı, “ajan” dedi, “liboş” dedi, “satılmış” dedi.

Bu itibarsızlaştırma çabası kritikti. Çünkü bu insanlar itibarlıydı. Çünkü onlar ne olursa olsun bu sistemin evlatlarıydı. Mavi kan taşımaktaydılar. Dindarlar ve Kürtler gibi yok sayılamazdılar.

Kamusal alana, tartışma zeminine girmiş Truva Atları gibi iş gördüler. O alana girmeleri yasak olan dindarların sesi oldular. Gazetelerinde yazdılar, onlar adına konuştular. Bir tür vekil, arabulucu ya da kefildiler. Laikliğinden şüphe edilmez bir aydının sivilleşme talebi neredeyse bir meydana doluşmuş yüzbin sakallı adamın, başörtülü kadının, poşulu Kürt'ün sivilleşme talebine eşitti.

Taraf gazetesinin o kadar tirajla bu kadar çok gürültü çıkarabilmesinin en önemli sebeplerinden biri buydu. Gazetenin laik olması ve laik camianın ünlü isimleri tarafından çıkarılması. Aynı manşetler, yazılar dindar insanların, dindar gazetesinde aynı etkiyi yapmazdı.

Her şey laik aydınların elinde büyümüş, çevreden merkeze doğru ilk adımlarını atışını gördükleri AKP iktidarının çocukluktan ergenliğe, ardından ustalığa geçişiyle bozuldu. Artık dindarların vekalete, elinden tutulmaya ihtiyacı kalmamış, kamusal alana giriş kapılarındaki sivil-askeri bürokrasi de etkisiz hale getirilmişti. Laik demokrat aydınlarla AKP arasında gerilimler başladı. Yazık ki gerilimin başladığı zamanlar AKP’nin PKK müzakere süreciyle en az milliyetçi, askeri vesayeti geri püskürterek en çok demokrat olduğu zamanlardı.

Ama her kriz, her söz bu dindarların “öz”, “zihniyet”, “yetiştirilme biçimi” gibi neredeyse ırkçı nedenlerle “Tamam işte, buraya kadarmış” haykırışlarıyla samimi demokrat olmadıklarının ilanına sebep gösterildi. Bir sınavı geçseler önümüzdeki sınavda kesin otoriter, faşist, milliyetçi özlerinin ortaya çıkacağına bahisler açıldı ve her seferinde kaybettikleri aynı yanlış taşa oynamaktan imtina etmediler. Demokrasi karnesi zayıflarla dolu olmak da, otoriter siyasi geleneklerden de gelmiş olmak, da dindarların demokratlık sivil memur olmayı engellemedi. Demokratlık bir laik uzak doğu felsefesiydi çünkü.

İşte bu büyük çileyi bitiren Gezi Ayaklanması oldu. Gezi ile bazı liberaller sola, solcular Kemalistlere yaklaştı. TGB’sinden, Talat Paşa Komitesine, solcusundan liberaline görününce utanılan görünmez bir siyasi cephe hattı kuruldu. İhtiyaç duyulan anlarda AKP’ye karşı laik Voltran oluşturuldu. Ceren Kenar’ın harika tespitiyle 27 Mayıs Koalisyonuna geri dönüldü. Kadıköy vapurunda herkesin birbirine selam verdiği o mutlu mesut günlere.

Artık aileyle, çevreyle, dostlarla gerilim yok, artık yandaş, liboş diye suçlanmak yok. Çok pişmanım itiraflarının derecesine göre bağırlara basılmak bile mümkün. Sonunda Erdoğan’dan bir otoriter lider, AKP’den devletçi parti çıkarma hayali gerçek oldu, “İşte bunlar yeni Kemalistler” ilan edildi. Siyaseten emeklilik günlerinin geçirileceği huzurlu bir sahil kasabasına demir atıldı.

Ama artık hangi kriterin 27 Mayıs’ı desteklemiş, 9 Mart’ta bizzat darbeci olmuş, 28 Şubat’ta darbeye açık destek vermiş mavi kanlı birini demokrat, bütün darbelerde partisi kapatılmış, bir darbede içeri atılmış, askeri vesayeti bitiren, barış için masaya oturmuş mavi kan taşımayan bir Başbakan’ı otoriter yaptığını sorgulayan yeni “liberaller” var. Şimdi nefret objesi olma sırası onlarda. “Satılmış”, “ikbal peşinde koşan”, “yandaş”, “vekil mi olacan” diye saldırılma sırası onlarda. O saldırıları yapanlar arasında emekliliği gelmiş liberaller de olması sürpriz değil. Birinci Cumhuriyetin liberallerinin nefesi buraya kadar yetti. Sıra İkinci Cumhuriyetin liberallerinde.

William Butler Yeats’in İrlanda’dan “burada yaşlılara yer yok” diyerek kaçtığı şehir Bizans’tı. Ama galiba Bizans’ta yaşlılara artık yer yok…

*Yaşlı liberallere yer yok

TÜRKİYE
 
Son düzenleme:
CHP’nin müftü milletvekili İhsan Özkes, geçen sene, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın cevaplandırması talebiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verdi:
“İstanbul Kartal Ege Sanayi İlköğretim Okulu’nda din kültürü ve ahlak dersinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün duasının okutulduğu doğru mudur?”
*
Çünkü…
Bir gazeteci arkadaş, Çankaya Köşkü’ne gelen vatandaş mektuplarını Abdullah Gül’le birlikte derleyip, Cumhurbaşkanım Mektubunuz Var adıyla kitap haline getirmişti. Bu kitapta, Abdullah Gül’ün her akşam okuduğu duaya da yer verilmişti. Abdullah Gül yatmadan önce, “Allahım beni güvenilir kıl, kalbimi adalet, tevazu, şefkatle doldur, helalinden hizmet etme imkânı ver”diye başlayan uzunca bir dua okuyordu. Hatta duanın bir bölümünde, “beni ve çalışma arkadaşlarımı taşıdığı yükün farkında olan insanlardan eyle” diye siyasi mesaj bile vardı. İstanbul Kartal’daki ilköğretim okulunun din dersi öğretmeni, bu kitaptaki duayı, her gün okusunlar, ezberlesinler diye, öğrencilerinin defterlerine ödev olarak yazdırmıştı. Müftü milletvekili de, velilerin şikâyeti üzerine bu soru önergesini vermişti.
*
Tayyip Erdoğan adına…
Milli Eğitim Bakanı cevapladı.
“Müfredata uygundur” dedi.

*
Mustafa Kemal’in Andımız’ı…
Kafatasçı, sakıncalı, fuzuli.
Abdullah Gül’ün duası…
Cümleten amin yani!

Yılmaz Özdil-Hürriyet
 
Malezyanız hayırlı olsun

“Başörtüsü ile uğraşmak, gardırop Atatürkçülüğünün tipik örneğidir” diyen kim?

Bülent Ecevit.
*
“Hâkim kılınacak olan şeyler, İslam'ın getirdiği ana kaidelerdir, sünneti seniyyedir, imam hatip liseleri imam yetiştirsin diye açılmadı, dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler olsun diye açıldı, 1930'ların laiklik uygulaması Marksizmin ateist ideolojisinden esinlenmiştir, hâkim kılınacak olan Kuran'ın hükümleridir” diyen kim?
Süleyman Demirel.
*
“3-4 gencin başörtüsü takmasıyla irtica olmaz, ülkemizin yasakçı manzarası mazlum milletimiz tarafından ibretle seyrediliyor, oy kazandırması için türbanın yanında değilim, din hürriyetinin gereğidir” diyen... YÖK Başkanı'na “başörtülü kızlarla ne alıp veremediğin var” diye fırça atan kim?
Turgut Özal.
*
“Demokrasi aşınızdır, ekmeğinizdir, başörtünüzdür, namusunuzdur, sahip çıkın... Bu seçim, başörtülülere zulüm edenlere karşı, hesap soranların seçimi olacak” diyen kim?
Tansu Çiller.
*
“Türkiye'nin AB'ye giden yolu, sadece Diyarbakır'dan geçmez, imam hatip lisesinin önünden de geçer... Başörtüsü, çağdışı kıyafet olarak yorumlanamaz” diyen kim?
Mesut Yılmaz.
*
“Başörtüsü dramına son verilmeli, başörtülü bacılarımı perişan etmeye kimsenin hakkı yok, başörtüsü insan hakları kapsamındadır” diyen kim?
Devlet Bahçeli.
*
“Türban meselesinde görüşlerimizden taviz veririz... Söz veriyorum, türbanı da biz özgür kılacağız, görecek sayın başbakan, o yapmadı, biz yapacağız” diyen kim?
Kemal Kılıçdaroğlu.
*
E Tayyip Erdoğan...
Kamuda serbest türban.
*
Ne ekersen, onu biçersin.
Dünün hasadıdır bugün.
*
“Bireyin özel hayatında dilediği gibi giyinme özgürlüğü”yle, “devletin dini kıyafete bürünmesi” arasındaki farkı kavrayamazsan...
Avrupa olayım derken, işte böyle Malezya olursun.
*
“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı”, laik Türkiye Cumhuriyeti'ne noktayı koydu...
Türkiye artık “din devleti”dir.

Yılmaz Özdil-Hürriyet
 
[h=5]FRENİ PATLADI...

Türbanla demokrasiye geçildiyse...
Ekranda meme kenarı gözükünce de demokrasiden çıkılır...


*

Aklı almıyor çünkü...


*

Bak:
Demokrasilerde devlet, tüm bireylerin karşısında eşit ve tarafsızdır... Devlet, tüm inançların devletidir... İnsanlar devlet kapısına gittiklerinde, orada kendi devletlerini gördüklerinde demokrasiyi hissederler...
Ama sen oraya bir dinin dahi değil, Sünni mezhebinin simgesini oturtursan...
Değil usta, çömez bile olamazsın...


*

Yoksa yaşamın içinde kimsenin türbana bir diyeceği yok...
Örten örter...
Açan açar...
Ama “Türk” vurgusunu demokrasi açısından sakıncalı görüp bir mezhebin sembolünü devlete sokarsan...
Demokrat olduğuna sadece salaklar inanır...


*

Andın okullardan kaldırılması, türbanın devlete girmesi aynı Resmi Gazete’de dün yayımlandı, alın birer tane saklayın...
On bir yılın özetidir o...
Karşıdevrimin “resmi”sidir...
Devletin gazetesinden ilanıdır...


*

Ben size söyleyeyim:
Türkiye artık bir din devletidir...
“İğne ile kuyu kazar gibi bugünlere kadar getirdik... Bundan sonra da taşı gediğine koyana kadar devam...” dedi...
Daha ne desin size?..


*

Dün yargıyı gördünüz; karşıdevrim önünde duranları, tepkisi olanları, içine sindiremeyenleri, ayağa kalkmayanları, hapishanelerde ölmeye mahkûm ettiler...
Dinci devrim açısından az zafer mi bu?..


*

Sabahları çocuklara ilahi de okutur...
Beklenir çünkü...


*

Freni patladı ya...
Toslayana kadar gidecek...
Kim tuta?..


[/h]



bekir çoşkun
 
[h=1]Av iken avcı olmak![/h]Bir makam…
Bir rütbe…
Bir köşe…
Bir güç buluyorlar; otoriterliğe bayılıyorlar.
Oradan, başkalarının hayatıyla, haysiyetiyle oynamayı büyük iş biliyorlar.
Avcılık, hayallerinin işiymiş zahir!

***

“Demokratikleşme paketi” kimsenin yaşam tarzı, kimliği, inancı filan hor görülemez diye mırıldanacak…
Ama daha mürekkebi kurumadan…
Bir bakan sunucu dekoltesi diye bindirecek…
Çok saygıdeğer bir mebus da bir inanca “terör” üzerinden çakacak.
Mağdurların, aşağılananların, hor görülenlerin, ikinci sınıf sayılanların, sınıfta yer verilmeyenlerin, itilenlerin, kakılanların partisi olarak gelmiş AKP…
2002 sonunda büyük medyaya, büyük sermayeye, kıdemli büyük merkez partilerine, büyük paşalara, büyük depremin ihmallerine, büyük ekonomik-mali krizin yıkımına, büyük soygunlara, büyük imtiyazlara, büyük ayrımcılıklara, her türden büyüğün küçük görmelerine, tahakkümüne, otoritesine, kibrine isyan etmiş oyların partisi AKP…
10 yılda 10 köşede bunca mağruru, bunca kibri nasıl yarattı, helal olsun.

***

Hakir görülmüş siyasetçiden, kendini tek hakim başkasını hep hakir gören efendiyi…
Sürülmüş gazeteciden herkesin defterini dürmek isteyen otoriteyi…
İtilmiş fırıldaklardan başkalarını aşağılayan kuklaları…
Bir zamanın “büyükleri” karşısında ezilenlerin, itilenlerin oy verdiklerinden “burnu büyükler”i nasıl da yarattı!

***

Bu ülkenin temel demokratikleşme sorunu…
Dışlama, ötekileştirme, aşağılama, altta görme, buyurma, kuyruk kılma, köleleştirme, rehin alma, susturma, bastırma sorunudur.
Kimliklerin, kişiliklerin topluca yahut tek tek hırpalanması, kıymetsiz sayılabilmesidir.
Dün başörtülü kızların, kadınların; bak hepsi değil ama nice inanç sahibinin başına ne geliyorsa…
Tarih boyu Kürtlerin, Alevilerin, azınlıkların, (öyle muhafazakâr cumhuriyetçilerin değil) düzene kökten muhalif solcuların, işçilerin, marabaların, kadınların çoğunun, bir itirazı olanların; farklı düşünenlerin, farklı yaşamak, farklı yazmak, konuşmak, ifade etmek isteyenlerin başına gelen odur.
Hatta ölümcül, kırıcı, kıyıcı, katliamcı ve sayısı hiç de az olmayan böyle kimi durumda, çok ama çok daha fazlasıdır.

***

Ya diyeceksiniz ki…
Bu devletin aklı ve vicdanı…
Bu ülkenin imkânları…
Bu memleketteki adalet, hakkaniyet duygusu öyle herkese saygı duyacak, herkesi kıymetli sayacak, herkesin hakkına, kişiliğine, kimliğine her an özen gösterecek kadar cömert ve adil değil.
Ya da birinin kılığına, ötekinin kimliğine, berikinin fikrine sürekli ok atmayı bırakacaksınız.

***

Temel demokratikleşme sorunu, kimini buyruk makamı kimini kuyruk avamı saymaktır. Yani saymamaktır.
Etnik açıdan da…
Din, inançlar, mezhepler açısından da…
Azınlıklar bakımından da…
Askeri kast ve hiyerarşiler; en modern işyerlerinde dahi köleleştiren otoriteler cihetinden de…
Aile, aşiret, cemiyet, cemaat, okul, bürokrasi gibi ortam ve kurumlardaki baskı, dayatma, manevi-maddi şiddet yönünden de.
Kanunlar bir yana…
Önce aklını, vicdanını, zihnini, dilini, elini demokratikleştireceksin ki…
Kendini herkes kadar sıradan, herkesi kendin kadar saygıya değer görmeyi öğrenesin!

Hazır ol, rahat olma!

“Savaş”ta dışa karşı pohpohlanıp “içeride” ezilenler, yok sayılanlar “barış”ta da aynen öyle.
Bu kez “aslansın, kahramansın” da yok tabii.
Maliye Bakanı’nın “Kamu harcamaları açısından IMF haklı” dediği “kemerli” durum da aynen çalışanlar üzerine binecek muhtemelen.
Devlet ve hükümet sadede geliyor:
TSK için personel, özlük hakları, disiplin, emeklilik şartları; önce en yüksekler olmak üzere, rütbelilerin, komutanların şartlarından ibarettir.
Yani, nasıl piyasada işçiler, yok esneklik, yok işsizlik tehdidi cenderesinde patron hukukuna emanetse; piyasanın üzerine giydir üniformayı, tak apoleti, aynen öyle.
Kapitalist militarizm ile militer kapitalizm böyle kardeştir.
Hatta alttakini unutmak, uyutmak, ezmek, iliğini çıkarmak bakımından kan kardeştir.

Umur Talu

 
Yargıtay'ın merakla beklenen kararı dün geldi. Çetin Doğan başkanlığında toplanan SEMİNER grubuna ceza yağdı! Dışında kalıp bunlarla birlikte hareket ettiği söylenen askerler de hafif olmayan cezalara çarptırıldı!
Kuvvet komutanlarından binbaşıya kadar yelpaze geniş...
Peki biz bu cezalara nasıl bakmalıyız?
Yargıtay'ın son sözünden ne anlamalıyız?
En önemlisi gelecekte ne yaşayacağımızı nasıl tahmin etmeliyiz?
Soru çok!
Ama daha önce defalarca söylediğim gibi DARBE ve CUNTAları anlamak şart!
12 Eylül darbesi olmadan hemen önce Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Amerika'dan dönmüş ve düğmeye basılmıştı!
İnanın Ege Ordu Komutanlığı'na BONDOCU olarak giden Kenan Evren Paşa'nın bile ne Genelkurmay Başkanı olacağından ne de darbede kullanılacağından haberi vardı!
Senaryo dışarıda yazılır bizim askerlerimizin bir kısmı da maalesef rol alırdı!
Türkiye kabuk değiştiriyor! Kanını emen UR'dan kurtuluyor! Haliyle bu çok sancılı oluyor! Kolay değil! Hiç ortada görünmediği halde PERDE arkasından ülkeyi yöneten güçlerle mücadele sanıldığı gibi ter akıtmadan olacak bir iş değil!
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'ye giren Amerika ile zaten ev sahibi olan İngiltere'nin mücadelesidir başımızı ağrıtan!
Londra, her kuruma ve sermayeye sızıp yönetmesiyle bilinir! Böyle de oldu zaten! Bazen kendi, bazen de Amerika'daki MUSEVİ partnerlerinin gücünü alarak Türkiye'ye çöktü!
Gizli kodlarda, Kraliçe'nin ve Musevi baronların parmak izi olduğundan Türkiye'de ANADOLU kokan, Müslüman kimliği taşıyan hiçbir şey istenmedi!
Ne zaman böyle bir hareket olsa MERKEZ MEDYANIN katkısıyla bir kaşık suda boğuldu!
AK Parti ve Erdoğan iktidara geldiğinde de aynı senaryo sahneye konuldu!
Bunun gerçek ayağı ERGENEKON'du!
Darbeler, cuntalar, suikast ve zehirleme girişimleri, telekulaklar, tehditler, uyarılar ne ararsanız vardı! Erdoğan yılmadı! Ergenekon her ne kadar asker ağırlıklı görünse de ÇOK ÖNEMLİ NUMARALARI SİVİL olan oluşumdu! Bu hareket İSTANBUL BARONLUĞUNUN kontrolündeydi! Asla ve kat'a iktidarda bir MÜSLÜMAN istenmiyordu!
Daha doğrusu sözlerini dinlemeyen bir Müslüman!
Olay burada patladı!
Ergenekon çerçevesine baktığınızda Avrupa'yı görürsünüz! İsim vermek istemem ama bazı profesörler ve sivillerin Avrupa başkentleriyle arasından su sızmaz! Sivil bir yapının sadece bir kısmı, hem de önemsiz bir kısmı içeridedir!
BÜYÜKLER hala dışarıda olup, GEZİ olaylarında sonuç alınmadığını görünce sinirlenerek JETLERİYLE yurtdışına çıkmaktadır! İlişkileri geniş bir AĞ'ın içindedir!
Bu yapı Türkiye'nin kendi içindeki kavgaları bitirip bölge ile ilgilenmesini asla istemez!
Çıkarları gereği bunun yapılmasına da katlanamaz!
Başörtüsü özgürlüğünü, Kürtler'le kucaklaşmayı içine sığdıramaz! Bunlar yapıldığında Türkiye'nin büyümesi gündeme gelecektir ki dertleri ve önlemek zorunda oldukları FACİA (!) budur! Ergenekon katı resmi ideolojiyi savunup DEVLETİN sadece kendi vatandaşlarıyla uğraşmasını ister! Savaş varken Kürtler'le barışı aklından bile geçirmez! Dine ve tarihe mesafe koymayı emreder! Ortadoğu kirli bir alan, Arap ise ikinci sınıf insandır!
Maalesef gerçek budur! Bu nedenle de Türkiye'yi büyütmek için yola çıkan Erdoğan hedeftir!
Devlet BÜYÜME kararı aldıktan sonra SİVİL merkezli ERGENEKON'a operasyon yapıldı! Çoğu dışarıda tutularak "Artık bu davadan vazgeçin!" mesajı verildi! Ama asla geri adım atmazlardı!
Alışmışlardı!
Çekileceklerine yeni bir DOSYAYI piyasaya sundular! BALYOZ!
Balyoz'da 319 asker DARBEDEN hakim karşısına çıktı! Birçoğu tutuklandı! Oysa bizim tarihimiz gösterdi ki DARBELER iki bilemediniz üç kişi tarafından hazırlanır EMİR gereği de bütün ordu tarafından uygulanırdı!
Yani BALYOZ'da Çetin Doğan'ın hükümetten nefret ettiği gerçek olsa da 319 askerle DARBE planı yapması akıl karı değildi!
Dedim ya Evren Paşa bile son anda öğrenmişti!
Balyoz, Ergenekon'a karşı KRALİÇE odaklı hareketin İNTİKAM alma biçimiydi! İçinde Çetin Doğan gibi darbeci çok sayıda insan olsa da masumlar da vardı! Amaç iktidarın askerle arasını açmak, karşı karşıya getirmek ve kaosla Erdoğan'dan kurtulmaktı!
Balyoz'u yaptıran İngiltere, Ergenekon'un hem ilerlememesini istiyor hem de kendisine çalışanların serbest kalmasına çalışıyordu!
Zaten tutuklu olan birçok üst rütbeli askerin kendi aralarında ERDOĞAN'a laf söyletmemeleri bu nedenleydi!
BALYOZ'daki tasnif büyük bir AKIL ürünüydü! Amaç, suçluların yanına masumları katarak Ergenekon'u durdurmak, daha da ötesi Ankara'nın BÜYÜK TÜRKİYE yürüyüşünü kesmekti!
Büyük güçlerin savaşını halka anlatan yoktu tabii!
Kime sorsanız herkes "Erdoğan yaptırdı!" diyordu!
Bu algı yaratıldı!
GEZİ'de DİKTATÖR rüzgarının estirilmesi boşuna değildi! AVRUPA'lı ne kadar yayın varsa, daha doğrusu MUSEVİLER'in elindeki küresel medyanın DİKTATÖR ÇIĞLIĞI atması boşuna değildi! O manşetlerin ERGENEKON'la yakından ilgisi vardı!
Zaten bunu yazdığımız için rahatsız oluyorlardı! Çünkü önceden her türü oyunu kurup sonuç alıyorlardı! Ama Türkiye gibi BASIN da değişiyor ve bilinmeyen gerçekler artık insanlarla buluşuyordu!
Ergenekon içerideki Avrupa'nın sökülüp atılması, Balyoz da kuruların yanına yaşları doldurup ortalığı karıştırma operasyonuydu!
Düşünsenize BALYOZ'u rapor eden Başbuğ, Ergenekon'dan içeride!
Kartları birbirinden ayırmak çok kolay değil!
Paşaların bile bir bölümü ne olduğunu anlamış değil!
Türkiye'nin bölgeye inişini kesmek için ortaya çıkan BALYOZ er-geç yoluna girer!
Kürtler'le bütünleşme sağlandığı anda hedefe konulan Erdoğan devreye girer ve kapsamlı bir AFLA SULH'u getirir!
Devlet kendi askerine, kendi insanına uzak durmaz!
Herkes Yeni Türkiye'yi kabullenince iş tatlıya bağlanır!
Düne kadar DEVLET sandığımız şey GİZLİ bir YAPIYDI!
Devletin koltuğunu geri alması ve bunu hissettirmesi bizim için uzun sayılacak bir zaman olsa da yapılanlar düşünülünce abartılı değil!
Yakında taşlar yerine oturacak!
Bölgedeki paylaşım tamamladıktan sonra herkes zenginliği ve Büyük Türkiye'yi yaşayacak!
Davaların arkasında ADALET var! Hükümet yok!
Her şeyi Erdoğan'a fatura eden bu algı da BAŞBAKAN'ın muhtemel operasyonuyla yıkılacak!
2002'den beri yaşananları alt alta koyun!
Belki o zaman Ankara'nın ne kadar büyük ve anlamlı bir mücadelenin ortasında olduğunu anlarsınız!
Merkez medyanın söylediklerine takılırsanız bir arpa boyu bile yol alamazsınız!
Unutmayın "Türkiye din devleti oldu!" diyenler bilerek ya da bilmeyerek ESKİ MASAYA hizmet etmektedir!
Musevi sermayesinin bölgede 10 dolar harcayarak yapacağı bir işi Türkiye 1 dolara yapacak kadar güçlüdür!
Bu denklemin bozulması istenmiyor!
Ergenekon ve Balyoz'un özü budur!
Merkez medya mı?
Sahiplerinin kim olduğunu daha önce anlatmıştım sanıyorum! İsimlerine kanmayın!
OYUNU ANLAYIN!

ERGUN DiILER
 
MARKAR ESENYAN
Şimdi şunu en baştan kabul edelim: Hepimiz, ama öyle ama böyle, mühendislik ürünüyüz. Modernite, radikal aydınlanma, Kemalist iktidar taktikleri... Hepsi üzerimizde denenmiş. Mesela, orada Veda Hutbesi dururken ve buna bu kadar kulak verildiği söylenirken, nasıl olup da bir dindarın Türk ırkının diğer ırklardan üstün olduğu fikri ile barışık yaşayabildiğini anlamam. Ya da, kendisine liberal diyen birisinin nasıl olup da, kültürler hiyerarşisine giderek, bir yaşam biçiminin diğerine üstün olacağını bu kadar savunabildiğini bilemem. Ama bu Türkiye'de olur; aslında böyle geçiş dönemlerinde her yerde olur.

Sadece biz yeni fark ediyoruz bu çelişkileri. Ne iyi ki...

Son 11 yılda, dün işin liberaller-Erdoğan ilişkisi üzerine yazdığım birçok altüst oluş yaşandı. Dibe çökmüş tozlar ayaklandı. Herkes bu durumdan az çok rahatsız oldu. Eski eskimişti ve zemin altımızdan kayıp gidiyordu. 'Yerine ne gelecek, kim getirecek, nasıl olacak' soruları uçuşuyordu akıllarda. O akıllar ki, eski rejimin birçok önyargısı ve can kırıkları ile doludur...

Erdoğan'ı başka siyasi parti liderlerinden ayıran bir değeri var. Bunu anlamak için Müslüman, dindar veya AK Partili olmak gerekmediğinde bir yerlere geliyor olacağız. Erdoğan, bizim en çok çektiğimiz şeye, vesayete direnen bir kişi. Kemalist vesayetin yerine, kendi vesayetini koyduğu iddiası, bilakis vesayete direnen özel bir lider olduğu için. Kaldı ki, Kemalist vesayeti ortadan kaldırmak için ondan daha güçlü olmak gerekiyordu. Erdoğan bu gücü topladığı için başarılı oldu. Bu gücün başka bir adrese değil, topluma devredilmesi gerektiğini Erdoğan'ın önemsediğini düşünüyorum. Erdoğan'ın hedef olması, güçlü olması değil, gücü kullanma tercihi nedeniyle. İleride tarih daha açık sözlü yazıldığında bunun önemini anlayacaksınız.

11 yılda Erdoğan hangi hataları yaptı? Erdoğan'ı yeteri kadar eleştirmiyor muyuz? Sinirli liberaller dün yazdığım analizdeki hataları yaptılar da, Erdoğan hatasız mıydı?

Bir anlamaya çalışalım...

Sinirli liberallerimiz, melankolik sosyalistlerimiz, ulusolcu kesimlerimiz... Bunlar, AK Parti'yi ne kadar yabancı ve zararlı gördüyse, o dönemdeki kıyasıya kavganın doğası gereği Erdoğan da onları dışladı kendi tahayyül dünyasında. Oysa hepimiz aynı hikâyenin farklı farklı çıktılarıyız. Hep birlikte iyileşmeye çalışmalıyız. Yavaşlamak zorunda kalsak bile arkada kimseyi bırakamayız. Tarih bu görevi Erdoğan ve ekibine verdi. Yani 'Hep ver hep ver, nereye kadar' gibi bir yaklaşım, duygusal olarak anlaşılabilse de, eski Türkiye'de kalması gereken bir durum. Erdoğan yaşarken takdir gören ender kişilerden birisi ve bunu hak etti. Ama özel bir lider olarak, ülkedeki tüm toplumsal kesimlere itina göstermesi, onları içeriden anlaması gerekiyor. Bu her şeyden evvel doğru siyaset için gerekli.

Yumrukları ilk gevşetenin Erdoğan olması gerektiği kanaati büyük bir iltifattır aynı zamanda. Bu mücadelenin ne kadar tehlikeli olduğunun anlaşılmadığı anlamına gelmiyor. Hayır, tam da bu yüzden başka yollar denenmeli ve Gezi krizi, bir devrin kapandığı, başka bir devrin açıldığı fark edilemediği için de yaşandı. Diğer nedenleri yeteri kadar yazdık.

Birbirimize çaka çaka nereye kadar gidebiliriz? Bu nedenle, Başbakan'ın muhalefet liderlerine cevap vermeme kararı ve yaşam biçimlerinin teminatı oldukları söylemini öne çıkarması çok değerli. Hiç rasyonel olduğunu düşünmüyorum, ama ülkede bir kesim radikalizmden korkuyor. Bu korku imtiyazlarla birlikte ciddi bir İslamofobi ve sınıfsal kibir yaratmış. Kibir acziyettir. 90 yıllık Kemalist iktidar, bu düşünce üzerine kurulmuş, korkular üretilmiş ve koca bir CHP bunun üzerinden anti-siyaset yapıyor.

Bu cenazeyi kaldırma işi Erdoğan'a düştü. Normalleşmiş bir ülkede dindar demokrat bir partinin lideri olsaydı, pek çok siyasi lüksü olabilirdi. Ama bugün, Hüseyin Çelik'in gereksiz 'dekolte' yorumu bile bu ülkede laiklik tartışmasına dönüşüyor. Ben de diyorum ki, pedagog ve psikiyatristlerle çalışılmalı, dili çok önemsemeli ve öngörülü olmalı. 90 yıl damarlara zehir zerk edilmiş, normal hayata intibak zaman, çaba, samimiyet istiyor. Sadece Erdoğan ve muarızlarının değil, hepimizin geçmişin hayaletleri ile daha işi bitmiş değil.

Erdoğan Türkiye'nin çıkardığı en önemli lider... Demokratikleşme Paketi de bir milattır. Net... Erdoğan'ın yolda kimseyi kurda kuşa yem etmeden 'demokrasi memleketine' bir bütün olarak varılmasını sağlayacak liderliği göstermesi gerekiyor. Yani yönetmeye ehil olmak... Sadece oy verenlerini değil, tüm ülkeyi.

Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkesi, Ermenisi, Süryani, Rum, Yahudisi, dindarı, sinirli liberali, solcusu, eşcinseli ve herkesiyle...

Fazladan acı çekmeye ne gerek var?
 

Eklentiler

  • $markar_buyuk3b79baa6.webp
    6,4 KB · Görüntüleme: 47
Son düzenleme:
Puro içmeyen MİT Başkanı mı olurmuş!

ABD'nin muhafazakar gazetelerinden The Wall Street Journal, Ortadoğu'daki yeni aktörleri öne alan ilginç bir analiz yayınladı.

Gazete; Türkiye, İran ve Suudi Arabistan'dan üç ismi öne çıkararak, üç ülkenin dolayısıyla da söz konusu üç kişinin ABD'nin bölgede bıraktığı boşluğu doldurduğunu öne çıkardı.

Ancak ilginç olan Hakan Fidan konusunda böylesine kapsamlı, dikkat çekici değerlendirmeydi. Kasım Süleymani ve Prens Bender Bin Sultan Bin Abdülaziz'i şimdilik bir kenara bırakalım. Özellikle Bender bin Sultan'la ilgili yazacak, çizecek çok şey var ve oraya girersek çok uzun bir metin çıkar ortaya. Yine, bölgedeki İran etkisi de apayrı bir tartışma konusu. Bu yüzden Hakan Fidan bölümü daha çok ilgimizi çekiyor.

'Puro içmez, pahalı takım elbiseler giymez, koyu renk gözlük takmaz ve gösterişli olmayan' ama Washington'da 'alarm, şüphe ve gönülsüz bir saygıyla' karşılanan Fidan'la ilgili bu analiz, aslında pek de rahatsız edici değil.

Yıllarca Türkiye'de istihbaratı maaşa bağlayanların 'alarm, gönülsüz saygı ve şüphe'lerinin neler olabileceğini çok iyi takdir ediyoruz çünkü. Bu bakış da hiç rahatsız edici gelmiyor. Aksine benim hoşuma gidiyor.

İstihbarat alanında rahatsızlık vermek iyi bir şeydir. Dışişlerinde, ekonomide ve daha birçok alanda Türkiye'nin ön alması, kendini ifade etmesi, hareket alanını genişletmesi, özerkleşmesi, bağımsızlaşması, kendi perspektifini çizebilmesi, kendi duruşunu sergileyebilmesi bu ülkede kimseyi rahatsız etmez.

'Görevlendirme' ile hareket edenler, ABD ya da İsrail'in çıkarlarını Türkiye'nin çıkarları sananlar, ya da öyle gösterenler, neocon-muhafazakar yayın organının bu yazısına bir 'malzeme' olarak sarılmayı tercih edecektir. 'Gördünüz mü Fidan nasıl bir adammış' diyerek, öteden beri yürüttükleri kampanyayı yeniden ateşlemeyi deneyecektir.

Dolayısıyla buradan 'Aman Türkiye'nin istihbarat başkanına laf attılar' diyerek bir eleştiri yazısı da yazma niyetim yok. Buna gerek de yok. Türkiye bu tür komplekslerinden kurtulalı çok oldu. Sadece birkaç hatırlatma yapmak istiyorum.

Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu ve Hakan Fidan, öteden beri bu çevrelerin yoğun saldırıları altında. ABD'deki neocon çevreler, İsrail aşırı sağı, Türkiye'de onlarla iş tutan çevreler, ısrarlı bir yıpratma kampanyası yürüttü. WSJ'deki yazı, bu kampanyanın hala devam ettiğini gösteriyor.

Yerel seçimler, Cumhurbaşkanlığı tartışmaları yaklaştıkça kampanya daha da şiddetlenecek gibi.

Aynı yayın organlarında, neocon çevrelere yakın gazete ve dergilerde, Başbakan'a, Davutoğlu'na ve Hakan Fidan'a yönelik önceki yazıları hatırlıyorum. Özellikle Başbakan'a yönelik yazılar, bu ülkenin Başbakanı kim olursa olsun, yüz kızartıcı nitelikteydi. İşin garibi, neocon-İsrail aşırı sağının yürüttüğü kampanyaya Türkiye'den sermaye desteği veriliyor, Türkiye kökenli 'kurye yazarlar' da kullanılıyordu.

Bu üç kişinin, Türkiye'yi dönüştürdüğü, bölgeyi dönüştürmeye çalıştığı, Türkiye'yi Batı ekseninden çıkardığı, İran ve Arap dünyasına yaklaştırdığı iddia edilerek, olay 'Türkiye'yi kurtaralım' seferberliğine dönüştürülüyordu. Ne gariptir, 'seferberlik' içinde darbe senaryoları bile yer alabiliyordu.

Zaman onların aleyhine işledi. Türkiye güçlendi, etki gücünü arttırdı. Onların sınırladığı alanın dışına taştı. 'Türkiye'nin dostları' görünenler bile açıktan cephe almaya başladı. Sebep; Türkiye genişledikçe onların bölgedeki alanlarını daraltmasıydı. Son iki yıldır devam eden, Türkiye'yi yeniden 'tanımlanan alana' sıkıştırmaya yönelik bölgesel hesapları biraz da bu yönden okumakta fayda var.

'Hakan Fidan İran'a yakın bir isim. Batı'nın sırlarını İran'la paylaşacak. Bizim için tehlike oluşturuyor' diye başladılar. Aslında dertleri başkaydı. 'Bağımsızlaşma eğilimlerini' boğmaya çalışıyorlardı. Bir ülkenin istihbaratının başındaki ismi resmi olarak suçluyorlar, inanılmaz açıklamalar yapıyorlardı. Bunları bazı ülkelerin resmi temsilcileri, yöneticileri yapıyordu?

Fidan'a yönelik ilk reaksiyon, daha göreve gelir gelmez böyle başlamıştı. Ehud Barak, Fidan'ı 'tehdit' gösteren bu tür açıklamalar yapıyor, 'yahu böyle bir açıklama yapılmaz' diyenlere de bütün pişkinliği ile 'sözlerimin arkasındayım' diyordu.

Tarihte ilk kez bir ülkenin yöneticilerinden biri bir başka ülkenin istihbarat başkanı hakkında ağır ithamlarda bulunuyordu. O günden bu yana, benzer operasyonlar hep devam etti. Bazılarından haberdar olduk bazılarından olamadık ama devam etti. Devam ettiğini, daha da edeceğini bu yazılardan anlıyoruz.

Söz konusu üç isme yönelik yıpratma, etkisizleştirme, itibarsızlaştırma çalışmaları hiç bitmeyecekti. Ama olmuyordu, denemedikleri yöntem kalmadı ama kampanya amacına ulaşmıyordu.

WSJ'deki analizin ciddiye alınacak bir tarafı yok aslında. Bu tür yazılar Türkiye'de eskisi gibi alıcı bulmuyor. 'ABD'de neler oluyor, borçlanma sınırı arttırılmazsa temerrüde düşerler mi' biz daha çok bunlarla ilgiliyiz.

Sadece, söz konusu kampanyanın devam ettiğini hatırlatıyor bize. Hepsi bu.
 
TÜRKİYE'NİN HALLERİ 01.09.2013
Murat Belge
Komik bir olay üstüne

Geçenlerde küçük bir “skandal” oldu, geçti, unutuldu bile. Ben unutmadım ama “Şunu bir yazayım. Dur, önce berikini yazayım,” derken epey zaman geçirdim. Zaman geçirince olayın birçok ayrıntısını kendim de unuttum.

Neyse, kabaca şöyle bir şeydi: bir üniversitede işe yeni eleman alacaklar; bunun için işin prosedürü böyle ilân vermek gerekiyor. Veriyorlar, ama dalgınlık herhalde, almak istedikleri kişi ya da kişilerin adlarını da yazmışlar; silmeyi de unutuyorlar; ilân öyle yayımlanınca tabii komik bir skandal oluyor. Galiba işten el çektirme falan gibi “cezaî” uygulamalar da geliyor arkasından.

Bu komik haberi okuyunca içimden “şeytan avukatlığı”nı yapmak geçmişti. Tabii bu olayda bu gafleti gösterenlere ne kadar “şeytan” denebileceği tartışılır ya, neyse, “suçlu” konumuna düşenler diyeyim.

Akademik hayatta (“akademik- olmayan” hayatta da olur), birlikte çalışmak üzere yeni eleman alıyorsun. Tanıdığın, bildiğin birini almak istemen son derece normaldir. Evlenmek gibi bir şey bu. İnsan bugünün dünyasında kura çekerek evlenmek ister mi?

Ama YÖK kural koymuş: öyle adamını önceden seçmek yok; sınav açacaksın, tanıdık, tanımadık gelip girecek, en yetkilisi (yani en başarılı kâğıdı yazan) o yere girecek.

Hayat bu. Gerçekten çok yetenekli, bilgili vb. biri olur, ama sen onunla anlaşamazsın, geçinemezsin. Oysa akademik hayat çok temel düzeyde de olsa bir “takım çalışması” gerektirir; profesör “ille de romantikler” diyor; sınavla gelmiş asistanı “Neo-klasiklerden sonra edebiyat bitti” diyor. Nasıl çalışacak bunlar?

Her neyse! Bu durumda “kural”a karşı “hile”ye başvuruyor. Akla gelecek ilk tedbir, ilânda işe alınacak kişiyi öyle bir betimlemek ki, senin aklında olan kişiden başkasına uymasın. “İngilizce, Fransızca bilen” diyeceksin, tamam da, “1.78 boyunda, 72,5 kilo ağırlığında, “r”leri söyleyemeyen” türünden sıralayacaksın. Bizimkiler biraz ileri gidip adını da yazmışlar.

Ama zaten “kural”ı getiren YÖK böyle yapacaklarını tahmin ediyor. Bu gibi ayrıntıları yazmayı da yasaklamış.

Peki, YÖK niçin bu kuralları koyuyor, böyle şeyleri yasaklıyor? Onun zoru ne?

Konunun burasına gelince, yüksek öğrenim sorunumuzun can alıcı noktalarından birine geliyoruz.

Ticarethanenin başında olup da yeni eleman alacaksan, en yeteneklinin peşine düşerim. Akedemya pek böyle değildir. “Kazanılacak şey”in niteliği farklıdır. Alacağın adamın benden daha yetenekli, daha parlak olmasından korkarım.

Hele Türkiye’nin “patronaj ilişkisi” alışkanlıklarıyla, şöyle uslu uslu çantamı taşıyacak, gereğinde ayakkabımı parlatacak bir asistanı tercih etmem normaldir.

Herkes böyle, yerine geçecek adamı boyunu geçmeyeceklerden seçip alırsa, akademyanın düzeyi kuşaktan kuşağa yükseleceğine, kuşaktan kuşağa düşer. Bu bir olgu zaten. YÖK de bunu düşünmek zorunda.

Ama bu iş öyle kuralla, yasakla düzelecek, çözülecek bir iş değil. Ülke çapında büyük bir “nitelik devrimi” olacak ki, üniversite şimdi mahkûm olduğu “vasatîlik” durumundan kurtulabilsin. Oysa bunu beklememiz için hiçbir kıpırtı, belirti görünmüyor. Genel gidiş tam karşıt yönde. Zihnimizde son derece sığ bir eğitim/öğretim nosyonuyla, ha babam üniversite sayısını artırmaya çalışıyoruz. Sayısı artan üniversitenin içini neyle dolduracağımız, umurumuzda değil.

Gerçekçi bir değerlendirme yapılacaksa, “üniversite mezunu” dediğimiz ve yaşı yirmiyi geçmiş insanların ortalaması, gerek bilgi düzeyi, gerek akıl yürütme kapasitesi bakımlarından, ortaokul mezunlarının olması gereken yerde. Ama çok zaman, bu yeterli eğitim alamamış gençler, kendilerini eğitenlerden daha yetenekli olabiliyor.
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…