Kitap okumaya var mısınız ? Kafe Kitap

1 hafta içinde muhteşem bir şekilde döneceğim
o zaman bakarız çaresine

kimse beğenmesede paylaşımlarını asla yarım bırakma bilge jade, kısa süre geleceğim
zaten biliyorsun:80::76:

Kitap konusuna dahil olup da kitap tanıtımlarına bu kadar ilgisiz duran arkadaşlarımızı anlayamıyorum doğrusu. Demek istediğim hepsini beğenmeleri veya devamlı teşekkür etmeleri değil, bunu istemem zaten.

Seninle ben her şeyden önce, bu tanıtımları, yazarlara olan saygımızdan yapmaya karar vermiştik en başından...
 
Son düzenleme:
bilge jade, paylaşımların için teşekkürler :112:
benden başka kimse paylaşımlarınla ilgilenmiyor sanırım:26:


üzerime alındım :26:
çünkü bilge jade in paylaşımlarını takip ediyorum, ama beğeni yada yorum yapmıyordum.
bu konuşmayı özür diletmek için yapmadığınızı biliyorum lütfen yanlış anlamayın,
sadece kendi adıma kötü hissettim,
paylaşımlarını çok beğeniyorum sevgili jade kusura bakma :26:
 

Canım, kusur değil de bazı arkadaşlarımızdan, tanıtımlarla ilgili (olumlu - olumsuz fark etmez) hiçbir tepki görmeyince sörle ben, kimsenin aldırmadığını düşünmeye başladık.

Biliyorsundur; önceden kitap tanıtımlarını sör yapıyordu, o zamandan bu zamana değişen hiçbir şey olmadı. Mevzu yeni değil yani.
 

anlıyorum canım haklısınız zaten,
hani açıklamaya çalışsam açıklanacak birşey de değil en azından beğene tıklamak zor değil.
bu konuya dikkat çektiğiniz için teşekkürler,
tanıtımları sessiz bir şekilde de olsa takip ediyordum bitmesini istemem.
 

Yok canım, bitirmeyi düşünmüyoruz.

Anlayışın için teşekkürler...
 
Merhabalar bilge kuzular

Son birkaç sayfayı okuyabildim ancak, görüyorum ki topic iyice ıssızlaşmış, baş bilge Sör ile emektar Jade de haklı olarak ilerlemişler.

Kendi adıma söyleme gereği duydum, son zamanlarda çok yoğunum, okumaya devam ediyorum ama forumda aktif olamıyorum. Ancak birkaç mesaj yazabiliyorum,karşılıklı sohbetlere de hiç katılamaz oldum. Ayrıca boyumdan büyük bir işe kalkıştım(blog açtım),internette geçen zamanımın büyük kısmını buna ayırıyorum, zaten 9 da yatıyorum

İş yoğunluğum azalsın asla gelmemezlik etmem ben:26:

Ayrıca Halide Edip Adıvar hiç okumadım benTakip edeceğim seni Jadecik
 

Sevgili Jade, bence paylaşımlar güzel oluyor... Genelde okumaya çalışıyorum ama Reşat Nuri ilgimi çekmiyor(çok eskiden bu konuda konuşmuştuk topicte). olumsuz yazmak yerine, yazmamayı tercih etmeye başladım kitap konularında. gereksiz karalama olmasın.

diğer paylaşımlarını daha dikkatle takip edeceğim
ben devam etmeni isterim açıkçası...
kitaplar hakkında okuduklarımız ya da duyumlarımız varsa, onları da paylaşmak güzel olur tabii...
 







Reşat Nuri Güntekin Haftası bitti.

Gelecek haftaki yazarımız Halide Edip Adıvar...







Canım ben hepsini okuyorum, okuyabileceğim tarzıma uygun olanları not bile alıyorum..
Teşekkür ederim kendi adıma..
Hepsini okuduğumu, paylaşımlarını takip ettiğimi biliyorsun zaten..




1 hafta içinde muhteşem bir şekilde döneceğim
o zaman bakarız çaresine

kimse beğenmesede paylaşımlarını asla yarım bırakma bilge jade, kısa süre geleceğim
zaten biliyorsun:80::76:



Tatlım gel artık..




Bugün sağlam derecede durgundum..
Dün ne yalan söyleyeyim 50 de miydim, 60 mıydım hatırlamıyorum..
Akşam yemeğine kalmadan bitirdim..
300 sayfa okudum sanırım bugün..
Kafamı dağıttım..
Dost kitap gerçekten..
 
Zaten takip eden ve bundan sonra takip etme niyetinde olan arkadaşlarıma teşekkür eder, diğerlerine hayatta başarılar dilerim.
 
merhaba kızlar bende kitap okumayı çok seviyorumm.ama bu topikle daha önce karşılaşmamıştım.beni de aranıza alır mısınız?bu arada geçmişe pek göz atamadım iyice uykum geldiğinden.haftalık okunacak kitaplar mı belirliyorsunuz yoksa herkes istediğini mi okuyor.Sanırım bu hafta Reşat Nuri haftası?...
 

Kurallar, ilk mesajda yazıyor.

Yazar haftası, sadece yazarın biyografisi ve kitaplarının tanıtımından ibaret.

Yani istediğin kitabı okuyabilirsin.
 
Hareketlendirelim burayı biraz..







***
Seninle ilk tanıştığımızda iyiliğine inanmıyordum, ayrıldığımızda ise kötülüğüne. Şimdi, sanki seninle büyümemiş, onca şeyi yaşamamış, hatta hiç tanışmamış gibiyim.
***
Tam karşımda, öylece duruyordu ya öylece, sanki o kadar acıyı bana yaşatmamış gibi, sanki onca seneyi onunla geçirmemişim gibi bakıyordu bana. Tanımış mıydı? Muhakkak, boru mu beraber büyüdük, dört sene beraber yaşadık, beraber yapmadığımız tek şey unutmak eylemi olmuştu. Karşımdaydı şimdi, yaşlanmış biraz, kilo da almış hem epeyce. Zaten götlü göbekli bir şeydi, iyice salmış. Kaşlarının ortasını hâlâ alıyor ve hâlâ aynı gülümsemeyle, gözleri küçülerek bakıyor. Hep merak ederdim, çok çok çok büyük âşıklar seneler sonra birbirleri hakkında neler düşünürler diye. Ona sarılıp uyurken, ya bir zaman sonra başka birileriyle olursak birbirimizi nasıl hatırlayacağız diye. Meğerse böyleymiş…
AŞTİ’de elimde kocaman bir valizle İzmir otobüsünden inmiş etrafıma salak salak bakınıyorum. Üniversiteye yediğim bir bok yüzünden ek kontenjanla gitmiştim. Ankara’yı sadece başkentimiz olarak biliyorum, hayatımda ilk kez görüyorum. Babama falan atar yapıp her şeyi kendim halledeceğime inanıyorum ama AŞTİ dc öylece etrafa bakınıp duruyorum. Yan tarafımda bir çift var, kızın ağlamaktan gözleri patlamış neredeyse. Oğlanında bir eli cebinde, diğeri kızın belinde, bir yanağından öpüyor bir alnından. Onları gördükçe yalnızlığım daha da batıyor, “lan en azından babam gelseydi benimle, üniversite nerede onu bile bilmiyorum” diye kendime acıyorum resmen. Birilerine sormak lazım şimdi diye etrafıma bakıyorum ama paranoyaklığım hat safhada. O benim böbreklerimi çalar, o teyze ne bilir fakülteyi, adamın gözü göz değil, anam valla herifin mesleği pezevenklik diye diye öğrenciye benzer sadece o çift var. Kız ağlamasını kesse gidip onlara en azından oradan nasıl çıkacağımı soracağım ama kızı kesiyorlar sanki, susmak bilemedi. Alt tarafı sevgilinden ayrılacaksın bacım ya, ne bu trajedi, benim beynim şişti deyip araya mı girsem diyorum ama bu da pek kıskanç olacak. Kız hafif susar gibi oldu; hah, valizimi sürükleyerek geldim yanlarına kız bir daha başladı.
Hemen diplerinde kereste gibi kaldım ben, geri geri çekilsem olmayacak, dürtsem ayıp olacak öksüreyim bari dedim. Bir iki öhöm’lemeden snra çocuk baktı bana. Ayy Allah belanı vermesin senin, onca gürültü ağlama bu şaşı, göbekli, üç çocuk yemiş sıçamamış adam için miydi yani. Kız da bildiğin güzel, istese bunun gibi elli tane bulur. Neyse dedim, bana düşmez insanların özel hayatı. “İletişim fakültesi AŞTİ’ye yakın dediler, ben nasıl gidebilirim?” diye sordum. Adam dünyanın en soğuk tavrıyla bana doğru döndü, “Az bekle, ben de oradayım götürürüm seni” dedi.
Yalnız bunu öyle bir söyledi ki, sike sike beklemek zorundaymışım gibi. “Tamam” dedim, 25 dakika boyunca, kızın otobüsü kalkana kadar yanlarında hiç sesimi çıkarmadan ezik ezik bekledim. Allah’a şükür sonunda kız bindi gitti, bir ara hiç girmeyecek bir sonraki otobüse alacak biletini sandım da ödüm patladı. Çocuk döndü, gerçek bir su katılmamış öküz gibi “Hadi gidelim” dedi. O önde ben arkada, elimde kocaman valizle pıtı pıtı gittim. AŞTİ’den çıktık, bu durdu, eliyle sağ tarafı göstererek, “Şu taraftan git, dön, okulu göreceksin” dedi.
Allah’ım, o gösterdiği işaretparmağını burkup, hata kırıp kulaklarından sokup kıçından çıkarıp var olabilen bütün deliklerine, buna göbek deliği de dahil olmak üzere sokmak istedim. Be beynini çift katlı otobüsle ezdiğimin adamı, madem tek yapacağın şey bana elinle göstermekti de beni ne yarım saat oynaşmanızı izlemem için beklettin? Kalbim sıkışıyor, aha valla kalbim daralıyor, sinirden alnım atıyor yahu benim.
“Bunun için mi bekledim saatlerdir?” dedim ama söyleyeceği her şeyin cevabı valizi kafasında parçalamak olacak. Çattı o birleşik kaşlarını, burnunu çekti, “Ne için bekledim bilemem, okul orada işte’’ dedi ve gitti. Bildiğin arkasını döndü ve gitti. Yani düşman olsa düşmana bu kadarını yapamazdı yemin ederim. Ona küfrede küfrede okula doğru gittim. İlk üniversite günüm böylece başlamış oldu.
Lisedeyken üniversite bana çok mistik bir ortam gibi geliyordu. Düşünsene babandan izin almadan istediğin her şeyi yapabileceğin bir yere gidiyorsun, bu bile hayal gücümü zorluyordu açıkçası. Hep böyle müzikal gibi sanıyordum ilk sınıfa girdiğim ânı. Tam ben böyle giriyorum, arka sıralarda sigara içen deri ceketli çocuklar parmak şıklatıyor. Ön tarafta manken gibi kızlar bacaklarını okşayarak şarkılar söylüyor, sıraların üzerinde millet takla atıyor falan. Heyecandan ölmek üzereyim, üniversiteli oluyorum ve bütün sınıf arkadaşlarımı merak ediyorum. Erkeklerin hepsi acayip yakışıklı olmalı, iletişim yani adı üzerinde çirkin adam almamaları lazım diye sınıfın kapısını bir açtım. Arka fonda Yedi Karanfil’den Ay Yüzlüm’ün fon müziği çalıyor ve bende bir yıkılma anı.
Lan burası aynen bizim Sosyal 11-B. Hiçbir farkları yok milletin, erkeklerin hepsi çirkin, herkes sırasında kös kös oturuyor. “Hobaaa gençlik ne yapıyorsunuz, anne baba yok, kalkın çılgın atın biraz, içiniz mi çürüdü?” demek istiyordum ama onun yerine kısık sesimle “Ben şeyle, ek kontenjanla geldim de nereye geçeyim ki” diye birine sordum. O da bana arka taraflarda bir yer gösterdi. Gidip oturup dersin başlamasını bekledim.
Hoca girdi sınıfa, bir şeyler anlatmaya başladı, benimse aklımdan geçen tek şey, lisede kızın birinin anlattığı bir olay. “Üniversitede var ya, çişin gelince öğretmenden izin almıyormuşsun. Kalkıp canın istediği zaman kapıyı çekip çıkıyormuşsun.” Sürekli olarak bu geliyor aklıma, biri çıksa doğru mu değil mi onaylasam diye tetikte bekliyorum. Ben tam acaba kim çıkacak derken, biri açtı kapıyı. Hızlıca kimsenin suratına bakmadan hemen benim yan tarafıma gelen orta sırada bir yere oturdu. Bana okulu gösteren çocuktan başkası değildi bu. Zaten böyle bir öküzlük de bir tek ondan beklenirdi. Arkasından hoca da bakakaldı bir süre. Tedirgin eden bir sessizlik oldu, o an çiş olayının yalan olduğunu anladım. Hoca masaya kalemini vurarak, “Özür dilemeyecek misin?” dedi, bizimki sıkılgan bir tavırla yanağını kaşıyarak “sebep?” diye sordu. Kadıncağız bir atarlandı, ders başladı falan filan diye anlatmaya başladı ki, çocuk “Rahatsız mı oldu hocam, alt tarafı girdik içeri. Bana laf anlatacağın sürede buradaki bebelere Cine5 dekoderi nasıl çözülür onu bile anlatırdın” dedi. Ben bir kahkaha attım, zannettim ki herkes gülecek yani, öğrenci komik bir şey söyledi neticede. Ama kahkahamın bütün sınıfın duvarlarında yansımasını görünce anladım, gülen sadece bendim, çocuk bile kendi esprisine gülmemiş hatta bana geri zekâlıymışım gibi bakıyordu. Öğretmen ise çocuktan alamadığı siniri benden çıkarmak istercesine, “Ben seni ilk kez görüyorum adın ne senin?” dedi. Ahanda geldik çişin son damlasına, ayağa kalktım ama heyecandan adımı unuttum. Adım neydi ya benim diye beynimin içinde bir sürü cümle dönüyor, ayaktayım bütün sınıf bana bakıyor, hoca kaşlarını iyice çatmış benden bir ses bekliyor.
“PuCCa ben ya, şeyle geldim buraya.”
“Neyle geldin, birinizin arkadaşı falan mı? Size sınıfa başka bölümden eşinizi dostunuzu sokmayacaksınız demedim mi ben?”
“Yook kimsenin şeyi değilim ben.”
“Nesin peki?”
“Ek kontenjanla başladım da.”
“Ee sizinkiler 2 hafta önce geldiler.”
“Ben tatildeydim dönemedim, şimdi döndüm ondan böyle geç oldu.”
Kadın tabii sinirlendi ama çocuktan yana göt oluşunun acısını da benden çıkarması kendince iyi oldu. Ama peki ya bence? Üniversitede ilk günüm ve bütün sınıf arkadaşlarım beni geri zekâlı zannediyor. Bana toplum içinde bir anda soru yöneltilince beynimi tamamen kaybediyorum çünkü. O an beynim çalışmıyor, kıçımdan falan konuşuyorum, kelimeler ağzımdan çıkmıyor, çıkanların da zaten mantıksal hiçbir yanı olmuyor. Oturdum yerime ama gözlerim dolu dolu…
Babamı istiyorum ben, sen gelme ben her şeyi hallederim diyen kafamı sikeyim. Daha yurdu bile halletmedim. Akşam nerede yatacağımı bilmiyorum, az önce en büyük rezilliği yaşadım, artık bence yaşamamın bile anlamı yok. Pencereyi açıp kendimi atsam herkes “yapılacak en iyi şeyi yaptı kızcağız” der eminim. Tam alt dudağım titremeye, gözlerimdeki doluluklar yaş olup akmaya başlayacaktı ki ön tarafımdaki kız arkasını döndü, ağzını kocaman aça aça, “Hoş geldin. Hocayı sallama karı menopozdan beynini yakmış, nerelisin, nerede kalıyorsun, ilk girişinde mi kazandın sınavı, hangi liseydi, a İzmirli misin hadi bana İzmir’i anlat” diye bir başladı soru bombardımanına. Ders sonunda kızla eve çıkmaya karar verdik. Bu sayede de gece nerede yatacağım belli oldu, kız beni misafir öğrenci olarak yurda sokacaktı, merak ettiğim her şeyi ona sorabilecektim. Az önce babacığım diye ağlamaklı kurduğum cümleleri bir anda unutuverdim. Her şey harika olacaktı…
Özgürlük çanları benim için çalıyor
Emlakçıya para vermeyelim diye kendimiz ev aramaya çıktık ama ne çıkış, günün sonunda okulun karşısındaki bankta elimdeki gevreği yiye yiye ağlıyordum. Eve çıkmaya karar verdiğim kız ise benden daha mızmız çıktı. Onu teselli etmekten arada sırada kendimi avutmayı unuttum. Dur ya ona bir rumuz bulayım ben. Sarı olsun; ilk bakışta kendini belli eden özelliği bu. Sarışın ama böyle o fallik sarışınlardan durmuyor, doğuştan sarışın olduğu için daha çok “göçmen sarışını” gibi duruyor. Kıvırcık saçlı, çok çok zayıf bir kız. Garip bir güzelliği var, gülerken eliyle hep ağzını kapatıyor, ağlarken de suratını. Herkes hakkında söyleyecek mutlaka bir hakareti var. Yanımıza bir kız geliyor mesela, kızın suratına ne iltifatlar yağdırıyor, arkasını döndüğü an “Bu da tam bir geri zekâlı hiç tahammül edemiyorum. Ya da O orospu, şu beyinsiz, az öncekini gördün mü götü resmen ensesine kadar çıkmış, ayı ya nasıl yiyor baksana az yese belki zayıflar, hocanın bacaklara baksana bunu kim sikiyor acaba?” Hep ama hep bu şekilde, acaba arkamdan ne diyor diye düşünüyorum ama bir taraftan da bulduğu kulplarla eğleniyorum.
Nereye gitsek “öğrenciye ev vermiyoruz” diye bizi geri yolladılar. Evleri de gör, lan öğrenci ne yapsın Senin evini, kediye köpeğe versen içinde barınmaz diyebileceğim türden evler Hepsi de bize aynı hikayeyi anlatıyor: “Duvarlardan birini yıkmışlar yan evle birleştirmişler.” Beş tane ev sahibinden bu efsaneyi dinleyince hiç inandırıcılığı da kalmadı. Bir de iki kız başına tutulunca orospu muamelesi çekenler yok mu elim ayağım titredi. Gittik eve bakıyoruz, minnacık kutu gibi bir şey, “İkiniz mi yaşayacaksınız?” diye şöyle bıyık altından sordu, öğrenciyiz dedik. “Öğrenciyiz diyorlar pavyonda çalışan çıkıyor abla” dedi, o an gerçekten kapıyı söküp adamın ağzına monte edecektim. Tabii bir de geç kalmışız o ayrı mevzu, bütün öğrenciler kiralık evlere dolmuş, tek tük kalanlar var onlar da bizi beğenemedi bir türlü.
Biz böyle tam vazgeçmiştik yurtta yaşamaya devam diyorduk ki karşıdan o çocuğun geldiğini gördüm. Hiçbir yere bakmadan kafasını koç gibi öne koyup hızlı hızlı yürüyordu, yanımdaki kız, Sarı bağırdı ona: “Hey Ankaralı, bize bir yardım eder misin ya, sen buralısın. Ev arıyoruz.” Döndü bize doğru, dedim bu geri zekâlı yardım etmekten anlamıyor, elimize tapu verir gider. Kız beni dinlemedi tabii, çocuğu yanımıza kadar getirtti. Çocuk dünyanın en mühim şeyini dinliyormuş gibi yaptı, hiç sesini çıkarmadan Sarı’nın anlattığı ev ararken başımıza gelen şeyleri dinledi, dinledi, dinledi. Sonra kafasını kaldırdı, “Hayri abi var bizim, emlakçıdır. Ben sizi ona götüreyim, komisyon almaz, merak etmeyin” dedi. O önde biz arkada başladık yürümeye.
Otobüs duraklarının oraya geldik, otobüse bineceğiz ama okul çevresinde ev istiyoruz, çocuğa birinin bunu söylemesi gerekli. Garip bir şekilde bununla muhatap olmaktan ben korkuyorum. Çok yakınız, kıza da sen söyle binmeyelim otobüse diyemiyorum duyacak çünkü. Ben böyle iç sesimle debelenirken bu bir anda bir döndü bana, “Merak etme, adamın ofisi uzakta ama buradan ev bulur size” dedi. Lan düşüncemi mi okudu acaba diye bir korktum. Sonra bakalım bunu da okuyabilecek misin, dedim. “Sen ayının tekisin, öküzün birisin, camışsın, gerçek bir gergedansın, hatta senin pipin mi yok, pipin yok işte pipisiz pipisiz ohohohoh çüksüz” diye içimden geçiriyordum ki bu bir anda bir döndü, bana bir baktı, ardında da elini fermuarına koydu. Kalbim duruyordu o an, adam gerçekten düşüncelerimi okuyor hacı! Hassiktir, ayı deme PuCCa, adama ayı deme, sikini taşağını işin içine katma, düşünmeyi kes, yapma yapma sik düşünme, diye kendimle savaşırken bir taraftan da doğru düşünmeye çalışıyordum ki otobüs geldi.
Otobüse binince tabii daha mantıklı düşünebildim, çocuk düşüncemi okumuyordu, pipisiyle ilgili şeyleri düşünürken otomatik olarak oraya bakınca fermuarını açık sandı ne yapsın. Otobüste biletlerimizin parasını o ödedi. Ankara’da ilk kez otobüse binmiştim, o yüzden bir taraftan da nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yan yana oturduk, bana bir öğrenci bileti verdi, “Al sakla bunu, okul bittikten sonra hatıran olur, ilk biletimdi dersin” dedi. (O bilet hala cüzdanımın bir köşesinde duruyor.) Emlakçıya gittik, evi bize gösterdi, beğendik ve hemen tuttuk. Yalnız şöyle bir sorunumuz vardı, ev eşyamız hiç yoktu ve biz bu konuyu düşünememiştik. Bakalım kahramanlarımızın başına neler gelecekti bomboş evde…
Sana göz koydum, gözün yiyorsa kaç bakalım
O kadar çok gençlik komedisi filmi izlemiştim ki üniversitede neler yapacağımı biliyorum sanıyordum. İzlediğim filmlerde öğrenciler gruplara ayrılıyordu mesela; havalılar, çok havalılar, ezikler, çalışkanlar, motosikletliler, bilgisayar kurtları, ponpon kızlar ve Amerikan futbol takımı oyuncuları…
Kantinde oturuyorum ve etrafıma bakıyorum, gerçek hayattaki gruplaşmayı çözmeye çalışıyorum ama maalesef filmlerle alakası yok. Ülkücüler, ulusalcılar, saçlarının önünü kabartmış kızlar ve her gün fön çektirenler. Hangi grubu seçsem bir diğeri elimde kalacak o derece. Hey gidi hey, ne hayaller kuruyordum oysa, ponpon kız olacaktım, kantinde minnacık eteğimle dolanacaktım. Bir de şu anki halime bak, kantinin ısıtma sistemleri bozulmuş, montumla en köşedeki sandalyede oturup eve alınacak eşyaların ne kadar tutacağını hesaplıyorum. Ev arkadaşı olarak seçtiğim kızınsa içerisine devrim ruhu girmiş adeta. Daha dün Burger King’de yemek yediğim hatun şimdi bana emperyalizmin ruhumuza açtığı derin yaralardan bahsediyor. Okulda örgütlenmeden, broşür yapmaktan Deniz Gezmiş dövmesini nereye yaptıracağına karar verememesinin telaşı içerisinde bana bir şeyler anlatıyor. Allah’tan okullar artık 80 dönemindeki gibi değil; bir yan masamızda da ülkücü çocuklar küpeli erkeklerin listesini hazırlıyor çünkü.
Babamın okula beni yollarken bir tek uyarısı vardı: “Aman diyeyim, siyasete bulaşma. Zamanında hepimiz bulaştık, çoğumuz okulundan, şanssız olanlar ise hayatından oldu. Yeşil parkaya gönül verenlerin bir kısmı reklamcı. Tek bir dil, tek din diyenlerin çoğu ise yabancı memleketlerde onların diliyle derdini anlatıyor şu an” demişti. Liseden olayların artık babamların devrindeki gibi olmadığını az çok biliyordum, yani biz öyle tembel bir nesildik ki açıkçası en büyük korkumuz devamsızlıktan kalmaktı. Üniversitede işler böyle yürüyordu birkaç alternatif dışında, bunlardan biri benim ev arkadaşımdı, diğerleri ise yan masadakiler.
Koltuk yerine evi minderle döşesek ne kadar tasarruf ederiz diye hesap yaparken, Ankaralı çocuk bir hışımla kantine girdi. Ayaklarına kadar uzanan simsiyah montu ile Kenan İmirzalıoğlu’nun içerisine bisiklet pompasıyla hava basmışlar gibi duruyordu. Yan masaya geldi, hemen biri sandalyesini çekip ona verdi, oturdu öyle kös kös susup milleti izlemeye başladı. Bu hareketinden anladık ki onun tarafı küpe koparanlardandı. Gerçi bunu anlamak zor olmasa gerek, tavırları ilk günden beri bunu kabak gibi belli ediyordu. Ben böyle onu
 





Nazan Bekiroğlu’ndan
Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul hattında geçen muhteşem bir roman. Balkan Savaşı yıllarında başlayıp I. Dünya Savaşı’na uzanan bir öykü… Trabzon’da ve Tebriz’de doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce deli akan sonra durgunlaşan iki ırmak… Aslında çok ırmak… Tebriz’in meşhur halı tüccarının deli fişek oğlu Settarhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra…

İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhacirlik, tehcir, mücadele, kader… Farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu’nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu. Nar Ağacı bir Doğu masalı kadar zengin, hayal kadar güzel, hayat kadar gerçek bir hikâye… İncelikle işlenmiş karakterleri, zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle yıllarca unutulmayacak bir kitap…
***
YOL ARKADAŞIM
Elimdeki zarfın arka yüzündeki adrese baktım. Otuz yıl önce postaya verildiği yerin harflerini okudum teker teker:
Te-ha-te; Taht.
Sin-lâm-ye-mim-elif-nûn; Süleyman.
Bir tire koydum araya, Farsça tamlamayı kurdum: Taht-ı Süleyman.
Taht-ı Süleyman’dan gelmişti bu mektup. Demek ki şimdi bana ne çok yolculuk var ve yolun sonunda daima Taht-ı Süleyman var. Peki ama ben ne kadar çok yoldan geçerek varacağım Taht-ı Süleyman’a? Üstelik otuz yıl geçmiş aradan, aradığım hâlâ yerinde duruyor mudur? “Geleceğim” demedim. Bekliyor mudur?
Çalışma masamın başında, üzerinde donuk bir Şubat ışığı oynaşan sararmış zarfı otuz yıl üzerine bir kez daha açtım, otuz yıl önce arkasına ancak bir kez düşebildiğim ve çabuk yorulduğum şeyi bu kez bulmaya kararlıyım. Yasemen “Buluruz” demedi mi? Ne ben otuz yıl önceki benim ne de İran o eski İran. Değişmeyen tek makam: Taht-ı Süleyman.
Enine doğru ikiye katlanmış çizgisiz kâğıdın başına mavi tükenmez kalemle kondurulmuş hitap yerli yerinde: “Azizim”. Yazılmış olanlar da satır satır, dizi dizi duruyor. Bir de yazı, o hiç değişmiyor. Fakat bu mektup asıl merakımın ne olduğunu anlamıyor, bana ondan haber vermiyor. Hal hatır. Sonrası iyilik sağlık. Eski insanların bütün mektupları gibi, bolca selâm, bolca isim.
Oysa ben şimdi olduğu gibi otuz yıl önce de dedemi, daha doğrusu on iki yaşımda iken kaybettiğim ve ancak bir parça tanıyabildiğim dedemi değil onun asıl hikâyesini, yani gençliğini merak etmişim. Fakat zamanı varmış her şeyin, otuz yıl beklemişim. Şimdi elim ancak varınca, gitmeye karar vermişim.
Zaman geldi. Fakat huzursuzum ben. Hayal meyal hatırladığım dedemin hikâyesi mi benim huzurumu kaçıran? Zamanında daha fazla anlattırmak, daha fazla dinlemek, daha fazla bilmek ve öğrenmek mümkünken, hikâyenin kahramanı henüz sağken ve bana bu kadar yakınken nasıl bu kadar gafil olabilmişim? On iki yaş! Çocukluğun taşıyamadığı merak yegâne müdafaam benim. Gafletin bir kefareti olsa katbekat ödeyebilirim. Ama yok. “Yitik zamanın peşinde”yim.
Ne olmuştu da Tebrizli tacir yerini yurdunu terk etmiş, evinden ocağından, anasından atasından kopmuştu? Ailenin haylaz çocuğu muydu, istenmeyen kişi mi olmuştu? Affedilmeyecek bir hata mı işlemişti ki ikinci vatanında kurduğu yuvaya, tüttürdüğü ocağa rağmen unutamadığı anavatanına mektuplar yazıp dursa da gelmezdi bu mektupların cevabı. Kovulduğu cennetin kapıları bir türlü açılmaz, kimseler ona cevap yazmazdı; tek mektup müstesna. Trabzon’a yerleştiği daha ilk yıllarda aldığı bu mektupta ona “Geri dön” denmişti. “Köprülerin altından çok sular aktı, geri dön.” Dönmemişti o. Bu çağrıya icabet etmemiş, Zehra’sının, Sehend Dağı’nın gölgesinde, o bambaşka coğrafyada, bambaşka alışkanlıkların, bambaşka insanların arasında yaşayamayacağını düşünmüştü en fazla. Ne geri dönebilmişti ne de hiçbir şey olmamış gibi yapabilmişti. Bir haber, bir rabıta, bir gönül bağıydı bütün istediği. Bir mektup, aralarında gidip gelsindi. “Ben buradayım, siz de oradasınız değil mi? Ben sizi biliyorum, sizin de beni bildiğinizi bileyim. Söz ile söyleyin, ikrar edin. Beni cennetinize tekrar kabul edin.”
Ama hayır! Kesin bir sükûtla bölünmüştü o tek mektubun kurduğu köprü. Bu nasıl bir kovulmaydı ki ölümüne değin Taht-ı Süleyman’a yılda birkaç mektup yazdığı halde bir daha cevap alamamıştı. Artık gözlerinin feri söndüğünde, daha da hazini hafızası kelimelerine ihanet edip Farsça sözcükler dilinden yapraklar gibi ağır ağır düştüğünde, yerine yenileri koyulamayan eksik kelimeler meramına artık yetmeyince oysa meram giderek daha da çoğalınca Menije görünmeye başlamıştı evimizde. Trabzon’daki İran konsolosunun bulduğu, üniversitede okuyan Fars bir öğrenciydi Menije. Urumiyeliydi ve şayet çocukluğumdan kalan hatıra beni yanıltmıyorsa kocaman, aydınlık, pırıl pırıl bir gülüşü vardı ve galiba en güzel yeri ceylanlar gibi bakan koyu karanlık gözleriydi.
Mektuplar döşenirdi Menije’nin inci harflerinden. “Yaz kurban” derdi dedem. “Ben sizleri, vatanımı, atamı, anamı, biraderimi, ablalarımı, Tebriz’i, Taht-ı Süleyman’ı, Sehend Dağı’nı çok özlemişim. Burada rahatım huzurum, ikbalim servetim yerli yerinde. Artık yaşlandım. Sularım duruldu. Kanım sakin akıyor. Ama vatanım aklımdan çıkmıyor.”
“Oku aziz can” demişti bir keresinde.
“Tamam, Settarhan Amca” demişti Menije. Mektubun önce Farsçasını, yetmemişti sonra Türkçesini okumuştu. Derkenarlarla, satır aralarıyla, yazılanlardan çok yazılmayanlarıyla uzayıp giden mektup benzerleri gibi dedem tarafından öpülüp zarfa konmuştu. Dimdik, hâlâ çakı gibi bir adamdı benim dedem. Ama bütün bunlar çocuk gözlerimin önünde olup biterken, Allah’ım, ben ne kadar gafildim.
Taht-ı Süleyman taifesi Nuh diyor peygamber demiyor olmalıydı ki bir cevap olsun gelmiyordu. Büyük ceza. Yıllar yılları kovaladı. Böyle sürdü gitti, beklenen mektup gelmedi. Ama sonra bir gün, en olmaması gereken gün, beklenen cevap geldi, dedemin ölümünden iki gün sonra. Hakikaten “roman gibi”. Teyzem gözyaşları içinde çantasından bir zarf çıkardı. Menije çağrıldı. Bolca selâm, hal hatırdan ibaret bir mektuptu bu da, o kadar. Ve ki gidenler gidince geride kalanların paylaşacak bir şeyi kalmamış olmalı ki yazışmanın devamı gelmemişti. Gel zaman git zaman, fakültedeyken Fars bir arkadaşa bir mektup yazdırmıştım ben de, tam otuz yıl önce. Bir de cevap almıştım, işte şu elimde tuttuğum zarfın içinde. Ama yıl 1979’du. İran tümüyle kendi içine kapanırken Taht-ı Süleyman-Trabzon hattındaki yazışma bir kez daha kesilmiş, ben de şu adresi nice cevapsız mektuplar serüvenine ekleyerek belleğime yerleştirmiş, zamanına değin rafa kaldırmıştım.
Taht-ı Süleyman’dan her nasılsa gökten düşen elma gibi Trabzon’a düşüvermiş dedemin hikâyesi sade çizgileriyle belliydi aslında. O, Tebriz, Batum, Tiflis, Bakü hattında halı ticareti yapan bir tacir. Batum’da bulunduğu sırada Bolşevik İhtilâli patlak verip sınırlar kapatılınca bir daha Tebriz’e dönememiş, Trabzonlu bir motorcunun yardımıyla onun şehrine kaçmış, İstanbul’a geçmek niyetiyle Trabzon’a şöyle bir uğradığını sanmış ama büyükannemle evlenince burada kalmış. Büyükannemin de hikâyesi belli, o da 1916’da Rus işgaline uğrayan Trabzon’un İstanbul’a kadar gidip dönen muhacirlerinden biri.
İki ırmak onlar. İkisinin de birleşip büyük bir ırmağa dönüşmeden önce ayrı ayrı akıp geldikleri kumullu yataklar, mecralar, kimyalar var. Benim var olmam için birbirine doğru akmış bu iki ırmağın birleştiği yerde milyonlarca ihtimal arasında mümkünlerden bir mümkünüm sadece ben. Öyleyse mümkünümün yola çıkış anını, ırmaklarımın kaynağını bulmam gerek. Dedemin bile başaramadığı şeyi başarmak yani; geri dönmek. Başlangıç noktasına ittiba etmek. Gitmek.
Merak, zamanı gelmiş bir katmer gibi açılıyor içimde. Haydi, öyleyse zaman geldi. Bir tacir ve bir muhacirin mümkün kıldığı varlığıma şimdi seyyahlık yaraşır. Yol zamanı.
Ama benim de yolum yolculuğum var; demem o ki bu karara varmam, bu cesareti toplamam kolay olmadı. Her şey Bakü’den aldığım bir sempozyum davetini, biraz da tacirin bir zamanlar yolunun geçtiği şehri görmek arzusuyla kabul ederek üç ay önce Bakü’ye gitmemle başladı. Önce onu anlatmalıyım. Çünkü Doğu’nun kapıları bana ancak o zaman açıldı ve yol arkadaşımı da orada buldum.
Üç ay önce, Kasım başı. Bir sempozyum vesilesi ile Bakü’ye gidiyorum. Bakü’ye Trabzon’dan uçak var fakat pervaneli bir uçak bu, İstanbul’dan jet ile bir buçuk saatte alınacak mesafeyi o buradan üç saatte alacak. Olsun. Buradan İstanbul’a geçip İstanbul üzerinden Bakü’ye gitsem hem aynı zamanı harcayacağım hem de böylesi bir rota bana abes gelecek. Üstelik bu pervaneli uçak öyle 10.000 “feet” yükseklikte filân değil, gayet insanî irtifalarda yol alacak. Bu harikulâde. Çünkü böylece yeryüzüne tanınır bir yükseklikten bakabileceğim, şehirleri, dağları, ırmakları seçebileceğim.
Gerçekten de öyle oluyor. Azerbaycan Hava Yolları’na ait bir uçakta abartılı makyajlarıyla Rus hosteslerin ikram ettiği kahveyi yudumlarken başımı cama dayamış dışarıyı seyrediyorum. Hiçbir şey bir noktaya dönüşmüyor, her şey yerli yerinde, sadece ben biraz uzaktan bakıyorum. Güneşli, berrak bir gün. Karadeniz kıyılarını ayan beyan izlemek mümkün. Çoruh nehrini ve Batum’u tanıyorum. Sınırı aşmışız. Kuş uçuşu gitmek oradan geçmemizi gerektirse de Ermenistan gökleri bize kapalı olduğu için Gürcistan üzerinden uçuyoruz.
Şunlar, bu ihtişam ve bu güzellikle başka türlüsü mümkün değil, Kafkas Dağları. Bir kelepçe gibi uzanıyor ve yumuşak bulutların, altın ışıkların, koyu mavi gölgelerin arasında yüzen karlı zirveleriyle, bitmeyen masallarını anlatıyorlar. Hazar ve Karadeniz arasında uzanan Kafkasya’ya Arap coğrafyacılar “Halklar Dağı” derlerdi. Her vadisinde neredeyse bir halkın yaşadığı dünyanın bu en kalabalık, en renkli ve en problemli bölgesini bu mesafeden bir minyatür çerçevesine sığdırılmış görmek, üzerimde derin bir duygu, sarsıcı bir etki uyandırıyor. Çünkü bu yükseklikten bakınca orada yaşanmışların hükmü kalmıyor. O yangınlar bu dağlarda bu taşlarda mı tutuştu? Korku bu dağları mı bekledi? Bu dağların gördüğünü mü kimseler görmedi? O ağır yük bu dağların mı omuzlarına bindi? Bu dağlar da mı tanık tutulduklarına tahammül etti? Bu dağlar da mı mahşerde konuşacak sıradağlardandır, o vakte kadar insanlar yalan yanlış konuşacak mıdır?
Kafkas Dağları çok azametli, bitmiyor. Her sıra dağın arkasından bir yenisi çıkıyor. Bir zirveyi başka bir zirve takip ediyor. Ama işte sonunda onu da aşıyoruz. Onun böylesine kavranması, bütünüyle algılanması içimi eziyor. Fakat şüphe yok. Eteklerine insem dağ yine dağ olacak, küçülen ben olacağım. Sonunda yolculuk bitiyor. Bakü’ye iniyoruz. Doğu’ya ilk kez bu kadar yakınım.
İlk gün sempozyum telâşesi ile geçti. Burada tanıştığım bir genç kız var. Adı Yasemen. Müzik tarihi doktorası yapıyor. Sempozyum boyunca misafirperverliğini esirgemediği gibi dün de bana şehri gezdirdi. Nasıl bir yol arkadaşı olacağını henüz ne o biliyor ne de ben. Ama Yasemen bu şehrin, dahası Doğu’nun ruhu ve ona baktıkça anlıyorum ki Doğu ancak doğudadır. Orada her ayna seni gösterir. Giyimler, şiveler, davranışlar, sosyal konumlar, çiçekler, ağaçlar değişse de bütünüyle doğuda başlangıçtan beri kesintisiz gelen, değişmeyen bir şey var. Doğu bütün ırmakların ortak ana kaynağıdır. Gülün yurdu doğudadır.
Dün Bakü’yü Yasemen’in hazırladığı güzergâh üzerinde çoğunlukla yürüyerek dolaştık. Yorgun günün sonunda Tarkovi’ye geldiğimizde iri ve sağlam gövdeleriyle yükselen asırlık ağaçlar koyu ve derin gölgeler arasında parıldıyor ve hafif bir rüzgâr esince birkaç yaprak ağır ağır düşüyordu. Cadde ışıl ışıldı ve eski Rus konaklarından, neft milyonerlerinin saraylarından süzülen ışık yollara dökülüyordu. Kasım akşamı erken iniyor. Her şey eski zaman olurken birden hafif bir melodi işittik. Az ötede, akordeonunu göğsüne yaslayarak parkın alçak duvarı üzerine oturmuş bir sokak çalgıcısı. Yaşlı fakat dinç bir adam. Hali tavrı zarif; temiz, ince ifadeli, feleğin gadrine uğramış gurbet bakışlı. Sırtında çok eski, el örgüsü, dik yakalı bir kazak var. Eski bir pantolon, yıpranmış ayakkabılar. Elleri ince uzun. Başında geri yatırılmış yırtık bir yün bere. Gözleri buz mavisi. Yerde akordeonun kutusu açık. Gelen geçen içine birkaç kuruş atıyor.
Yasemen “Bu Rus’tur” diye işaret etti. “Her zaman buradadır ve çok güzel çalar.”
Yetmiş yaşlarında olsa, demek yaşadığı yerde bunca yabancı duran bu adam, Sovyetlerin dağılmasından sonra gitmeyenlerden biri. Yanık, çok yakıcı, çok içli bir ezgiye başlıyor. Bir hançer kalbimin içini oyup dururken gurbet duygusu yakama yapışıyor. Büyülenmiş gibi ilerliyorum. Ben sözünü tutmayan köyün çocuklarından biri değilim, o da fareli köyün kavalcısı değil ama böyle bir müziğin etkisinden kurtulmak imkânsız. Benim “ha demeden hayran olan” bir gönlüm var, o ise aynı şeyi anlayan iki kişiden birinin tebessümüyle bakıyor yüzüme. Bir selâm gülümseyişi bu. Az öteye, duvarın üzerine usulca ilişiyorum. Yasemen gülümsüyor. Yapraklar ağır ağır düşmeye, sarı ışıklar konakların pencerelerinden süzülmeye devam ediyor. Ezginin ayrılıklardan bahsettiğini tahmin etmek zor değil. Bu kadar hazin bir parça ancak hasretten söz edebilir ve bu kadar içli okumak için hasreti bilmiş olmak gerekir. Gözlerim yaşarıyor. Parça bittiğinde sessizce, utanarak kutuya birkaç kuruş bırakıyorum. Bu müziğin karşılığı bu olmamalı. Değil ki o da susmuyor. Ödediğim bedelin çok daha fazlasını ikram ediyor bana. Sokak çalgıcısı ile bağışçısı değil, müzisyenle dinleyicisiyiz sadece.
“Gidelim” diyorum Yasemen’e. “Hiç kimsenin yurdu yok burada.”
Yasemen kibarca ekliyor, daha doğrusu düzeltiyor:
“Yurtlarından ayrı kalmamak için milletlerinden ayrılmışlar.”
Başımı kaldırıp Yasemen’e dikkatle bakıyorum. Umduğumdan çok fazlası.
Bakü’de üçüncü sabahım. Aşağı iniyorum. Yasemen beni bekliyor. Sırtında gri bir manto var, saçları kumral ve omuzlarına dökülüyor. Onu her görüşümde daha fazla sevindiğimi hissediyorum.
“Önce Ateşgâh’a gideceğiz hocam” diyor. “Yani Ateşbehram’a. Sonra da İçerişeher’e.” Benimle İstanbul Türkçesi ile konuşsa da özel isimleri kendi ağzında telâffuz ediyor genellikle. Yüzünde, şaheserini sona bırakmış ve yaratacağı etkinin şimdiden farkında olanlara özgü tatlı bir ifade, yanakları pembeleşmiş.
“Tamam” diyorum. “Kılavuz sensin.”
Ateşgâh, Zerdüştîlerin ibadet mekânları. Şimdiye kadar bir ateşgâh görmedim, bundan sonra göreceğimi de zannetmiyorum. Ama ilginç bir ziyaret olacağı kesin. Bir taksi tutuyoruz, Surahanı semtine doğru yola koyuluyoruz.
Kıpkızıl akan lâvları uzaktan göstererek beni bir yanardağın kıyısından geçiriyor Yasemen. Bu ülke, evet, bir ateş ülkesi, yerden bile ateş fışkırıyor fakat hiçbir şey aniden karşıma çıkan sekiz kapılı, kerpiç dokulu bu ateşgâh kadar cayır cayır yakamaz insanı ve kendisi de öyle yanamaz. Burası avlunun etrafında sıralanmış hücreleriyle bir kervansaraya benziyor ve ortadaki sunakta göstermelik de olsa “ebedî ateş” hâlâ heybetle yanıyor. Sersemliyorum.
“Ateşdan” diye fısıldıyor Yasemen.
Tümüyle sağlam kalmış bu Zerdüştî ateşgâhının ortasında yanan ateş kendine çekiyor beni. Yaklaşıyorum, yarı çömeliyorum. Nâr-ı cehennem. Nâr-ı İbrahim. Alev dillerinde ateşin bir ağaca dönüşerek gökyüzüne doğru dal budak saldığını görüyorum. Ateş, dokunanı kendisine benzetiyor, ona yaklaşanın eskisi gibi kalması mümkün değil. Alevler saçlarımı tutuşturacak neredeyse, kızıl dillerin hararetinden yanaklarım yanıyor. Üzerimden yakıcı bir esinti, belli belirsiz bir hatıra geçiyor. Sarsılıyorum. Henüz sebebini çözemiyorum ama dilimden size bu hikâyeleri anlatırken herhalde en çok kullanacağım cümle dökülüyor:
“Tacirin yolu acaba buradan geçti mi?”
Ateşgâhtan sonra İçerişehir’e gidiyoruz. “İçerişeher, Bakü’nün en eski iç halkası” diyor Yasemen. “Neredeyse hiç bozulmamış. Şirvanşahlar Sarayı’na götüreceğim şimdi sizi hocam. Ondan sonra da Kervansaray’da çay içeceğiz. Orası benim en çok sevdiğim yerdir.”
XV. asırdan kalma bu han sarayına adım attığımız andan itibaren büyüleyici bir sessizliğe gömülüyoruz. Trafiğin uğultusu, devasa şantiyelerin tozu toprağı, hayatın gürültüsü kesiliyor birdenbire. Taşın zamanı başlıyor. Taş, zamanın tek tanığı. Yasemen eyvanların, kemerlerin, kubbelerin arasında bir görünüp bir kaybolurken benim zamanıma müdahale etmiyor. Aynı zamanı ama ayrı ayrı yaşıyoruz. Bir terasın korkuluklarına oturuyoruz sonra. Birden yağmur başlıyor. Ben, şalımı açıyorum, ikimizi aynı örtünün altına alıyorum. Aynı şalın altında aynı yağmuru seyrettiğimiz andan itibaren hikâyemi onunla paylaşabileceğimi, tacirin coğrafyasını onunla birlikte keşfedebileceğimi, o güzergâhın üzerinden onunla geçebileceğimi hissediyorum. Bu kadar zaman yetiyor ona güvenmem için. Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim.
“Yasemen” diyorum yağmur devam ederken, “Tebriz’e gidelim.” Aslında gidebileceğimize ben de inanmadan. Ama lâf olsun diye de değil, çok güçlü bir istek bu. Sadece gerçekleşebileceğine inanılmayan çünkü yolu yordamı, haritası güzergâhı yabancı olan.
“Gidelim hocam” diyor, “Ama ne zaman? Yazdan önce izin alamam. Ancak Temmuz’da.”
Bir tek cümle. Bütün ırmakların yönü işte o zaman değişiyor. Çünkü bu cümle, gayrimümkün zannettiklerimin, tahayyülümün sınırları dışında kalan bütün hayallerimin mümkünler faslında durduğunu ilk kez gösteriyor bana. Mümkün! Öyle olmasa “Ne zaman?” diye sormazdı. Kalbim çatlayacak.
“Yasemen” diyorum, “Ondan sonra da Batum’a, Tiflis’e gidelim.”
Gülümsüyor “Bakı”nın ruhu. “Gidelim hocam” diyor. “Ama o da ancak bir sonraki yaza.”
Mümkünler faslı, bir daha.
Çok ciddi. Şaka yapmıyor, gülmüyor, söylediği cümlenin üzerinden geçip gitmiyor, bir dakika sonra unutmuyor onu; kendisini kaptırdığı bir fantezinin içinde değil. Ciddi ciddi zamanlama yapıyor.
Şirvanşahlar Sarayı’nda, Kasım yağmurunun altında, henüz tanıştığım bir genç kızla aynı şala sarınmış, ömrümün yolculuğunun programını yapıyoruz. Ne kadar kolaymış bunca yıl cesaret edip de niyet bile edemediğim o büyük yolun kapısının önümde açılması. Ciddi ciddi konuşuyoruz, şartları tartıp döküyoruz. Yola koyuluyoruz hâsılı.
“Temmuz” diyor. “Önce Tebriz’e gidelim. Orada tanıdıklarım var. Sonra da Tiflis ve Batum’a gideriz. İki yaz, üst üste.”
İçerişehir’in daracık, dolambaçlı, kemerli, tünelli yollarında dolaşıyoruz bir süre daha. Sonunda Kervansaray’a geliyoruz. Yağmur çoktan durmuş, hava neredeyse açmış. Avludan geçiyor, eyvanlara açılan hücrelerden birine giriyoruz. Ahşap bir masa, hasır iki sandalye. Güler yüzlü bir kadın karşılıyor bizi. Porselen bir demlikte hoş kokulu bir çay getiriyor; kekik kokusu bu, yabanî. Yanında “murabba”, bir tür reçel. İncecik limon dilimleri porselen tabakta billur ışığıyla parlıyor ve bu şehirde çaya limon kabuğunun kokusu çok yakışıyor. Şirvanşahlar Sarayı’nda konuştuklarımızdan sonra bu çay faslı, bu tat, bu koku. Başım hoş. Rüzgâr okşuyor.
“Tebriz’i ve Tiflis’i görmeyi çok mu istiyorsunuz hocam?” diye soruyor Yasemen. Demek hâlâ mümkünler faslındayız. Demek hâlâ üzerinde durulacak bir istek bu benimki. Öyleyse açma, anlatma zamanı.
“Yasemen” diyorum, “İçimde bir roman dönüp duruyor. Roman olsun diye değil ama dedemin izini bulmak, şehrini, toprağını görmek istiyorum. Düşünsene orada bizim ailemizin bir kolu, kolu bile değil asıl ırmağı duruyor.”
Yüzü pembeleşiyor, ışıyor Yasemen’in. Çok genç ama beni akranımmış gibi anladığını hissediyorum. Yani anlatabilirim. Yavaş yavaş özetliyorum hikâyeyi. Son yıllarda her zamankinden daha çok merak ettiğimi, gitmek istediğimi, oysa Taht-ı Süleyman damgalı bir mektubun üzerindeki adresten başka hiçbir bilgiye sahip olmadığımı, onun da otuz yıl öncede kaldığını. Ve bana bir yol arkadaşı lâzım olduğunu. Bunu, bu son cümleyi söylemiyorum ama. Her şey kendiliğinden oluyor.
 






Aşkı aramadan evvel, düşün bir, ya benden nasıl bir âşık olur?
İnsanın sevdası karakterinin yansımasıdır.
Sen kavgacı isen, ha bire öfkeli, aşkı da bir cenk gibi yaşarsın.
Gönlü pak olanın sevgisi de saf olur.
Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır.
En derin yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar hikâye, içten içe…
Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız.
Budur çözülmesi gereken bilmece…
Benim annem iki kez öldü. Onun hikâyesinin unutulmasına asla izin vermeyeceğime dair kendi kendime yemin etmiştim ama bu konuda yazacak cesareti ya da şevki bir türlü bulamadım. Ta ki şimdiye kadar. Herhalde hiçbir zaman yazar olamayacağım, hani şöyle meşhur bir romancı. Ama bunu dert etmiyorum artık, gam değil, insan belli bir yaşa gelince kendi hudutları ve hatalarıyla barışmaya başlıyor. Ben de kendimi olduğum gibi kabullenmeyi öğrendim. Ama annemi anlatmak zorundaydım – tek bir kişiye bile olsa. Evrenin herhangi bir köşesine, bizden uzaklarda serbestçe salınacağı bir yere göndermeliydim bu hikâyeyi. Hiç olmazsa bu kadarcık özgürlüğü borçluydum beni dünyaya getiren insana. Ve ona dair her şeyi bu sene kaleme almam gerekiyordu. İskender hapisten çıkmadan evvel.
Birkaç saat sonra bir tencere irmik helvası kavurup eviyenin yanında soğumaya bırakacak, gözlerindeki endişeli bakışı fark etmezden gelerek kocamı öpeceğim. Sonra ikiz kızlarımla -yedi yaşındalar, dört dakika ara ile doğdular- birlikte evden çıkıp onları bir doğum günü partisine götüreceğim. Yolda muhtemelen kavga edecekler ama bu sefer kızmayacağım onlara.
“Acaba partide palyaço var mı?” diye soracaklar. Ta da sihirbaz!”
“Harry Houdini gibi” diyeceğim. “O da ne?”
“Huu-di-ni dedi ya şapşal!”
“O kim, anne?”
Bu masum soruyu duymak canımı yakacak. An sokmasına benzer bir sızı. Yüzeyde, görünürde belli belirsiz bir iz ama dipte, derinde zonklayan bir yara. Daha önce defalarca olduğu gibi, kızlarımın aile geçmişimiz hakkında hiçbir şey bilmediklerine tanık olacağım. Bilmiyorlar, çünkü onlarla paylaşmadım. Bir gün anlatanın elbet, hazır olduklarında. Ben hazır olduğumda.
doğum günü partisinin verildiği eve varınca oradaki diğer annelerle biraz çene çalarım herhalde. Ev sahibine kızlarımdan birinin fıstığa alerjisi olduğunu anlatırım.
Ama ikizleri birbirinden ayırt etmek zor olduğu için her ikisine de göz kulak olmasını ve içinde fıstık olan hiçbir şey -pasta dahil yemediklerinden emin olmasını tembihlerim. Adil değil tabii. Alerjisi olmayan diğer kızıma biraz haksızlık oluyor ama kardeşler arasında hep olur böyle şeyler – yani haksızlıklar.
Sonra tekrar arabama, kocamla dönüşümlü olarak kullandığımla kırmızı Austin Montego’ya binerim. Londra’dan Shrewsbury’ye yol neredeyse üç buçuk saat sürer. Bir ara ufak bir mola vermem gerekebilir. Sürekli radyo dinlerim. Müzik iyi gelir ruhuma, yardım eder endişeleri uzak tutmaya. Bir de hayaletleri.
Geçmişte öyle zamanlar oldu ki onu ellerimle öldürmeyi düşündüm. Ateşli silahlar, zehir ya da daha iyisi-adalet yerini bulsun diye- bir sustalı kullanarak. Ayrıntılı planlar yaptım zihnimde. Kimi günlerse affetmeyi geçirdim içimden, tamamen ve samimiyetle. Sonunda galiba, varıp varabildiğim bu noktada, ne öldürmeyi başardım iskender’i, ne de affetmeyi,
***Shrewsbury’ye ulaştığımda arabayı istasyonun önüne bırakıp bakımsız hapishane binasına kadar yürüyeceğim. Beş dakikalık bir mesafe. Sonra caddede volta atarak ya da ana girişin karşısındaki duvara yaslanarak onun çıkmasını bekleyeceğim. Bu ne kadar sürer kestiremiyorum. Beni gördüğünde ne yapacağını da bilmiyorum. Görüşmeydi bir yıldan fazla oldu. Eskiden düzenli olarak ziyaret ederdim ağabeyimi, ama salıverileceği tarih yaklaştıkça bıraktım gitmeyi.
Kısa veya uzunca bir bekleyişin ardından, heybetli demir kapı açılacak ağırdan. On dürt sene sonra hapisten çıkacak iskender. Başının üstünde sonsuz semayı görmeye alışkın olmadığından bakışlarını bulutlara çevirecek. Karanlık bir mağaradan kaçmış bir yaratık gibi gün ışığına bakarken gözlerini kırpıştırdığım hayal edebiliyorum.
Bu esnada ben olduğum yerde durup, içimden ona ya da yüze veya üç bine kadar sayıyor olacağım. Yanıma vardığında birbirimize sarılmayacağız. Tokalaşmayız da. Kuru bir selamlaşmayla yetinip karşılıklı kafalarımızı eğeriz hafifçe, istasyona yürürüz yan yana. Arabaya atlarken ne kadar atletik olduğuna hayret ederim. Ne de olsa hâlâ gencecik bir adam.
Arabayı ben kullanacağım, İskender yan koltukta oturacak. Şayet sigara içmek isterse karşı çıkmayacağım, her ne kadar tütün kokusundan nefret etsem ve zavallı kocamın yakınımda içmesine izin vermesem de. Saatte altmış kilometre yaparak yeşil çayırlar ve açık arazilerden geçecek, ingiltere kırsalını kat edeceğiz. Halimi hatırımı, kızlarımı soracak. İyi olduklarını, hızla büyüdüklerini söyleyeceğim. Gayet mütebessim, başını sallayacak, çocuk yetiştirmek konusunda en ufak bir fikri varmış gibi.
Bense ona tek bir soru bile sormayacağım.
Arabada vakit geçirmek için bir kaset olacak yanımda, ABBA klasikleri – annemin yemek ya da temizlik yaparken mırıldandığı şarkılar. Take a Chance on Me, Mamma Mia, Dancing Queen, The Name af the Game… Çünkü eminim annem bizi izliyor olacak. Kâinatın bir yerinden, açık bir penceresinden. Anneler ölünce hemen cennete gitmezler.
Yeryüzünde biraz daha kalıp çocuklarına göz kulak olabilmek için Tanrı’dan özel izin alırlar. Fani ömürlerinde evlatlarıyla aralarında her ne geçmiş olursa olsun.
Londra’da, Barnsbury Meydanı’na vardığımızda park yeri arayacağım. Yağmur yağmaya başlayacak – ufacık billur damlalar. Sonunda arabayı sıkıştıracağım bir hoşluk bulacağız. Bir düzine manevra yapmam gerekecek. Fena bir şoför sayılmam ama park etmeye gelince iş, beceriksizin tekiyim. Tipik bir kadın sürücü olduğumu düşünüp benimle alay edecek mi acaba? Eskiden olsa ederdi, biliyorum.
Birlikte eve doğru yürüyeceğiz; sokak, sessiz ve sakin uzanacak önümüz sıra ve ardımızca. Kısacık bir an için de olsa bulunduğumuz çevre ile geçmişteki hayatımızı, Lavanta Sokağı’ndaki eski evimizi karşılaştıracak, şimdi her şeyin ne kadar farklı olduğuna ve biz yaşananları ardımızda bırakamasak da zamanın nasıl akıp gittiğine şaşıracağız.
Eve gelince ayakkabılarımızı çıkaracağız – iskender’e kocamın kahverengi terliklerini vereceğim; ben de ponponlu, erguvan rengi bir çift giyeceğim. Bir an için durakalacak, durgunlaşacak. Yüreğine su serpmek için ayağımdakilerin bana kızlarımdan hediye olduğunu söyleyeceğim. O zaman anlayacak ki benzerlik sadece tesadüften ibaret. Annemizin eski terlikleri değil bunlar.
Ben çayları doldururken iskender göz ucuyla seyredecek bol demli, bol şekerli hazırlayacağım, tabii eğer hapishanede alışkanlıkları değişmediyse. Sonra irmik helvasını çıkaracağım. Elimizde porselen fincanlar ve tabaklar, iki kibar yabancı gibi pencerenin önünde oturup yağmurun arka bahçedeki begonyaların üzerine yağışım seyredeceğiz. Aşçılığımı övüp irmik helvasını ne kadar özlediğini itiraf edecek ama tabağına biraz daha koymaya kalktığımda nazikçe reddedecek. Annemizin tarifini harfi harfine uyguladığımı, gene de asla onun kadar güzel pişirtmediğimi anlatacağım. Aniden susacak. Göz göze geleceğiz; havada ağır, iğreti bir sessizlik. Kendini yorgun hissettiğini ve mümkünse dinlenmek istediğini söyleyerek izin isteyecek. Ona odasını göstereceğim. Sonra usulca kapatacağım kapıyı; ağabeyimin, geçmişin, bir türlü geçip gitmeyenlerin üzerine.
Orada bırakacağım onu. Evimdeki bir odada. Ne uzak ne de gereğinden yakın. Dört duvar arasında, yüreğimdeki bir kutuda duracak; ne sevmekten ne de nefret etmekten vazgeçebildiğim iskender,
O benim ağabeyim,
O bir katil.
3 Ekim 1992
Londra
***PembeFırat Nehri yakınlarında bir köy…Pembe dünyaya geldiğinde Naze o kadar üzülmüş ki yirmi saat boyunca çektiklerine ve çarşaflara bulaşan kana rağmen kalkıp gitmek istemiş. En azından o rüzgârlı günde doğum odasında bulunan herkesin istisnasız söylediğine göre.
Alıp başını kaçmak istediyse bile sonuçta hiçbir yere varamamış Naze. Odadaki kadınları ve avluda bekleyen kocasını şaşırtma pahasına yeni bir sancı dalgasıyla tekrar yatağa düşmüş. Üç dakika sonra ikinci bir bebeğin başı görünmüş. Bolca saç, kıpkırmızı bir ten, sırılsıklam ve buruşuk. Gene bir kız; bu seferki biraz daha ufak tefek.
Bu kez kaçmaya kalkışmamış Naze. Hafif bir iç geçirmeyle başını yastığa gömüp esen yelin fısıltısını duymaya çalışırcasına yüzünü pencereye dönmüş. Yeterince dikkatle dinlerse şayet, göklerden gelecek yanıtı duyabilecekmiş gibi. Ne de olsa bir nedeni, sarih bir açıklaması olmalıymış mutlaka. Yüce Yaradan neden iki kız evlat daha vermiş ki onlara? Halihazırda altı kızları varken ve hiç ama hiç oğulları olmamışken.
Böylece yeni anne susuvermiş. Koparılmış dal, söndürülmüş mum gibi. Allah bu Naze kuluna yaptığının hikmetini anlatıncaya kadar konuşmamaya ant içmiş. Uykusunda bile sımsıkı kenetli kalmış dudakları. Tam kırk gün kırk gece tek kelime dahi söylememiş. Ne kuyrukyağlı nohut pişirirken, ne altı kızım leğende tek tek yıkarken, ne otlu peynir yaparken, ne de kocası bebeklerin adım ne koymak istediğini sorduğunda. O kadar durgunmuş ki, tüm ölmüşlerinin mekânı olan ve bir gün kendisinin de gömüleceği mezarlıktan bile sessizmiş.
Yolsuz, elektriksiz, hekimsiz, mektepsiz, küçük ve ücra bir Kürt köyüymüş onlarınki. Dış dünyanın haberleri, büründükleri yalnızlık zırhını aşıp da kolay kolay ulaşamazmış. Ne ikinci Dünya Savaşı, ne atom bombası, ne ispanya’da Franco… Köylülerin bunların hiçbirinden haberleri yokmuş. Afakta, yani Fırat kıyılarının berisinde, tuhaf şeylerin döndüğünden eminlermiş. Âlemin hallerine zaten vâkıf olduklarını düşünür, bu topraklardan ötesini görmeye heves etmezlermiş. Ezelden beri süregelen ve ebediyete dek sürecek her şey zaten gözlerinin önündeymiş, şimdi ve burada, insana vacip olan, bir ağaç ya da kaya gibi sabit ve sağlam durmakmış. Tabii eğer şu üçünden biri değilse: geçmişini yitirmiş bir abdal, aklım yitirmiş bir aptal ya da sevdiğini yitirmiş bir mecnun.
Dervişler, aklı kıtlar ve âşıklardan gayrı kimse için şaşılası bir şey yokmuş evrende; her şey olması gerektiği gibiymiş, ne bir eksik ne bir fazla. Her şey yerli yerinde. Köyün bir köşesinde çıt çıksa anında herkes duyarmış. Sır sahibi olmak zenginlere has bir ayrıcalık iken Mala, Çar Bayan (Dört Rüzgârın Evi) nam bu köyde kimse müreffeh sayılmazmış.
Köyün üç yaşlısı, kambur bedenleri ve kederli çehreleriyle bütün gün kahvede oturup Ömür kadar narin, gönül gibi sırça bardaklarla çaylarını yudumlar, Allah’ın hikmetlerine ve siyasetçilerin hilelerine akıl sır erdirmeye çalışırlarmış. Naze’nin sessizlik andı uzayınca onu ziyaret etmeye karar vermişler.
“Yaptığın şey küfre girer bilesin, seni ikaz etmeye geldik” demiş birinci ihtiyar. Öyle cılızımş ki, hafifçecik bir meltem yetermiş onu devirmeye.
“Peygamberler ve evliyalardan başkasına seslenmemiş Yaradan’ın seninle konuşmasını nasıl umarsın?” demiş ikinci ihtiyar, ağzında kalan birkaç diş arasından. “Kadından peygamber olmayacağına göre…”
Üçüncü ihtiyar, ağaç dallan gibi kaskatı parmaklarını sallamış. “Sen konuşacaksın, Rab dinleyecek. Öbür türlü olmasını isteseydi seni insan değil, balık yaratırdı zaar.”
Naze yemenisinin ucuyla gözlerini silerek söylenenleri dinlemiş. Bir an için nehirde balık oiarak tahayyül etmiş kendini – yüzgeçleri güneşte parıldayan, benekleri solgun halkalarla çevrelenmiş, kocaman, külrengi bir alabalık. Nereden bilebilirmiş çocuklarının ve torunlarının da çeşit çeşit balıklara bağlanacağını ve sualtı dünyasına duyulan muhabbetin sülalede kuşaktan kuşağa geçeceğini?
“Konuş!” demiş birinci yaşlı adam. “Susmak senin cinsinin tabiatına sığmaz. Meşrebine karşı çıkan, Allah’a karşı çıkar.”
Naze hiçbir şey dememiş. Muteber misafirleri gider gitmez kalkıp ikizlerin uyumakta olduğu beşiğe yaklaşmış. Ocakta yanan ateşin ışığı odaya altın sarısı bir huzme, bebeklerin tenine yumuşacık, neredeyse meleksi bir ışıltı veriyormuş. Yüreği yumuşayıvermiş. Yamacına yanaşıp boy sırasına dizilmiş olan altı kızına dönüp kısık bir sesle konuşmuş: “İsimlerini buldum bebelerin.”
“Söylesene ana!” diye bağrışmış kızlar, annelerinin sesini yeniden duymanın sevinciyle.
Naze boğazını temizleyip yenik bir sesle eklemiş: “Bununla Bext olacak, öteki Bese.”
“Bext ve Beşe” diye tekrarlamış kızlar hep bir ağızdan.
“He ya.”
Naze usulca büzmüş dudaklarım; isimler ağzında keskin bir tat bırakmışçasına. Kürtçeleri Bext ve Beşe, Türkçeleri Kader ve Yeter, anlamlarıysa dünya yüzünde konuşulan her dilde aynı. Böylece, her ne kadar kaderine boyun eğse de artık kız doğurmaktan canına tak ettiğini ve tekrar hamile kaldığında -ki bunun son gebeliği olacağının farkındaymış, çünkü artık kırk birindeymiş ve yaşı geçmekteymiş- ona bir oğul ve muhakkak bir oğul vermesi gerektiğini kendince anlatmış Rabbe.
O akşam babaları eve geldiğinde kızlar koşturmuş muştulamak için:
“Baba! Aney konuşuyor.”
“Baba! Aney bebelere isim koydu.”
Karısının yeniden konuşmaya başladığını duyduğuna sevinse de onun ikizlere verdiği adları duyunca yüzü. kararıvermiş Berzo’nun. Başını iki yana sallayıp uzun ve sıkıntılı bir an boyunca sessizce durmuş.
“Kader ve Yeter” diye mırıldanmış. “Sen bebelere isim vermemişsin ki. Göklere mektup yazmışsın.”
Naze başını önüne eğmiş, yün çorabındaki delikten çıkan parmağına takılmış gözü.
“Hüsranını ilan etmişsin. Allah’ın gücüne gider valla” diye devam etmiş Berzo. “Ne lüzum var buna?”
Böyle dedikten sonra aklındaki adları açıklayıvermiş: Pembe ve Cemile. Çayda eriyen şeker küpleri gibi yumuşacık ve tatlı, her türlü sivrilikten uzak isimler.
Ne var ki Berzo’nun karan nihai olsa da Naze’nin seçtiği isimlerden vazgeçilmemiş. Hafızalarda yer etmişler; ağaç dallarına takılı iki uçurtma gibi dolanıp kalmışlar soyağacına. Böylece ikizler çifter isimle bilinir olmuşlar: Pembe Kader ve Cemile Yeter, Gün gelip de bunlardan birinin dünyanın dört bir yanındaki gazetelerde yazılacağını kim bilebilirmiş ki o zaman?
 
Nar ağacını bende çok okumak istiyorum ama şuan okumam gereken iki kitap var.biri nurettin topçunun maarif davamız,diğerleri Türklerin etnik kökenleri.Tahmin ediceğiniz üzere ikisinide yaklaşan vizelerim için okumak zorundayım.maarif dava bi gıdım ilerlemiyor çok ağır ve sıkıcı bir haftadır 80 lerde dolanıyorum(
 





“”Ya ortasındasındır AŞK’ın merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde..
Ella Rubinntain (40) Amerikalı bir ev kadınıdır. Tipik burjuva değerlerinin hâkim olduğu oldukça varlıklı bir ailesi, düzenli ve görünüşte “sorunsuz” bir evliliği vardır. Üç çocuğunu da büyüttükten sonra bir yayınevinde editör-asistanı olarak iş bulur; görevi A. Z. Zahara adlı tanınmamış bir yazarın tasavvuf felsefesini konu alan tarihi romanını değerlendirmektir.
Ancak hayatının kritik bir döneminde eline aldığı bu kitap, hiç beklemediği bir şekilde Ella’yı derinden sarsacak, dünyevi aşkı keşfetmek adına zorlu ve tehlikeli bir yolculuğa çıkmasına neden olacaktır.
Hayatlarımızın durgun gölünü dalgalandıran taş misali, yüzleşmek zorunda olduğumuz sıkıntılar, acılar… ve aşkın peşinde kat etmek zorunda olduğumuz zorlu yollar, ödediğimiz bedeller…
Aşk… kitap içinde bir kitap, hayatın anlamı peşinde bir aşk macerası…
Aşk… Elif Şafak’tan arayışa, gerçeğe ve keşfetmeye dair bir roman.
Önsöz
Bir taş nehre düşmeyegörsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafif.ten aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi. Belli belirsiz bir (ip se.si çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultu.da. Hepi topu budur olduğu olacağı.Ama bir de göle düşsün aynı taş… Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı otur, O taş var ya o taş, durgun sulan savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomur.cuklanır, ol tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki her yeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğurur, tâ ki en son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek.Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağla.mak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla.
Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, tâ dibinden sarsmaya. Göl taşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz.Kendini bildi bileli durgun bir göl gibiydi Ella Rubinstein’ın hayatı. Kırk yaşına basmak üzereydi. Nicedir tüm alışkanlık.ları, ihtiyaçları ve tercihleri tekdüzeydi. Şaşmaz bir çizgiydi günlerin akışı; öylesine yeknesak, düzenli ve sıradan. Bilhas.sa son yirmi yi! boyunca hayatındaki her ayrıntıyı evliliğine göre ayarlamıştı. İçinden geçen her dilek, edindiği her yeni ar.kadaş, hatta en önemsiz kararlan bile buna bağlıydı. Hayalı.na yön veren yegâne pusula evi ve evliliğiydi.Kocası David tanınmış bir dişçiydi; mesleğinde hayli başarı.lı ve çok para kazanan bir adam. Aralarındaki bağ pek derin sa.yılmazdı. Ella bu durumun farkındaydı ama doğrusu evlilikler.de (bilhassa onlarınki gibi uzun süren evliliklerde) önceliklerin farklı olduğuna inanırdı. Aşktan ve tutkudan daha önemli şey.ler vardı bir evlilikte: Karşılıklı hoşgörü, şefkat, anlayış, saygı ve sabır gibi… Ve tabii bir de her evlilikte elzem olan bir başka nitelik: Affedicilik! Geliyorsa şayet elinizden, ki gelmeli, kusur etti mi kocanız, ki edebilir, ne yapıp edin, affedin!
Aşkmış meşkmiş, ne gam! Ne önemi var? Aşk dedikleri. Ella’nın Öncelikler sıralamasında gerilerde bir yerde kalmıştı çoktan. Ancak filmlerde olurdu aşk. Ya da hayal ürünü ro.manlarda. Bir tek oralarda esas kız ve esas oğlan ölesiye se.vebilirdi birbirlerini, masallardan süzülmüş efsanevi bir tut.kuyla. Ama hayat, hakiki hayat ne filmdi, ne de roman!Ello’nın öncelikler listesinin başında çocukları gelirdi. Gü.zel mi güzel kızları Jeannette üniversitedeydi. İkizleri (kız olan Orly, erkek olansa Avi) tam buluğ çağındaydı. Bir de on iki yaşında bir golden retriever köpekleri vardı: “Gölge”. Bu eve geldiğinde minnacık bir enikti henüz. O gün bugündür El-la’nın şaşmaz yürüyüş arkadaşı, yoldaşıydı. Gerçi artık ihti.yarlamış, şişmanlamış, neredeyse kör ve sağır olmuş Gölge’nin vadesi doluyordu. Ama köpeğinin bir gün öleceğini düşünmeye Ella’nın yüreği el vermiyordu. Ne de olsa Ella böyle biriydi, hiçbir zaman kabullenemezdi sonlan; ister bîr dönem, ister es.kimiş bir âdet, isterse çoktan tükenmiş bir ilişki olsun ölümü tanımaktan acizdi. Bir türlü yüzleşemezdi bitişlerle, görmem.den geldiği o son burnunun ucunda dikilirken bile.Rubinstein Ailesi Amerika’da, Northampton’da, krem rengi Viktarya tarzı kocaman bir evde yaşardı. Her ne kadar tadila.ta, tamirata ihtiyacı olsa da, hâlâ görkemliydi yapı: Tam beş yatak odası, üç arabalık garajı, masif parkeleri ve Fransız usu.lü kapıları vardı: üstüne üstlük bahçesinde de harikulade bir jakuzisi. Ailecek tepeden tırnağa sigortalıydılar: Hayat sigor.tası, araba sigortası; hırsızlık, yangın ve sağlık sigortası, emeklilik hesaplan, çocuklara üniversite eğitimi birikimleri ve müşterek banka hesaplan… Oturdukları evin yanı sıra biri Boston’da, diğeri Rhode Adası’nda iki lüks daireleri daha vardı. Tüm bunları elde edebilmek için, ellla da David de epey atın teri dökmüşlerdi. Her katında çocukların mutlu mesut ko.şup oynadıkları, fırından zeytinli-tarçınlı kurabiye kokuları.nın yayıldığı büyükçe bir ev hayali bazılarına klişe gibi gelebi.lir ama onların gözünde hayatların en idealiydi. Bu ortak amaç üstüne kurmuşlardı evliliklerini ve zamanla hayalleri.nin hepsini olmasa da çoğunu gerçekleştirmişlerdi.
Geçen sene Sevgililer Günü’nde, kocası Ella’ya kalp şeklin.de bir elmas kolye hediye etmişti. Yanına da balonlu, ayıcık.tı bir kart iliştirmişti:
Sevgili Etta,
Sessiz sakin, müşfik, cömert, evliya sabırlı kadın…
Beni olduğum gibi kabul ettiğin ve karım olduğun için
Seni ilelebet sevecek kocan,
Ella kimseye bilhassa kocasına- itiraf edememişti ama için doğrusu, bu satırları okurken kendi ölüm ilanını okur gi.bi olmuştu. “Ben ölünce arkamdan bunları diyecekler herhal.de” diye geçirmişti içinden. Ve eğer samimi ve dürüstseler, şu sözleri de eklemeliydiler.”Ellacığımızın tüm yaşamı, kocası ue çocuklarından ibaret.ti. Kaderin türlü zorluklarına tek başına kafa tutacak ne bil.gisi vardı ne tecrübesi. Hiçbir zaman risk almayı bilmezdi. Tedbiri elden bırakmazdı. İçtiği kahvenin markasını değiştir.mek için bile uzun uzun düşünmesi gerekirdi. O kadar utan.gaç, öylesine munis ve ürkekti; tabiri caizse, pısırığın tekiydi.”
İşte tüm bu malum sebeplerden dolayı, kendisi de dâhil ol.mak üzere hiç kimse anlayamadı, tam yirmi yıllık evlilikten sonra Ella Rubinstein’m nasıl olup da bir sabah kocasına bo.şanma davası açtığını ve kendini evliliğinden azat edip, tek başına sonu belirsiz bir yolculuğa çıktığım…
Ama elbet bir sebebi vardı: Aşk!
Âşık oldu Eila hiç beklenmedik bir biçimde, beklemediği
İkisi ne aynı şehirde yaşıyordu ne de aynı kıtada. Araların.daki fersah fersah uzaklık bir kenara, kişilikleri en az gün.düz ile gece kadar farklıydı. Yaşam tarzları ise alabildiğine başkaydı. Arada tam bir uçurum vardı. Normal şartlar altın.da birbirlerine tahammül etmeleri bile zor iken, aşk odu’nda yanmaları beklenmedik bir hadiseydi. Ama oldu işte. Hem de öyle çabuk oldu ki, Ella başına ne geldiğini anlayıp, kendini koruyamadı bile. Tabii şayet insanın kendini aşktan koruma.sı mümkünse!
Aşk, Ella’nın ömrünün o durgun gölüne gaipten düşüveren bir taş misali indi. Ve onu sarstı, silkeledi, darmadağın etti.Ella
Boston, 17 Mayıs 2008
Mevsimlerden bahardı. Ilık mı ılık, yumuşacık bir günde başladı bu tuhaf hikâye. Nice sonra Ella geriye dönüp baktı.ğında başlangıç anını zihninde o kadar çok tekrarlayacaktı ki, sanki geçmişte yaşanmış bitmiş bir hatıra gibi değil de, hâlâ evrenin bir köşesinde sürmekte olan bir tiyatro sahnesi gibi gelecekti ona her şey.
Zaman: Mayıs ayında bir cumartesi öğleden sonra.
Mekân: Evlerinin mutfağı.
Ailecek hep beraber oturmuş yemek yiyorlardı. Kocası ta.bağına en sevdiği yemek olan kızarmış tavuk butları doldur.makla meşguldü. İkizlerden Avi çatal bıçağını baget yapmış, hayali bir davul çalar gibi sesler çıkarıyordu; kız kardeşi Orly İse günde ancak 650 kaloriye izin veren yeni diyetine uymak için toplam kaç lokma yiyebileceğinin hesabını yapı.yordu. Büyük kızı Jeannette bir dilim ekmek almıştı eline, dalgın dalgın krem peynir sürüyordu üstüne..
Ailenin yanı sıra bir de Esther Hala vardı masada. Pişirdi.ği kakaolu mozaik keki bırakmak için şöyle bir uğramış, ama ısrarları kıramayıp yemeğe kalmıştı. Ella’nın yemek bi.ter bitmez yapacak bir dolu İşi olsa da henüz masadan kalkası gelmiyordu. Son zamanlarda böyle ailecek bir araya gele-miyortardı bir türlü. Fırsat bu fırsat, herkesin arayı ısıtaca.ğını ümit ediyordu.
“Esther Hala, Ella sana müjdeyi verdi mi bakalım?” dedi.David birdenbire. “Kannı harika bir iş buldu, biliyor musun? Hem de seneler sonra.”
Ella üniversitede İngiliz Dili ve edebiyatı okumuştu. Edebi.yatı seviyordu sevmesine ama mezun olduktan sonra düzenli bir iş hayatı olmamıştı. Yalnızca birkaç kadın dergisine ufak tefek yazı takviyeleri yapmış, bazı kitap kulüplerine katılmış, aralarda yerel gazetelerekitap eleştirileri yazmıştı. Hepsi buy.du. Bir zamanlar, saygın bir kitap eleştirmeni olmayı istemiş.se de o günler çoktan geride kalmıştı. Hayatın rüzgârının onu bambaşka mecralara sürüklediği gerçeğini kabullenmişti. Meşhur bir edebiyat elettirmeni ilişil, bitme/ tükenmez ev iş.leri ve ailevî yükümlülükleri olan. üstüne üstlük bir de üç ço.cukla uğraşan titiz bir ev kadını olmuştu sonunda.
Hani bundan da yoktu pek bir şikâyeti. Anne olmak, eş ol.mak, köpeğe bakmak, evi çekip çevirmek, mutfak, bahçe, alışveriş, çamaşır, ütü derken… zaten yeterince meşguliyet vardı bayatında. Bunlar yetmezmiş gibi bir de aslanın ağzın.dan ekmeği almak için uğraşmasının ne gereği vardı? Her ne kadar feministlerle kaynayan Smith Üniversitesi’n deki sınıf arkadaşlarının hiçbiri EH a’n in seçimine takdirle bakmasa da, o bunun üstünde durmamış; evine bağlı bir anne, eş ve ev hanımı olmaktan uzun seneler boyunca en ufak bir rahatsız.lık duymamıştı. Maddi durumlarının iyi olması, çalışma ge.reği duymamasını kolaylaştırmıştı tabii. Ella bundan dolayı minnettardı hayata. Edebiyata olan merakını evinden de de.vam ettirebilirdi nasıl olsa. Hem okuma sevgisi asla bitme.mişti ki, hâlâ bir kitap kurduydu -ya da öyle olduğuna inan.mak istiyordu.
Ama gün geldi, çocuklar âkil baliğ oldu. Dahası, anneleri.nin sürekli üstlerine titremesini istemediklerini apaçık belli ettiler. Ella da mebzul miktarda boş vakti olduğunu görüp, en nihayetinde bir iş bulmanın iyi olabileceğini düşünmeye başladı. Kocasının onu yürekten teşvik etmesine ve aralarında sürekli bu konuyu konuşup fırsat kollamalarına rağmen, Ella için iş bulmak pek de kolay olmayacaktı. Başvurduğu yerlerdeki işverenler ya daha genç birini arıyordu ya daha tecrübeli. Reddedile reddddile gururu örselenen Ella nicedir iş aramaktan vazgeçmiş, konuyu rafa kaldırmıştı.
Mamafih, 2008 yılı mayıs ayında, bunca sene iş bulması.nın ününe dikilmiş her ne engel varsa beklenmedik biçimde ortadan kalktı. Kırk yaşına basmasına birkaç hafta kala, Boston’daki bir yayınevinden cazip bir t*klif aldı. İşi bulan da kocasıydı aslında. Müşterilerinden biri vesile olmuştu. Belki de metreslerinden biri…
■“Aman canım, büyütülecek bir iş değil” diye hemen açıkla.maya koyuldu Ella. “Bir yayınevinde edebiyat editörünün asis.tanının asistanıyım altı üstü. Tavşanın suyunun suyu yani!”
Ama David karısının yeni işini küçümsemesine fırsat vere.ceğe benzemiyordu. “Hayatım niye öyle diyorsun?” diye atıl.dı. “Anlatsana ne kadar saysın bir yayınevi olduğunu.”
David Ello’yı dirseğiyle hafifçe dürttü ama baktı ki karı.sından gık çıkmıyor, kendi söylediklerine şevkle kafa sallaya.rak kendisi onay verdi: “Gayet meşhur ve itibarlı bir yayıne.vi bu, Esthcr Hala. Ülkenin en iyilerinden! Diğer asistanları bir görsen! Hepsi gencecik! Hepsi en iddialı üniversitelerden mezun! Aralarında Ella gibi bunca sene ev hanımı olup da tekrar çalışmaya başlayan tek bir kişi yok. Ne kadın ama, de.ğil mi?”
Ella hafifçe kıpırdayıp omuzlarını dikleştirdi. Zoraki, iğre.ti bir tebessüm kondu dudaklarına. Bir yandan da merak edi.yordu, acaba kocası niye bu kadar çırpınıyordu? Bunca sene onu meslek sahibi olmaktan alıkoyduğu için birdenbire sene.lerin kaybını telafi etmeye mi çalışıyordu? Yoksa onu aldattı.ğı için pişmanlık duyup bu şekilde arayı yumuşatmayı mı umuyordu? Hangisi doğruydu acaba? Aklına başka bir açık.lama gelmiyordu doğrusu. David’in bu kadar iştiyakla balI andıra ballandıra konuşmasının başkaca bir izahı yoktu.
“Gözü pek diye buna denir. Hepimiz Ellacımla gurur duyu.yoruz* diye konuşmasını taçlandırdı David.
Esther Hala dokunaklı bir sesle katıldı sohbete. Taaa, bir tanedir Ellacık; her zaman öyleydi” dedi. Sanki Ella masa.dan kalkıp son yolculuğuna çıkmıştı da, kesif bir hüzünle onu anıyordu.
Masadaki istisnasız herkes şefkatle baktı Ella’ya. Nasıl ol.duysa Avi kinayeciliği bir kenara bırakmış, Orly ise bir kez olsun dış görünümü dışında bir şeye dikkatini verebilmişti, Ella bu sevgi dolu anın tadını çıkarmaya çalıştı ama yapama.dı. Bir isteksizlik, takatsizlik vardı üzerinde. Nedenini bile.miyordu. Keşke birisi didiştir sevdi şu tatsız konuyu. ilgi oda.ğı olmaktan hoşlanmıyordu.
İşte o anda büyük kızı Jeannette, bu sessiz duayı duymuş gibi bir anda söze karışıverdi: “Benim de sizlere bir haberim var! Müjdemi isterim!”
Tüm başlar Jcannettc’e döndü. Merakla, ağızlan kulakla.rında, lafın devamını beklediler.
“Scott ve ben evlenmeye karar verdik” dedi Jeannette pat diye, “Aman biliyorum şimdi ne diyeceğinizi! Daha üniversi.teleriniz bitmedi, bir durun hele ne aceleniz var. daha genç.siniz, falan filan… Ama anlayın ne olur. ikimiz de bu büyük adımı atmaya hazırız arlık,”
Mutfak masasına bir tuhaf sessizlik çöktü. Daha bir daki.ka evvel hepsini saran yumuşaklık ve yakınlık buhar olup uçtu. Orly ve Avi boş ifadelerle birbirlerine baktılar. Esther Hala elinde bir bardak elma suyuyla, çılgın bir heykeltıraşın elinden çıkma komik, şişman bir heykel gibi donakaldı. Da.vid iştahı kesilmişçesine çatalı bıçağı bir kenara koydu ve gözlerini kısıp Jeannette’e baktı. O açık kahve gözlerinde bir gerginlik, tedirginlik vardı. Suratında da bir şişe sirke suyu içmek zorunda kalmış gibi ekşi bir ifade…Durumun vehametini kavrayan Jeannette sızlanmaya başladı: “Off, buyrun bakalım! Ben de zannediyordum ki ai.lem sevinçten havalara uçacak, ama nerdeee? Şu hâlinize ba.kın! Suratınızdan düşen bin parça. Gören de zanneder ki fe.laket haberi verdim.”
“Kızım, az önce evleneceğini söyledin” dedi David, sanki Jeannette ne dediğini bilmiyormuş da bunu birinden duyma.sı gerekiyormuş gibi.
“Babacım farkındayım, biraz ani oldu ama Scott geçen ak.şam yemekte evlilik teklif etti. Ben de evet dedim bile.”
“Peki ama neden?”
Bunu soran Ella’ydı. Cümle ağzından çıkar çıkmaz kızının kendisine bakışlarından böyle bir soruyu garipsediğini anla.dı. “Peki ama ne zaman?” diye sorsa, yahut “Peki ama nasıl?” dese, hiç mesele olmayacaktı. Her iki soru da Jeannette’i mutlu ve tatmin edecek; “Hadi o zaman, düğün hazırlıkları.na başlayabiliriz” anlamına gelecekti. Oysa, “Peki ama ne.den?” beklenmedik bir soruydu. Ve Jeannette cevabını ver.meye hazır değildi.
“Ne demek peki ama neden’} Herhalde Scott’a âşık oldu.ğum için! Başka bir sebebi olabilir mi anne ya?”
Ella kelimeleri tane tane seçerek, sözlerine açıklık getir.meye çalıştı. “Canım demek istediğim… Aceleniz neydi yani? hamile falan mısın yoksa?”
Esther Hala oturduğu yerde şöyle bir kıpırdandı, kasıldı, üst üste öksürdü. Elma suyunu bırakıp, cebinden bir kutu mide asidi tableti çıkarttı. Çiğnemeye koyuldu.
Avi ise kıkır kıkır gülmeye başladı: “Vay, bu yaşta dayı ola.cağım desenize!”
Ella, Jeannette’in elini tutup, kendine doğru çekerek hafif.çe sıktı, ‘İşin doğrusu neyse bize rahatlıkla söyleyebilirsin, biliyorsun değil mi? Ne olursa olsun ailen olarak hep arkan…
 



Kim gerçek yabancı – bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?
İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir – bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer – ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır
Bir hakim dedi ki; Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım kaldım; derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim.
Şaşkın bir hâlde yaklaştım. Bakam, gördüm ki ikisi de topaldı.
“Bir kuşun, kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçmasının,
yayılmasının sebebi”
MEVLÂNÂ, Mesnevi İL cilt. Terecine ve şerheden: Abdülbâki Gölpmarlı

İçkiye Yeniden Başlamak
Barda sadece iki müşteri kalmış. Okul taksitleriyle ev kiraları aldıkları burstan katbekat aşan iki doktora öğrencisi, ikisi de bu şehirde yabancı, ikisi de Müslüman ülkelerden. Tüm ortak noktalarına ve yakın arkadaş olmalarına rağmen aslında birbirlerine benzedikleri söylenemez, en azından şu anda, sabaha karşı 02:36 itibarıyla, birisi körkütük sarhoş, diğeri de her zamanki gibi içkinin damlasını dahi koymamışken ağzına. Gittikçe görünürlük kazanan bir tezat içinde yan yana oturuyorlar saatlerdir. Tamı tamına beş saattir.
Ama artık gitme zamanı ve bir-iki dakikaya kadar ikilinin daha kısa boylu, daha esmer ve tartışmasız daha geveze olanı tuvaletten çıkacak, yerden toz değil iç sıkıntısını süpürmeye azmetmişçesine süpürgeye asılan garsona özür dilercesine mahcup gülümseyecek ve ardından, bar taburesine yapışmış, orada adeta taşlaşmış arkadaşına doğru yürüyecek. O yürüyedursun arkadaşı uzodan dumanlanmış gözlerini bir peçetenin üzerindeki yazılara odaklamış somurtmakta. Tamamen hareketsiz, karşısında dikilen Porto Rikolu barmenin bakışlarındaki gazaptan büsbütün habersiz.
Gün: 16 Mart 2004
Yer: BOSTON
Zaman: 02:24
Sıcaklık: SOĞUK
Konu: ÖMER ÖZSİPAHİOĞLU
Özet: Tekrar içmeye başladım… on dört ay yirmi üç günlük mutlak ayıklığın ardından… (14 ay 23 gün = 448 gün = 10752 saat = 645120 dakika = 38707200 saniye = 223946,96 kere Nick

Cave’den “As I Sat Sadly By Her Side, Mutsuz Mutsuz Otururken Yanında”)
“Ne yazıyorsun o peçeteye?”
“Hislerimi,” diye mırıldandı taburenin üzerindeki, şimdi eskisi kadar taşlaşmış görünmüyordu. “Hislerimi özetliyorum… unutma* yayım diye.”
İri kıyım barmen ikisini birden şöyle bir süzdü, abartılı bir edayla gözlerini duvardaki saatten yana devirip, son müşterilerini yaka paça dışan atmasına ramak kaldığını ayan eden asabi bir bakışla tekrar onlara döndü. Doğrusu son birkaç saat içinde adamın hali tavrı muazzam bir değişime uğramıştı. Bir ara oldukça kibar bir barmen olduğu söylenebilirdi, özellikle ilk başlarda, hatta sonraki dört saat boyunca dahi genellikle nazikti. Ama ardından nezaketi gözle görülür biçimde ve süratle erimeye başlamıştı. Son yirmi dakikadır “nazik” hariç her türlü sıfatı kullanmak mümkündü hakkında.
“Yeterince özetlemedin mi? Beş saat oldu yahu. Hadi yürü, yaylan,” diye homurdandı kısa boylu olan. Adı Abed’di. İngilizcesi varla yok arasında pervasızca savrulan istikrarsız, koyu bir gırtlak aksanıyla maluldü. Kâh sına kadem basıp tamamen kaybolan, kâh her heceden fırlayan bir tutarsız aksan.
“Hadi artık kapatacaklar burayı.” Gergin, kaçamak bakışlarla etrafı süzen Abed bir yandan arkadaşını dürtüklerken bir yandan da garsonla göz göze gelmemeye çalışsa da pek başarılı olamadı. Ayyaşın yanında ayık olmak kadar bezdirici bir şey olmadığı sonucuna varmıştı. Ne de olsa ayyaşların sabaha her birini unutacaktan envai çeşit saçmalığı yapmaya hakkı vardı, halbuki ayıkların, dahil olmadıkları halde dışında kalamadıkları bu maskaralığı ıstırapla seyretmekten başka çareleri yoktu.
Abed dişlerinin arasından nefesini içine çekti, gergin durumlarda âdeti olduğu üzre çenesindeki gamzeyi kaşıdı ve gamzeyi kaşımak yetmediğinde daima yaptığı üzre kıvırcık saçlarından bir tutam alıp çekiştirdi. Başını tuvalete doğru çevirdi ama bir kez daha,yerleştirildiği raftan sabit nazarlarla onlan seyreden o delici, kızıl gözlere takıldı bakışları istemeye istemeye. Vaktiyle maviliklerde süzülmüş hayat dolu bir saksağandan ziyade tüyler ürpertici bir oyuncağın donmuş, ruhsuz vakanyla bakıyordu ölU kuş. İnsanların nasıl olup da içi doldurulmuş kuşları sergilemekten gurur duyabildiğine akıl sır erdirememenin huzursuzluğuyla yeniden arkadaşına döndü Abed. Döndü ve bu sefer de dolmakalemiyle aynı peçetenin üzerine büyük lekeler kondururken buldu onu.
“Şimdi ne halt yiyorsun?”
“İsmime noktalarını iade ediyorum,” diye homurdandı öteki, harflerin üzerinde dönen kobalt mavisi mürekkep lekelerinden alamadan gözlerini. Her bir nokta peçetenin üzerinde usul usul dağılıyor, dağıldıkça büyüyordu; şu hayatta başkalarının gözünde daha görünür olmanın yolunun, özden mümkün olduğunca uzaklaşmak anlamına geldiğini kanıtlanmasına.
• • •
İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçayı feda etmeye hazır olmalıdır, derler. Eğer hal böyleyse Ömer neyi feda ettiğini biliyordu: noktalarını!
Türkiye’de ÖMER ÖZSİPAHİOĞLU idi.
Burada, Amerika’da ise OMAR OZSIPAHIOGLU olmuştu.
İsmin sahibi daha iyi dahil olabilsin diye bu ülkeye, içeriye, isminin noktalan bırakılmıştı hariçte. Ne de olsa Amerikalılar, hemen herkes gibi, aşinalık peşindeydi — öyle ya da böyle pek bir manaya gelmeseler de, dillerinin daha kolay döndüğü isimler, telaffuz edebildikleri sesler arasında daha rahat ediyorlardı. Yine de mesele yabancıların isimlerini ya da soyadlarını telaffuz etmeye gelince herhalde yeryüzünde pek az millet Amerikalılar kadar kendinden emin davranırdı. Mesela bir Türk, Türkiye’deki bir Amerikalı’nın adım yanlış telaffuz etmiş olduğunu fark etmeye görsün büyük ihtimalle hayli huzursuz olur bundan ve durumun kendi hatası olduğuna, en azından kendisinden kaynaklanan bir şey olduğuna hükm eder o anda. Oysa Birleşik Devletler’de bir Amerikalı bir Türk’ün adını yanlış telaffuz ettiğini fark ettiğinde muhtemelen kendisini değil olsa olsa ismi sorumlu tutacaktır bu hatadan.
İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancı laşmasıdır.
Telaffuzla oynamak, harfleri atmak, sesleri değiştirmek, eğer zorsa isim yerine geçebilecek en yakın seçeneği aramak, eğer birden fazla ismin varsa, buralılara hitap etmeyecek, uymayacak olan ismi tamamen dışarda tutmak… Yabancı, isminin bir ya da birçok bölümü gölgede kalan insandır. Benzer şekilde Ömer de ismini görece daha az zorluk çıkartan Omar ya da Ömer’le değiştirmişti, muhatabı hangisini tercih ederse.
Orada, o taburenin üzerinde kıpırdamadan otururken, dünya onun, o da peçete üzerinde dağılan mürekkep lekelerinin etrafında fır dönelken, Ömer nereden çıktığı belirsiz bir ilham dalgasının etkisiyle hafiflediğini, gönendiğini hissetti. Hani biraz daha dursa, bir mürekkep lekesi üzerine saatlerce felsefe yapma mertebesine erebilirdi. Ama Abed de aynı hisse kapılmış olmalıydı ki, koluna asıldığı gibi arkadaşını tabureden indirdi. Bu itici güçle, barmen cinnet getirmeden bardan çıkmayı başarabildi ler.
Dışarıda serindi gece. Mekân Boston, martın 16′sı için fazlasıyla serin. Yine de Somerville Bulvarı boyunca zar zor ilerlerken hava durumunu umursamıyor gibiydiler. Soğuk değildi böyle somurtmalarının sebebi. Daha başka, daha muğlak bir şeydi… Hani biri çıkıp sorsa, kahpe, kalleş, küskün bir ıssızlık hissi diye tanımlayabilirlerdi, gerçi ne bu kelimelerle ne de bu sıralamayla. Ne de olsa son beş saattir, bütün o açık saçık espriler ve bolca laf salatası, erkekçe vaazlar kardeşçe vaatler boyunca birbirlerine sadakatle eşliketmiş olsalar dahi, sonunda, boğulan bir adamın suyun yüzeyine çıkma paniğini andıran bir telaşla barın yaylı kapılarından gecenin ıslattığı sokağa çıktıklarında ikisi de hem aynı anda hem ayrı ayn kendi som yalnızlıklarının farkına varmıştı. Temiz, duru havanın yanı sıra ruh halleri arasındaki tezat, bir de alkol testine tabi tutulduktan takdirde alacakları neticeler arasındaki faik birbirlerinden böylesine aniden uzaklaşmalarında rol oynamış olsa gerek.
Yine de epi topu bir an sürdü sessizlik. Hemen ardından konuşmaya başladı ayık olan, kelime ve buğu bulutları koyvererek kolay kolay kapanmayan ağzından:
“Tam beş saattir beni cebren esir tuttuğun bann ismine dikkat ettin mi, dostum? Hani belki merak etmişsindir o kasvet yuvası batakhanenin adını diye soruyorum. Ömrü hayatımın beş kıymetli saati gitti ya!” diye söylendi Abed burnunu çekerek. “‘Gülen Saksağan*, amma boktan isim ya! Abi bir kere saksağanlar gülmez ki, gevezelik eder! Hatta böyle bir tabir bile var, hem de Amerikalıların lafı: ‘Saksağan gibi gevezelik etmek!’ Ne alaka diye geçiriyor olabilirsin şimdi sen aklından! Geçirmiyorsan da düşünemeyecek kadar sarhoş olduğun içindir. Demem o ki, Amerikalılar İngilizceyi sonradan öğrenmiş birinin mazallah ‘Şu kız saksağan gibi gülüyor,’ dediğini duysalar hemen hatayı düzeltirler. Değil mi? Peki hata ise madem, afili pirinç levhalar üzerindeki yazıyı gördüklerinde neden düzeltmiyorlar? Ya da bardak altlıklarında? Haklı olarak ben de soruyorum, oradaki yazıyı düzeltmiyorlarsa neden bir yabancının lafını düzeltiyorlar? Ne demek istediğimi anlıyor musun?”
Konu Ömer Özsipahioğlu durdu ve bu sayede daha iyi görmeyi umut ediyormuşçasına kısarak gözlerini arkadaşına baktı.
“Tabii bu küçük, ehemmiyetsiz bir örnek,” diye söylenmeye ve yürümeye devam etti Abed, Ömer’in geride kaldığını fark etmeden. “Toplum çapındaki bir aksaklığın minyatür boyutu sadece.”
“Gail diyor ki…” arkadan Ömer’in titrek sesi duyuldu. Ama hemen durup üst üste yutkunması gerekti, sanki bu gece yüzüncü kez bu ismi tekrarlamak damağında kekremsi bir tat bırakmıştı. “Diyor ki, karga ailesi muhterem kuş sülalesinin en muhterem fertleri sayılabilirmiş. Yeterince yaşlı bir karga bulabiliısen şayet, ninenin ninesinin gözlerine bakmış dahi olabilirmiş.”
“Gail! Gail! Gail!” diye cıriadı Abed arkasına dönüp kollarını ümitsizce açarak. “Yahu tam beş saattir başka bir şey sayıklamadın. Hani yanındaki tabure vardı ya, işte orada oturup can kulağıyla dinleyen adamı hatırlıyor musun? Bendim ulan!? İnsaf! Biraz merhamet et, Gailsiz birkaç dakika ihsan eyle bana lütfen. Bırak konuşayım, ne diye Gail serpersin ki saksağan monologumun üzerine! Ben seni sağ salim evine götürene kadar Gail mail duymak istemiyorum, tamam mı?”
Nihayet ona yetişmeyi başaran Ömer mahzun mahzun içini çekti. Bu gece kadeh kadeh diktiği onca uzo kanına üzüm, anason, kişniş, karanfil, melekotu kökü ile beraber biraz da “mübalağalı tavır ve mimik” zerk etmişti.
“Hem ne var ki bunda! Valla Gail’in kargalarla bakıştığım öğrenmek beni zerre kadar şaşırtmadı. ‘Acayip’ bu kızın göbek adı. Bu zamana kadar öğrcnemediysen bundan sonra hiç öğrenemezsin birader. Hayatımıza balıklama dalan en acayip kadın o ve şu evlerde uyuyan şu insanlar hanfendiyi tanıma fırsatını bulabilselerdi eminim onların hayatındaki en acayip kadın da O olurdu.” Başını geri atıp önüsıra uzanan boş sokağa doğru haykırdı: “Uyuyun bakalım, şanslı insanlar sizi! Mışıl mışıl uyuyun!”
Tüm bu solgun binalardan, cafcaflı dükkânlardan, tekdüze evlerden hiç cevap gelmemesine bakılırsa gerçekten de uyuyorlardı. Görünürdeki tek devinim kaynağı pahalı, topaz rengi bir araba idi. Kayarcasına geçti yanlarından, tavada eriyen tereyağından yapılmışcasına; birazdan yok olacaktı sanki, geriye sıvıdan bir kalıntı bırakarak. Araba tam yanlarından geçerken Ömer arka pencereden dışarı bakan siyah, kıvırcık saçlı bir kız çocuğu gördü, küçük, yuvarlak, hastalıklı yüzünün ölgün beyazlığına rağmen irkiltici ölçüde sakin görünüyordu. Araba köşeyi dönmek için yavaşlayınca, çocuğu bir kez daha görebilmek için eğildi ama artık arka pencerede kimse yoktu. Ömer bu hadiseyi nasıl yorumlayacağını bilemedi. Eğer Gail burada olsaydı muhakkak bir alamet addederdi bunu,ama acaba iyiye mi yorardı kötüye mi emin olamadı Ömer. Baş ağrısının patlak vermek üzere olduğunu hissederek sıkıntıyla etrafına bakındı. Kendisine eşlik eden şikâyet tufanını umursadığı yoktu aslında. Ne de olsa Abed oldum olası böyleydi, hep dırdırcı, laflarıyla dinleyicilerinden ziyade kendisini gaza getiren ateşli bir kışkırtıcı. Daha beteri alkolün üzerindeki etkisiydi yan etkiden ziyade, bir nevi yan bakmaetkisiyle alkol Abed’in içindeki hüsrana uğramış hatibi açığa çıkarıyordu sanki. Zira Abed ne zaman yanındaki birinin aşın miktarda içki tükettiğine tanıklık etse, düğmesine basılmışçasına, toptum çapındaki aksaklıkları eleştirme iştahı ve tutkusuyla geçerdi atağa. Böyle zamanlarda Ömer onu resim çerçevelerinin simetrik olmadığı bir odada huzursuzluktan oturamayan insanlara benzetirdi. Tıpkı onlar gibi Abed de asimetrik her şeyi anında düzeltme arzusunu dizginlemekte güçlük çekiyordu. Ancak onların aksine Abed’in müdahaleleri fizikselden ziyade safı sözeldi. Halaları düzeltmenin başlıca yolu konuşmak ve şikâyet etmekti onun için. Ve şikâyetlerinin saptadığı meseleleri çözemediğini gördükçe daha da çok şikâyet ederdi.
“O Cadılar Bayramı felaketinden beri geçirdiğim en berbat gece bu herhalde.” Abed’in sesi bir hırçınlık nöbetinin sancılarıyla tarazlanmıştı. “Sen sağımda GailşöyleGailböyle bir bir bir, o bariton öküz solumda DorisşöyleDorisböyle, bir de üstüne üstlük barmen beyzadenin cümle kadın cinsi hakkında yaptığı bayağı şakalar… Böyle yan yana ne kadar gülünç göründüğünüzün farkında mısın acaba? Bara ‘Gülen Saksağan’ demelerine şaşmamalı! Bu muhteşem ismin kimin fikri olduğuna gelince, Gail bunu söylediğimi duysa dilimi koparmaya kalkar ama ben yine de söyleyeceğim: Cherchez lafemme! Eminim bir kadının fikridir. Muhtemelen patronun kırmızı yanaklı karısının. ‘Bitanem,’ demiştir günün birinde, ‘açacağımız bara İsim buldum! Gülen SaksağanV Adamcağız muhtemelen o esnada masrafların nasıl olup da gelirleri aştığını anlamak için ciddi bir aritmetik faaliyeti içindedir. Sırf bir şey söylemiş olmak için (Ne güzel isim nonoşum»’ der, ‘ama sence bar için gerçekten de uygun mu?’ Tabii/ der kadın, ‘buraya neşeli bir hava ve…"
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…