Kimseyi Alevi,Sünni,Şafii,Hambeli,vs,vs şeyler itham ederek yada sen şusun ben buyum dost olamayız diyerek aşagılama hor görme hakkımız olmadıgı gibi Rabbime Efendime küfretmedigi hakaret etmedigi sürece insanlıgına saygı duyarım,
Yalnız Alevilik bir mezhep degildir
Mezhep olmadıgı içinde alevilere Müslüman degildir denilemez
Hanefiler gibi Ramazanda oruç tutmazlar ama sonra tutarlar,abdest namaz gusülleri farklı olsada İslamın şartında oldugu gibi abdestin mekruhları bozan ve bozmayan halleri degişmekte
Her koyun kendi bacagından asılır misali kişinin dini düşüncesi neci oldugu onu ilgilendirir bizim kimseyi bu konuda yargılama hakkımız yoktur
Konu sahibi arkadaşım bu konuda babana zaman vermek zorundasın yaşını başını almış senin atan olan kişinin çocujkugundan beri kulagına küpe edilen önyargılarını düşüncelerini biranda yıkıp atman olanaksız
Zaman kavramı senin en büyük ilacın olacak ailenle ortayı bulup artılarını eksilerini tartacaksın ona göre yolunu çizeceksin
Değerli kardeşimiz;
Alevîlik aslında bir fırka veya mezhep değildir. Âl-i Beytin muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır.
Meselenin tarihi seyrine baktığımızda Alevîliğin bir tarikat şekline gelişmesi şöyle olmuştur:
Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayazıtı yendikten sonra Anadoludan aldığı otuz bin kadar esiri İrana götürmüştü. Bunları Erdebile yerleştirmişti. Bunlar zamanla, Şah İsmailin dedesi olan ve Erdebil Şeyhi olarak ta bilinen Şeyh Aliye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur, ara sıra ziyarete gittiği Erdebil Şeyhinin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda, şeyh, Hiçbir dileğim yok, sadece Anadoludan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum. dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı. Bu esirler, bu vesile ile, şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyâdeleştirdiler. Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadoluya döndü, bir kısmı da Erdebilde kaldı.
Erdebil Şeyhi, Anadoluya dönen bu müritleriyle alâkasını devam ettirdi. Erdebil Şeyhinin tarikatında Hz. Ali muhabbeti esas alındığı için, bu tarikata devam edenler Hz. Ali sevgisi ile tamamen boyandılar. Bunlara bu niteliklerinden dolayı Alevî denildi. Aslında bu esirlerin ecdatları ve kendileri, bu tarikat ile bağ kuruncaya kadar, Ehl-i Sünnet inanışında idiler. Bu tarikatla irtibatlarını yoğunlaştırdıktan sonra, tamamen Erdebil tekkesinin emrine girdiler. Oradan gelen her emri, harfiyen yerine getirmeye gayret gösterdiler. Öyle ki, bu müritler vergi, sadaka ve zekâtlarını bile Erdebile tahsis ettiler. Bunların bu fedakârane gayretleri ve karşılıklı diyalogları, gidip gelmeleri devam etti. Hattâ Erdebilden gönderilen ve şeyhin halifesi olarak isimlendirilen şahıslar, Anadoluda nezir ve sadaka namıyla para topluyor ve bu paraları gizli olarak İrana gönderiyorlardı.
Böylece Erdebil Şeyhinin tekkesi gittikçe genişliyor, müritleri çoğalıyordu. Bu Şeyhin asıl amacı, gerek İranda, gerekse Anadoluda müritlerini çoğaltarak irşat postundan saltanat tahtına, şeyhlikten şahlığa geçmekti. Ancak bu arzusuna nâil olamadan ölünce, yerine oğlu Şeyh Cüneyd geçti. O da babasının gizli emelini sürdürmeye devam etti. Bunu hisseden o zamanın İran hükümdarı Cinahşah, kendisini İrandan sürdü. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd Anadoluya geldi. Onun altı yıl süren bu Anadolu ziyareti, tarikatına çok mürit kazandırdı. Sadece bir şeyh değil, aynı zamanda bir seyyid unvanı ile de dolaştığı için beklediğinin çok üstünde taraftar topladı.
Artık Erdebil tekkesi Anadoluda güçlenmiş, küçümsenmeyecek kadar büyük bir etki sahasına sahip olmuştu. Şeyh Cüneyd de babasının âkıbetine uğradı. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi takip etti. Bütün gayret ve ihtiraslarına rağmen o da siyasî amacına eremedi. Nihayet oğlu Şah İsmail, babasının ve dedelerinin rüyalarını gerçekleştirmeye maalesef muvaffak oldu. 13 yaşında iken Anadoludaki müritlerinden teşkil ettiği bir orduyla, o gün İranda hâkim olan Akkoyunlulara harp ilân etti ve Akkoyunlu hükümdarını devirerek irşat postundan saltanat tahtına çıkmaya muvaffak oldu ve Safeviler Devletini kurdu. Bununla beraber Şah İsmail Anadoludan elini çekmedi. Zaman zaman birçok halifeler göndererek Anadoludaki nüfûzunu kuvvetlendirmek için çalıştı. Bu çeşit faaliyetler, Çaldıran Muharebesine kadar artan bir hızla devam etti.
Bu muharebeden sonra İranla Osmanlı Devleti arasında kesin hudutlar çizildi. Böylece Erdebil sofileriyle Anadolu arasındaki irtibat kesilmiş oluyordu. Bunun neticesi olarak Anadoludaki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklaştılar. Bu tarikatın Anadoluda kalan mensupları, Erdebil tekkesinden aldıkları tesirle, kendilerinin dışında kalan Müslümanları Ehl-i Beyte gerektiği gibi muhabbet beslemedikleri zannına kapıldılar. Onların bu anlayış ve davranışları diğer Müslümanlarla aralarında bir soğukluk ortaya çıkardı. Bu soğukluk, zamanla ayrılığa dönüştü.
Bu ayrılık sonucunda, Erdebil tekkesine bağlı Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldıkları için, İtikada, ibadete,... ait birçok hükümleri gereği gibi öğrenemediler. Sadece babadan oğula intikal eden birtakım telkinlerle yetindiler. Diğer Müslümanlar ise, bunlarla yakın alâka kuramadı ve onlara karşı görevlerini lâyıkıyla yerine getiremediler. Ölçüsüz tartışmalar, yersiz tenkitler ve davranışlarla, aradaki soğukluk gittikçe büyüdü ve derin bir ayrılığa dönüştü. Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince, Anadolu Müslümanları arasında Sünnîlik ve Alevîlik şeklinde bir ikilik ortaya çıktı.
Aslında bir Müslümanın veya bir tarikatın Hz. Ali muhabbetini meslek ve meşrebine esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur. Diğer sahabelere tecâvüz etmemek, Kuran ve Sünnetin ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer sorumluluklarını yerine getirmek kaydı ile, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetini rehber edinmenin hiçbir mahsuru yoktur. Gerçek şu ki, Kitap ve Sünneti bilen ve gereği gibi yaşayan hakikî bir Alevî, ancak Allah-ü Teâlâyı mabûd olarak tanır. Kendisini, İslâmiyetin bir ferdi olarak bilir, Peygamberimizi, en son Peygamber, Kurân-ı Kerîmi de son semavî kitap kabul eder.
Bu sunî ayrılığın ortadan kalkmasının tek yolu, Kuranın ışığı altına girmek ve Onu yegâne ölçü kabul etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kurân-ı Kerimde, Hepiniz Allahın ipine sımsıkı sarılınız ve ayrılmayınız. buyurmakla, bütün Müslümanların Kuran etrafında toplanmasını emretmektedir.
Müslümanların birlik ve beraberlikleri ancak böylece temin edilebilir, ayrılıklar onun prensipleriyle ortadan kaldırılabilir. Her türlü hurafe ve safsatalardan ancak böylece uzak kalınabilir.
Kuran ayetlerinin Allaha ait beyanları her insanı ikna edecek bir kuvvettedir. Sıradan halk, Onun beyanının sadeliğine meftûn, bilim adamları da fesahat ve belagatına hayrandır. Kalpler Onun zikriyle tatmin olur. ve her seviyedeki fikir adamı, inanma ihtiyacını Onunla karşılarlar, Ona uymakla kemâle ererler.
Kurân-ı Kerimde şöyle buyurulmaktadır: Gerçekten bu Kuran, insanları en doğru yola götürür. (İsrâ, 9)
Bir insan nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını Kuran ve Sünnetten öğrenecektir.
Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kuran ve Sünnettir, o halde bir Müslüman beşerî her fikri, her iddiayı, her inancı, her itikadı Kurana ve onun birinci derecede tefsiri olan Hadîs-i şeriflere göre değerlendirecek ve muvazene edecektir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet