Kitap okumaya var mısınız ? Kafe Kitap




Zaten ağır olmasa bile, vize için olduğu için otomatik olarak sıkıcı oluyor. :)))
Ben de okul için okuduğum kitaplardan tat alamam.. :))
Nar Ağacı'na bende başlayacağım, ama elimde 2-3 kitabım var önce onlar bitecek.. :)
 





[FONT=´Calibri´]“Gönülden yazılmış her kelime şemsten bir parça”[/FONT][FONT=´Calibri´]“Kararır gökyüzü bazen, kasvetli bulutlar kaplar semayı. Hayatın ritmi durağanlaşır, sohbetler bildikleşir, içimizde birikir yalnızlık hissi. Nasıl özleriz güneşi o zaman, griler içinde aradığımız bir tutam renk demeti. Peri tozu gibi, inceden. Gönülden yazılmış her roman, her hikâye, her kelime bir şemsparedir… Güneş parçası… Düşer omuzlarımıza, kar tanesi gibi usulca, yağmur gibi yıkar ruhumuzu, arındırır tozdan kirden tekdüzeliklerden… Şemspare...”[/FONT][FONT=´Calibri´]Elif Şafak, bir kez daha hayatın içinden süzülüp gelen denemeleriyle karşımızda. Şafak’ın, Kasım 2010’dan bu yana Habertürk gazetesinde yayımlanan yazılarından oluşan seçkisi Şemspare adıyla yayımlanıyor. Altmışın üzerinde denemenin yer aldığı kitap, yazarın bir önceki deneme seçkisi Firarperest’in devamı niteliğinde. Şafak’ın kadın, yolculuk, edebiyat ve güncel konular üzerine yazılarının yer aldığı Şemspare’nin metinlerine eşlik eden illüstrasyonlar da yine M. K. Perker imzasını taşıyor.





[/FONT]
[FONT=´Calibri´]
[/FONT]

“Kararır gökyüzü bazen;
kasvetli bulutlar kaplar semayı.
Hayatın ritmi durağanlaşır, sohbetler bildikleşir,
içimizde birikir yalnızlık hissi.
Nasıl özleriz güneşi o zaman,
griler içinde aradığımız
bir tutam renk demeti.
Peri tozu gibi, inceden.
Gönülden yazılmış her roman,
her hikâye, her kelime
bir şemsparedir…
Güneş parçası…
Düşer omuzlarımıza,
kar tanesi gibi usulca,
yağmur gibi yıkar ruhumuzu, arındırır tozdan kirden tekdüzeliklerden…
GurbetGurbet tuhaf bir kelimedir, söyler söylemez ağızda kek.remsi bir tat bırakır. Dil üstünde bir katre kaya tuzu, kolay kolay erimeyen. Bir saklı burukluk, kendini hemen ele ver.meyen. “Tarif et” deseler, edemezsin. Bir şey hep yarım kalır, bir nokta hep eksik. Kabataslak anlatır ama tam karşılığını bulamazsın. Bir kez telaffuz eder, bir an duraklarsın. Öyle kelimeler vardır ki, istesen bile hafife alamazsın.Gurbet kelimesini öyle şıp diye bir başka dile çeviremezsin mesela. Farklı farklı kavramlar ve ifadelere başvurursun ay.nı anlamı yakalayabilmek için. Baktın ki doğrudan aktaramı.yorsun, dolaylı anlatımı denersin: Anavatan, sıla, memleket, hasret, uzak, ayrılık, geçmiş… Hepsini kullanmaya kalkarsın bir ya da birkaç cümle içinde, gene de olmaz. Sabun gibi kayıverir avuçlarının arasından kelimenin mânâsı. Rüzgâra ya.kalanmış uçurtma gibi savruluverir. Tutamazsın.Bir türlü kelimenin karşılığına denk gelemezsin Batı dil.lerinde. Uzun yıllardır göç veren, insanlarını ya ekonomik, ya politik, ya dinsel, ya duygusal sebeplerle uzaklara gönderen, sürgünlere yollayan, yokluğuna mahkûm eden toplumlarda bulursun ancak “gurbet” kelimesini. Göç almaya alışkın, ge.lişmiş ve müreffeh Batı toplumlarının sözlüklerinde yoktur böyle bir tını… Ne de böyle bir hüzün, böyle bir diken gramer.lerinde.Gurbet görünmez bir kıymıktır çünkü, batar etine; derinin altında, parmağının ucunda sıkışmış kalmıştır, yaşar seninle. Çıkarmaya kalksan çıkaramazsın, göstermek istesen onu da yapamazsın. Etin kemiğindir artık, bedeninden bir parça. Ay.rılmaz bir uzvundur, ne kadar yabancı, ayrıksı olsa da.Tam yirmi yedi senedir gurbette yaşayan bir Türk aileyle tanıştım. Kapılarını açtılar, yüreklerinin perdesini araladılar. Onlar anlattı, ben dinledim. Fotoğraflara baktık Uzun uzun. Artık üretilmeyen kartpostallar, nicedir hayatta olmayan ak.rabalar, bir gölgeden ibaret anılar, binlerce kez anlatılmış askerlik hatıraları, darbe sonrası memleketimden insan man.zaraları…Torunlar bizimle oturdu, çaktırmadan tebessüm ettiler duygusallığımıza. İngilizceyi su gibi, Türkçeyi aksanlı ve kı.rık dökük konuşan, anadillerinde hiç kitap okumayan, Türki.ye’ye dair kallavi ve sabit fikirleri olan gençler… Türk asıllı Ingilizler. Dışarıda çayı porselen fincanda ve sütlü, evde ise muhakkak demli ve ince belli cam bardaklarda içenler.“Bir gün döneriz” diyor babalan, sonra kaşlarıyla en genç oğlunu işaret ediyor: “Ama bunlar dönmez. Yazlan gidince bi.le yadırgıyorlar.”Köşede oturan yaşlı dede inceliyor beni, konuşmuyor. Kulaklarının iyi işitmediğini, aklının ise bir gelip bir gittiğini söylüyorlar. İlk başlarda ne vakit söz alsam ona da sesleniyo.rum ama çok geçmeden ben de diğerleri gibi kanıksıyorum onun var ile yok arası sessiz tanıklığını. Bir tuhaf eşya gibi kenarda duruyor. Ben de görmez oluyorum. Çaylar, börekler ve kenarından tırtıkladığım incir tatlısının ardından ayrılmak üzereyken aniden arkamdan birisi sesleniyor. Dönüp ba.kıyorum ki dede. Yanına gidiyoruz, sesi boğuk bir hırıltı gibi çıkıyor.Rahatsız ettim endişesiyle birkaç kelime geveliyorum. Aile.nin gelini imdada yetişiyor. Yazar olduğumu söylüyor. “Edebi.yatçı kısmı böyle meraklı olur” dercesine. Ama yaşlı adam ik.na olmuşa benzemiyor, gözleri üzerimde; hatta hafif sinirleni.yor bize, ne dediğini anlamadık diye. Tekrar ediyor. Ancak o zaman anlıyorum deminden beri ne dediğini: “Bana niye sor.madın?”Bana niye sormadın hikâyemi? Onlara sordun da bana ni.ye anlattırmadın? Çantamı bırakıp yanına oturuyorum. Ona soruyorum bu sefer seneler evvel buralara nasıl geldiğini. Başlıyor anlatmaya. Söylediklerinden bir şey anlaşılmıyor, sesi bozuk bir gramofondan yükselen eski bir türkü gibi tanı.dık, inip çıkıyor. Dinliyorum. Ne anladığımın, hatta ne konu.şulduğunun bile önemi yok. Önemli olan onun anlatıyor ol.ması. Ayrılırken bir cümleyi yakalayıveriyorum.Dişsiz ağzın.dan topladığım birkaç hece düşüyor önüme. îpi kopmuş tes.pih taneleri gibi.“Taş yerinde ağırdır” diyor gülümseyerek. “Bizim bir ağır.lığımız kalmadı bu dünyada.”Sessizce çıkıyorum oradan. Kapanıyor kapı ardımdan.Bir gurbet sahnesidir tanık olduğum; avuçlarımda, saçla.rımda kelimeler…***Birbirine “Tutunamayanlar”Erkek, kadını çoook sevdi. Ve çabuk sildi. Aşklarını da, ayrılıklarını da büyük çalkantılarla yaşamayı huy edinenlerdendi. Hikâyesini bana anlattığında ilgilenmedim evvela. Belki de önyargılıydım ona karşı.“Dinle” dedi. “Bir de benden işit şunu.”Serseri ruhluydu, kolay kolay kimselere bağlanmaz tipler.den. “Önce bir hayatın cilvelerini göreyim, sonra kendimi keş.fedeyim, derken bir kez de 80 günde devriâlem edeyim; valla ancak o zaman bir yuva kurmayı aklımdan geçirebilirim” der.di her zaman.O daha bebekken leylek sürüleri beşiğinin üzerinden uç.muştu; yerinde duramaz, bir yastıkta kocayamaz, bir adrese bağlanamazdı. Ofisinin, evinin duvarlarında farklı diyarlar.dan getirilmiş onlarca resim ve eşya vardı. Güney Afrika’da, Kuzey Amerika’da, Uzakdoğu’da çekilmiş fotoğrafları süsler.di etrafı. Meditasyon yapmışlığı, hatta Hindistan’da bir aşramda bulunmuşluğu da vardı. Ama öyle el etek çekerek ya.şamak ona göre değildi doğrusu.Nefsi ona batmazdı. Tam tersine, nefsi ile ahbaptı.Yapacak işleri vardı; gezilecek yerler, kazanılacak başarı.lar. Bunu hiç dile getirmese de başka kadınlar tanımak isti.yordu, içlerinden birine “Karım” demeden evvel. Sadakat, ye.di harfli bir kelimeden ibaretti onun için. Mümkün mertebe kullanmazdı. Kendini burjuva ilişkilerin üzerinde görür, baş.kaları için geçerli olan ölçütlerin onu zerre kadar bağlamaya.cağına inanırdı.Zor adamdı. Kendince ilkeleri vardı. Siyasetten hoşlanmazdı. Yerli sanatçıların hiçbirini beğenmezdi. Kolay burun kıvırırdı. Yerli roman okumazdı. Caz dinler, Amerikan edebi.yatı takip ederdi. Reklam sektörün deydi.
 





“Öyle güzel ki uçmak... Öyle güzel ki tüyden hafif, uçurtmadan serseri, buhardan oynak, toz zerresinden kıvrak, kar tanesinden savruk olabilmek gökkubbede. Niyetim daha, daha da yükseklere çıkmak. (…) Niyetim gökyüzünde fersah fersah yükselip güneşin gölgesine değerek, bembeyaz bulutların üzerine çıkıp bağdaş kurmak ve bir de oradan bakmak dünyaya. Çünkü bilmek istiyorum aşağıda olup biten her şey görülüyor mu buradan bakıldığında? Merak ediyorum arka bahçelerde sırlanmış sırlar, işlenmiş kabahatler, yarım kalmışoyunlar kaydediliyor mu satır satır, kelime kelime? Bilmek istiyorum bir mahremiyeti var mı insanoğlu-insankızının, insan olmanın?”

Şafak, Isabel Allende ekolü büyülü gerçekliğin önemli bir mirasçısı
olmaktan öte bir yazar. romanın görkemli gerçeküstücülüğü kayda
değer bir zekâyla desteklenmiş.
The Independent


Uyumsuzluklara ve toplumun bunlara nasıl baktığına dair çok
katmanlı bir metin. Sıradışı, sanrılı bir roman…
Kirkus Reviews




Görmeye ve görülmeye dair bir roman…
“Öyle güzel ki uçmak… Öyle güzel ki tüyden hafif, uçurtmadan serseri, buhardan oynak, toz zerresinden kıvrak, kar tanesinden savruk olabilmek gökkubbede. Niyetim daha, daha da yükseklere çıkmak. (…) Niyetim gökyüzünde fersah fersah yükselip güneşin gölgesine değerek, bembeyaz bulutların üzerine çıkıp bağdaş kurmak ve bir de oradan bakmak dünyaya. Çünkü bilmek istiyorum aşağıda olup biten her şey görülüyor mu buradan bakıldığında? Merak ediyorum arka bahçelerde sırlanmış sırlar, işlenmiş kabahatler, yarım kalmış oyunlar kaydediliyor mu satır satır, kelime kelime? Bilmek istiyorum bir mahremiyeti var mı insanoğlu-insankızının, insan olmanın?”
Şafak, Isabel Allende ekolü büyülü gerçekliğin önemli bir mirasçısı olmaktan öte bir yazar.romanın görkemli gerçeküstücülüğü kayda değer bir zekâyla desteklenmiş.
The Independent
Uyumsuzluklara ve toplumun bunlara nasıl baktığına dair çok katmanlı bir metin. Sıradışı, sanrılı bir roman…
Kirkus Reviews
***
Rüyamda bir uçan balon görüyordum. Bengini seçemiyordum ama gökyüzü gıpgri, bulutlar bembeyaz, güneş de sapsarı olduğuna göre, gıpgri, bembeyaz ya da sapsarı dışında bir renk olmalıydı muhakkak. Afisi takdirde onu göremezdim. Rüyamda gördüğüm uçan balon görüldüğü müddetçe var, görülmediği anda yoktu.
Uçan balon usul usul ağıyor, bembeyaz bulutlar nazlı naili süzülüyor, gıpgri gökyüzü katre katre kararıyor, sapsarı güneş sessiz sedasız batıyordu ki, şiddetli bir rüzgar çıktı aniden. Aniden çıkan rüzgârın şiddetiyle sarsıldık hep birden. Kireç, katran ve balçık; çalı çırpı, börtü böcek ve toz toprak yağıyordu üzerimize. Tufan gördüklerime kaçmasın diye, iki gözümü birden kapatmaya mecbur kaldım. Kirpiklerim kirpiklerime değdiğinde, suyla temas eden kızgın yağın çıkardığı sese benzer bir ses duyuldu. Balon hava kaçırıyordu: gözden ırak kaldığı her saniye için bir tutam boşluk püskürtüyordu boşluğa. Kusuyordu balon, şimdiye değin yediği ne varsa. Telaşla gözlerimi açtım. Geç kalmıştım. O yoktu artık. Ben vardım. Uyanmıştım.
Be-Ce karyolanın ucuna oturmuş, kaşlarını çatmış, kızgın kızgın bakıyordu.
“E pes yani! Deminden beri dürtüklüyorum, bir türlü uyandıramadım. Amma da ağır uykun varmış.”
Cevap vermeme fırsat bırakmadan, üzerimdeki battaniyeyi hoyratça çekip aldı. Battaniye gidince, sulan aniden çekilen bir denizde, dertop olmuş ağlarıyla birlikte cascavlak ortada kalan bir sandala benzedi vücudum. Artık suların ılık karanlığından yoksundum. Gün ışığına çıkıyordum bana korkutucu, Be-Ce’ye kifayetsiz gelen bir hızla. Ben uyurken, rasgele oraya buraya Kaçılmanın ve battaniyenin altında gözden ırak olmanın keyfîni süren tüm uzuvlarım şimdi telaşla bir araya gelmeye çalışıyordu. Be-Ce’nin ısrarcı çağrısı, mıknatıs gibi kendine çekiyordu onları.
“Dışarıda yer yerinden oynuyor, kızılca kıyamet kopuyor. hanfendi hâlâ horul horul. Hadi kalk! Kalk da curcunayı seyret.”
Teras kapısı ardına kadar açıktı ve püfür püfür rüzgâr doluyordu içeriye. Perdeler, filmlerdeki hayaletli evlerin perdelerine has dehşetengiz bir kıvraklıkla bir oraya bir buraya savruldukça, aradaki boşluktan gökyüzü görülüyordu.
Yıldızsız, bulutsuz, aysız bir gece; ışık gözlerimizi kamaştırmasın diye takılmış, simsiyah bir filtre.
Ben pencereden uzak durdum. Gördüklerimi Be-Ce’nin gözünden gördüm. Pencereden uzakta, Be-Ce’nin gözünden bakınca görülen şuydu:
Yokuşun başında elli yaşlarında etine dolgun yüzü solgun tonton mu tonton bir kadın geceliği pazen terlikleri ponpon fırlamış sokağa sokak lambasının altında lambaya üşüşen ışığı kesen sineklere bakmakta her neyse kaybettiği böyle gece vakti belli ki aramakta sineklerin kanatlarında.
Elli yaşlarında elli pare top atışıyla sızım sızım acısını kutlamakta her parede şıkıdım şıkıdım/ göbek atmakta ev li barklı üç çocuk anası susuz limonlar gibi memeleri erken kurudu rahmi oysa sevmezdi kanını aklının ucundan geçmezdi izleyebileceği ama çabuk kabullendi zaten □ hep böyleydi hep munis ve de suspus kimse ondan alâ pişireni ezdi ıspanaklı kol böreğini bir kaşığa dokuz mantı sığdırırdı kalem inceliğinde sarardı yaprak sarmasını inci gibiydi yazısı okuldayken yani o zamanlar her şey ne iyiydi ılık bir aut misali boğazından aşağı iniyordu hayat içini ısıtarak o zamanlar herkes etrafında pervane emrine amade sonradan kocası olacak hergele en çok da o nasıl da dolanırdı peşinde “hergele lafı az bile bunca seneden sonra hiç ulanmadan yaşına başına bakmadan son kalk da/ mis gibi yuvam’ gül gibi karını boyunca çocuklarını et feda hem de kimin uğruna kızı yaşındaymış valla yosmanın teki’ hevesi gevince parasını yiyince haydi yallah kışkışlayacak bizimkini’ sık dişini zaten erkek kısmının aklı sonradan gelir başına dayan çocukların hatırına hem, tekbsen misin sanki hepimiz geçtik bu yollardan az ceviz kırmadı rahmetli baban hiç ses çıkardım mı bunca zaman farzet ki kızılcık şerbeti geçecek elbet geçmeli her şey gibi bu da geçip gidecek elbet dönecek diz çöküp af dileyecek senden alâ kim yapabilir ki ıspanaklı kol böreğini hem kim sığdırabilir dokuz mantıyı bir kaşığa o şırfıntı mutfağın yolunu bilir mi sanki onun mahareti başka öylelerinin kadınlığı kibrit ateşi sönüverir yataktan çıkınca oysa sen senin kadınlığın dillere destan hem…”
geceliği pazen terlikleri ponpon aksiliği tutsa da bazen her daim tonton ılık bir sut misali boğazından aşağı inerken hayat içini ısıtarak usul usul kayıp giderken aniden berbat bir tat belki de sut bayat telaşla çıkardı o iğrenç yapışkanlığı sütün kaymağıydı midesi bulandı ponponlardan biri iyice gevşemiş dudaktan yırtılan olu deri gibi kendi etini kuş evini ait olduğu yeri terk etmeye yeltenmiş sallanıyor belli ki kopacak belli ki gidici pe ki ya öteki ya sağlam olan ponpon sağlam mı acaba yoksa sağlam rolü mü yapıyor olmadığı bir şeye öykünüyor anlamak için hakikati ponpona kuvvetlice aşılmalı ama ya koparsa hem de sağlam olduğu halde göz göre göre en iyisi hiç kalkışmamak ama merak işte bilmek istiyor ve görmek gözlerinin görebileceklerini çıkarıyor terliğini sağlam ponponlusunu sinekler çok uzakta leş peşinde akbabalar gibi kara kara didikliyorlar ışığın etini tıpatıp aynı hepsi ama kadın gayet iyi biliyor hangisini gözüne kestireceğini,
“Orospu sinek! Orooospuu! Orospu sineeeek!”
kadının sesi böldü biçti havayı.
“Orossspuuu sineekkkğğmmm, Orooospu Sineeem!”
Pencereden uzakta,
Be-Ce’nin gözünden bakınca gördüğüm şuydu:
Gecenin bir hayli geç bir saatinde, İstanbul’un iki yakasından birinde, mazbut aileler ile zındık bekârların iç içe oturduğu tarrakası bol bir semtte, çıkması zor inmesi zor bir yokuşun tepesinde, muhtemelen elli yaşlarında üç çocuk anası bir kadın, sokak lambasına konan sinek Sinem’den kocasını geri istiyordu bağıra çağıra. Köpekler uluyor, kapılar açılıyor, ışıklar yanıyor, bebekler ağlıyor, dedikodu tuşları tıkır tıkır yazıyordu gelecek günlerin gözde konusunu. Konu komşu balkonlara, pencerelere üşüşmüş; sokağa doluşmuştu. Şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış gözleri, kopan kıyametin kızıllığında ışıl ısıl parlıyordu. Bir gecede, bütün kış yetecek kadar mevzu çıkmıştı mahalleliye. Herkes coşkuyla küpünü dolduruyordu. Herkes dediysem, ev ahalisi hariç!
Ev ahalisi neye uğradığını şaşırmış yalın ayak peşinden fırlamış çocuklar kızkardeşler yeğenler enişte bey Üzerlerinde pijamalar gecelikler yüzlerinde kremler saçlarında bigudiler kadının etrafını sarmışlar çimdire çimdire çekiştire çekiştire yalvar yakar eve sokmaya çalışıyorlar eve gidelim de orada ne yaparsa yapsın istediği kadar ağlasın bağırsın çağırsın eve sokalım ki konu komşu görmesin duymaları mühim değil yeterki görmesinler.
ev ahalisinin yüzlerinden ele güne rezil olmanın dehşeti damlıyor şıpır şıpır ailenin en küçüğü bu hengâmeden en az nasibini alan henüz beş yaşında sevimli kerata şıpır şıpır damlayan dehşetleri ipe dizmiş kolye yapmış boynuna asmış hoplayıp zıpladıkça şıngır şıngır yeni dehşetlerin peşinde çocuk aklı ne bilsin işte hevesle topluyor dehşet damlalarını büyükler ufaklığın ne yaptığının farkında değiller onlar cümbür cemaat kadını zaptetmeye çalışıyorlar ama kolay değil hiç kolay değil zaptedemjyorlar kiminin teyzesi kiminin ablası kiminin annesi olan kadını deli kuvveti gelmiş olmalı kırk tarak dayanmaz derler deli kısmının tek bir saç telini taramaya öyle kuvvet verirmiş delilik insana Baktılar olacak gibi değil, baktılar hepten çıkmış zıvanadan, kadını derdest edip karga tulumba bir taksiye attılar. Kendi arabaları da vardı ama gene kaldırıma park edip yolu kapatmıştı birileri. Gerçi önlerini tıkayan arabanın sahibi muhtemelen seyircilerin arasında olduğundan onu bulmak hiç de zor olmayacaktı ama en iyisi hiç uğraşmamak ti. En iyisi bir taksiye binip bir an evvel gitmekti buraya en yakın ve buradan en uzak hastaneye.
Taksi şoförü genç irisi yeni evli çocukları olana değin çalışması için karısına müsaade etti ileri görüşlü olmakla övünür zaten nişan, düğün derken boğazlarına kadar borçlandılar hanımın da çalışmasında fayda var taksi şoförü gençten bir adam gece ondan sonra alır arabayı sabaha kadar çalışır sabah oldu mu arkadaşına devreder ikisi beraber/piyango zengini bir herife çalışırlar herif sonradan görme kelle kulak yerinde varil gibi rüyalarında halâ yoksul görür kendini uyanınca şükreder yüksek sesle bir kuruşun hesabını yapar hesabını sorar alçak sesle Allah’ın kulağına gitmesin diye taksi şoförü ve arkadaşı kazansalar da kazanmasalar da hep aynı miktarı sayarlar patronun avucuna taksicinin arkadaşı ileri görüşlü değildir ama’ karısının çalışmasına müsaade etmez zaten etse bile kim ise alır ki Öylesini kadınkadın değil hilkat garibesi boy boy beş çocuk doğurmuş beşini de kendine benzetmiş agız burun yamulmuş çağanoz gibi her biri oysa bizimkinin karısı öyle mi fidan gibi incecik taze biraz boy fukarası’ o da olsa manken gibi kız valla harcanıyor butiklerde kendi soylediydi herifin teki dadanmış kazak, gömlek bahanesiyle; her gün damlıyomuş dükkana taksici yarın gidip el koyacak duruma karısı aklına gelince içi gıdıklanıyor bazen bir iki kez dayanamadı zaten çekti arabnyı evin önüne bıyık altından gülümsedi mahalleli artık evin semtinden dahi geçmiyor kesintisiz çalışmalı çalışıyor da Allah için gerçi hu gece küçük bir kaçamak vardı aklında ama helki şunlardan kurtulduktan sonra dikiz aynasından arkadakileri seyrediyor “yazık” diyor içinden “fıttırmış zavallı kolay mı hu pahalılıkta her gün zam her gün zam” sırf hu sebepten gece çalışmaya başladı zaten gece müşterisi kalkıp gündüz müşterisi gibi taksicinin kazancını hesaplamaz gece müşterisi başka şey konuşur hani sanırsın ki insan ya ağır konuşur ya külliyen saçmalar ya gece müşterisi ağır konuşurken saçmalar saçmalarken ağır konuşur “geçenlerde mesela aynen böyle bir müşteri ağız burun yamulmuş dut gibi gün ağarmakta gecenin beşi herif tutturdu ‘hadi! gidelim Fatih’in mezarını bulalım yakasına yapışalım ne demeye aldın sen bu şehri? kaydıraktan kaydır gemileri ver onca şehidi bunun için mi ulan hepsi?’ sarhoşluk işte inal etmiş gaza gelmiş” taksici ses etmezdi gene de ama bi debaktı ki sarhoş çıkarmış kafayı camdan bas bas bağırıyor -Fatih Sultaaan! Sultan Fatiiih! Nerdesin? Kalk da bak! Bak ne hallere koydular torununu!” imkânı yok susmuyor o saatte namaza giden ehl-i Müslüman dehşet içinde taksiye bakıyor taksici şaşkın baktı ki başa çıkamıyor çekti arabayı karakolun önüne bıraktı sarhoşu polislerin eline sonradan pişman oldu şeker sarhoştu Fatih’in torunu yaka paça götürülürken karakola dönüp sormuştu “kulağı küpetiymiş diyolar, doğru mu?” içine kurt düşmüştü taksicinin az kalsın birilerine soracaktı Fatih’in küpesini “kendine gel” dedi kendine “deli olma elin delisiyle olacak iş mi yani? koskoca Fatih! hem sana ne? her işin bitti de Fatih’in küpesi mi kaldı?” haberlerde izlemişti geçenlerde tımarhanelerin nüfusu.’
epeyce artmış bu sene “belli arkadaki kan da tırlatmış ulan bu canım memlekette ya kudura kudura ölecez ya da delire delire!”
arkadakiler kadını teskin etmeye çabalarken, öndeki adam titreyen ellerle sigara tutuyor taksi şoförüne, daha iki üç nefeste duman doluyor taksiye, camlar sımsıkı kapalı, açmıyorlar, adam dert yanıyor bir yandan, “baldız bu benim baldız, evini terk etti bizim yanımızdaydı yazdan beri, tutturdu boşanacam diye, üç tane de çocuğu var boyu kadar, bu yaştan sonra nereye boşanacaksa kolaydı sanki, hayatlarında ev geçindirmemişler ki bunlar, hep kocalarının eline bakmışlar, kolay sanıyorlar ay sonunu getirmeyi, ne yiyip ne içecek boşanınca, bırak ne halleri varsa görsünler dedim benim karıya, anlatamadım, al işte böyle oldu, sabah akşam vıdı vıdı konuşurlar, baldız ağlar benimki ağlar benimki ağlar baldız ağlar, kaç defo söyledim, yapma dedim iyi etmiyosun, bak daha beter oluyo ablan, başka şeyler konuşun oyalansın biraz, çıkın gidin kaplıcalarda kalın ananızı da alın romatizmasına iyi gelir kadıncağızın, ne dediysem dinletemedim, sabahtan akşamlara kadar evde kanlar kızlar, vıdı vıdı sürüsüne bereket, denizde kum bunlarda akraba, döne doluşa, temcit pilavı gibi ısıta ısıla, kimse ikna edemedi, tutturmuş illa da hoşanacam, en sonunda gitti avukata da haşvurdu, bu sabah bir yazı gelmiş mahkemeden, iyi dedim muradına erdin herhal kına yak göbek at, yalanım varsa ne oluyum ekmek çarpsın gözlerini portletip öyle bi baktı ki bana, Allah dedim o vakit anladım karı deliriyo, ama benimkine söylesem bana inanmaz, ablasına toz kondurmaz, neyse dedim yarın ola hayrola, baktım baldız da sakinleşmiş bu arada, yemekten sonra bulaşıkları yıkayıp odasına çekildi, en sevdiği dizi vardı halbuki, hiç kaçırmazdı, dönüp de bakmadı bile, midesi ağrıdığı için bardak bardak ılık süt içip erkenden yatmaya gitti, zaten rüya görmezmiş ta genç kızlığından beri, bizde de kafayı koymasıyla uyuması bir olurdu, en erken o kalkardı, kahvaltıyı hazırlardı noksansız kusursuz, yumurtaları hep kayısı kıvamında, yani çay bile daha güzeldi o yapınca, neme lazım doğruya doğru şimdi, öyle bi çekip çevirirdi ki evini mutfağını değme ev hanımı su dökemez eline, ne gezer henimkinde böyle maharet, zerre kadar çekmemiş ablasına, ama maharet neye yarar insan bahtsız olduktan sonra, tabii benim bacanağın da kabahati büyük, bunca seneden sonra olacak iş değil yani, söylerken utanıyorum valla, kızı yaşında, resmen kapatmış dayalı döşeli ev tutmuş buna, kız pavyonda dansözmüş, adı da Sinem bacanak geçen sene tanıştırmıştı bizi, kendi halinde ufak tefek bi kızcağız, ses etmediydim kaçamaktır geçer diye, nerden aklıma gelir o zamanlar işlerin böyle sarpa saracağı, hoşanmalara kadar varacağı, neyse uzatmıyım, dizi bitti uyumaya gittik biz de, ne bilelim baldızın uyumadığını, meğer bizim yatmamızı beklermiş, biz yatar yatmaz fırlamış yataktan, üstünde gecelik ayaklarında ponpon terlikler, kapıyı açıp sokağa atmış kendini, gören de sanır ki bizim evde esirdi, gürültü patırtıya kalktık, bi de baktık ki baldız sokak ortasında avazı çıktığı kadar batırıyor, yetmezmiş gibi bir yandan da göbek atıyor, neye uğradığımızı anlamadık valla. nasıl böyle oldu, niye, at bizi en yakın hastaneye, rezil olduk el âleme, o telaşla para da almamışız yanımıza, kusura bakma kardeşim, böyle her şey bir anda olunca, böyle apar topar pijamalarla çıktık işte, cüzdanı da almamışım, akıl mı bıraktılar adamda, boşanacam valla ben de boşanacam, alsın deli ablasını romatizmalı anasını, ne bok yerlerse yesinler bundan sonra, ömrüm gitti be, inan olsun kuruş kuruş harcandı ömrüm bunların elinde,”
“Parayı dert etme abi, kaçmıyoruz ya! Hepimiz bu mahallenin insanıyız nasıl olsa” dedi taksi şoförü.
Renkler soluyor. hareketler ya-vaş-lı-yor. Adam bir şeyler geveliyor ağzında. İslemeden dökülüyor kelimeler: “Sen hep bu mahalledesin de, bunca rezaletten sonra, biz burada kalabilecek miyiz acaba?”
Ardından sigara paketini çıkarıyor pijamasının cebinden. Suçluluk hissediyor birden. Şoföre anlatmak istiyor niye cüzdanını almadığı halde sigara paketinin yanında olduğunu. Konuşamıyor, boğazı kupkuru Çakmağını bulamıyor cebinde Takside düşürmüş olmalı. Yoksa… başından beri yok muydu? Bir önceki sigarayı nasıl yaktığını hatırlayamıyor bir turlu. Yoksa bu ilk sigarası mı? Daha da beter sıkılıyor canı. Arabanın çakmağının atmasını beklerken, yan gözle arkaya bakıyor. Artık bağırmıyor baldız; kesik kesik soluyor sadece. Bir de, yarası varmış gibi acıyla inliyor ara sıra. Dikiz aynasından gözlerini ayırmayan taksi şoförü kendi paketinden bir sigara yakıyor. Radyoyu açmak geçiyor içinden. Vazgeçiyor, yakışık almaz. kadınlar ablalarına sarılmış sessizce ağlıyorlar. Katre katre ka-ra-rı-yor gece; adım adım sarp-la-şı-yor yol. Adamın göğsü sıkışıyor. Camı açıyor sonuna kadar. Havada kar soğuğu var.
 




(…) Derken o yolculukta bir an geliyor, durup geriye bakma gereği duyuyorum. Geçtiğim yolları, uğradığım durakları, güzergâh boyu karşılaştıklarımı anımsıyorum.

Bu kitap dünden bugüne yazdıklarımdan ufacık bir seçkidir. Bir alıntılar kitabı. Karın doyursun diye değil, tadımlık niyetine.
Kağıdın üzerine konulmuş birkaç tatlı kelam. Kağıt Helva…




(…) Derken o yolculukta bir an geliyor, durup geriye bakma gereği duyuyorum. Geçtiğim yolları, uğradığım durakları, güzergâh boyu karşılaştıklarımı anımsıyorum.
Bu kitap dünden bugüne yazdıklarımdan ufacık bir seçkidir. Bir alıntılar kitabı. Karın doyursun diye değil, tadımlık niyetine.
Kağıdın üzerine konulmuş birkaç tatlı kelam. Kağıt Helva…
ELİF ŞAFAK

Yazı yazmak yolculuk etmek demek. Devimli yollarda olmak. Başka yüzyıllara, başka, kıtalara, başka hayatlara uzanan bir seyrüsefer. Hayaller ve hikayeler âleminde sonsuz gezintilere çıkmak demek roman yazmak. Ve kaybetmek yolunu, yönünü, kendini. Varmak değil ki aslolan, sadece ve sadece gidebilmek.
Yol boyu çakıl taşı toplar gibi kelime topluyorum. Cebimde biriktiriyorum onları. Harfleri. Harflerin
Belki de her kitapta kendimi arıyorum. Her kitapta kendimden bir parça daha uzaklaştığımı bile bile…
Derken o yolculukta bir an geliyor, durup geriye bakma gereği duyuyorum. Geçtiğim yolları, uğradığım durakları, güzergâh boyu karşılaştıklarımı anımsıyorum. Bu kitap dünden bugüne yazdıklarımdan ufacık bir seçkidir. Bir alıntılar kitabı. Karın doyursun diye değil, tadımlık niyetine.
Kağıdın Üzerine konmuş birkaç tatlı kelam. Kağıt helva.
Elif Şafak
Kendimdeki değişimi seyrediyorum. Âşık olmanın bir mucizeye inanmaya benzediğini düşünmeye bağladım. Aşk da beklentiler ve inançlarla ilgili. İnsan kendisi için hâlâ kurtuluş ümidi olduğuna ve günün birinde Özel bir insanın bunu mümkün kılacağına inanıyor. Bir mucize özlemi değil mi bu? Bu dünyadan fazla bir şey beklememen gerektiğini bilsen de içindeki bir şey diretiyor işte… umut etmeyi sürdürüyor… sevdiğin kişinin bir gün seni seveceğini umut etmeyi.
Her hakiki aşk hikâyesi umulmadık dönüşümlere yol…
ARAF
Aşk bir milat demektir. Şayet “aşktan önce” ve “aşktan sonra” aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlamlı şey değişmektir.
AŞK
Ona neden ve nasıl âşık olduğunu sorarlar, cevap veremezsin. Sebebini bulamazsın. Zaten aşk dedikleri, solup kurumaya mahkûmdur, bir sebebi olduğu andan itibaren.
MAHREM
Bir insana âşık olmak onu kalabalığın içinden çekip çıkarmak, çokluğun içinde tek kılmak ve sonra aynı hızla teklik içindeki çokluğu keşfetmektir. Öncelikle yüzler arasında bir tek yüze aşık oluruz; sonra sevgilimizin yeni yüzlerini keşfederiz Ürpertiyle. Her yeni keşifle onu ilk gördüğümüz halinden biraz daha uzaklaşırız. (…) Sevdiğimiz kişinin yüzünün çoğulluğu içten içe rahatsız eder bizi. Bu sebepten olsa gerek, onlar derin uykudayken uzun uzun seyrederiz sevdiklerimizi. Ruhlarının yedi kat derinliğine açılan kapının orada saklı olduğunu hissettiğimiz İçin. Gün boyu bizden sakladıkları yüzlerini görmek, gördüklerimizin sırrına erebilmek için…
MED CEZİR
Belki aşk sevgiliyi kazanmayı değil, kendini onda kaybetmeyi gerektirir. Kendini kaybettiğinde ve ego kuleni yıktığında, karşılığında sevilmişsin sevilmemişsin ne fark eder?
Âşık olmayana aşk kuru bir kelimeden ibaret. Yarı palavra, yarı safsata.
Âşık olmayan bunu anlayamaz, olansa anlatamaz. Öyleyse nasıl anlatılabilir aşk, kelimelerin hükmünü yitirdiği yerde?
AŞK
Aşkın olduğu yerde, er ya da geç ayrılık vardır.
Elmas bir gözdür yürek. Ve çizil mey egörsün bir kere, artık hep sedef si bir yırtıkla bakacaktır cümle âleme.
MAHREM
Akıl çıkarcıdır, kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise ha bire kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur her zaman. Ne varsa harap bir kalpte var!
Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani midiye sorma. Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
AŞK
Henüz farkına varmasa da,
Âşıki pek haklıydı.
Aşk üzerine yazılanlar kara,
kapkaraydı.
PİNMAN
Ayçiçeği güneşe âşık olunca gülmekten kırılmış bütün bitkiler. “Güneş gökyüzündeki tahtından bir an bile ayrılmaz. Kudretli ve ulaşılmazdır. Sen kim o kim? Vazgeç bu sevdadan” demişler hep bir ağızdan. ayçiçeği sesini çıkarmamış. Sevdalı gözlerini dikmiş güneşe; bakmış bakmış bakmış. Uzun müddet hiçbir şeyin farkına varmayan güneş, nihayet bir gün, ayçiçeğinin bakışlarını hissetmiş üzerinde. Önce geçici bir heves sanmış, ama zamanla yanıldığını anlamış. Ayçiçeği öyle inatçıymış ki, güne; tahtını nereye taşırsa yılmadan usanmadan o yöne çevirmiş başını.
Derken bir öğleden sonra, artık bu takipten bıkan güneş sapsarı gazabıyla kavurmuş ayçiçeğini. Daha simsiyah duman tüterken üzerinde, insanlar akın etmişler olay mahalline. “Yaşasın!” demiş içlerinden biri. “Şimdi ne güzel çitleriz bu aşkı.” Aynı gece televizyon karşısında acıklı bir aşk filmine gözyaşı dökerken, çitlemişler ay çiçeklerini.
MAHREM
Zira aşk iktidar sever. Bu sebeptendir ki, bir başkasına sırılsıklam aşık olabiliriz, ama bize sırılsıklam âşık olan birini içten içe küçümser, öteleriz.
BABA VE PİÇ
Narsist insanın aşkı da narsistçe olur. kadın ya da erkek pek fark etmez, böyle biri asık olmayagörsün, pahalı ve ışıltılı, ama aslında içten içe sevmediği bir oyuncak bulmuş hırçın ve hırslı bir çocuk kesilir. Alır oyun nesnesini eline, kurcalar ve bozar. Narsist insanın askı muhakkak hırpalar.
MED CEZİR
Birbirimize yasak olmasak, gene de bu kadar sever miydin sevgimi?
ŞEHRİN AYMALARI
Sevgililerimizi elimizden kaçırmaktan ölesiye korktuğumuz için onlardan gelecek değişime inatla direniriz, oysa belki de aşkla beraber gelen değişim tek kurtarıcımız olacak su hayatla.
 




Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar…


İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki´ni keşfetmek...
(…)

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar... şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek... budur son tahlilde Âdemoğullarına, Havvakızlarına kendilerini keşfettirten serüven.



Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar…İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek…
(…)
Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına… şaşırmak ölene kadar… şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek… budur son tahlilde Âdemoğullarına, Havvakızlarına kendilerini keşfettirten serüven.

Anarşist Aşklar
Adam ve kadın, uzun senelerdir evliler. Seviyorlar birbirlerini, orası kesin. Ama eskisi gibi değil. Zaten nicedir hiçbir şey eskisi gibi değil. Eskiden sevdalar daha mı tutkuluydu, hasretler daha mı derin? Sevgilinin saçının bir teline ne şiirler yazılırdı hani. Bir kez görmekle ne kadar çok sevilirdi insan. Kapı aralığından uzanan bir baş, perde arkasında bir kadın gölgesi, belli belirsiz bir tebessüm, gözbebeklerinde saklı ateş ve har. Uzaktan da sevilirdi yâr. Mümkündü. Hem mümkün hem imkânsızdı aşk. Hayatın bir parçasıydı dokunmadan sevmek. Yaklaşmadan. Aşk bugün var, yann kaçtı kaçacak bir ada tavşanıydı sanki. Öylesine ürkek. Kimse yüzde yüz emin olamazdı aşka “sahip” olduğundan. Mülkü yok, tapusu yoktu. Daha mı anarşistti eskiden aşklar?
Sahi “yârim” ne güzel kelimeydi. Ağızda akide şekeri. Yârim” der, sonra bir es verir, gayriihtiyari susardın. Söyleyecek Söz kalmazdı ardından. Tek başına kaç cümleye bedeldi kelimeler. Eskiden harfler daha mı kıymetliydi? Bir mektup yeterdi aylar süren ayrılıkların sessizliğini kapatmaya. Tek bir yemin yeterdi aradaki mesafeleri azaltmaya. Artık hiçbir şey o kıvamda değil. İbre şaştı, ayar bozuldu sanki. El titredi, akort bozuldu sanki. İlişkilerimizin ahengi eskisi gibi değil. Kelime cömerdi, duygu cimrisi bugünün insanı. Konuşmaya gelince açıyor ağzını, duygulanmaya gelince tutuyor Kendini. Zaman yok ya, hep bir telaş halindeyiz ya, bunca koşuşturma arasında kimsenin durup da duygulanmaya vakti yok.
-Bütün meslekler insan ruhunu kemirir durur. Bir tanesi hariç: Şairlik.” Böyle demişti Charles Baudelaire. Artık bu durum da değişti. Şimdilerde şairlik dahil bütün meslekler ruhumuzu kemirip duruyor, inceden inceden. Makyajla kapatıyoruz kemirilen yerlerin üstünü, ruhumuzdaki gedikleri, benliğimizdeki oyukları. Meşguliyetle, sosyallikle, unvanla, kariyerle, şan şöhretle kapatıyoruz. Ama alttan alta bir çoğumuz aynı dertten mustaribiz: Tamamlayamadığımız bir eksiklik duygusunu, azalmayan bir bezginliği sırtımızda un çuvalı gibi taşıyoruz. Monoton bir değirmen taşı günlerin akışı. Dönüyor kendi ritmiyle. Bizi o çarkın dışına çıkaracak bir aşk arıyoruz. Sıradışı bir sevda. Ama gel gör ki ne Ferhat’ız dağları delecek, ne Simurg kuşlarıyız mavilikte kanat çırpacak. Hem gizliden gizliye masalsı ve destansı bir sevda anyor hem de masallan ve destanları hayatımızdan satır satır siliyoruz.
Adam mesleğinde hayli yükselmiş, kadınsa çocukları büyütmüş artık. Ne sıradışı bir heyecan var, ne yeni bir sınav. Birbirlerine tahammül edemedikleri samanlar da oluyor Aynı çatı altında iki ayn dünya kurmuşlar kendilerine, daracık bir kesişim gösteren iki ayrı küme gibiler. Öyle günler oluyor ki, “Çekip gitsem” diyor adam içinden. ‘Yeniden başlasam hayata, tazelensem, yenilensem. Kırkından sonra, ellisinden sonra yepyeni bir hayata atılanlar var. Ben de geç kalmış sayılmam. Bunca zaman karımı ve çocuklarımı incitmemek için hep alttan aldım, ama artık çocuklar büyüdü, karım da kendine yeter Üstelik erkek olmanın biyolojik avantajları var. Bir kadın altmışında anne olamaz ama bir erkek altmışında, hatta yetmişinde baba olabilir. kadınlar Önce çocuklarına, sonra torunlarına bağlı oluyor. Halbuki bir erkek bağımsız kalabilir. Gidebilirim istersem. Bir gün belki…”
Öyle günler uluyor ki, “Çekip gitsem” diyor kadın içinden. -Yeniden başlasam hayata, tazelensem, yenilensem. Otuz beş yaşına kadar ha bire didişiyorsun, ya ailenle akrabalarınla, ya arkadaşlarınla, ya sevdiğinle, ya bedeninle. Otuz beş-kırk arası yavaş yavaş duruluyorsun. Ama esas kırkından sonra başlıyor kadınlık. kadın ancak o yaştan sonra pişiyor, olgunlaşıyor, kendini buluyor. Bunca zaman kocamı ve çocuklarımı kırmamak için hep alttan aldım, ama artık çocuklar büyüdü,kocam da kendine yeter. Hem kadın olmanın avantajları var. Erkekler nedense yalnız kalamıyorlar. Ürküyorlar yalnızlıktan. Karanlıktan korkan oğlan çocukları gibiler. Halbuki kadınlar yalnız yaşayabiliyor. Yalnız ve bağımsız. Bir kez dul kalan kadın kolay kolay evlenmiyor. Bir ilişkiden çıkan kadın kolay kolay yenisine başlamıyor. Biz kadınlar erkeklerden daha dayanıklıyız. Gidebilirim istersem. Bir gün belki…”
Gitmek ama nereye? Tası tarağı toplayıp Ege’de bir köye mi gitmeli? Bodrum’a, Kaş’a ya da adı sanı duyulmamış bir sahil kasabasına mı çekilmeli? Sırtta çanta, elde tren bileti, dünyayı mı dolaşmalı yoksa? Yahut Uzakdoğu’ya Hindistan’a filan mı gitmeli, mümkün olduğunca uzağa, kendinden kaçarcasına? Kaç hayat yaşayınca yorulur insan? Kaç seneden sonra yaşlı, kaç hezimetten sonra bezgin, kaç sevdadan sonra kalpsiz, kaç kelimeden sonra lâl olur kişi?
Ne adam göze alabiliyor çekip gitmeyi, ne kadın. Kalıyorlar aynı yerde, tıpatıp aynı şekilde. Evlilikleri orada burada konuşuluyor, “en başarılı evlilikler” arasında sayılıyor. Parmakla gösteriliyorlar. Bunca senedir mutlu bir evlilik yürütmenin sırrını soranlara “karşılıklı sevgi ve saygı” diyorlar gülümseyerek. Diyemiyorlar ki “karşılıklı sevgi ve saygı ve bir de karşılıklı bir türlü çekip gidememek…” Günler günleri kovalıyor. Günler günleri aynen tekrarlıyor. Yoruluyorlar. Yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar.

Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de Ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. illaki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illaki gitmem
Gitmek ama nereye? Önemi yok Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek… zaman zaman… her zaman.
Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “‘Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yan sitemkâr “Huzursuz ruh seni!”
Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et, yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki, gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını…
Ne var ki gene de dayanamazlar işte. içlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamaküzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia ederi ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var insan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yallara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, askı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, ötekini keşfetmek…
Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş, ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyenleydi ilişkilere, tavsamış, sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara… Bence devre mülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene, her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya.. Nasıl yaşar, nasıl ağlar orada insanlar, sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan… Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli” çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.
Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına… şaşırmak ölene kadar… şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek… budur son tahlilde Âdemoğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettiıren serüven.
 



“… bir gün bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir ‘yabancı’yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek... O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle. Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar.”


“Med-Cezir başlığı altında yazılarını toplamış Elif Şafak. (…) Dergilerde, gazetelerde yayımlanmış yazılar. Tarihsiz, çoğu kez de tarifsiz. Kendini de benzettiği, kökleri havada Tuba Ağacı gibi metinler. Böyle de olması gerek. Metin tek başına boşlukta duruyorsa duruyordur zaten. Durmuyorsa hiç durmasın zaten. Tarihsiz durabiliyorsa tarif edebilir kendini metin.”
Ece Temelkuran

“Elif Şafak’ı yalnız romanlarından tanıyanlara, kafalarındaki fotoğrafın eksik karelerini tamamlamak için Med-Cezir’deki yazıları okumalarını salık veririm. Burada kanlı canlı, öfkesiyle, inadıyla, kırılganlığıyla, tutkularıyla velhasıl renginin bütün tonlarıyla Elif Şafak var.”
Ali Çolak


“… bir gün bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir ‘yabancı’yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek… O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle. Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar.”
“Med-Cezir başlığı altında yazılarını toplamış Elif Şafak. (…) Dergilerde, gazetelerde yayımlanmış yazılar. Tarihsiz, çoğu kez de tarifsiz. Kendini de benzettiği, kökleri havada Tuba Ağacı gibi metinler. Böyle de olması gerek. Metin tek başına boşlukta duruyorsa duruyordur zaten. Durmuyorsa hiç durmasın zaten. Tarihsiz durabiliyorsa tarif edebilir kendini metin.”
Ece Temelkuran

“Elif Şafak’ı yalnız romanlarından tanıyanlara, kafalarındaki fotoğrafın eksik karelerini tamamlamak için Med-Cezir’deki yazıları okumalarını salık veririm. Burada kanlı canlı, öfkesiyle, inadıyla, kırılganlığıyla, tutkularıyla velhasıl renginin bütün tonlarıyla Elif Şafak var.”
Ali Çolak

YAZA YAZA SİLMEK ÜZERE
Mahalle evlerinin tekdüze bahçelerinde sıkıntıdan kıpkırmızı kesilmiş elmaların üzerine, okunmuş gül dikenleri saplardı anneannem. Bana gelince, işin “okunma” kısmından ziyade, “yazma” kısmıyla alakadar olmaya başlamıştım o günlerde. Altı yaşındaydım. Güzel günlüklerim vardı ve bir de asla günlüklerim kadar güzel olmayan günlerim. Günlükler, aynakeş birinci tekil şahısların vakanüvisleriydi. Bir günlük, kişinin kendisini hayatın merkezinde zannetmesini sağlıyor; ballandıra ballandıra, sündüre sündüre BEN diyebilmeyi mümkün kılıyordu. Oysa kendime değil, tamamen başkalarına dairdi o dönemlerde tüm karaladı ki an m. Kendinden alabildiğine emin bir halde, hele hele tan naza ne bir biçimde BEN diyebilmek, yalnızlığı kendi seçimleri gibi algılayanlara mahsus bir ayrıcalıktır. Bense, o hodbin perdeden gürleyemeyecek kadar seçeneksizdim muhtemelen ve bir o kadar korkularla kuşatılmış. Önümde başka türlü bir seçeneğim olsaydı o vakitler, sanmam ki seçerdim yalnızlığı. Bu yüzden işte, mahremiyete itina göstermeyen kalabalıkların bozuculuğundan kaçarak, kendine ait bir odaya çekilmek biçiminde tezahür etmedi bende yazma isteği. Tam tersine, üstüme üstüme sırlanmış/kapanmış kapılarda, firarperest aralıklar açabilme arzusuyla başladım yazmaya. Böylelikle, günlerimin nasıl geçtiğini değil, aynı zaman diliminde, bir öte yerde, ismini işitmediğim, cismine tanıklık etmediğim insanlar arasında günlerin nasıl geçtiğini hayal ediyorsam onu yazıyordum günlüklerime. Hayali hakiki “diğerlerini sergiledikçe, kendimdeki uyumsuzluğu saklayabildiği mi sanıyordum; belki Tanrı’nın, belki insanların gözünden, belki de salt kendiminkinden…
Çocukluğumun sırlarından biri anneannemin büyücü olduğuna dair inancımdı. O büyücüydü, ben de büyüperest. Siğillerinden kurtulmaya ahdetmiş envai çeşit insan gelirdi gündüzleri. Anneannemin karşısına geçip uzatırlardı ellerini. O zaman ben girerdim devreye. Tek tek tüm siğillerin etrafına keçeli kalemle birer halka çizmem icap ederdi. Görevimi tamamladığımda ufacık daireler dönerdi gelen “hastaların ellerinde. Böyle daha güzel olduklarını düşünür, fikrimi kendime saklardım. Bir zaman sonra siğiller geçer, çizdiğim çemberler kalırdı geride. Vaktiyle neyin etrafında döndüklerini unutmuş, içleri boş halkacıklar. Ardından, onlar da kaybolurdu birer ikişer. Hiçbir şey sabit değildi. Elmalar çürür, siğiller iyileşir, çemberler silinir, günlükler dolar, her şey sürekli parçalanır, parçalar yeniden birleşmek için kıvranırdı durmadan. Ben yazmaya çocukluğumun tam olarak hangi dönemecinde başladım kestiremiyorum, ama böyle bir ruh halinden demir aldığımı biliyorum. Boşlukta yüzerken çarpışan parçacıklara tutunarak.,, onlardan biri olduğumu bildiğim ve buna tahammül edemediğim için.
Yazıyordum çünkü muhtemelen uydurduklarım çok daha yaşanılasıydı yaşadıklarımdan. Kıyışız bir denizde pusulasız yüzüyordum; yaşıtsız, arkadaşsız, kardeşsiz ve babasız. Ait değil, emanet olduğumun farkın d aydı m. Anneanneleri tarafından büyütülen çocuklar emanet olma duygusunu kirli bir mendil gibi taşırlar ceplerinde. Bir gün gelecek, alıp götürecektir onları ya anneleri ya babaları. Gelmezler ise şayet, emanet olarak kalmayı sürdüreceklerdir bu âlemde.
Bu da demekti ki, ben aslında hep şimdilik buradaydım. Aradan yıllar geçse de, şimdilik duygusundan kurtulmayı hiç başaramadım. Anneannemin esirgeyen kâinatı ile babaannemin intikamcı dindarlığı arasında gidip gelirken, şu dünyada birden fazla dünya ve aynı Tanrı’nın ikiden çok çehresi olduğunu keşfettim oldukça küçük yaşta. Varoluşun sarkacı, altında uzanan boşluğun iştahından korkarak gidip gelirken durmamacasına, günlükler de benimle dolaştı şehir şehir. Aslolan geçicilikti, kalıcılık değil. Ölümün duygusu ya da korkusu değil, katreleriydi serpilen o soluduğum, İçime çekip dışıma verdiğim havaya. Ben bu yüzden hiçbir zaman hayattan öteleyemedim ölümü; ne hayattan ne de yazdıklarımdan… Tuhaf olan, ana ve geçicilik fikrine böylesine bağlıyken bir edebi tür olarak zamana ve kalıcılık İdealine en yakın sularda salınan romanı seçmemdi. Bunun cevabını bilmiyorum. On bir yaşına geldiğimde, bu sefer çok daha büyük şahmınla bir kez daha savruldu sarkaç. Annemle beraber yurtdışına çıktım. Artık Madrid’de, geçmişleri geçmişime zerre benzemeyen ehl i sırça burjuva çocukların okuduğu bir İngiliz kolejindeydim. Sadece huzursuz değildim artık, uyumsuzdum bir de. Dışladıkça dışlandım. Dışa kapılarımı kapadım. Yazmak gene bir firarperestlikti özünde, ama artık dışarıya değil, içeriye kaçıyordum. Kendime,„ ne var ki artık bu aşamada kendim bildiğim varlık öylesine parçalıydı ki, kendimi anlattığımı sanırken başkalarını anlatıyordum. Günlük tutmayı bırakıp öykü yazmaya geçişim bu döneme rastlar. Bir de şiirler… Ne var ki artık Türkçe yazmıyordum. Farklı farklı dillerin kendilerine has armonileri vardı, bir de renkleri. Kelimeleri birincil anlamlarıyla değil, sesleri ve renkleriyle algılıyordum. Sokaklarda İspanyolca, derslerde İngilizce konuşuyor; Fransızca ve Latinceden sınavlara giriyor ve uzaktan, eski bir tanıdığa buruk bir özlemle el sallar gibi bakıyordum gündelik yaşamımdan hızla çıkıp giden anadilime. Yıllar yıllar sonra okurlar, eleştirmenler Türkçemin farklılığına dikkat çekip yetkinliğini övdüklerinde buruk bir kıvanç duyuyorum içimde. Belki de anadilim ile ben, yekdiğerine en çok ihtiyaç duyduğumuz kavşakta ayrı kalmamızın kefaretini ödetmek ve ödeyebilmek için, şimdi böyle sıkı kenetleniyoruz birbirimize.
Hayatımda süreklilik kazanan tek şey yazıydı artık. Mekânlar, kültürler, insanlar, ömürler peyderpey değiştikçe ve değişse de, yazı benimleydi. Yazdıklarımı kendime saklıyordum, başkalarıyla paylaşmak istemediğimden değil, paylaşacak pek kimse olmadığından. Ancak katışıksız bir yalnızlıktan geçenler ister yazdıklarını paylaşmayı. Günlükler defterlere, defterler dosyalara, dosyalar kitaplara dönüştü zamanla. Türkiye’ye döndükten sonra öyküler yerlerini romanlara bıraktı peyderpey. Çocukluğumdan beri sevdim yazmayı; kendimden bir parça bildim. Yazdım çünkü yalnız ve kıyısızdım, buruk ve huzursuz. Yazarlık bana bunların aksini vaat ediyor olabilir, ama vaatleri gerçekleşmese de gene yasardım, gene yazarım… Yazarlığa gelince, onun fikri de sevdası da çok çok arkadan geldi; hem geriden hem kendiliğinden…
Siğillerin etrafına halkalar çizilirdi ya keçeli kalemlerle, bir şeyi ortadan kaldırmanın yolunun, etrafını kuşatmaktan geçtiğini böyle öğrendim. O gün bugündür bir Yezidi kadar ürkerim etrafıma çıkışsız çemberler çizilmesinde ki. edebiyatı, benlik ve bellek kuşatmalarındaki gedik olduğu için sevdim. Yolların kendine döndüğü dönemeçlerde, buralardan öteye yollar açtığı için… edebiyatçılığın kendisi başlı başına bir kuşatmaya dönüştüğünde de, benzer gedikler açmaktan yanayım yazarlık çemberinde.
Bir esriklik olarak yazı, başlangıçla müsemmadır; çocukluğun karanlıklarında salınır geceleri Bir meslek olarak yazarlık ise sonlara ve sonuçlara müpteladır; yaşlılığın parlak ışıklarına çevirir gözlerini. Geçmişin bir türlü geçip gidemeyişiyle yoğrulduğundan olsa gerek, içine kapanıktır yazı. Geleceğinin bir atı önce gelmesi için didindiğinden olsa gerek, dışadönük ve yayılmacıdır yazarlık.
Başlangıçta yazı vardı benim hayatımda. Başlangıcın kayıplarını azaltabilmemi de, peşim sıra sürükleyişimi de yazıya borçluyum. Yazarlık idealinden ziyade yazının biteyiliğine tutkunum. Ne sonlarla avunmak, ne başlangıçları unutmak. “Önü yoktan sonu boktan” bu serencamda “niyeti hilkat”! bulmak için içip içip ayılmıştı Neyzen Tevfik; “cinneti hakikat”! okumak için yazmak isterim ben de; yaza yaza silmek üzere…
İstanbul



 



"Pinhan!" dedi Dürri Baba. Sesi yaprak kımıldatmayan sabâ rüzgârı gibi doldu odanın içine.
"Pinhan!" dedi çocuk üst üste üç kere. İlk kez bu ismi söylerken, farkında olmadan el çırptı; omuzları sevinçle oynadı; yüzünde gonca güller açtı. İkinci kez söylerken duruldu, az evvelki taşkınlığından utandı. Üçüncü kez söylerken, ateş bastı dilini, damağını; dudaklarında buruk bir tat kaldı. Beti benzi kül kesildi. O zaman Dürri Baba, kollarını iki yana açıp, olan biteni izleyen dervişlere doğru dönerek,
"Nicedir adını bekler dururdu. Velhasıl adı da onu. İşte bugün kavuştular birbirlerine. Adı Pinhan olsun bundan böyle" dedi.



Zifiri bir halka idi toprak, Yıldızlara sığınırdı bazen…

BU BAB TOPRAK AHVALİN BEYAN EDER Kİ TABİATI SOĞUK VE KURUDUR
ELMA
Devir tamam oldu, Dünyaya geldim. Ahu Taş köprünün tam orta yerinde durdu. Dağ, taş, dere, tepe, börtü böcek onunla beraber durup, soluğunu tuttu. Onlara dönüp yola devam etmelerini, arkalarından yetişeceğini söylemek istedi; ama yapamadı. Aniden bir ürperti yaladı tenini; hazlan yaprağı gibi tir tir titredi. Hava bu kadar rakit, sema böylesine bulutsuz iken, yağmur muştulayan bu arsız rüzgârın nereden çıktığını kestiremedi. Ne öne ne arkaya, tek bir adım dahi atamıyordu. Soğuk terler boşaldı sırtından. Nicedir meftun olduğu şehir nihayet görünmüştü uzaktan. Ağyar ile karşılaşmadan evvel tanıdık bir simayı kucaklayabilmek umuduyla eğildiğinde, köprünün altında cuş eden suyla gözgöze geldi. “Bugün sana nazım geçmedi. De bana, vuslatımıza çok var mı?” diye sual etti. İlel ebed süreceğini sandığı derin mi derin sessizlik, kabzası yakutlarla bezenmiş bir hançerle boydan boya yırtıldı. Beklediği cevabın kesik başı gümüş bir tepsi içinde ayaklarına atıldı. Korktu.
Gidip de varamamaktan değil, varıp da dönüş yollarını kaybetmekten değil, dönüp de geride bıraktıklarını yerlerinde görememekten değil; bir kendini bulmaktan, bulduğundan korkmaktan korktu. Boynundaki sahtiyan keseyi burnunun hizasına kaldırıp, gönül okşayan bir nazarla baktı ona. Parmaklarını, derinin arkasına saklanan o yuvarlaklığın üzerinde uzun uzun gezdirip, incinin fısıltılarını, nefes alıp verişlerini dinledi. Keseyi öptü, derin derin kokladı. Sanki dağ, bayır, ova, tepe ve bilcümle mahlûkat ve hatta önüsıra uzanan koca şehir bu kokuyla yoğruluyor, vücut buluyordu. Ferahlamıştı. Çünkü kesenin içindeki inci burada, yanıbaşındaydi; ve her ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin asla boynundan ayrılmayacak, hep böyle ışıldayarak yolunu aydınlatmaya, ılık nefesiy-le içini ısıtmaya devam edecekti. İnci boynunda asılı oldukça, hikâyesinin peşini bırakmayacak; korkularım âzad ettiğinde dahi titreyen dizlerine, gümbür gümbür çarpan yüreğine söz geçirmeye muvaffak olacaktı. Her ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin ve kendini hangi surette bulursa bulsun…
Taş köprüyü geçecek takati bulabilmişti sonunda. Yabani otların, sivri dilli taşların, akbabaların afiyetle mideye indirdiği leşlerden artakalan kemiklerin arsızca tırmaladıkları bîçare ayaklarına muzipçe göz kırpıp, olanca kuvvetiyle yüklendi asasına. Dizlerine derman, yüzüne renk geldi. Yeniden yollara düştü. Osmanlı devrinin taht şehrine az bir mesafe kala önüsıra ilerleyen kandil nazlı bir edayla sönüverdi. Demek ki varmıştı. Dâr-ı dünyada arayıp durduğu yer işte burasıydı. Sol omuzunda asılı duran koca boynuzu çatlamış dudaklarına yapıştırıp, vargücüyle üfleyerek, giderek yaklaşmakta olduğunu “oraya” ve “oralılara” haber verdi. O kallavi ses, şehrin kurşunî kubbelerinde içice geçmiş halkalar çizerek göğe ağdı; kül olup yere yağdı. Kül dediğin, devr-i Yusuf tan beri havaya savrulurdu. Oraya buraya yerleştirilmiş kandillerin titrek alevleri devasa gölgeler doğuruyordu tekkenin en kuytu, elma ağaçlarına nazır odasında. Nicedir bu mekânda hüküm süren envai çeşit eşya, duvarlarda büyüyor, genişliyor, arsızlaşıyordu. Eşyalar gün ağarıncaya kadar bu mestane meclisin tadını çıkarıyor, duvarların pürüzlü yüzeylerinde kendilerinden geçinceye kadar raks ediyor, ve her şafak vakti, gecenin karanlığı hamam lifi gibi dağılırken, hiç itirazsız eski kisvelerine bürünüyorlar-dı. İçlerinde boyundan fazlasına soyunmayan, bir tek, oymalı, cevizden bir sandıktı. Dört kenarında Kûfî yazıyla yazılmış dört ayrı ibare göze çarpardı. Bir tek o, gece meclislerinin dışında kalıyor; ne daha küçük ne daha büyük, her neyse o olarak duvarlara yansımayı yeğliyordu. Sandık, gölge oyunlarının sırnaşık çağrılarına kulaklarını tıkıyor; omuzdaşlarının laubali ve mürai tavırlarından hiç mi hiç hazzetmediğini her fırsatta beyan ediyordu. Yıllar var ki sandığın ağzı kilitliydi. Kilidin anahtarı, vakt-i zamanında, tekkenin yakınlarında gürül gürül akan suyun ellerine teslim edilmiş, selâmetle yoluna gönderilmişti. O gün bugündür oymalı ceviz sandık suskun, külçe gibi ağır ve taş kadar hareketsizdi. Ola ki bu sırra vakıf biri çıkıp da, sulardan, çoktan pas tutmuş anahtarı geri isteseydi, ve onu yuvasına oturtup üç kez sola döndür-seydi, ve ağır mı ağır, bağrı kırmızı kadifeyle kaplı kapak kendini koyverip sonuna kadar açılsaydı, ve okunaklığını çoktan yitirmiş Kufi yazılar kış günü güneş görmüş gibi parlamaya, harflerini açık seçik etmeye rıza gösterseydi…. yani olsaydı bütün bunlar, olabilseydi, işte o vakit sandık hatırlayacaktı. Hatırladığında kahrolacaktı. Derin derin iç geçirip, boynunu bükecekti. İşlemeli ceviz sandık hafızasına küs, yerinde ağır, var iken yok idi. Derviş, odanın eşiğinin bir adım gerisinde dikilmiş, kâh dalgın dalgın, kandillerden cesaret alan gölgeleri süzüyor; kâh memlû bir nazarla karşısındaki adamı seyrediyordu. Bir pervasızlık ederek odadaki efsunu bozmaktan çekindiği için, çıt çıkarmamaya gayret ediyordu. Hiç kıpırtısız öylece bekliyordu. Neyi ya da kimi beklediğini bilmeden, bilmeyi dahi istemeden, sadece ve sadece orada, o anda bulunmanın tadına varıyordu. Gölgelerse dervişin kıpırtısızhğıyla, ürkekliğiyle alay edercesine, fettanlıkta sınır tanımıyor; pür neşe gerdan kırıp göbek atarak, açık açık cilve yapıyorlardı. Derken, içlerinden biri, daha da ileriye gitmeye karar vermiş olacak ki, karındaşlarını ite kaka önünü açarak hızla sağa yöneldi; yılan gibi kıvrıldı; imbiklerden geçti; dervişin merakla ve hayranlıkla seyretmekte olduğu adamın kirpiklerinden aşağıya damla damla süzüldü. Damlalardan biri düştüğü yeri deldi geçti.
Dürri Baba olan bitenin farkında görünmüyordu. Ağladığını bilmeden ağlıyor olabilir miydi? Dikkatini tamamıyla önündeki işe vermiş, sudan ve renklerden, hakettikleri itinayı ve sabrı esirgemeden ebru yapmaktaydı. Damlalar, yer yer ağarmış, keçe gibi sert, göğüs kafesine kadar uzanan kıvır kıvır sakalından aşağı pıtır pıtır düşerken, o başını kaldırdı; eşikte soluğunu tutarak dikilen genç dervişe baktı. Nicedir sımsıkı kapalı tuttuğu dudaklarını aralamaya çalıştığında, o altlı üstlü iki erguvanı çizgi buna direnmek istedi; yapışan deri hoyratça kalktı; ince ince kan aktı. Dudaklar birbirlerinden ayrı düşerken, Dürri Babanın dişlerinin arasından kelimeler tane tane döküldü. “Ebru neyi hikâye eder, bilir misin ya Pinhan?” Sessizce bakıştılar. Dervişin iri, simsiyah, doğuştan sürmeli gözleri, Dürri Baha’nın birer çizgi halinde çekilmiş mavi bulutlu gözlerine takıldı. Karşılaştıkları gün geldi Pinhan’ın hatırına; o masmavi, incecik bulutları ilk kez gördüğü gün. îçi cız etti. Küçüktü Pinhan; henüz ufacık bir çocuktu. İsmi, yani bu dünyaya gözlerini açışının üçüncü günü, dedesi tarafından ezan-ı şerifin okunduğu sağ kulağına tam üç kez üflenen eski ismi, şimdi çok uzaklarda kalmış; çoktan sırra kadem basmıştı. Eski ismini, kırılmasından korktuğu billur bir şişe gibi dikkatle kuşağında taşıdığı günlerde, gün boyu oradan oraya arkadaşlarıyla koşturarak, on kişinin çıkaramayacağı gürültü ve patırtıyı tek başına çıkartırdı. Aklına koyduğunu yapar, yapamadığında da ham meyva dişlemiş gibi günlerce karın ağrısı çeker, kıvranırdı. Ekseriyya alaycı, kırıcıydı. Kulağı ne kadar çok ve ne r sert çekilirse, o da o kadar azmakta, bildiğini okumaktaydı. Dili sivri, hayalleri hudutsuz, gönlü gamsızdı; ama sadece gün batımlarına kadar. Çünkü o, gündüzleri, arkadaşlarına parmak ısırtacak kadar korkusuz ve vurdumduymaz; geceleriyse, yavrusunu yitirmiş bir ceylan gibi yaralı ve mahzundu. Gece çökünce, beş kardeş birbirlerine sokularak yattıkları yer yatağında, karanlığı fırsat, yalnızlığı kılıf bilen hüzün, arz-ı endam ediverirdi. Çocuğun etrafında naralar atarak birkaç kez fırıl fırıl döndükten sonra, arsızca üstüne çöreklenir, acımasızca boğazını sıkar, sesini soluğunu keserdi. Çocuksa, hüzünle hesaplaşması sona erdiğinde, bir umutla ellerini vücudunda gezdirir; ama her seferinde bu karabasanın hakikat olduğunu görerek yattığı yerde tortop olur, kendi içine kıvrıhrdı. O vakit, toprağın yarılmasını, doğduğu günden bu yana kendisine musallat olan bu ikibaşlı illetle beraber yerin dibine geçip yok olmayı ne çok isterdi. Gündüz ve gece, güneş ve ay, ayrılmışlardı uçurumdan hudutlarla ve o, kâh orada, kâh burada, konargöçer, ölür dirilir umutlarla sırrını canından âlâ bilerek korumakta, ağyarın gözlerinden, yavuz dilden sakınarak yaşamakta ve deli gibi korkmakta idi uçurumun üzerinden her atlayışında. Ta ki o güne, o mavilikle buluşana kadar.
O gün yedi çocuk, her zamanki gibi bir araya gelmiş, kendilerine keyifli bir meşgale aramaktaydılar. Karınlarım doyurur doyurmaz evlerinden fırlamış; dikenlerin, çalı çırpının yırttığı, toz toprak içindeki minik ayaklarıyla dünyayı arşınlamaktaydılar. Bu niyetle aylak aylak dolaşarak rasgele kuş avlarken, peşinden gittikleri bir serçeyi kaçırdıkları yetmezmiş gibi, kendilerini civardaki tekkenin yakınında buldular. Başka zaman olsa oralı olmaz, etrafı kerpiç duvarlarla örülü bu mekâna bir adımdan fazla yaklaşmazlardı. Ortalıkta hiç kuş görünmese bile, oralarda oyalanmak yerine gider atlanbaç, ya da bızdık veya durtut, o da olmadı allı dikli oyunu oynarlardı. Başka zaman olsa, içten içe çürümüş duvarları aşmaya teşebbüs etmeyi akıllarından dahi geçirmezlerdi. Tekkeden ya da içinde yaşayanlardan korktukları, çekindikleri için değil; ne de içeride neler döndüğünü merak etmediklerinden. Fazla yaklaşmamaları sadece ve sadece, oradan etrafa yayılı-veren ve her daim, yani gece gündüz, yaz kış demeden yükselen tuhaf seslerin üzerlerinde bıraktığı tesiri, yüreklerinde doğurduğu yankıyı pek sevmemelerinden. Ne de olsa, bağdaş kurarak oturmak yerine dallardan yapma atlara binip doludizgin koşturmak, tek kelime konuşmadan uzun uzun, içli içli söyleşmek yerine külhani naralar atarak etrafa korku saçmak, kendi içine doğru sonu meçhul bir yolculuk etmek yerine adı duyulmamış kıtalara yelken açmak varken, elbette ki, tekkenin kâh durgun, kâh kasvetli havasını cazip bulamazlardı. Madem ki dünyayı fethetmeye, en zalim hükümdarları dize getirmeye, peri kızlarını atlarının terkisine atıp kaçırmaya namzet bıçkın bir ordu teşkil etmekteydiler, onların nazarında, tekkeden yükselen seslerin hiçbir kıymeti olamazdı. Yeni serüvenlere at koşturmak için oradan uzaklaşmaya hazırlanırlarken, çocuklardan hafif şehla ve fazlasıyla şirret olanı, daha önce eşine benzerine rastlanmamış bir kuş gördü. Onun çığlığı üzerine hepsi birden başlarını yukarı kaldırıp, tekkenin bahçesindeki ağaçlardan birinde dinlenmekte olan bu acayip ama bir o kadar da füsunkâr yaratığa baktılar. Siyahlı sarılı gövdesinin üzerinde mavi şeritler ve şarabi lekeler barındıran bu kuşun boynunda fındık iriliğinde, parlak, beyaz bir boncuk asılıydı.
Çocuklar kafa kafaya verip, bu boncuğun olsa olsa, deniz aşırı diyarlardan, belki de ta Çin-i Maçin’den yürütülmüş paha biçilmez bir inci tanesi olduğunda karar kıldılar. Derin bir nefes alıp, boncuğun yaydığı yosun ve nem ve macera kokularını ciğerlerine doldurdular. Madem ki kuşkuya yer yoktu, artık bu tuhaf kuşu haklamak, inci tanesini satıp yol boyu çil çil altınlar saçarak köylerine avdet etmek, ve ebeveynlerinin gözlerini yaşartmak boyunlarının borcu olmuştu. Ganimetlerine tez elden kavuşabilmek için sapanlarını hazırladılar. Aralarında helalleşip, vakur bir edayla tekkenin bahçesine daldılar. Lâkin duvarın öte yanma vardıklarında, o emsalsiz kuş yerinde yoktu. Yaklaşan atlıların art niyetlerini anlamış olsa gerek, göz açıp kapayıncaya kadar ortadan kaybolmuştu. Aradılar, seslendiler, bildikleri tekmil kuş seslerini çıkardılar; uzun uzun, nazlı nazlı, kızgın kızgın, kesik kesik, küskün küskün öttüler, şakıdılar. O vakit, av olmayınca, avcının ne denli naçar kaldığını anladılar. Yürekleri sıkıştı; içleri burkuldu. Kimisi burun kanatlarını titreterek hüngür hüngür ağlamaya koyulurken, kimisi de olan bitene sessiz sedasız tanıklık eden meyva ağaçlarını gammazlıkla itham etti; kimisi mağlubiyeti çabucak hazmedip gerisin geri eve dönmeye hazırlanırken, kimisi de tamamıyla çileden çıkarak, ellerinden kaçan ava yakası açılmadık küfürler savurmayı yeğledi. İşte o esnada, sonradan Pinhan adını alacak olan çocuk, keskin bir bakış fırlatarak öfke ile hüsran arasında gidip gelen omuzdaşlarına, madem ki bunca yolu teptiler elleri boş dönemeyeceklerini, ve hiç olmazsa şuracıktaki meyva ağaçlarını talan etmekte yerden göğe kadar haklı olduklarını, umduklarına değil bulduklarına el koyacaklarını, adeta emir verircesine anlattı. Ötekiler, bu fikri tuttular. Tekkenin bahçesinde devran süren meyva ağaçlarına tırmanarak başlarına gelen talihsizliği unutmaya, o baha biçilmez inciye olan açlıklarını yağmaladıkları meyvalarla bastırmaya çalıştılar. Öylesine pervasız, öylesine kaygısızdılar ki çıkardıkları gürültünün ta nerelerden rahatlıkla işitilebileceğini hiç hesaba katmadılar. Böyle olacağı ta başından belliydi zaten; hırsızlık yaparken enselendiler. Yedi çocuktan altısı topuklamanın, yakalanmadan sıvışmanın bir yolunu buldu. Sonradan Pinhan adını alacak çocuk ise, hem ağaçlara arkadaşlarından daha iyi tırmandığı hem de ortaya attığı fikrin ne denli isabetli olduğunu gösterme hevesine kapıldığı için, bir elma ağacının en yüksek dalından aşağıya inmeye fırsat bulamadı. Kucağına topladığı, yarım yarım dişlediği elmalara sımsıkı sarılarak, bildiği tekmil duaları peşpeşe sıralamaya başladı.
Eğer yakayı ele vermezse, eğer bu melun günü kazasız belasız atlatabilirse, sapanını evlerinin bahçesindeki kuyuya atmaya ve bir daha kuş avına çıkmamaya yemin etti. Lâkin yeminden anlamayan ve son bir gayretle kuşağına tutunmaya çalışan sapanın daha fazla dayanamayarak aşağıya düşmek üzere olduğunu çok geç fark etti. Sapan, elma ağacının dibine, boyundan büyük bir patırtı çıkartarak düştü. Aşağıda hırsız aramakta olan dervişlerden biri eğildi, sapanı aldı ve başını yukarı kaldırmadan oradan uzaklaştı. Çocuk, soluğunu tutmuş, dalların, yaprakların arasından olan biteni gözetlemekteydi. Sapanı alan derviş, bir müddet sonra, yanında yaşlı bir adamla çıkageldi. Çocuk, adamın suratında, kendisine reva görülecek cezanın nişanelerini aramaktaydı. Oysa bu suratta ne öfkeli, ne gaddar; ne muhakkir, ne de cabir bir ifade vardı. Adeta sabah gezintisine çıkmış veyahut namaza durmuş gibi sakin ve telaşsızdı. Yaşlı adam, ötekileri bir el işaretiyle bahçeden uzaklaştırdıktan sonra, bağdaş kurarak, çocuğun dallarına tünediği elma ağacına sırtını dayadı. Ne gariptir ki bu ağaç, çok değil az evvel, o eşi benzeri görülmemiş kuşun üzerinde soluklandığı ağaçtı. Yaşlı adamla beraber gelen sükûnet, uzunca bir müddet mevcudiyetini korudu. Rüzgâr esti, yapraklar hışırdadı, hava iyiden iyiye söğüdü. “Dilersen bizdeki emanetini al,” dedi yaşlı adam, elindeki sapanı evirip çevirerek. Yüzü rüzgâra dönüktü, sanki çocukla değil de rüzgârla konuşuyordu. Öyle ki çocuk, söylenenleri harfiyyen işittiği halde, hâlâ yakayı ele verdiğinden emin olamıyordu. Daha da sindi kaldı olduğu yerde. Teni ağacın kabuğunun rengini alırken, yanakları elma kokularıyla taravetlenirken, her bir uzvu elma ağacının bir parçası, budanmamış bir dalı oldu. “Dilersen kal orada,” dedi adam.
“Sen nasıl dilersen, gönlün ne yöne akarsa…”
O vakit çocuk anladı ki, ağaca sırtını yaslayıp oturan bu adam rüzgârla değil kendisiyle konuşmakta. Anladı ki ne olacaksa olmalı bir an evvel. Beklemenin, korkmanın, yürek çarpıntılarının faydası yok. Hafifçe doğruldu yerinden. Üzerinde oturduğu dal çıtırdadı. Yaşlı adam bu ses üzerine başını kaldırıp yukarı baktı. İşte o zaman, çocuk gördü. Mavi bulutlu, incecik çizilmiş gözlere takıldı gözleri. O gözlerde yağmuru, fırtınayı, ebemkuşagını ve Nuh tufanını gördü. Tepeden tırnağa ürperdi. İşte o zaman, yaşlı adam gördü. İri, simsiyah, doğuştan sürmeli gözlere takıldı gözleri. O gözlerde göğe yükselen dumanları, alevleri, karanlıktan istifade eden yangınları, ve yangınlardan son anda kurtarılan kenarları tutuşmuş bir sırrı gördü. Velhasıl, çocuğun gündüzlerini değil, gecelerini gördü. Derin bir hüzünle, başını başka yöne çevirdi. Çocuk elma ağacının bir dalında donakalmıştı. Yaşlı adam elini uzatıp inmesine yardım etmeseydi orada öylece kalakalacak, maviliğin içinde hiç kıpırtısız, hiç telaşsız, öncesiz ve sonrasız soluklana-caktı. Sonradan adı Pinhan olacak çocuğun, Dürri Baba tekkesine varışının hikâyesi işte böyleydi. Vardı ve bir daha hiç ayrılmadı. Zaten, yıllar evvel dul kalmış anasının canı her daim burnundaydı. Sofradan eksilen boğazın, kamını tekkede doyurduğunu bilmek, haytalığa bir son verip günbegün, senebesene olgunlaştığını, durulduğunu görmek, kimselerin bilmediği derdinin dermanını belki de orada buluvereceğini düşünmek kadını hoşnut ediyordu. Hayır duasını eksik etmiyor, oğlunu sevdiği kullar arasına sokması için Rabbine her kuşluk vakti dua ediyor; ardından günün hayhuyu demini sürüp, açlık ve fukaralık kapıya dayandığında dualarının topunu birden geri alıyor; oğlunun, anasını bir başına, dört yetimle bırakıp gitmiş olmasına içerliyor, köpürdükçe köpürüyordu. O vakit kadın, kuşluk vakti hayır dualarını, akşam yemeği öncesi beddualarına çeviriyor, dur durak bilmeksizin söyleniyordu.
“Ters nallanmış ata dönesin! Uyuz olmuş ite dönesin! Kansız bite dönesin! Kilisede puta dönesin! Akıbetin kavm-i Lut’a benzesin! Şeriat kılıcına gelesin!…
” kadının bedduaları her akşam, ocakta kaynayan tencerenin fokurtularına, ortaya konan tek kap aşın dumanına, yetimlerin velvelelerine karışıyor, sofraya katık oluyordu. Ve her akşamın sabahında bu katık, yerini derin bir pişmanlığa bırakıyor, tek göz evin her bir köşesine bir kez daha hayır duaları yayılıyordu. Çocuk ise olan bitenden bîhaber, yüreğinin neden her kuşluk vakti ferahlayıp, akşamlan daraldığını anlayamadan Dürri Baba tekkesinde yaşamaktaydı. Çalışkandı. Verilen her işi eksiksiz tamamlıyor, üstelik bundan keyif alıyordu. Mutfak işlerine yardım etmeyi, reçeli tam kıvamında pişirmeyi, ortalığı süpürmeyi, tütün sarmayı, mangalda bol köpüklü kahve pişirmeyi, elma kurularını ipe dizmeyi, çapa yapmayı tez zamanda öğrenmiş, takdir toplamıştı. Kendisine verilen her işi hiç yakınmadan, hemencecik yerine getirse de, hiç şüphesiz, en çok sevdiği yer yine o geniş meyva bahçesiydi. Fırsat buldukça kendini oraya atıyor, kaderini değiştiren elma ağacının altında, etrafında, üstünde, içinde oynuyordu. Tekkenin bahçesinde sadece elma değil, türlü türlü meyva ve sebze yetiştiriliyor; toplanan mahsulün heba olmaması için azami çaba sarf ediliyordu. Zaman zaman civarın köylüleri de bu mahsulden faydalanıyor, kimse kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek için uğraş veriyordu.
Çocuk, tekkenin en küçük ferdi olduğu için çoğu kez, yaptığı hatalar hoş görülüyor, olur olmadık işlere burnunu sokmaya çalışmasına pek ses çıkarılmıyordu. Dervişlerin huyları da, eşgalleri de türlü türlüydü. Çocuk, içlerinde en çok Kul Hüseyin’i, Dulhani Hasan’ı, Budala Tosun’u ve Dertli Hagopik’i beğeniyordu. Kul Hüseyin ile Budala Tosun dudaklarından tebessüm eksik olmayan, ağızlarından bal damlayan, kimsenin kusurunu görmeyen dervişlerdi.
Adeta tüm ömürlerini, dâr-ül hayal ile dâr-ül hakikati birbirinden ayıran hatt-ı fasih silmeye vakfetmişlerdi. Onları kızdırmak, deveye hendek atlatmaktan çok daha zordu. Her Allahın günü kendilerine keyifli bir meşgale bulur; o da olmadı, bildikleri veyahut lâyıkıyla oracıkta uydurdukları hikâyeleri ballandıra ballandıra anlatarak etraflarına neşe saçarlardı. Çoğunlukla hinlik yapar; hikâyelerin en tumturaklı yerinde ansızın susuverip, etraflarına şöyle bir göz gezdirdikten sonra, vaktin geç olduğunu bahane edip, kalkmaya davranırlardı.
O zaman ötekiler onlardan daha atik davranıp, bin dereden su getirerek, kendilerini naza çeken bu koca koca adamları tekrar yerlerine oturtup, hikâyeye devam etmeye razı ederlerdi. Kul Hüseyin ile Budala Tosun yerlerine tekrar oturduktan sonra her akşam oynadıkları bu küçük oyunun tadım kaçırmamak için birbirlerine göz kırpar ve kaldıkları yerden anlatmayı sürdürürlerdi. Çocuk, bu hikâyeleri dinlemeye bayılır; güzellerin cemaline bend olan, türlü cefa ve belaya bir kez olsun “yandım Allah!” demeden göğüs geren, aynı döşeğe iki kere baş koymayan, aynı aşa iki kere kaşık sallamayan, bir kılı bin pare eden, her bir pareyi çil çil altınlara, kıymetli taşlara yeğleyen Ademoğullannın, Havvakızlarının maceralarını dinleyerek uyuyakalır; rüyasında aynı hikâyelerin kendi başından geçtiğini görür; sabahları pek mahmur, pek ürkek uyanırdı. Bu sayede, tekkeye varmadan evvel istisnasız her gece boğazına çöken hüznü bir nebze olsun susturmayı, püskürtmeyi başarmıştı.
Gene rüyasında gördüğü ve bizzat yaşadığı maceraların tesirinden kurtulamadığı bir sabah, Budala Tosun’un yanına ilişip, anlattığı memleketleri hakikaten görüp görmediğini bir çırpıda soruverdi. Budala Tosun, sanki bu soruyu uzun zamandır bekliyordu. Çocuğun iri, siyah, doğuştan sürmeli gözlerine dosdoğru bakarak,
“Elbet ya. Amma bu demde değil, başka başka demlerde gidip gelmişliğim var o diyarlara,” dedi.
Başka başka demlerde… Neyin nesi ola ki başka başka demler? Çocuk, Budala Tosun’a dargın dargın bakıp, oradan uzaklaştı. Dargınlığı topu topu akşama kadar sürecekti; yani bir başka hikâyenin anlatılışına kadar. Kalın kaşlı, yazlan kızıl kışları siyah sakallı, kemerli burunlu Dulhani Hasan ise, adı üstünde, tam bir tiryaki idi. Kahveye, tütüne, afyona, badeye, gecenin matemine, dost cemaline ve nâr-ı aşka müptelası o denli büyüktü ki, bu hususlarda katiyyen şakaya gelmez, köpürür, ortalığı duman ederdi. Keyif adamıydı. Dilinde kemik, üslubunda perva, havsalasında art niyet bulunmazdı. Hakkında rivayet muhtelifti.
Evvelki namının “Dulhani” değil de “Külhani” olduğu; bir zamanlar, meyhaneden meyhaneye kalıbını taşıdığı; sokaklarda naralar savurup en okkalısından küfürler bastığı; her kanlı hesaplaşmada gammazların, münafıkların, hilekârların ve cümle erazil taifesinin çanına afiyetle ot tıkadığı; vaktiyle pek biçimli olan burnunun da işte böyle bir kavgada yamulduğu; şer’an haram, aklen fena ne bulursa yaptığı; nice sonra bir Kıpti güzeline gönlünü fena halde kaptırdığı; kadının ona olmadık oyunlar ettiği; bu sebepten ötürü elâleme madara olduğu; şanına yakışmayacak bir yufka yüreklilik gösterip arkasından türlü türlü dolaplar çeviren Kıpti güzelini her daim koruyup kolladığı; sonunda biricik âşığını paşa konaklarına kaptırdığı; onun ardından kendi canına kastederek intiharlara yeltendiği ortalıkta deveran eden şaibeler arasında en çok revaçta olanlarıydı. Velhasıl kimsecikler Külhani Hasan’ın hangi sebepten ötürü tasını tarağını toplayarak, senebesene ekmeğini yediği, suyunu kuruttuğu şehr-i şehiri terk ettiğini, Dulhani Hasan namıyla Dürri Baba tekkesinde kapılandığını tam olarak bilmemekteydi. Sebep her ne olursa olsun Dulhani hoş gelmiş, sefa getirmişti. Bir elinde sagarı, bir elinde çubuğu kuruldu mu bir köşeye, ondan hoşsohbet, ondan âlâ olamazdı kimse. Tatlı tatlı konuşur, içli içli ağlar, en yüksekten uçanı bile insafa getirir, hüngür hüngür ağlatırdı. Çocuk, korkuyla karışık hayranlıkla seyrederdi onu.
Kahvesini tam kıvamında pişirdiğinde, Dulhani Hasan durduk yerde heybetle-nir; onun körpe omuzuna okkalı bir şaplak indirir; farkında olmadan salıverdiği küfrü elinin ayasıyla yakalayıp bastırır; kendince “ellerin dert görmesin!” demeye getirirdi. Çocuk da omuzunun ağrısına aldırmaz; gözlerinin içi gülerek sağ elini sol göğsüne yapıştırır; boyun kırar; kendince, “afiyet, bal olsun!” demeye getirirdi. Gizli bir hukuk vardı adeta aralarında. Dulhani Hasan’ın, en şirret, en hodbin olduğu anlarda dahi, veyahut çocuğun en patavatsız, en ham olduğu anlarda dahi bozulmayan, bozulmamasına itina gösterilen, kuytularda saklı, güneş yüzü görmemiş, adı konulmamış bir hukuk.
Dertli Hagopik’e gelince, çocuğun onunla tanışıp kaynaşması hayli zaman aldı. Havalar adamakıllı soğumuştu. Köhnebahar, usul usul çekilirken, karakış da sefer hazırlıklarını tamamlamaktaydı. Çocuğun elleri çabuk çatlamış, tırnaklarının kenarlarındaki etler yer yer kalkıp, kanamaya başlamıştı. Hiç durmadan soluğunu avuçlarına üfleyip ellerini ısıtmaya, tırnaklarına oturan morlukları pembeye çevimıeye çalışıyordu ama nafile. Bir sabah, bahçedeki kuyudan bir kova su çekerken, soğuk bir yel akma hançer gibi kesti ellerini. İpi tutamaz oldu, kova gerisin geri aşağı yuvarlandı. O vakit, kıllı bir el uzandı kuyuya, kovayı çekti yukarı. Ardından, kıllı elin sahibi kuşağından bir çift yün eldiven çıkartıp çocuğa uzattı. Tam geldi eldiven çocuğun ellerine. Çocuk, derdine derman bulan Dertli Hagopik’le işte böyle tanıştı, böyle kaynaştı.
Dertli Hagopik, hemen hemen hiç konuşmazdı. Sesinin neye ben zediğini bilen pek azdı. Gözpınarları her zaman dolu dolu olur, biraz dan kendini koyverip ağlamaya başlayacakmış sanılırdı. Gene de ağ ladığını gören olmamıştı bunca zaman. Gün boyu elinden kitap düş mez, ve satırların, kelimelerin, harflerin deryasında dalıp dalıp gider di. Hem oradaydı hem de başka başka yerlerde; hem gözle görülürdü hem de elle tutulmaz. Sanki anlatacak çok şeyi vardı da, kelimelere itimadı yoktu. Bir tek boşluğa ve boşlukla konuşurdu.
Sessiz sedasız, kendince devran sürerdi. Akşamlan, bir kandilin ışığında, işlediği si yah minelere veyahut evvela yontup ardından üzerlerine gümüş teller kakıdığı tahta parçalarına sülünler, güvercinler, bülbüller, serçeler nakşederdi. Çalışırken, devamlı kuşağında taşıdığı reyhan, ceviz ve tarçından mürekkep bir keseyi ikide bir çıkartıp, uzun uzun koklar ve derin derin iç geçirdikten sonra, gözpınarları dolu dolu tekrar işine dönerdi. Dertli Hagopik kuşları pek sever, korur kollardı. Bu sebeptendir ki, köy çocuklarının tekke bahçesinde koşuşturup kuş avlamaya kalktıkları günden kalma yetime, sapan ehlini etrafında görmek istemediğini kanıtlarcasına yüzünü buruşturup bakmış ve o gün bugündür çocuktan uzak durmuştu. Zaman geçtikçe, çocuğun o eski fitne ve fesadını tamamıyla bıraktığına, artık o canım kuşları avlamayı aklından dahi geçirmediğine kanâat getirip, onu daha bir merakla ve şefkatle izler olmuştu. İşte o zaman Dertli Hagopik çocuğun ellerinin nasıl çatladığını, morarıp kuruduğunu görmüş ve ona bir çift eldiven örmeye başlamıştı. Dostlukları geç başlamış, derine kök salmıştı. Gözleriyle konuşur, gözleriyle ağlaşır, gözleriyle gülüşürlerdi. Çocuk, gayrete gelip, ondan tahta parçalarına, siyah minelere hayat üflemeyi, türlü türlü kuş resimlerini nakşetmeyi öğrenmişti. Bu işte giderek ustalaşmaktaydı ya Hagopik’in keyfine diyecek yoktu.
Biliyor, bekliyordu. Bir gün gelecek, çocuğun nakşettiği kuşlar ötecek, şakıyacak, kanat çırpıp semalarda süzülecekti. Kuş yavrularım canlarından etmeyi nasıl terk ettiyse, vakit tamam olduğunda, ölü kuşlara hayat vermeye de muvaffak olacaktı. Dertli Hagopik, o mesud günün gelmesini sabırsızlıkla bekliyor; senelerdir göz pınarlarına dolan yaşlara dayanmalarını, belki de o vakit, sular seller gibi akabileceklerini fısıldıyordu. Bütün bunlar olurken karakış fena bastırdı. Koç başlarıyla kapılara dayandı. İçeri buyur ettiler onu. İkramda kusur etmediler. Her sene böyle zorbalıkla gelmesine lüzum olmadığını, kapılarını çalanın başlarının üzerinde yeri olduğunu dilleri döndüğünce anlatmaya çalıştılar.
Dinlemedi.
Dinlemektense tepeden bakmayı, konuşmaktansa gürlemeyi, alttan almaktansa üste çıkmayı yeğledi. Çocuksa, karakışla alakadar değildi. O, tekkede yaşayanları yakından tanımaya başlayıp, kimini can u gönülden severken kiminden de pek o kadar hazzetmediğinin ayrımına varırken, Dürri Baha’yı görememenin sıkıntısını da çekmekteydi. Meyva bahçesinde yakalanışından sonra, o mavi bulutlan bir daha görememiş; nerede olduklarını kimselere sormaya cesaret edememişti. Bazı bazı, Dürri Baha’nın ayak seslerini ayırdedebiliyor, her şeyi göze alarak arkasından gitmek için atılıyor, fakat daha ikinci adımda soluğu tükendiğinden, yerine dönmekten başka çare bulamıyordu.
Dürri Baha’nın maviliğini kendisinden esirgediğini düşünüyor, neden bunca zamandan sonra affedilmediğini anlamaya çalışıyor, içten içe kızıyor, öfkesini zaptetmek için yeni öfkeler ediniyordu. Dürri Baha’nın selâmını almak, onu selâmlamak, ve muhabbetinde yer almak için can atsa da içinde kabarıp duran bu dalgaların taşmasına mâni olmayı başarıyordu. Gün geldi;

Dürri Baha’yı tekrar görebildi. Gene bir sabah rüyalarında kovaladığı maceraları düşünerek ve kanatlarının olmayışına hayıflanarak, dalgın dalgın, sıkıntılı sıkıntılı ortalıkta dolanmaktaydı. Kanatları olsaydı, rüyalarındaki gibi gece gündüz uçar; denizlerin, dağların, köylerin, şehirlerin üzerinden süzülerek kimselere görünmeden, herkesi, her şeyi görmeyi başarabilirdi. Kanatları, hem hercai renkleriyle tavuskuşunun tüylerine benzemeli, hem fırtınalara dayanacak kadar sağlam, hem de bir buluttan başka bir buluta değecek kadar uzun olmalıydı. Maviliklerde süzülürken denizlerden balık, topraktan solucan çıkartarak beslenmeli; kendisiyle aynı sırrı paylaşanları bulup, onları da kuşa çevirmeliydi. Kalemlerin yazamadığı, kitapların taşıyamadığı, insanların dillerinden düşüremediği bir efsane olup ağızdan ağıza, kulaktan kulağa aktarılmalıydı. İşte o sabah çocuk, bunları hayal edip iç geçirirken, bir zamanlar bahçeden çıkartıp döşeklerin arasına yerleştirdiği tırtılı hatırladı. Onu orada bırakmış, unutup gitmişti. Akıbetinin ne olduğunu merak etti. Koştu, döşekleri hırpalamak pahasına kaba saba davranarak bir an önce tırtılı bulmak ve vefasızlığını örtmek istedi. Lâkin döşeklerin arasında hiç ummadığı bir şeyle karşılaştı. Ölü bir kelebekti bu. Kimbilir ne vakit kozasından çıkmış, döşeklerin arasından çıkış yolu bulamamış ve orada son nefesini vermiş bir kelebek. Çocuk, vakti zamanında döşeklerin arasına yerleştirdiği o çirkin tırtılın, rengârenk kanatlarıyla adeta ölümü inkâr eden bir kelebeğe dönüştüğünü görünce, öyle heyecanlandı, öyle büyük bir patırtı kopardı ki, arkasında durup merakla onu izleyen yaşlı adamı çok geç fark etti. Birbirlerini görmeyeli bir hayli zaman olmuştu ama Dürri Baba, sanki az evvel yarım bırakılmış bir sohbeti kaldığı yerden devam ettirmekteydi. Öylesine ortadan ve ortaya konuşuyordu ki, çocuk, söylenenlerin muhatabı olduğundan bir türlü emin olamıyordu. Tanıştıkları gün, elma ağacının dalları arasında yaşadığı o sıkıntılı tereddüt anını bir daha yaşıyordu. Çıkan gürültüye yetişen öteki dervişler de arkalara dizilmiş, ne olup bittiğini anlayabilmek için, Dürri Baba’yı cankulağıyla dinlemekteydiler. “Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin. Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez. Görünenin ötesine geçmek istersen eğer, aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan, kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Lâkin gönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.” Çocuk tereddütlerini defetmiş, pür dikkat dinliyordu. Duyduğu kerimelerden çok mavi bulutlara vermişti dikkatini. O bulutlar gitmesin, yağmur yağmasın, bir fırtına çıkıp da bu efsunu hallaç pamuğu gibi savurmasın ve gece olmasın diye oracıkta canını verirdi.
“Sade tırtıl ile kelebek değil elbet. Sakın ola horgörme Pinhan; canlan horgörme. Bak bu gayb âlemine, bir kendini gör. Bak kendine, cümle mahlûkatın özünü gör. Devri tamam olan gelir, devri tamam olan gider. Gelen, gidende saklıdır; giden gelende saklı.”
“Saklı,” dedi çocuk gönülden tekrar ederek. “Pinhan!” dedi Dürri Baba. Sesi yaprak kımıldatmayan sabâ rüzgârı gibi doldu odanın içine. “Pinhan!”dedi çocuk üst üste üç kere. İlk kez bu ismi söylerken, farkında olmadan el çırptı; omuzları sevinçle oynadı; yüzünde gonca güller açtı. İkinci kez söylerken duruldu, az evvelki taşkınlığından utandı. Üçüncü kez söylerken, ateş bastı dilini, damağını; dudaklarında buruk bir tad kaldı. Beti benzi kül kesildi. O zaman Dürri Baba, kollarını iki yana açıp, olan biteni izleyen dervişlere doğru dönerek, “Nicedir adım bekler dururdu. Velhasıl adı da onu. İşte bugün kavuştular birbirlerine. Adı Pinhan olsun bundan böyle,” dedi. Dulhani Hasan, atıldı hemen.
“Pinhan ya, Pinhan elbet!” dedi dersini ezber edercesine.
Dürri Baha’dan çekinmese çocuğu tuttuğu gibi havaya fırlatacak, o aşağıya düşene kadar da zincirleme beş-on küfür luısacaktı. Baktı olacak gibi değil, zaptedemiyor kendini, en yakınındakine dönüp, zavallının sırtına meşhur şaplaklarından birini indiriverdi. Dertli Hagopik’ti bu şaplaktan nasibini alan. Gözlerinde yaşlar, ağladı ağlayacak bir halde oracıkta dikilip, kimbilir aklından gene hangi hicran yarasını geçirirken, aniden sırtına inen şaplakla kendine geldi. Başına gelenin hayır mı şer mi olduğunu anlamasına fırsat kalmadan, Dulhani Hasan odayı terk etmişti.
O günden sonra bir haller oldu çocuğa. Büyümeye, durulmaya başladı. Halîmâne tavırları herkesin merakını celbederken, onun dikkati bahçedeki börtü böcekten tekkedeki kitaplara kaymaktaydı. Tez zamanda harflerle ahbaplık kurarak istidadını ispatladı. Şimdiye değin tekke yaşamı keyifli bir dostlar meclisi olmuştu onun nazarında. Burada çalışmış, hikâyeler dinlemiş, hayaller kurmuş, dostlar edinmiş, yalnızlık nedir bilmemiş, hor görülmemiş, hor görmemiş, ağız dolusu gülmüş, ve ömrünün en hoş, en tasasız demlerini geçirmişti. Ha-sıl-ı kelâm, sırrını fâş etmeden, yüreğini yağmalatmadan, sakin ve huzurlu bir hayat sürmüştü. Def ü ud ü kudüm ü ney ile iştigal eden veya gününü ibadetle geçiren ya da aralarında münazara eden veyahut içli nefesler koşan dervişleri hayran hayran seyretmiş, lâkin onların arasına katılmayı istemek bir yana, aklından dahi geçilmemişti. Şimdiye kadar uzaktan uzağa seyretmekle yetinmiş; deryaya dalmamış, tuzlu suyu vücudunda ağırlamamıştı. Ne var ki, eski isminin yerini Pinhan aldığında her şey hızla değişmeye başladı. İsim dediğin, Hz. Adem’den bu yana, kendini taşıyanı kâh usul usul yoğurur, kâh efsunlu iplerle sıkı sıkı bağlardı.
İsim dediğin, yüksekte uçanın belini bükecek, alçaktan geçenin başını doğrultacak; pervasıza perva, korkusuza korku katacak kadar kudretli idi. İsmi Pinhan olduğunda. Bildiği ne varsa unutmakta, Tırtıla kanmayarak Can gözünü açmakta, Mânâsın veremediğinde Muhabbetin tadına ağu katmamakta; Bu vakte kadar da, Tek başına Bir kendine sığınmakta Karar kıldı. Henüz farkına varamasa da, Aşıki pek haklıydı. Aşk üzerine yazılanlar kara, kapkaraydı. NOKTA Katreyiz âlemde, lâkin Dilde derya olmuşuz. Î.H.Erzurumi Karakış, taht şehrini taşıma hazırlıklarını savsakladıkça savsaklamakta, yola çıkış tarihini erteledikçe ertelemekteydi. Bilcümle mahlûkat, kar tabakasının altından boyunlarını uzatabilmek için onun çekip gitmesini bekliyordu. Hâlâ soğuk, hâlâ beyazdı ortalık. Hep soğuk, hep beyazdı.
Erbain kırkını çoktan doldurmuş; hamsin ellisini aşmış; erken açan çiçeklere don vurmuş; göç eden ilk kuş kafilesi yollarda telef olmuş; hiç şüphesiz, evvelbahar, yolda haramilerle karşılaşmış, engellere takılmıştı. Dürri Baba tekkesinde erzak sıkıntısı baş göstermişti. Günlük nevaleleri iyiden iyiye azalmış; o canım ve cömert bahçe, ayaza yenik düştüğünden, imdada yetişemez olmuştu.
Yaz-bahar aylarında göz alıcı renkleri, mest eden kokuları, birbirinden leziz yemişleri, remizleri ve latifeleriyle tekkedeki her bir ferdin neşesine neşe katıp büyük bir ihtişam içinde yaşayan bahçe şimdi bembeyaz bir kar tabakasıyla kaplanmış; bir başına bırakılmıştı. Sonsuz kıpırtısızlığında tek bir ziyaretçisi vardı. Zaman zaman, siyahlı sarılı gövdesinde mavi şeritler ve şarabi lekeler barındıran, boynunda fındık iriliğinde bir inci tanesi taşıyan bir kuş, karın sarıp sarmaladığı dallara tüneyerek, uzun uzun, mahzun mahzun ötmekte; feryadını duyanların içlerini burkmaktaydı. Açlıktan çok yalnızlıktı onu bu kadar kahreden. Kuru ayazdan çok içindeki çalkantılardı onu böylesine içli içli söyleten.
Gurbet diyarında bikes garip gibi tek başına dolanıyor; bir an evvel bir dost sıcaklığının çıkıp da yüreciğindeki buzları damla damla eritmesini bekliyordu. Onu bekliyordu. Bulur bulmaz kaybettiği o dosttan bir haber, bir selâm bekliyordu. O dost kapısını çaldığında, senelerdir boynunda taşıdığı inci tanesini gagasıyla çekip koparacak ve bu hazineyi, sessiz sedasız, onun sıcacık avuçlarına sıkıştıracaktı. Kuşun tasası tekkenin duvarlarına varamadan dağılıyor, havada bin pareye ayrılıyordu. İçerde bambaşka bir telaş, bambaşka kaygılar hüküm sürüyordu.
Bunca senedir mutfağı çekip çeviren Tokatlı Lütfi ile Kul Yusuf, ne yapıp edeceklerini şaşırmış; salladıkları kepçelerin, küplerin diplerine vurup kuru kuru yankılanmasından usanmışlardı. Gene de öteki dervişlere durumun vehametini belli etmemekte, ertesi günü nasıl çıkaracaklarının hesabını mümkün olduğunca içlerinden yapmaktaydılar. Dürri Baba tekkesi, kuruldu kurulalı beri, nevaleden yana böyle büyük sıkıntı çekmemişti. Sıkıntı çekmek bir yana, şimdiye değin, hem de hiç aksatmadan, civar köylülerinin dar günlerine erzak yetiştirmiş; yüzlerini güldürmüşlerdi.
Oysa şimdi açlıktan sararan kendi yüzleri, feri kaçan kendi gözleriydi. Üstüne üstlük, asırlardır bu tekkenin koruyucusu, kollayıcısı olan; vakti zamanında, tam da tekkenin şimdi kurulu olduğu tepede, cüzzamh olduğu halde kendisinden bir tas suyu sakınmayan genç bir köylü kadınına “artsın, eksilmesin; taşsın dökülmesin” diye hayır dualar eden; o gün bugündür, o köylü kadınının üzerine titrediği bahçesinde kurulmasına önayak olduğu tekkeden rahmetini bir kez olsun esirgemeyen; mutfaktaki küpleri bal ve pekmez ve yağ ile dolup taşıran; erzak çuvallarını tıkabasa dolduran; ve daha çok ihsanda bulunabilmek için iki yerine tam sekiz kol, on yerine seksen parmak taşıyan Gönlübol Baba da nicedir uğramaz olmuştu. Asırların vefalı dostu Gönlübol Baha’nın uğramaması hayra alâmet sayılamazdı. Saymadılar da.
Günbegün katmerlenerek, nihayet arşa çıkan açlık sıkıntısı herkesi derinden etkilemekte, sarsmaktaydı. Yine de hiç şüphe yok ki bu durumdan en çok mustarip olan Dulhani Hasan idi. Pek çok derviş, midesinin gurultusunu bastırmak, hayli aç iken Halil İbrahim sofrasından yeni kalkmış gibi uyumak ve bu kara günleri tevekkülle karşılamak çabasında iken; Dulhani Hasan her önüne gelene saldırmakta, durduk yerde tatsızlık çıkartarak çatır çatır gönül kırmaktaydı. Sebebi malûmdu. Yollar karla kaplı olduğundan, kahvesi de dibe vurduğundan, asabı fazlasıyla bozulmuş; bunca zaman keytmi çıkardığı yemek üstü sohbetleri şimdi tam bir kâbusa dönüşmüştü.
Bir müddet sonra oraya buraya saldırmaya dahi takat bulamaz oldu. Gün boyu pencerelerin önünden ayrılmadan dışarıyı gözlüyor, karakışın bir an evvel çekilip gitmesi için sızlanıyor; derin derin iç geçiriyordu. Kan çanağına dönmüş gözlerinin etrafı simsiyah hâlelerle çevrilmiş; o heybetli ve kabına sığmayan vücudu bir yaprak gibi kurumaya başlamıştı. Topu topu birkaç kahve tanesi kaldığında, Dulhani Hasan’ın canına tak etti. Madem ki beklemekle başından atamayacaktı bu belayı, olaya bizzat el koymaya karar verdi. Sarındı, sarmalandı; kendini dışarı attı.
Bahçeye çıkıp, ellerini iki yana açarak, karakışa açıkça meydan okumaya başladı. Ona , yüreğinde az biraz cesaret varsa tez elden karşısına çıkmasını, dilediği silahı seçebileceğini, dövüşün adil olmasında ısrar ettiğini, mağlub olanın haddini hatırlamakla yükümlü olduğunu, devri tamam olduğundan bu mekânı evvelbahara bırakması lâzım geldiğini, aksi takdirde bir illet gibi yapışıp kalacağını, haddini hatırladığı takdirde bütün bunları şıp diye fehmeyleyeceğini, şimdiye değin kendisine hürmette kusur etmemek için sesini çıkarmadığını, lâkin artık canına tak ettiğini, mühür kimde ise Süleyman’ın o olduğunu, o mührü er ya da geç bulacağını, Dürri Baha’nın da sıkça dile getirdiği gibi zaten herkesin kadrince kadir olduğunu ve kendisinden zerre kadar korkmadığını, korkmak bir yana karnını deşip, çarkını tersine çevirmeye kararlı olduğunu, mertçe davranıp çıkıp gelmediği takdirde burada donarak ölmeyi göze aldığını, zaten kahvesiz kalmaktansa canını vermeyi yeğ tuttuğunu bir bir anlattı. Dulhani Hasan, vaziyeti hikâye ettikten sonra, karakışa, kavgayı müteakib, mağlub olanın cümle hakkını helal edip bu diyarı mertçe terk etmesi gerektiğini bir kez daha hatırlattı; ve susup beklemeye koyuldu. İlk gün gelen giden olmadı. Dulhani Hasan soğuktan neredeyse düşmek üzere olan burnunu çeke çeke beklemeyi sürdürdü. Yanma giderek, aklını başına devşirmesini isteyenleri tersliyor; daha da olmadı küfür fıçılarına batınp çıkartarak gerisin geri gönderiyordu. Dürri Baba tekkesinde her türlü faaliyet durmuş; herkes pürdikkat Dulhani’nin akıl almaz hallerini izliyordu. İkinci gün tipi başladı. Herkesin aksine, Dulhani Hasan, korkunç bir hızla yağan leblebi iriliğindeki kar tanelerini hayra yorumlayıp, her birini kavganın çetinliğine ve kendi galibiyetine birer burhan addetti. Demek ki karakış teklifini kabul etmiş, karşısına çıkmaya karar vermişti. Öncü kuvvet olarak da şu tipiyi göndermişti. Varsın göndersindi; ne gam.
Yakında kendisi de bahçeye gelecek, şanına yaraşır şekilde arslanlar gibi dövüşecekti. Bunca senenin karakışından da zaten bu beklenirdi. Karısının etekliği altına saklanıp, lafını sözünü bilmez Dulhani kuluna meydanı boş bırakacak değildi ya. Dulhani Hasan vakit yitirmeden içeri koşup seneler evvel, bir daha eline almamaya yemin ettiği yatağanını aramaya koyuldu. O aranıp dururken kimse yanma ilişmeye cesaret edemiyordu. Dürri Baba da gelmemişti üstelik. “O yanımızda olsaydı, şu delinin soğuktan donmasına mâni olurdu” diye düşündü Pinhan. Lâkin anlaşılan, bu korkunç velvele bir tek Dürri Baha’nın ilgisini çekmiyordu. Pinhan içten içe kızmaktaydı. O mavi bulutların, en zor günlerde kendilerinden böyle uzak durmasına ve sadece kendi gönlü istediği zaman ortaya çıkmasına içerliyordu. Dulhani Hasan yatağanı elinde tekrar bahçeye koştu. Tipi hızlanmış, dışarıda göz gözü görmez olmuştu. İçeriden bakanlar Dulhani’nin karaltısını seçmekte dahi büyük zorluk çekiyorlardı. Bir zaman sonra, hızlanan kar tanelerine bakmaktan sıkılıp, işlerine güçlerine döndüler. Geride birkaç kişi kaldı. Pinhan da aralanndaydı. İnatla Dulhani Hasan’ın akıbetinin ne olacağını kavramaya çalışıyorlardı. Sürekli kar tanelerine bakmaktan başlan dönmeye, gözleri kararmaya başladı. Geceyi öyle geçirdiler; uykusuz ve kaygılı. Tan yeri ağarırken, Pinhan, “artık ne olursa olsun” deyip, Dulhani’yi geri getirmek için dışarıya fırlamak üzereyken, gözleri kendisine bir oyun etmiyorsa eğer, tuhaf bir karaltı gördü. Gözlerini ovuşturup, tekrar dışarı baktı. Dulhani’ye ait olduğunu sandığı karaltının az biraz ötesinde fırıldak gibi hızla dönen, kül renkli, şekli şemaili meçhul başka bir karaltı daha vardı. Fırıldak dönüyordu. Üçüncü gün kavga adil, karakış mağlup oldu. Yollar açıldı; civar köylüleri tekkeyi ziyarete geldi; dervişler iade-i ziyarette bulundu; bahçedeki toprak gayrete geldi; kadirşinas Gönlübol Baba nihayet ocaktaki kazanın başında görüldü; küpler yeniden doldu; Tokatlı Lütfi ile Kul Yusuf derin bir oh çekti. Dulhani Hasan, Pinhan’ın elceğiziyle pişirdiği bol köpüklü kahvesine kavuşur kavuşmaz arkasına yaslanıp, bıraktığı intihayı şöyle bir gözden geçirdi.
Suratındaki tebessümden kendisiyle nasıl iftihar ettiği hemen anlaşılıyordu. Keyiften sermesi olmuştu. Ne de olsa herkesin gözü onun üzerinde, iki dudağının arasındaydı. Bir süre öylece durarak, kendini yarı hayranlıkla, yarı korkuyla seyredenleri seyrey-lemenin tadına vardı. Sonra, Pinhan’ın kulağına eğilerek, etrafa duyurmadan, “çaktırmadım amma Allah biliyor ya, dizlerimin bağı çözüldü!” diye fısıldadı. Tekrar eskisi gibi arkasına yaslanarak, höpürdete höpürdete kahvesini yudumladı. Dürri Baba tekkesinde bir daha kimse bu vukuatı konuşmaya, hatta hatırlamaya yanaşmadı. Belki bir gün.
Budala Tosun ile Kul Hüseyin, başka başka mekânlarda, o üç zorlu günün hikâyesini dile getirir; dinleyenlerin dudak büktüklerini görünce birbirlerine muzip muzip göz kırparlardı. Anlattıkları, hoş bir latife olarak havada asılı kalırdı. Belki de sadece susar, bu sırrı kendilerine saklamaktansa tez vakitte unuturlardı. Her ne olursa olsun bahar yeşil ve ıpılıktı. Evvel bahar tekkede hüsnükabul görüp, lâyıkıyla ağırlanırken, Pinhan pek huzursuzdu. Dulhani’nin bir fincan kahve uğruna kellesini koltuğuna alarak, karakışı bileğinin hakkı ile mağlup ettiği günün gecesinde tuhaf bir rüya görmüştü. Nereden bilsin ki bu rüya, doğduğu günden bu yana taşıdığı sırrın artık saklandığı yerde duramadığına işaret ediyordu. O karanlık dehlizden iki ayrı ses, iki ayrı inilti yükseliyor; geride bir yerlerde, özgürlüğüne susamış serkeş bir yürek deli dolu çarpıyordu. Rüyasında Pinhan, üzerine ayak basılmaması lâzım gelen bir eşikte öylece durmaktaydı. Eşik, uçsuz bucaksız bir denizin üzerindeki ufacık bir kara parçasıydı. Orada duramayacağını, eşiğe basmanın çiğlik olduğunu gayet iyi bilmekte, lâkin suda batmaktan, boğulmaktan korktuğu için kıpırdayamamaktaydı. Sanki, sakin sakin, doğru bellediği yolda yürürken, birdenbire her şeyi, kim olduğunu dahi unutmuş, hafızasını boşaltmış, yönünü şaşırmıştı. Şimdi, kuzeye ya da güneye mi, doğuya yahut batıya doğru mu adım atması gerektiğini bilemiyordu. Bilemediği için de basmaması gereken eşiğe olanca ağırlığıyla basıyordu. “Büyük haksızlık bu” diye düşündü.
Eşikler, varacak yeri, gidecek yuvası olanlar, yüreğinde sıla hasreti taşıyanlar için yapılmıştı. Yeri yurdu olmayanlar, yönünü şaşıranlar içinse, eşik dediğin, ne bir eksik ne bir fazla, tam bir azaptı. Çaresizlik içinde kıvranırken, eşiğin her iki yanında, yakından tanıdığı, gönülden sevdiği iki dost yüzü belirdi. Onları gördüğüne sevindi.Eşiğin bir yanında, en okkalı küfürleri, kulak çınlatan kahkahaları, itinayla burulmuş bıyıkları, kızıl siyah sakalı ile Dulhani Hasan duruyordu. Her zamanki gibi gözü pek ve heybetli görünüyordu. Denizin üzerine serdiği bir Acem halısında oturuyor; Pinhan’a el ediyor, göz kırpıyordu. Afyon çubuğu, badesi, sagarı, mangalı, cezvesi ve nargilesi halının köşelerine özenle konulmuştu.
Eşiğin öte yanında, Dürri Baba vardı. Mavi bulutlu gözleriyle, güleç ve ışıl ışıl yüzüyle, her zamanki gibi hayranlık uyandırıyor, soluk kesiyordu. Dalgaların üzerine koyduğu işlemeli bir minderde bağdaş kurmuş, baş kesmiş, çıt çıkarmadan Pinhan’ı seyrediyordu. Titrek alevli kandilleri, el yazması kitapları, toprak boyaları, tabirnameleri, kamış kalemleri ve mürekkep hokkaları, hemen arkasında, havada, rafta diziliymişçesine derli toplu durmaktaydılar. Pinhan, denizin derinliğine bakmamaya çalışarak Dürri Baba’ya doğru bir adım attığında, sırtına ani bir şaplak yedi. Dengesini kaybetti, düşeyazdı. Dönüp baktığında Dulhani Hasan’ın, elindeki kahve fincanını denize daldırdığını, o mavilikten bol köpüklü kahveler çıkardığını dehşetle gördü. Dulhani’nin bulunduğu yerde deniz maviden kahverengine dönüşmüş; tuzlar şeker, dalga köpükleri ise kahve köpüğü oluvermişti. O vakit Pinhan karar değiştirdi. Böylesi bir kerametin karşısında eğilip, Dulhani’nin bulunduğu tarafa yönelmek istedi.
Lâkin bu sefer de Dürri Baha’nın eli onu saçlarından kavradı, hızla kendine doğru çekti. Dönüp baktığında, Dürri Baha’nın, eşiğin öte yanındaki denize elini daldırarak, denizin dibinden rengârenk kuşlar çıkardığını; kuşların gökyüzüne doğru kanat çırparak uzaklaştıklarını gördü. Pinhan hangisine yönelirse, öteki ona mâni oluyordu. O da çaresiz arada kalıyor, beyhude debeleniyordu. Eşik üste durmak olmazdı. Eşik üste durmak yakışık almazdı. Pinhan naçar kalmıştı. Haykırmaya, yardım istemeye başladı. O, çığlık çığlığa bağırırken, Dulhani Hasan ile Dürri Baba, evvelki cazip hallerinden tamamıyla sıyrılarak bayağılaşmış, küstahlaşmışlardı. İkisinin de suratına yılışık bir tebessüm oturmuştu.
İşi daha da azıtarak, Pinhan’ın giysilerini çekiştirmeye hatta yırtmaya koyulmuşlardı. Yırtılan parçaları, eşiğin iki yanında uzanan kahverengi deniz ile mavi deniz oracıkta yutuyor, mideye indiriyorlardı. Sonunda Pinhan, tam orta yerde çırılçıplak kaldı. Hava soğudu, kar yağmaya başladı. Pinhan telaşla bir kartopu yapıp, önünü onunla kapadı. Ama ne fayda; birazdan güneş çıkacak, soğuktan morarmış sırrını ele verecekti. Utanç evvela boynunu, daha sonra dudaklarını ve en nihayetinde bütün vücudunu yaladı. Oysa Dulhani Hasan ile Dürri Baba güneşin çıkmasını beklemeye dahi lüzum görmediler. Ortada çekiştirip yırtarak kendi denizlerine kurban edecek giysi parçası kalmadığını idrak ettiklerinde, aynı anda, Pinhan’ın iki başlığına yapıştılar. İkisi birden, olanca güçleriyle asıldılar. Koptu. Kan akmadan, acı bırakmadan, ne olup bittiği anlaşılmadan koptu ve billur bir şişe gibi ses çıkartarak eşik üstüne yuvarlandı. Pinhan elleriyle yüzünü kapadı. Ağlayamadı. Uyandığında gördüklerini unutmak, ömür boyu hatırlamamaktı tek dileği. Yüzünü yıkamadan kalktı, giyindi ve dışarı çıktı. Tekkenin yakınlarında akan dereye kadar dilini, dudağını ısırıp, ağlamamaya gayret ederek yürüdü. Dere, onu görünce şahlandı, selâm verdi. “Hoş-geldin ya Pinhan. Ne iyi ettin gelmekle,” dedi.
Sesi incecikti; görücüye çıkmış bir kızın utangaç sesiydi. “Anlat bana,” dedi. “Karabasanla-rmı bir bir anlat bana ki, topunu birden alıp götüreyim uzaklara, gözden ırak gönüller içre diyarlara. Bırak yükünü ben taşıyayım. Çekinmeden, sakınmadan, saklamadan anlat ki ferahlasın yüreğin; sen kuşlar gibi hafifledikçe, senin yerine ben ağırlaşayım. Yalanım yok, inan ki bunu seve seve yaparım. Her kâbusun sabahında, kapımı çalanları ellerimle yuğar, sularımla pür ü pak eder, tek bir sözümle elemlerinden arındırırım. Bil ki ben her rüyayı hayra yorarım.
” Derenin sesi giderek kalınlaşmakta, yavrusuna kanat geren, sarıp sarmalayan şefkatli bir ananın sesini andırmaktaydı şimdi. Pinhan derenin yanı başına çömeldi. Hiç nazlanmadan evvelki gece gördüklerini bir bir dile getirdi. Medet umdu, aman diledi. Ağzından dökülen her bir kelimeyi serin suların ellerine verdi. Sular, derdini tasasını, gamını kederini üst üste istifleyip omuzlarına yüklerken, yavaş yavaş rahatladığını, ferahladığını hissetti. Anlatmayı bitirdiğinde, güneş tam tepesindeydi. Dere, yükünün tamamını teslim aldıktan sonra, delikanlının rüyalarının tabîrini yapmaya koyuldu. Sularını ikiye ayırıp, yüzyüze bakan iki ayna oldu. Aynalardan birinin açtığı kapıyı öteki kapadı; birinin kazdığı çukuru öteki doldurdu. Öbek öbek kumlar, tunç tokmaklar orta yere yığılırken, dere, Pinhan’a, gördüklerini aktardı. Ona tırtılı hatırlattı. Tıpkı o tırtıl gibi ikibaşlılığının da vakit tamam olduğunda güzellikte yekta bir kelebeğe dönüşeceğini, utanıp sıkılmasının mânâsız olduğunu anlattı. Suyun dediğine göre, Dulhani’nin gözüpekliği, neşesi, hayata ve ölüme olan derin iptilası, tek bir kadehten, tek bir nefesten, tek bir gülüşten böylesine büyük tadlar alması ikibaştan birini büyülüyor, cez bediyordu. Suyun dediğine göre, bir de işin başka yüzü vardı. Zira Dürri Baha’nın yumuşak, sessiz adımları, yürürken bastığı yerdeki karıncaları, taşı toprağı kollaması ve kendisiyle bir tutması; mavi bir yel olarak eserken uzaklardan buram buram çiçek ve yabani ot kokuları taşıması; dilindeki sükûnet, gözlerindeki şetkat de öteki başı mestediyor; kendi âlemine buyur ediyordu. Su dedi ki eşik üste durmak olmazdı. Bir adım atmak icap ederdi. Pinhan kaygılı kaygılı başını salladı, hak verdi. Su dedi ki, velev ki, Pinhan yanlış saymıştı.
Akıl gözüyle iki parmağa denk düşenin sakın gönül gözü hesabı bir olmasındı? Hem tekmil harfler, kelimeler ve ayetler bir noktadan çıkmaz ve yine o noktaya kavuşmak için yanıp tutuşmaz mıydı? Madem ki adı Pinhan’dı, zahiride saydığını batınide tekrar tekrar hesaplamalıydı. Zira, eşiğin iki yanına serdiği, iki apayrı renkteki denizler, aslında tek ve hudutsuz bir ummandı. Hal böyle ise iki yürek tek bir vücutta pekâlâ bağdaşır, kucaklaşırdı. O vakit husumet gider, ayrı gayrı kalmaz, kâbuslar tutunacak dal, kurulacak taht bulamazlardı. Ta kaalübeladan bu yana yazılan destanlar bunu anlatırdı. Canansız can, cansız canan olamazdı. Âşığın da maşuğun da gıdası, mayası aşktı. İki yürek bir çarpardı. Pinhan o zaman itiraz edip, heyecanla atıldı: “Lâkin o yüreklerden biri benim yüreğim; de bana, ya öteki kimin? Ben kimin peşindeyim?
” Gökyüzü aniden karardı, bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı, aynalar boydan boya çatladı. Tekkenin yanından geçen dere yatağına sığamadı, taştı. Pinhan o velvelede bir türlü işitemedi verilen yanıtı. Yağmur geçene kadar bir sığınak aramayı aklına dahi getirmeden, sırılsıklam olma pahasına dolaşmaya çıktı. Henüz küçük bir çocukken ve bambaşka bir isim taşırken durmaksızın arşınladığı tepeleri, bayırları, ağaç kovuklarını, leylek yuvalarını keşfe çıktı. Her gördüğüne sevinçle sarıldı, hal hatır sordu. Ne çok olmuştu buralara gelmeyeli, ne kadar özlemişti avareliği. Yabani otlar, irili ufaklı parlak taşlar, kır çiçekleri ve biraz da rüzgâr topladı.
Tekkeye döndüğünde hava kararmış, vakit hayli geç olmuştu. Kerpiç duvarı aşarak, bir hırsız gibi bahçeye süzüldü. Bağdaş kurarak oturdu; gene o ağacın altında. Bir zamanlar dallarına tünediği, elma aşırırken enselendiği ve mavi bulutlarla ilk defa gözgöze geldiği ağacın altında. Ürperdi; çünkü hatırladı. Eski adı, eski hali dalda oturmakta, çıt çıkarmadan ne yapacağını gözetlemekteydi sanki. Serçe parmağını dudaklarına götürdü. Öpmeye, emmeye başladı. Yaladı. Sonra ısırdı. Hafifçe canı yandı, hepsi o kadar.
“Kerem eyle!” Sözler döküldü ağzından; derinden kopan bir feryat, umutsuz bir yardım çığlığıydı. Ardından olanca gücüyle ısırdı serçe parmağını. Yakaladığı deri parçasını kopardı, tattı, tükürdü. Kan önce usul usul, ardından hızla akmaya başladı. Pinhan çıkan kanı damla yapıp toprağa damlattı. Bir nokta oluştu toprağın bağrında; kırmızı, şiddet ve şehvet kokan bir nokta. Onu gözden ırak kılmak istedi Pinhan. Çevresine bir halka çizerek etrafını ördü. Yetmedi; bir halka daha, sonra bir halka daha. Kale içinde kale, duvar içinde duvar, sırlar içre sırlar inşa etmişti.
Uzaktan bakan göremezdi ortadaki noktayı. îlk duvarı geçebilen, ikincisine takılır, o da olmadı bir üçüncüsü zebani gibi dikilerek geçit vermez, sır saklardı. O tek noktanın sırrına, halka içre halkaların canları feda. Birden bir kuş şakıması işitildi. Elma ağacının dallarında kalbi korkuyla çarpan çocuk, elma ağacının altında yüreğini sorgulayan delikanlı aynı anda başlarını kaldırıp karşılarında duran kuşa baktılar.
Oydu. Aynı kuştu. İncili kuş. İncili kuş Pinhan, bir kuşa baktı, bir toprağa; bir inciye baktı, bir noktaya. Gecenin karanlığından sıyrıldı, ayıldı. Halka içre noktanın bağrına, her bir harfe ayrı bir itina göstererek, Dürri Baha’nın ismini kazıdı. O zaman incili kuşun gagasından bir damla kan aktı, kan noktayı canevinden vurdu.Kuşun kanı, topraktaki noktanın içine süzülüp, Pinhan’ın kanına karıştı.Pinhan, ömrü elverdiği sürece o geceyi yüreğinde saklayacaktı. HAFIZA Biz sevdik âşık olduk, Sevildik maşuk olduk. Her dem yeni doğarız Bizden kim usanası. YunusEmre İsimler büyülüdür. Sade büyülü mü, isimler hem de büyücüdür. Bir isimle ol ismi taşıyan, evvela hemnâm; bir zaman sonra hem-sıfat ve hemmeşrep; derken hemdil, hemkadeh ve hemsohbet; en nihayetinde de hemsefer oluverirler. Sefer vakti kapıya dayandığında, yolcu yolunda, hancı hanında gerektir. Evvelbahar, dağları, bayırları, meyvaya durmuş dalları, kuşların kanatlarını, hatta hızını alamadığından olsa gerek, yakaladığı kirpi yavrularının dikenlerini, evvela parlatıp ardından hercai renklere boyamakla haşır neşirdi. O bunları yaparken, Dürri Baba tekkesinde hummalı bir faaliyet, telaşlı bir koşuşturma yaşanıyordu. Biri köhnebahar-da, diğeri evvelbaharda olmak üzere senede iki kez düzenlenen Ruz-ı Muhabbet yaklaşmaktaydı. Tekmil tekke ahalisi köşelerine çekilmiş hafızalarına çekidüzen verme ve hayallerini doludizgin koşturma telaşı içindeyken, bir tek Pinhan olan bitenin tamamıyla dışındaydı. Gene aynı şeylerin başına geleceğini gayet iyi bildiği için kendini tamamıyla kapatmış, etrafındakilerin umursamazlığına benzeri bir umursamazlıkla yanıt vermeyi kafasına koymuştu.
Zira şimdiye değin her Ruz-ı Muhabbet öncesi sorduğu sualler yanıtsız bırakılmış, kısa süreliğine de olsa yabancılığı bir şamar gibi yüzüne vurulmuştu. İlk senelerde küçüklüğüne vermişti. Öyle ya henüz küçüktü, büyüdüğünde elbet o da Ruz-ı Muhabbet’e alınacaktı. Lâkin ne vücudunun büyüyüp serpilmesi, ne üzümünün çiğ yeşili terk ederek yavaş yavaş sararması, ne de delikanlı tüylerinin giderek sertleşmesi durumunda bir değişiklik yaratmıştı. Senelerdir Ruz-ı Muhabbet kapıları Pinhan’a sırlanmıştı.
Buna dayanamıyor, içten içe kahroluyordu. Umutsuzdu; yalnızdı; yabancıydı. Hal böyle iken.Dertli Hagopik uzaktan uzağa Pinhan’ı gözlemekte, delikanlıyı solduran derde çareler aramaktaydı. İşin aslı epeydir Hagopik aynı şeylere kafa yormakta, lâkin vaktin tamama erdiğinden bir türlü emin olamamaktaydı. Delikanlının tekkede görünmediği, belli ki dışarlarda dolandığı o uzun günün gecesinde, Hagopik, onun artık büyümekte olduğunu anladı. Hagopik’e göre büyümenin alâmeti gözlerde saklıydı. Bu sebepten ötürüdür ki, Dertli Hagopik, Pinhan’m gözlerini arıyordu. İsmi Pinhan olalıberi durulan, her seher vakti ferahlayan yüreğinin akşam oldu mu daralmasına ses çıkarmayan bu çocuk, ten suretinde artık yeterince serpilmişti. Üstelik, serpilirken adamakıllı güzelleşmiş, çocuksu yüzünü mühürleyen iri, kara ve doğuştan sürmeli gözleri, incelmiş delikanlı çehresinin tam ortasına bir yangın alevi gibi düşmüştü.
Bakanların içini titretecek kadar güzelleşmişti Pinhan. Güzeldi güzel olmasına da, bunu kendi göremedikten sonra neye yarar? Hâlâ, sularda aksini aramayı aklından dahi geçirmeden, içinde yüzdüğü şişeyi derya sanmaktaydı. Dertli Hagopik bunları görüyor, gördüklerini “al gönlüm doya doya seyreyle” diyerek üst üste istifliyordu. Ne var ki, delikanlının dışarlarda dolandığı gün, ona, şimdiye değin gönül gözüyle ne gördüyse bir bir anlatmaya karar vermişti. Şimdi, en münasip zamanı kollamaktaydı. Bir akşam üstü, tuttu, Pinhan’dan koyu, bol şekerli ve bol köpüklü bir kahve istedi. Bu istek Pinhan’ı epey şaşırttı. Zira Dertli Hagopik ağzına iptila yaratacak hiçbir şey koymaz; böylesinin aklı ve yüreği pek tuttuğuna körükörüne inanırdı. Körükörüne demekte fayda var zira Hagopik ne kahveyi, ne afyonu, ne şarabı, ne de tütünü tatmıştı.
Demek bu akşam kendi hudutlarına savaş açacaktı. Savaş toprağın altında ve üstünde süredursun, o, altın yaldızlı bir fincana taksim edilen kahvesini, kırk yıllık tiryaki imişçesine höpürdeterek içmekten, dilini keyifle şapırdatmaktan geri durmadı. Pinhan o vakit gülümseyerek, gayet samimi bir coşkuyla, “Aşkolsun!” dedi. “Aşkın cemal olsun,” dedi Dertli Hagopik delikanlının gözlerinin içine dosdoğru bakarak. “Cemalin nur olsun,” dedi Pinhan, başını hafifçe eğip, hürmetini göstererek.
“Nurun âlâ nur olsun,” dedi Dertli Hagopik iki yudum arası.
Sonra, her daim dolu dolu olan gözpmarlarını ışığa çevirerek, “bilirsin Pinhan. Ben seni yıllar var ki uzaktan seyreder; bir eksiğin, bir derdin olduğunu anladığımda da yambaşında yabani ot misali biti-veririm. Başka zamanlarda ilişmem yanına. Ne zaman ki geniş dünya dar gelir sana, bu yürek senin için atar, bilesin,” diye ekledi. Tane tane, ağır ağır konuşmaktaydı. Pinhan bu ani sohbeti hayra yorduktan sonra, yarı uyanık yarı uykuda dinlemeye koyuldu. Dinlerken de ara sıra gözlerini iri iri açarak karşısında oturan adamın ne vakit ve nasıl eski vasıflarından arındığını ve bu ani değişikliğin baki olup olmadığım anlamaya çalışıyordu. Zira Dertli Hagopik, yani kahvenin kokusuna dahi katlanamayan; ağzını değil bıçak akma hançerler bile aça-mayan; insanlardan köşe bucak kaçıp boşlukla derileşen; gün boyu başım kaldırmadan siyah mine üzerine türlü türlü çiçekler, kuşlar işleyen; gözpınarlannda taşıyabileceklerinden fazla gözyaşı biriktiren Dertli Hagopik değil de, bambaşka biriydi sanki. Ve mütemadiyen konuşmakta, kelimeleri bir dil üstadı kadar rahat ve yerinde kullanarak sorulmayanı yanıtlamaktaydı. “Bana neden Dertli derler hiç düşündün mü Pinhan? Neden her daim böyle ağlamaklı gezdiğimi, günlerimi dostların arasında değil de karanlık kuytularda bir başıma geçirdiğimi hiç merak edip sordun mu kendine veyahut bir başkasına? Sorsan da fark etmezdi zaten, çünkü hiç kimse tam manâsıyla bilmez benim hikâyemi. Bir tek Dürri Baba bilir, o da bildiğini dilinden, gördüğünü gözlerinden sakınır, saklar. Sır vermez.
” Pinhan evvelki uykulu halinden tamamıyla sıyrılmış, Dürri Baha’nın adını duyduğu an irkilmiş, toparlanmıştı. Dürri Baba ile bir sırrı paylaşabilmek, ona hiç olmazsa bu vesileyle yakın olabilmek için can atıyor, hikâyenin devamını sabırsızlıkla bekliyordu. Lâkin Dertli Hagopik, karşısında merakla yanıp tutuşan gözleri adeta hiçe saymakta; gene öyle ağır ağır, tane tane, yudum yudum konuşmaktaydı. “Benim memleketimde, doğduğum, taşını toprağını karış karış gezdiğim, havasını soluduğum yerde, dört kitabın ehli bir arada yaşardı. Bir arada dediysem, mahallelerimiz ayrı; yediğimiz, içtiğimiz, âdetlerimiz ayrı; esvaplarımız ayrı; lâkin soluduğumuz hava, gördüğümüz güneş ve ay birdi.
Kuru yerlerin ahalisi pek kederli olurmuş derler, yalan değil. Kederimiz birdi. Aynı gökkubbeye yakınırdık. Aynı yıldızlara bakıp bakıp efkârlanır; aynı yıldızları hesap etmeye çalışırken uyuyakalırdık. Yan yana dizilmiş kapalı kutular gibiydik. Bizim oranın soğuğu pek meşhurdur. Kuru ayaz din, millet ayrımı bilmez tabii; iliklerine işler adamın, her kim olursan ol. Kış çöktüğünde kapalı kutular birbirine sokulurdu ama hudutların korunmasına da ayrı bir itina gösterilirdi. Hukukumuz vardı. Öyle hem yan yana, hem de birbirimize dokunmadan, el sürmeden ısınmaya, ısanamasak bile hiç olmazsa donmadan bir kışı daha geçirmeye çalışırdık. “Biz kuşaklardır sarraflık ederdik orada.
Babam da, dedem de, dedemin babası da aynı mesleğin erbabıydı. Babama Ohannes usta diye seslenirdi herkes. Dükkânda benim de böyle seslenmem icap ederdi. Eve döndüğümüzde babam, dükkâna gittiğimizde ustam olurdu. Benden evvel sırada agbim vardı aslında, ama Dikran doğuştan sakattı. Elleri, bacakları tutmazdı.
 
selamlar

okuyucu Nayino, kitap tanıtımlarının yazıları aşırı derecede uzun
sayfayı oldugu gibi kaplıyor.
sadece özet yazsak daha iyi

bu arada kitap paylaşımları bilge jade yapıyor
sen, daha önce okudugun kitapların tanıtımını yapabılırsın
 
Aynen öyle oluyor bir türlü bitiremiyorum e bide bundan 60 yıl önce yazılmış makalelerden bir derleme olunca kelimeleri bile anlayamıyorum.aslında kelime dağarcığım açısından iyi olur ama sınav için olunca istemiyor insan.bu aralar neden bilmiyorum fantastik kitaplar okuyasım var:) haryy potter serisine 3. kez başlasam mı diyorum:))
 


Kişiye özel bir konu olduğunu bilmiyordum, o tanıtabilir o tanıtamaz şeklinde bir kural güttüğünüzü tahmin etmemiştim.
İyi okumalar, iyi günler.
 
Kişiye özel bir konu olduğunu bilmiyordum, o tanıtabilir o tanıtamaz şeklinde bir kural güttüğünüzü tahmin etmemiştim.
İyi okumalar, iyi günler.

kişiye özel diye bir şey yok ki:=) yazar haftamız var ve bu paylaşımı bilge jade yapıyor
biz ise, daha önce okudugumuz ve okuyacagımız kitapların paylaşımlarını yapabılırız.
hepimiz birden paylaşım yapsak, karışmaz mı konu?
 
Bilge Nayino nereden alıtıladın bu kitap bilgilerini?Özet gibi içinde içerikle ilgili bilgiler de oldukça fazla, okumak isteyenin ilgisini çekecek kadar güzel yazılar ama fazla detay da soğutmasın kitaptan?

Bu arada en sevdiğim Elif Şafak kitabı Mahrem'dir,Elif Şafak yazdıkça nedense kötüleşiyor. İlk kitaplarındaki tat artık yok, git gide bestseller yazarı oldu,hiç de iyi olmadı...
 
Son düzenleme:
Kişiye özel bir konu olduğunu bilmiyordum, o tanıtabilir o tanıtamaz şeklinde bir kural güttüğünüzü tahmin etmemiştim.
İyi okumalar, iyi günler.

Canım, alınma sakın, konuya yardımcı olmak amacıyla yaptığını biliyoruz.

Hem biz arkadaş değil miyiz? Hemen küsüp ayrılmak olmaz, bu herkes için geçerli. Açık açık konuşabilmeliyiz değil mi?
 
Okuyucu jade ve surrender ben kk da sadece iki tane konuya takiliyorum. Ilki bu konu ikincisi bizim kizlarla derslerimizi konustugumuz lise konusu. Girdigim baska geyik topigi yok. Son birkac haftadir o kadar yogunum ki sadece her aksam once buraya gelip kitap bildirimimi yapiyorum hatrinizi soruyorum sonra lise topigimize gidip sinav puanlarimi paylasiyorum. Bir derdim var veya oyun bolumune girip bir seyler yazdigim cok cok nadir. Sonra da cikip ders calisiyorum zaten.
Bu konuya gelip de onceki sayfalara bakamiyorum yani kovulmayayim diye bildirimimi yapip cikiyorum konudan.

Bunun icin de sizden ayrica özür diliyorum o zaman.
 

yoğunluğunu biliyorum zaten
niye üzerıne alındın fındık
28 kişi var listede, saysan 10-12 kişiyi biliyorum
sanırım
 

Özür dileyecek bir şey yok canım, bunu sen de biliyorsun.
 
Son düzenleme:
yoğunluğunu biliyorum zaten
niye üzerıne alındın fındık
28 kişi var listede, saysan 10-12 kişiyi biliyorum
sanırım

Sonucta isim verilmedigi icin listedeki herkes uzerine alinabilir yazilanlari ben de uzerime alindim dogal olarak.
Neyse bundan sonra alintilarinizi gordukce begenicem zaten
 
merhaba bilgeler,
kitabımı bitirdim, yeni kitabıma henüz karar vermedim akşama seçmiş olurum
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…