Kızlar eğer okumadıysanız, Ali Ayçil'in "Sur Kenti Hikayeleri"ni şiddetle tavsiye ederim... Çok güzel bir kitap...
Kitap içeriğinden bir örnek:
Hikayeci Tâhir’in kesik dili
Kış, Sur kenti için erkenden basan akşam karanlığı demekti. Akşamları şehir, kendi kıyametini bekleyen sahipsiz bir yurtluğa dönüşür; insanla ruhu arasındaki mesafe açıldıkça açılır; o büyük kasvet evinde göz nereye baksa, irileşen bir boşlukta kısılıp kalırdı. ışte o boşluktu pek çok insanı hana çeken. Kentin sıcak yüreği Hikayeci Tahir, girişi meydana açılan han da oturur, uzun kış gecelerinin bitkin gövdesini diliyle hacamat ederek şehre can vermeye çalışırdı. Anlattığı hikayelerle büyük mangaldaki közü parlatır, koca salonu zar zor aydınlatan çıraların yağdanlığına sıcak yaz günlerinin iksirinden damlatırdı. Oturanlar, bu hayal dervişinin sonu uzadıkça uzayan hikayelerine kulak kabartırlar, heyecanın ve şaşkınlığın atına binerek, gecenin yamaçlarını bir çırpıda aşıp uzak ülkelere doğru yol alırlardı.
Hikayenin Tahir’e, Tahir’in hikayeye dönüştüğü sayısız kış gecesinde, neler dökülmemişti ki onun tutkulu dilinden: Sayda ırmağını ağzıyla kurutan Lübnanlı Kurabi’nin hikayesini anlatırken sürahiler dolusu su içmiş; ısfahanlı meşhur halıcı Ziya’nın kızı Gülbanu’yu ince hastalıktan kurtarayım derken, öksürükten boğulma tehlikesi geçirmiş; Firdevs’in kahramanı Rüstem’le Kabil’e doğru yol alırken nefes nefese kalmış; kocasına her gün yeniden aşık olan Mahinur’un evini tasvir ederken yanlışlıkla mangalın közünü hanın salonuna devirmiş; Çinli bir casusun Herat’da asılmasını taklit etmeye çalışırken, boynuna dolanan sicim yüzünden bir süreliğine gırtlağındaki nefesi tıkamış; Yecüc Mecüc kavminin istilası sırasında cümle dinleyicilerin tepesinde gezinmiş; Kunduracı çırağı Vasıf’ın, vurulduğu kıza nasıl kundura yaptığını tarif edeyim derken çarığının dikişlerini patlatmış ve daha nice hikayenin bitiminden sonra, yarı canlı bir vaziyette handaki odasına çekilmişti.
Handa bir odası vardı Tahir’in. ınsanlar için o, hikayesiyle başlayıp hikayesiyle biten bir adamdı nihayetinde! Bütün merak düğümleri çözülüp, hikayeci sözü salavatla bitirince, dinleyenler için Tahir’de bitmiş olurdu artık. Bu büyük hayal adamının göğüs kafesinde yaşayanın kim olduğunu merak etmezdi insanlar. Ama Tahir’in kendisi bir gün merak etti bunu! Sarayın uşağına aşık olduğu için, kral abisi tarafından sürgüne gönderilen güzel Honoriya’nın acıklı hikayesini anlattığı bir kış gecesinde, sözü bitirip handaki odasına dönerken, birden bire, “kimsin sen?” diye sordu kendine. Sanki bu bir soru değil de, her anlattığı macera tarafından bileylenmiş ama şimdiye kadar fark edemediği koca bir bıçaktı. Gece boyunca o bıçağı batırıp durdu hafızasına: “Kimsin sen, kimsin sen, kimsin sen?” ınsanları hoş etmek için dilinden dökülen kelimeleri ve her gece başına biriken kalabalığı çıkarıp aldığında, kimse kalmıyordu geriye. Ellerine, ağarmaya başlamış sakallarına dokundu bir süre; kendi bedenini yeniden tanımlar gibi, bedenine uygun bir hikaye arar gibi tereddütle vücudunu seyretti. Seyretti ve dehşetle anladı ki, Tahir dediğin, uzun kış gecelerini hikayeyle dolduran kocaman bir boşluktan ibarettir.
Hikayeci, bütün bir gece boyunca kendi hikayesini toparlamaya çabaladı. Mangalı küllenmiş odayı çocukluğuyla ısıtmak istedi, olmadı; çıranın biten fitilini, çok eskilerde kalmış aydınlık bir günle değiştirmek istedi, yine olmadı. Olmadı çünkü, şu canı sıkkın kalabalığın hayal evlerini süsleyeyim derken; hem yaşadıklarını hem de yaşayacaklarını hikayelerine dağıtmış, geriye kala kala sahipsiz bir dil kalmıştı. Anlattığı sayısız hikayeden ilk aklına gelenleri bir daha düşündü Tahir. Düşündü ve gördü ki; Lübnanlı Kurabi’ye verdiği kuvvet amcasına aitti; veremli Gülbanu, onun küçük kız kardeşinden başkası değildi; ısfahanlı halıcı Ziya, babasından kopya ettiği ketum bir adamdı o kadar; her gün kocasına aşık olan Mahinur, bahtının bahçesinde kendisi için sulayıp büyüttüğü, ama hangi göğün altında yaşadığını bilemediği bir hayaldi aslında. Düşündükçe, artık sayısız insanın aklına, sayısız eve dağılmış o paramparça hikayeciyi toparlayamayacağını anladı Tahir. Onlara esirgediği bir tek dili kalmıştı; şu hain ve cömert dili. Karar verdi: Yarın akşam önce hikayeleri tarafından yutulan Nişaburlu Tahir’in hikayesini anlatacak; elindeki son kalıntıyı da onlara verecek; nihayet salavatını kesilmiş diliyle getirecekti. Derin bir uykuya daldı sabaha doğru. Ertesi gün onu dinlemeye gelenler, bir han odasında kendisine biçtiği sonu ilk kez hikayecinin gerçek diliyle öğrenmiş oldular. Demek Tahir’in dili de kanarmış!..
---- ----
"Sen de bilirsin ki bir ev iki günlük konuğundan sırrını saklayabilir ama on iki günlük konuğundan asla. Saklayamadı da. Üçüncü günden, artık gitme vaktimin geldiği on ikinci güne kadar her gün kendisini biraz daha aralayan o sırla uyuyup o sırla uyandım..." Sur Kenti Hikayeleri - Ali Ayçil (Arka Kapak'tan)