dini paylaşım alanı

DİLİN AFETLERİ KALBİ YARALAR
ABDULLAH TAHA ORHAN

İmam Gazzali Hazretleri din ilimlerini ve aslında bütünüyle bir İslam hayat pratiğini Kitap ve Sünnet’e uygun olarak ihya etmeye çalıştığı muhteşem eseri İhya-i Ulûmi’d-Din’in insanı helak eden kötü ahlakları ve kurtuluş çarelerini ele aldığı Kitabü’l-mühlikat başlıklı üçüncü cildinde müstakil bir bölüm ayırır dilin afetlerine. Bu cildin dördüncü kitabı olan Afatü’l-lisan bölümünde dilin insanı helake götüren yirmi hastalığından bahseder Gazzali Hazretleri. Kitabın içinde bu bölümün sıralaması da manidardır. Zira bir önceki bölüm şehvetlerin ele alındığı Kitabü kesri’ş-şehveteyn, bir sonraki bölüm ise öfke ve türevlerinin incelendiği Kitabü zemmi’-l gadab ve’l-hıkd ve’l-hased’dir. Buradan şunu ihsas eder okuyucuya, dilin afetleri aslında bir nevi şehvettir ve bu şehvet terbiye edilmezse insanın önce kendisine, sonra da haset, öfke ve kin gibi duygulara kapılarak çevresine zarar vermesine neden olur. Dilin asıl gayesi ve fıtratı hakkı söylemektir. Rahman suresinde buyurulduğu gibi Cenab-ı Hak önce Kur’an’ı, yarattığı insana emanet etmiş, ardından da insanoğluna bu Kur’an’daki hakikati ifade edebileceği bir beyan kabiliyeti vermiştir. Dilin bozulmamış fıtratı işte bu beyan üzeredir.
 
İLİNİ TUTMAYAN ONUN TUTSAĞI OLUR
DOÇ. DR. SELAHATTİN YILDIRIM

İslam büyükleri dini kavramlara güzel tarifler yapmışlardır. Bu kavramlardan birisi de hikmettir. Pek çok alim tarafından farklı şekillerde tanıtılmış olan bu kavramın en kapsamlı tarifi, eşyayı layık olduğu yere koymak, olarak kabul edilmiştir. Buna göre bir mü’minin kâmil insan ve hikmet ehli olabilmesi, dinini zaman ve mekana göre kullanması yani konuşması gereken yerde susmamasına, susması gereken yerde de konuşmamasına bağlıdır. Rakbü’l-Mısri’nin (ra) rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (sas) şöyle buyurdu: “Malının fazlasını infak eden ve sözünün fazlasını imsak eden kişiye müjdeler olsun!” (Beyhaki, Şuabu’l-İman, IV, 243; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, III, 203; Mu’cemu İbn Asakir, II, 1052; Taberani, Mekarimü’l-Ahlak, I, 318; Temmam bin Muhammed er-Razi, Fevaidu Temmam, I, 208)

Ayet ve hadislerde lisanı hakkı haykırmakta kullanmanın büyük bir ibadet ve sevap kapısı olduğu gibi, aksi istikamette kullanmanın da bir vebal hatta cehenneme yuvarlanmanın sebeplerinden biri olarak ifade edildiğini görmekteyiz. Bir ayet-i kerimede bu hususun önemine şöyle vurgu yapılmıştır: “İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve, ben müslümanlardanım, diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet, 33)

Lisanı yerinde kullanmamanın afetleri ve zararları pek çoktur. Zararı en büyük olanlar, münafıkların birinci vasfı olarak gösterilmiş olan yalan söylemek, gıybet etmek, iftira etmek, nemmamlık, bir işin mahiyetini araştırmadan kulağa gelen her sözü nakletmek, fasıkları ve zalim yöneticileri övmektir.
 
DİL KALBİN ANAHTARIDIR
DOÇ. DR. AHMET ALBAYRAK

Batı medeniyetleri konuşma zemini üzerinde yükselir; Yuhanna’nın kalemiyle yazılan İncil’in ilk ayeti olan, “Önce söz vardı.” ifadesi, modernleştirilmiş Batı’nın kökenlerinden biridir. Doğu medeniyetleri de sessizliği önceler. İslam medeniyeti ise ikisi arasında dengeyi sağlamak üzere Ebu Şureyh el-Huzai’nin Hazret-i Peygamber’den (sas) rivayetle İlahi bir ilkeyi ortaya koyar: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna iyilik etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12/131)

Dünya ötesi kainatın derinliklerinde ve bizlerin iç dünyalarımızda daha çok ses mi vardır, yoksa sükut mu? Bir dil için iki dudağımız var, dilimizi zapt edebilmek için. Bu kurala göre konuşmalarımız susmalarımızın en azından yarısı olmalı değil midir?

Dilin haddini aşmasıdır, dilin afeti. Hayır için, iyilik için, ilim-hikmet-irfan için, terbiye için ancak gerektiği kadar konuşmamız gerekirken fazlasıyla sarf edilen sözler, dimağımızı ve kalplerimizi yormakta ve bizleri nice felaketlere sürükleyebilmektedir.

Kainat, Hakk’ı temsil eden bizler için sonsuzluk deryası olduğu kadar aynı zamanda sessizlik deryasıdır. Yaratılmış olan her insan, her varlık, maddi ve manevi anlamda sükunete kavuşabildiği ölçüde bu sessizlik deryasında hayretler içerisinde deveran edebilir. Demek ki konuştuğumuz ölçüde derunumuzdaki sessizliğin bizi kavrayan çekim alanından uzaklaşıyoruz. Bir başka ifadeyle insan, susabildiği kadar enfüsi ve afaki âlemleri idrak edebiliyor. Duyamadığımız nice deruni sesler, çevremizin sessizliğinde zuhurata çıkmazlar mı? İbn Arabi Hazretlerinin buyurduğu gibi, sessizlik en güzel sestir duyabilen için. Sessizlik başlı başına çok şey hissettirebilir insana ve onun kalbine. Her daim sessizliğin sesini arzular gerçek ilim ve irfan sahipleri. Varlık, varlığın huzuru sükut içerisindeki halimizdedir. Dilimizin afeti, bu sükutun ortadan kaldırılmasıyla kaçırdığımız huzurdur.
 
SUSARSAK KALBİMİZİN SESİNİ DUYARIZ
İSMAİL ACARKAN

“Kullarıma söyle en güzel olanı, sözü söylesinler. Çünkü, şeytan onların aralarını bozmak ister. Şüphesiz şeytan düşmanınızdır.” (İsra, 53)

“İnsanlara güzel söz söyleyin.” (Bakara, 83)

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman bir bakarsın ki seninle arasında düşmanlık olan kimse sana dost oluverir.” (Fussilet, 34)

“İki şey aklın eksikliğini gösterir; konuşulacak yerde susmak, susulacak yerde konuşmak.” der bir bilge. Halk arasında bir söz vardır, dilin kemiği yoktur, diye. Evet dilin kemiği yoktur ama dilin kökü vardır. O kök akıldır, akılla bağlantısı kopan veya zayıflayan dil insanın başına bela olur. Gerçek anlamda konuşmak insanın aklını kullanmasıdır, çenesini yorması değil.

Fıtrata uymak insan olmaktır. İnsan olmak ise Allah’ın verdiği her şeyi yerli yerinde kullanmaktır. Dil, iman ve yakine ermiş akıl ve kalbin aletidir. Salih bir akıl ve kalp, dil vasıtasıyla mana ve hakikatleri ifade eder, dile döker. Yoksa dili terbiye olmamış olan nefsin ve heveslerin emrine vermek dile haksızlıktır. Bu nedenle boş ve gereksiz konuşma, nefs adına tartışma, birini çekiştirme, riyakar ve yapmacık sözler, kaba ve ağır ifadeler, alay etme, rahatsız edici şakalaşma, incitici ve kırıcı sözler söyleme, yalan ve gıybet, laf taşıma, yağcılık veya hakaret etme gibi tutumlar akılsız ve kalpsiz dilin kötülüğe alet olan yollarıdır.

(yazı dizisi İlim ve İrfan dergisi Şubat (2015) sayısında.)
 
Takvimden kopardığımız her yaprak bizi kaçınılmaz son olan ölüme bir adım daha yaklaştırır. Bir takvim kütüğünden son yaprağı kopardığımızda ise koca bir yıl daha geride kalmış demektir. Yeni bir yıl başlamıştır ve ölümle olan randevumuza daha da yaklaşmışızdır artık. Bir yıl daha yaşlanmış, hesap biraz daha ağırlaşmış ve sicilimiz biraz daha kabarmıştır. Hesabı verilmesi gereken defterin sayfaları biraz daha kalınlaşmıştır. Yeni bir gün, yeni yıl budur, başka bir şey değil.

Evet, önümüzde bir randevu var ve şaşmaz, gecikmez bir şekilde bizi bekliyor. Bu kesin. Verdiğimiz her nefes, attığımız her adım bizi o randevuya biraz daha yaklaştırıyor. Hasretle gelmesini istediğimiz günler, aslında ölüme daha yakın olan vakitlerdir. Gözümüzü açtığımız her sabah bizi dünya yolculuğumuzun sonuna doğru bir durak daha götürmüştür. Biz farkında olmasak da, saatimiz işlemeye devam ediyor, nefeslerimiz anbean tükeniyor.
 
Randevu anı yaklaşıyor
Kimimiz için bu randevu anı, dünya sıkıntılarından, koşturmalarından azade kalacağımız bir muştu olur. Bu dünyaya taalluk eden her şey geride kalır ve sonsuzluğa doğru bir kapı açılır o vakit. Sıkıntının, telaşın, hüznün son bulduğu, ebedi mutluluğun başladığı bir yeni yolculuğa geçeriz. Dünya defterinin kapağı kapanmış, korku ve her türlü sıkıntı sonsuza dek geri gelmemek üzere son bulmuştur. Mesuliyetler bitmiş, hasret sona ermiştir.

Bunlar, dünyada kendilerine tanınan süreyi iyi değerlendiren, onun zevklerine kendilerini kaptırmayanlardır. Buraya hep geçici bir gözle bakanların mutlu sonlarıdır bu. Bunlara denir ki, “Artık size korku ve hüzün yok, buyurun saadet diyarına! Kimimiz için de –maalesef birçoğumuz için demek gerekiyor- ölüm, boşa geçirilmiş bir ömrün hesabının sorulmaya başladığı an olur. Hazırlıksız, beklenmedik bir anda gelmiştir çünkü. Ki hep öyle gelir. Ansızın, bir anda. Halbuki yapacaklarımız vardı, dünyaya dair programlarımız vardı, tadılması gereken zevkler vardı. Fakat bizi dinleyen olmaz. Bitti denir bize ve biter her şey. Pişmanlıklar, keşkeler, eyvahlar artık kâr etmeyecek. Mürekkep kurumuş ve defter kapanmıştır artık.
 
Bilgi marifete dönüşmeli
Aslında bu kaçınılmaz son biliniyordu bilinmesine de, bu bilgi yakine, vakıaya dönüşmemişti hiçbir zaman. Hep uzaklarda, çok uzaklarda olduğu düşünülürdü. Hep başkaları ölecek, daima ötekine gelecekti bu son. Uğurlayan hep biz olacaktık, geride kalan hep biz. Ama öyle olmuyor işte. Sırası gelen, vadesi dolan gidiyor.

İrfan ehli bu kaçınılmaz sonun telaşıyla atar her adımını. Her işe, bir gün kesinlikle karşısına çıkarılacağının şuuruyla bakar. Ne zaman geleceğini bilmediği için de her an gelecekmiş gibi ona hazırlıklı olur. Her gününü son günüymüş gibi görür. Bundan dolayı da hayırlı hiçbir işi yarına ertelemez. Bilir ki yarın olmayabilir, hatta bir an sonrası bile belirsiz. Evet, Müslüman muhasebe adamıdır. Hesaba çekileceğini bildiğinden, sürekli bir iç hesaplaşma halindedir. Anı değerlendirir, vakti kıymetli kılar. Bundan dolayı onlara ibnü’l-vakt denir, anın çocuğu. Yarın yoktur onun için. Her şey burada ve bu anda olup bitiyor ve bu anı bir daha geri getirmemiz mümkün değildir. Onun için mesele bu kadar net ve tablo bu kadar berraktır.
 
Rabbi yessir vela tüassir Rabbi temmim bil hayr.


Bir işe başlarken ilk önce besmele çekilir, besmelenin arkasından da bu duayı da okursak manevi rahatlığı ve işlerimizde kolaylığı hissedebiliriz.
 
mide ile imtihan


“And olsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile imtihan ederiz. Ya Muhammed, sabredenlere müjde ver!” (Bakara, 155)

Bütün dinlerde, özellikle İlahi ve semavi dinlerde ağız, boğaz ve mide önemlidir. Ağızdan çıkan ses ve sözler kadar ağza giren ve mideye inen gıdalar da mühimdir. Onun için de, ağızdan çıkana da ağza girene de dikkat etmek gerekir. Sözlerin en güzeli kelime-i tevhid ağızdan çıkar ama sözlerin en çirkini küfür ve inkar da oradan çıkar. Aynı şekilde helal lokma da haram lokma da ağza girer, mideye iner, kana karışır, vücuttaki bütün hücrelere yayılır. Helal lokma rahmetin kaynağı olurken haram lokma azabın tohumu olur; bedenin, organların, kalbin ve huyun oluşumunda tesir eder.

Bundan dolayı İslam’da mü’minlerin yeme ve içmeleriyle ilgili hükümler yer alır. Kur’an’dan başka en güvenilir hadis kitaplarında, Kitabü’l-Et’ime ve’l-Eşribe başlığı altında söz konusu hükümler açıklanır.

Yenmesi ve içilmesi helal, mübah ve müstehab olan gıda maddeleri bulunduğu gibi haram ve mekruh olanlar da vardır. Allah Resulü’nün yedikleri ve içtikleri şeyleri tercih güzel bir şeydir; özellikle yeme ve içmenin miktarı ve keyfiyeti hususunda mü’minlerin Allah Resulü’nü, O’nun (sas) bu konudaki tavsiye ve uyarılarını dikkate almaları iki cihan saadeti bakımından önemlidir. Mü’minin maddeten ve manen, bedenen ve ruhen sağlıklı olmasında bu husus oldukça etkilidir. Bu tavsiye ve uyarılara uymak Hak Tealanın rızasını ve yakınlığını kazanmaya vesile olur. Kur’an-ı Kerim’de, “Yeryüzündeki her şeyi sizin için yaratan O’dur.” (Bakara, 29) “Ey iman edenler, sizin için yarattığımız helal ve hoş şeyleri yiyiniz.” (Bakara, 60, 168, 172; Maide, 88) “De ki, Allah’ın kulları için yarattığı nefis rızıkları kim haram kılabilir?” (Araf, 32) “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz, hiç şüpheniz olmasın ki Allah israf edenleri sevmez.” (Araf, 31) buyurulmuştur.

Haram yiyecekler ve içecekler iki türlüdür. Özü itibariyle (li-aynihi) haram olanlar: Domuz eti ve şarap gibi. Esas itibariyle haram olmadığı halde arızi bir sebeple haram olanlar: Başkasının mülkü olan bir gıdayı veya içilen şeyi onun izni ve rızası olmadan tüketmek gibi.

Dindar mü’minler kesin bir zaruret olmadıkça bu nevi haramlardan hatta haramlığı şüpheli olan şeylerden titizlikle kaçınırlar. Onların üzerinde durdukları husus helal malların ve gıda maddelerinin tüketim miktarı ve şeklidir. Hak Teala, “Yiyiniz, içiniz ama israfa kaçmayınız.” mealindeki ayetle el emeği, alın teri, helal gıda maddelerinin de israf etmeden, hesaplı ve idareli bir şekilde tüketilmesini istemektedir.

(Yazının tamamı İlim ve İrfan dergisi Şubat (2015) sayısında.)
 
FİL KISSASI: O DİLERSE KUŞLAR FİLLERİ YENER
PROF. DR. ALİ AKPINAR

Sene Hazret-i Muhammed’in (sas) dünyayı teşrif ettiği sene. Henüz kutlu doğum olmamıştı. Allah Teala O'nun gelişine önceden birtakım haberciler, müjdeciler göndermeyi dilemişti. İşte bu surede anlatılan olay da bu habercilerden, müjdecilerden biri. O günün insanı tarafından ayrıntıları ile bilinen olay şöyle olmuştu:
O dönemin Yemen kralı olan Ebrehe, hem tahtını sağlamlaştırmak, hem dini olan Hristiyanlığı yaymak ve hem de memleketine turist çekerek ekonomisini güçlendirmek için, Sana kentinde büyük şatafatlı bir kilise yaptırmıştı. Kuleys isimli dillere destan bu kilise için hiçbir masraftan kaçınmamıştı. Fakat bunca çalışma ve propagandaya rağmen Ebrehe'nin planı tutmamıştı. Çünkü insanlar Ebrehe'nin yeni kilisesine pek itibar etmiyorlardı. Halbuki yerkürenin merkezi Mekke’deki Kabe, akın akın insanlarla dolup taşıyordu.

Hazret-i Adem’den beri çeşitli nedenlerle yıkılıp yeniden yapılan Kabe, dört duvardan oluşan son derece mütevazı bir evdi. Onun tantana ve şatafatı yoktu. Çünkü bir şeyi değerli kılan dış görünüş, geçici süs ve debdebesi değildi. Önemli olan taşıdığı mana ve ruhu idi. Ama her şeyi maddeyle ölçen maddeci Ebrehe'nin bunu anlamasına imkan yoktu. Çünkü o, her şeyi süs ve debdebede görüyordu. Ona göre değerli ve itibarlı olabilmek için, şatafat ve tantanalı olmak şarttı. Oysa yüce Allah, böbürlenip büyüklük taslayanları alçaltır, mütevazı olanları ise yüceltirdi. İşte Kabe'nin bu itibar ve ihtişamı her mütekebbir gibi Ebrehe'nin de işine gelmedi. Bir despot olarak meseleyi kökünden halletmeyi düşündü ve Kabe'yi yıkmaya karar verdi. Bunun için de o zamanın şartlarına göre fillerle donatılmış, altmış bin kişilik süper (!) bir ordu hazırlayarak yollara düştü Ebrehe.
 
MADDİ VE MANEVİ İLHAMLAR: FÜTUHATÜ’L-MEKKİYYE
ZAHİT YAKIN

Fütuhatü’l-Mekkiyye, Muhyiddin bin Arabi Hazretlerinin tasavvufi görüşlerini en geniş boyutlarıyla açıkladığı eseridir.

Kısaca el-Fütuhat olarak da anılan eserin tam adı el-Fütuhatü’l-Mekkiyye fi Marifeti’l-Esrari’l-Malikiyye ve’l-Mülkiyye’dir. Sözlükte açmak, yardım etmek; zafer gibi manalara gelen fetih kelimesi (çoğulu fütuh, bunun da çoğulu fütuhat) tasavvufta, Allah’ın rızık gibi maddi, ilim ve marifet gibi manevi lütuflarını kuluna açması anlamına gelir.

İbn Arabi fetih ve fütuhat kelimeleriyle, keşif kabiliyeti açılan kalbin İlahi feyze nail olması ve ilham almasını kastederek peygamberlerin ve velilerin Allah hakkında akıl ve fikir yoluyla oluşturulan bir bilgiye sahip bulunmadıklarını, Allah’ın onları bundan uzak tuttuğunu ve keşiflerinin açılmasıyla Hakk’ın bilgisini elde ettiklerini söyler. İlham ürünü olan bilgiler kendisine Mekke’de geldiği ve eseri burada yazmaya başladığı için bu kitaba el-Fütuhatü’l-Mekkiyye adını verir. Kitabın bu özelliğini çeşitli vesilelerle vurgulayan İbn Arabi Hazretleri, noktasına varıncaya kadar eserdeki bütün bilgilerin İlahi ilham, ilka-i Rabbani ve imla-i İlahi mahsulü olduğunu ileri sürer. Fütuhatü’l-Mekkiyye, müellifin sifr adını verdiği otuz yedi kitaptan meydana gelir. Bunlar cüzlere, fasıllara, bablara ve meselelere bölünmüştür. Ancak eser ana şema olarak altı fasla, fasıllar da beş yüz altmış baba ayrılmıştır. Müellifin doğum tarihiyle, Hicri 560, Feth suresinin kelimelerinin toplamının da 560 olması dikkat çekicidir. Sufilerin varlık ve bilgi nazariyesi, kozmolojisi ve metafizik anlayışlarının yanı sıra nübüvvet, risalet, velayet, melekiyyat, mebde ve mead, tefsir ve te’vil gibi hem zahiri hem de batıni yönleri olan birçok konu hakkında özgün bilgiler ihtiva eden Fütuhatü’l-Mekkiyye müellifinin diğer önemli eserinin Fususü’l-Hikem olduğu söylenebilir. Nitekim Nakşibendi şeyhlerinden Hace Muhammed Parsa, “Fusus can, Fütuhat gönüldür.” sözüyle eserin bu niteliğini vurgulamak istemiştir.

El-Fütuhat esas itibariyle mensur bir eser olmakla birlikte içerisinde bir hayli şiir bulunur. Bu şiirlerin sayısı İbn Arabi’nin divanında yer alan şiirlerin yaklaşık beş katına ulaşır.
 
İMAM-I RABBANİ'NİN BÜYÜK ESERİ: MUHAMMED MA'SUM MÜCEDDİDİ HAZRETLERİ
YRD. DOÇ. DR. MUSTAFA DEMİRCİ

Muhammed Ma’sûm Hazretleri, Melik Haydar köyünde (Sirhind’den yaklaşık iki mil uzaklıkta) 11 Şevval 1007/Mayıs 1599 yılında dünyaya geldi. Kendisinden hiçbir büyük günahın sadır olmadığına inanıldığı için Ma’sûm şeklinde adlandırılmıştır. Künyesi Ebu’l-Hayrat, lakabı, Mecdüddin (dinin yüceliği), hitabı Urvetü’l-vüska’dır. İmam-ı Rabbani’nin üçüncü oğludur. Çocukluk çağlarından itibaren akranlarından farklı tavır ve hallere sahipti. Babası İmam-ı Rabbani’nin Ma’sûm hakkında söylediği sözler onun doğuştan gelen manevi istidadının delili niteliğindedir: “Üç yaşındayken, zat tecellisinin hakikatinden ve tevhidden söz etmesi ve, ‘Ben gökyüzüyüm, ben yeryüzüyüm, ben filanım, falanım.’ demesi, yani yere, göğe, tavana, duvara, vahşi hayvanlara, kuşlara, taş, toprak ve bitkilere dair neyi görse, ‘Ben oyum.’ demesi onun üstün istidadının gereği idi.” Yedi yaşında Kur’an-ı Kerim’i hıfz eden Ma’sûm’un küçük yaştan itibaren gösterdiği bu istidad, İmam-ı Rabbani’nin teveccüh ve dikkatinin Ma’sûm’a yönelmesine sebep olmuştu. Sahip olduğu ilmin çoğunu babasının huzurunda elde etmiştir. Henüz on bir yaşındayken zahiri ilimlerde kemal derecesinde ulaşan Ma’sûm, on altı yaşında eğitimini tamamladı. İmam-ı Rabbani’nin halifeleri Şeyh Muhammed Tahir Lahori (v. 1630), Ahund Sacaval Serhindi (Şerh-i Vikaye’nin müellifi) ve Molla Bedreddin Sultanpuri’den dersler aldı. İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Şeyh Muhammed Sadık’tan elde etmiştir.

Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine)’de kaldığı süre zarfında kendi halifesi Mevlana Seyyid Zeyne’l-Abidin Muhaddis-i Medeni’den hadis icazeti de almıştır.


#ilimirfan
 
BİR KALBİNİZ VAR, ONU HATIRLAYINIZ
SAİD YAVUZ

Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben adlı eserinde Şeyh Abdülhakim Arvasi’ye bağlandığı günlerde kalbinde ciddi bir yanma hissinden bahseder. Fırın gibi yanan bir kalp. O güzel ifadesiyle kalbi yanıyor, yanıyor ve sonra derinlere gömülerek bir merhem hokkasına batırılmışçasına uyuşuyor. Kalp hastası olmaktan korkan üstad, doktorlara müracaat eder. Ama hiçbir sıkıntısı yoktur kalbine dair. Sonra efendim, dediği Arvasi’ye durumu açar. Sualini bekliyor gibi duran Abdülhakim Arvasi bu halin yola girmenin başlarına ait olduğunu söyleyecektir. İleride aynı yanıklığı daha arkada kalbinin mukabil tarafında hissedeceksin, der. Günlüğünden bir bölüm paylaşan Necip Fazıl bu yanıklığa dair bize şu itirafı yapar: “Elhamdülillah her iki taraftan kalbim cayır cayır yanıyor. Ya Rabbi bana bu ateşi kaybettirme.” Üstad, bu yanışı bir armağan olarak görür. Deftere kaydedildiğine bir delil sayar. Bu güzel hatırayı ve üstadın belirlemelerini okuyunca Cahit Zarifoğlu’un o çağrısı geldi aklıma: Bir kalbiniz vardır, onu hatırlayınız.

Demek onu hatırlamak böyle bir şey. Onu asıl sahibine, orada gizli bir çağlayan halinde duran Allah aşkına çağırmak, mecraını oraya doğru açmak icap ediyor. Bir başka şairi daha hatırladım Necip Fazıl’ın duasını işitince, Fuzuli. O da sanki içinde bulunduğu ateşin hiç sönmesini istemiyor gibidir: Ya Rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni / Bir dem bela-yı aşktan etme cüda beni.


#ilimirfan
 
HİNT KITASINI AYDINLATAN GÜNEŞ: MUİNÜDDİN ÇİŞTİ HAZRETLERİ
SAMİ BAYRAKÇI

İsmi, Hasan bin Gıyasüddin, lakabı Muinüddin’dir. 1142 yılında Sicistan’da doğdu. Erken yaşta babasını kaybeden ve Sicistan’ın, Guz Türkleri tarafından yağmalanması olayıyla büyük bir şok yaşayan Hasan bin Gıyaseddin, kardeşleri ve akrabalarını geride bırakıp babasından kalan mirası elden çıkararak ilim yolculuğuna çıktı. Buhara ve Semerkant’ta devrin önde gelen alimlerinden ilim tahsil eden Hasan bin Gıyaseddin, Bağdat, Nişabur, Tebriz, Evş, İsfahan, Sebzevar, Mihne, Hırkan, Esterabad, Belh ve Gaznin gibi dönemin birçok önemli merkezini ziyaret etti. Bu ziyaretleri esnasında Nişabur bölgesindeki Harun kasabasında Hace Osman el-Haruni ile tanışarak müritleri arasına katıldı. Yine seyahatleri esnasında Abdülkadir Geylani, Necmeddin Kübra, Sühreverdi, Ebu Said Tebrizi, Abdülvahid Gaznevi gibi dönemin önde gelen sufileri ile tanıştı. Sohbet halkalarına dahil olup feyzlerinden istifade etti. Seyahatleri ve görüşmeleri neticesinde elde ettiği ilim ve irfanı yaymak için Hindistan’a dönerek, Lahor’da Keşfü’l-Mahcub müellifi Hucviri’nin türbesinde inzivaya çekildi. Silsilesinde yer alan Hace Ebu İshak eş-Şami’nin yerleştiği Herat’taki Çişt köyüne nispetle, şeyhin diğer müritleri gibi o da Çişti nisbesini kullandı.



#ilimirfan
 
BİR ŞEHİRDEN FAZLASI: İSFAHAN’A DOKUNMAK
ZEKİ BULDUK

Dünya en acımasız hamlelerini yapıyor. İnsan, modern dünya karşısında ya sığınak arıyor ya direniyor ya da bu dünyanın sunduklarına kayıtsız kalmayarak devrana uymayı tercih ediyor. Belki de teslim oluyor dememiz daha doğru olur.

Seyahatte sıhhat vardır. Hele ki seyahati modern dünyanın saldırılarına karşı bir savunma olarak görüyorsanız. Geçmişe, kadim olana, dingin çınar altlarına yapılan yolculuklar insanı fıtratına daha bir yaklaştırır. Hac yolculukları, mübarek yerleri ziyaret etmek bir dağı ya da denizi izlemek... İnsanın sadrında bir genişleme, bir inşirah tohumu peydah eder.

İran’da Türkoloji görevlisi olarak bulunduğum zaman içerisinde farklı şehirleri görmek nasip oldu. Kum, Tebriz, Şiraz, Tahran, Kazvin ve en önemlisi İsfahan ziyaretleri. Her şehrin bir kokusu bir de insana benzeyen dokusu vardır. Tebriz Türk’tür. Kazvin, sığınak. Şah İsmail'in büyük savaştan sonra çekildiği kalesi. Kum, çöl ortasında duaya durmuş ıssız bir kasaba gibi. Şiraz, her ne kadar ünlü ve şaşalı olsa da bağrında gül bahçeleri ve üzüm bağları saklayan İran'ın çoklu yüzü: Hem İslam, hem Persian hem de Zerdüştlük kaşe başlarından ve yaşlı evlerin pencerelerinden size selam verir.

Tahran. Eski ile yeni, düzen ile absürt iç içedir Tahran’da. Dağın eteklerinde, caddelerinde suların aktığına, yaşlı ağaçların o sulardan kana kana içtiklerine hayranlıkla şahit olursunuz. Kitabın her yerde olduğu bir şehirdir Tahran. Farsçanın ve Azericenin en tatlı üslûpla kullanıldığı çarşılarda yabancılara sımsıcak gülümseyen insanlar görürsünüz...
 

İMANIN DA KÜFRÜN DE DERECESİ RESULULLAH İLE ÖLÇÜLÜR
Bir defasında Resulullah Efendimize (sas), “Ne zaman kâmil bir mü’min veya sadık bir mü’min olurum?” diye soruldu. Resul-i Ekrem (sas), “Allah'ı sevdiğin zaman!” buyurdu. “Peki, Allah Tealayı nasıl sevebilirim?” dendiğinde de şu cevabı verdi, “Allah Resulü'nü sevdiğin zaman!” “Allah Resulü'nü ne yaptığım zaman daha çok sevmiş olurum?” sorusuna ise şöyle cevap verdi, “O’nun Resulü'nün yoluna tâbi olur, sünnetini işler, O'nun sevdiğini sever, buğzettiğine buğzeder, dostluk kurduğu kimseyle dost olur, düşmanlık yaptığına da düşmanlık edersen O’nu sevmiş olursun. Zira insanlar iman konusunda farklı farklıdır. İnsanların imanlarındaki olgunluk, bana olan sevgileriyle ölçülür. Aynı şekilde insanlar küfür konusunda da farklıdırlar. İnsanların küfürlerinin derecesi de bana olan düşmanlıkları ile ölçülür.

Dikkat edin! O Peygambere muhabbeti olmayanın imanı yoktur. Dikkat edin! O Peygambere muhabbeti olmayanın imanı yoktur. Dikkat edin! O Peygambere muhabbeti olmayanın imanı yoktur.” (İmam Süleyman el-Cezuli, Delailü'l-Hayrat'ın mukaddimesinde Keşfü'l-İlahi'den ve Mevsuatü'l-Ehadis'den nakleder )
 
YEME VE İÇMEDE İSLAMİ ÖLÇÜ
KEMAL ÖZER

İslam, insan hayatının her alanını kuşatan bir din, Hazret-i Peygamber ise o dinin yaşayan yegane örneği. Bir Müslüman, Resulullah’tan nasıl inanması, nasıl ibadet etmesi gerektiğini öğrendiği gibi, nasıl beslenmesi ve sıhhatini nasıl koruması gerektiğini de en iyi şekliyle öğrenebilir.

Yine İslam, müslümanların her konuda batıla karşı mesafeli olmasını, etkisi altına girmemesini ilkesel bir ölçü olarak koyar. Bir mü’min beslenme hususunda da hem içerik, hem de şekilsel açıdan, Resulullah gibi benzersiz bir örnek varken, İslam dışı örnekleri tercih edemez.

Batıl(ı) düşünce, insana özellikle de çocuklara ölçüsüzce yemeyi telkin ediyor. Bu sayede hem inancından uzaklaştırıyor, hem de sıhhatinden ediyor. Müteakiben de bozulan metabolizmayı tedavi için sayısız araç ve ilaç. Canlıların ölçülü ve sağlıklı beslenmesi, endüstrinin amaçlarıyla uyuşmuyor. Varlığı ifsat için önce ürünlerdeki lezzeti ve hazzı artırıyor, sonra da farklı araçlarla bilincimize saldırıyor.

Mutfağın inançla kopmaz bir ilişkisi varsa (ki var), o inancın mensupları kendi mutfağından ya da dininin sınırlarını çizdiği mutfaktan, ortaya koyduğu şekil, şart ve ölçülerde yararlanabilir.

(Yazıların tamamı İlim ve İrfan dergisi Şubat ( 2015) sayısında.)
 
İLİM VE İRFAN AİLEMİZ EKİ
MUTLU OLMAK HERKESİN HAKKI
ARİF DEDE

Mutluluk, bu kelimeyi söyler söylemez yüzümüzü bir gülümseme alıyor. Gecemiz, gündüzümüz hep onun peşinde geçiyor. Çalışırken, konuşurken, otururken, dinlenirken ondan iz, eser arıyoruz; yüzümüzde, en çok da kalbimizde. Dünyada mutlu muyuz? En çok mutlu olduğumuz anlar, hangi zamanlar? Mutlu olduğumuzu, saadete ulaştığımızı nasıl belli ederiz?

Kalbimiz ne zaman güler? Ruhumuz ne zaman büyük bir saadete kavuşur? Bizim de hakkımız değil mi, mutlu olmak?

Mutlu olmak herkesin hakkı. Saadete erişmek kimseye çok görülmez. Kalbimizden yansıyarak yüzümüz, gözümüz, sözlerimiz hep onun huzur tablosunda var olsun.

Saadeti bir de devamlı hale getirebilir miyiz? Bir zincir etkisiyle hep mutlu olmak, saadetin zincirini oluşturmak mümkün müdür? Bir şifresi var mıdır, saadetin? Bunu kim elde etmiştir? Uzun yaşamış, çok güngörmüş ihtiyarlar mı yoksa daha genç bir fidan olarak geleceğe kıpır kıpır gözleriyle bakanlar mı?

Saadet insanların yüzlerinden okunur mu? Evde, ailede bulunur mu? Dünya hep karamsar, kötümser bir yer mi? Üzerimize kötülükler mi konar hep? Mutluluğun kuşları acaba hangi ülkede, hangi şehirdedir?

Soru çok, soru çoksa cevap da çoktur. Çok duyduğumuz bir söz vardır: Mutluluk elimizde. Mutluluğu nasıl olur da, önce elde eder sonra da zincir halinde devamlı hale getirebiliriz?
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…