dini paylaşım alanı

Bildiğiniz üzere Hz. Eyüp’ün çok ağır bir hastalığı vardı. Bu hastalık onu içten içe eritiyordu. Ama o hiç bir zaman şikayet etmedi. Ta ki ne zaman hastalık onun diline ve kalbine tesir etmeye başladı. O zaman kendi nefsi için değil zikr-i ilahi için Allah şöyle dua etti

رَبِّ اَِنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَالرَّاحِمِينَ

Bu dua bize şunu diyordu : “Ya Rabbi zarar bana dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Bana da merhamet eyle yarabbi.”

Rabbi onu çeşitli imtihanlardan geçirmişti. Malını, mülkünü kaybetmiş, ailesiyle de imtihan edilmişti. Ama o tam bir sabır abidesi idi. İşte bu mübarek şahsın bu duası bu sabrın bir karşılığı olarak ve bize tavsiye nevinde olduğu için Kur’an ayetleri arasına girmiştir. Rabbimiz bu dua’dan ne kadar hoşnut olduğunu varın siz düşünün. İnşaallah biz de bu duayı Hastalıkta ve sıkıntıda dillerden düşürmeyiz.

Şimdi de duamızı ayrıca verelim inşaallah. Burada okunuşunu da vereceğim.

Hz. Eyüp’ün Duası Arapça Metin

رَبِّ اَِنّىِ مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَالرَّاحِمِينَ

Hz. Eyüp’ün Duası Latince Yazım

“Rabbi inni messeniyeddurru ve ente erhamürrahimin”

Hz. Eyüp’ün Duası Türkçe Meali

Ya Rabbi zarar bana dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Bana da merhamet eyle yarabbi.
 
E="sarfansari, post: 45993210, member: 408333"]Belirli bir gunu yok. Ben gunde 50-100 arasi okuyarak bitirdim[/QUOTE]
Sagol canım
 
Bir feda, bir veda, bir Emânet.
“Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (Furkan Sûresi, 74. Âyet.)

Evlat !

Rabbimizin bizlere ne muhteşem bir emanetidir.

Gül goncası, yürek yangını, amel defterimizin kapanmaması için hayır vesilesidir. Yanımızda bakmaya doyamadığımız, biraz fazla uyusa nefesini kontrol ettiğimiz, sevinci ile sevinip hüznü ile hüzünlediğimiz, gözümüzün nuru, gönlümüzün aydınlığıdır.

Belki uğrunda hiçbir fedakarlıktan kaçınmadıklarımızdır.

Ebeveyn olmanın yanında bir de eğitimci olmayı nasip etmişse Cenabı Hak; insanın hissiyatı, duyguları hatta yaşam tarzı bile bu yönde değişir. kendi evladı ile ilgilendiği kadar, bütün öğrencileri ile ilgilenmeye ve en az kendi evladı kadar benimsemeye başlar.

Bir feda, bir veda, bir Emânet !...

Dün boynuma sarılıp, hıçkırıklarla ağlayan masum bir yürek. Daha ne olduğunu sormaya fırsat bulamadan ağır aksak Türkçesiyle ;

- “ Hocam ! benim anne, benim baba bugün Çin’e gitti, bir daha hiç gelmeyecek.”

Anne olmanın verdiği duygusallıktan olsa gerek, boğazımda düğümlenen hıçkırıkları sıkı sıkıya içimde tutmaya çalışarak ;

- “ Dua edelim. Rabbim tez zamanda ve hayırla kavuştursun sizi" diye teselli etmek istesem de içimden ;

“ Bu masumun gönlüne sabır ver Rabbim” diye dua etmekten başka çarem olmadığından neredeyse emindim. Hani insanın içinde yanar dağlar alevlenir de dışında bir deniz sükuneti tutmaya mecbur kalır ya…

Eve geldiğimde gayri ihtiyari oğluma sımsıkı sarılıp ağladığımı hatırlıyorum.

************

Bu sabah aynı öğrencimi gözleri ışıl ışıl kapıda beni beklerken buldum. Yüzündeki aydınlığa hayret etmiş olsam da selam verip girdim içeri. Yine bir şey sormaya fırsat bulamadan, hızlı adımlarla ve neşe içinde bekleme salonuna geçtiğini gördüm. Göz göze geldiğimizde yanında bulunan misafirleri işaret ederek ;

- “ Hocam! Annem, Babam” diye gösterdi sevinç ile.

- “ Hoşgeldiniz ! Biz sizi dün gittiniz diye biliyorduk” dedim.

- “ Evet, dün gidiyorduk ancak uçağımız rötar yaptı bugüne kaldık, fırsat bu fırsat kızımızı bir kez daha görelim istedik. Bugün gidiyoruz” dediler.

- “ Peki tekrar ne zaman döneceksiniz”.

Soruyu sorduğum anda bin pişman olsam da sormuş bulundum. Bir babanın gözlerinde ümitsizliğin çaresizliğini farkettim. Sanki cevabını çok iyi biliyormuş da sorulmasından korktuğu tek soruymuş gibi. Sustu, imdadına eşi yetişti.

- “ Allah ne zaman nasip ederse. Biz hemen dönmek istiyoruz ancak şartlar çok ağır, izin almak çok zor.”

Bu sözleri söylerken yüreğinde kopan fırtınayı bastırışını, kirpiklerinde asılı kalan gözyaşlarını ve sesinin titremesine karşılık o metin duruşunu hiç unutamayacağım sanırım.

Suskunluğunu bozan baba;

- “ Hocam orada şartlar çok ağır, Müslümanlara zulüm çok. Biz geliriz yahut gelemeyiz, görürüz yahut göremeyiz ama evladımız İslam uğruna güzel yetişsin, kendini kurtarsın, biz olsak da olmasak da” derken,

Kimbilir belki ölüme yürüyoruz, belki bu gidişin bir dönüşü hiç olmayacak. Ancak geldim gördüm ki burası evladım için güzel, çok güzel bir yer diye ima ediyordu sanki.

Sorduğum sorunun mahcubiyetiyle başımı önüme eğdim ve daha fazla bir şey söylemeye cesaret edemedim.

Ancak boğazına düğümlenen hıçkırıkları ve gözyaşlarını daha fazla tutamayan anne;

- “ Hocam ! Kızım önce Rabbime emanet. Siz de kimsesiz bırakmayın” diyerek beni sımsıkı kucakladığında dizlerimizin bağının çözüldüğünü, ayakta durmaya mecalimin kalmadığını hissettim.

Son bir gayretle “Emanetiniz gönlüm üstüne” diyerek salavatladım ve kapıya kadar uğurladım. Kapıdan çıktıktan sonra bile defalarca arkalarına dönüp, kaybolana kadar tekrar tekrar baktıklarını fark ettim. “Sanki evladımızla beraber yüreğimizi de burada bırakıyoruz, yüreksiz vücudu taşımanın ne kadar ağır olduğunu anlatamıyoruz ama yaşıyoruz. Belki gözümüzün nuru olan kızımızı son kez görüyoruz, belki vuslatımız ahirete kaldı” sözlerini bakışlarından okuyorum. Bir dua geçiyor içimden “Rabbim hayırla tekrar buluştur, hayırla tekrar kavuştur”.

Artık ne gözyaşlarımı tutmaya gerek duyuyorum, ne de güçlü görünmeye …..

Evet ;

Biz olmasak da biz görmesek de evladımız yaşasın, mutlu olsun diye kendinden FEDA ederken bir anne baba,

Gözyaşları ile VEDA ederken masum bir kız çocuğu,

Bana da bir EMANET düşüyor Rabbimden !

Bir feda, bir veda, bir Emânet !...

Gönlüm üstüne Rabbim, gönlüm üstüne kabul et !
( Rabbim hepimize iman versin okurken dayanamadım ağladım insanlar imanları için evlatlarını nerelerde kimlere bırakıyor bizler ise ezan sabah ezanında ezan okunurken sesi duymayalım diye yastığı kafamıza bastırıyoruz )
 
Dua

Ya Rabbi, sen beni uyanık, yaramaz nefsin elinde bırakma. Beni senden başkasıyla uzlaştırma. Ben kendi nefsimin hilesinden, fitnesinden daima sana sığınmadayım. Ben seninim, beni tekrar bana verme Allah’ım.
 
hanımlar günaydın hayırlı sabahlar bi rüya gördüm sizinle paylaşmak istiyorum bebeğim oluyordu rüyamda ama o kadar güzel bi bebek ki bakmaya doyamazsın kıyamazsın masmavi gözleri olan bembeyaz tenli bir bebek sanki Yüce Rabbim sadece onu yaratmış kaşı gözü kirpiği o kadar harikaydı ki inanın uyanmak istemedim ...
 
BİLMİYORUM!
Şair soruyor:

“Kimbilir nerede nasıl ve kaç yaşında.” Ve devam ediyor:

“Bir namazlık saltanatın olacak Taht misali o musalla taşında.”

Son iki mısra, Bâki’nin ince ruhunun ayrı bir kalıpta takdimi: Kadrini seng-i musallada bilip ey Bâki Durup el bağlayalar karşına yâran sâf sâf

Bu mısraları ibretle okuyor ve kendime dönüyorum. Önüm meçhullerle dolu. Daha ne kadar yaşayacağım? Cenazemde hangi dostlarım bulunacak? Bilmiyorum!..

Önümde ne gibi hâdiseler var, hangi imtihanlara tâbi tutulacağım? Bilmiyorum!..

Nazarımı semâya çeviriyorum. Benim için birer parıltı olan o muhteşem yıldızlarda hangi melek, hangi ibadetle meşgul? Bilmiyorum!..

Denizleri düşünüyorum. Şu anda hangi balık hangisini kovalıyor? Nasıl bitecek bu maceranın sonu? Bilmiyorum!..

Bilgisizliğime hudut olmadığını anlıyor, haddimi bilmeye başlıyorum. Derken, karşı kaldırımda uyuklayan bir kediye gözüm takılıyor. Onu seyre koyuluyorum. Benim, “bilmiyorum” dediğim ve cehlimi itiraf ettiğim bütün bu konulardan onun haberi bile yok… Neleri bilmediğinden gâfil…

Bu düşünceyle birlikte hayalimden “bilmeyenler” sıra sıra geçmeye başlıyorlar? Yaprak ne zaman düşeceğini, çiçek ne zaman solacağını bilmiyor. Bulut ne zaman yağmur olacağını, dere nereye döküleceğini bilmiyor. Işık kaç rengi olduğunu, dünya hangi hızla yol aldığını bilmiyor…

Bedenime bakıyorum: Kanım kalbime niçin aktığını, kalbim onu nereye pompaladığını bilmiyor. Gözüm yüzüme niçin konulduğunu ve yüzüm kaç göze sahip olduğunu bilmiyor. Ve daha nice bilmeyenlerle etrafım çepeçevre sarılı ve bedenim dopdolu.

“Bütün bu bilemeyenler elbette bir bilenin ilmiyle iş görüyorlar” diye düşünüyorum. İçimden bir ses beni bu düşüncelerden alıkoymak istiyor. “Sen neler bilmiyorsun ki!” diyor. Ve başlıyor, mesleğimden biraz bilgi, sanattan birkaç incelik sıralamaya… Beni bu birkaç damlada boğmak istiyor. Ama, vicdanım karşı çıkıyor bu saçmalığa. Ve akıl aracılığıyla ruhuma şu mesajı yolluyor:

“Sen bu dünyaya boğulmaya değil, gerçek diriliğe ermeğe geldin…”
 
Bir de şöyle bakalım!

Bir de şöyle bakalım mı ?

Düşünün ki yeni biriyle tanışıyorsunuz !

Tanımak için yeniden buluşuyorsunuz…

Tanıdıkça seviyorsunuz; sevdikçe tanımak istiyorsunuz.

Daha çok seviyorsunuz ve daha da tanımak istiyorsunuz.

Daha da sevdikçe daha çok görüşmek, daha çok vakit geçirmek istiyorsunuz. Onun yanındayken çok mutlu, çok huzurlu oldukça daha da beraber olmak, yanından hiç ayrılmamak istiyorsunuz.

Ve yavaş yavaş görüyorsunuz ki aslında o sizi, sizin onu tanımanızdan çok daha öncelerden tanıyor, biliyor .

Bakıyorsunuz ki, sizin onunla beraber olmaya, vakit geçirmeye başlamanızdan çoook öncelerden o sizinle imiş …

Meğerse sizin O’nu sevmeye başladığınızdan çok daha öncesinden sizi zaten seviyor ! Her halinizle sevmiş. KENDİSİNİ BULMANIZI İSTEMİŞ.

İşte o zaman O’na “ŞİMDİYE KADAR NEREDEYDİN !” diyemiyorsunuz, “BEN ŞİMDİYE KADAR NERELERDEYDİM EY RABBİM, LÜTFEN BENİ BAĞIŞLA” diyorsunuz.

O zamana kadar mutluluğu, huzuru, sevgiyi; gidilen yerlerde, satın alınan eşyalarda-mülklerde, sahte sevgilerde, romanlarda - şiirlerde - filmlerde, sahte güzelliklerde, makam ve mevkide aradığınıza bin pişman, susup kalıyorsunuz. Siz susuyorsunuz ama gönlünüz GERÇEK SEVGİLİ ile daima konuşur, daima buluşur oluyor.

Ve anlıyorsunuz ki tanıyamadığınız, daha önce tanışmadığınız aslında SİZSİNİZ…

KENDİNİZLE TANIŞMANIN VAKTİ ! .

SİZ NERELERDESİNİZ ?

Selam ve dua ile…
 
Dünya Mı Büyük, Yoksa Cennet Mi ?

Küçük Yusuf; Dünya mı büyük, yoksa Cennet mi? diye sordu. Cevap için ona şu küçük hikayeyi anlattım.

KÜÇÜK JAPON BALIĞI için sıradan bir gündü. Akvaryumun içinde bir o yana bir bu yana salınıp duruyordu. Canı sıkıldıkça hava püskürten motora yaklaşıp havanın kendisini itmesine izin veriyordu. En büyük eğlencesi de buydu.

Bazende akvaryumdaki küçük sandıktan çıkan baloncukları yakalamaya çalışarak vakit geçirirdi. Vakit problemi de yoktu. Ne yetişmesi gereken bir yer vardı, ne gitmesi gereken bir okul, ne de yetiştirmesi gereken bir iş.

Amaçsızca akvaryumda dolanıp dururdu. Dolanırken de sürekli akvaryumun dışına bakar bulunduğu odayı izlerdi. Odaya baktıkça içi ürperirdi.

Odada iki kanepe, bir masa, dört sandalye, bir halı, bir perde, bir kitaplık ve bir kaç kitap vardı. Küçük japon balığı bu eşyalara ve odaya baktıkça "ne büyük yer burası" diye düşünüp yüzmeye devam ederdi.

Hayatı boyunca gördüğü tek yer akvaryumun dışındaki oda olduğundan dünyayı bir tek o oda ve odanın içindekilerden ibaret sanardı.

Bir sabah, bir de akşam akvaryumunda karnını doyuracak yemler bulurdu. O yemleri yediğinde ağzında lezzet patlamaları olurdu. Yediği en lezzetli yiyecekleri o yiyecekler sanardı. Çünkü başka tatları bilmezdi.

Günlerden bir gün akvaryumun içine bir file uzandı ve küçük japon balığını yakalayarak suyla doldurulmuş bir poşetin içine bıraktı. Bu fileyi evin küçük çocuğu akvaryuma sokmuştu. Amacı balığını köylerindeki göle bırakmaktı.

Köye geldiklerinde poşetteki japon balığı korkudan tir tir titriyordu. Kocaman bir odadan ibaret olan dünyası minicik bir poşete tıkılmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Sağa yüzse olmuyor, sola yüzse olmuyordu. Her yer daracıktı.

Bu sırada küçük çocuk poşetin ağzını açıp suyu göle dökmeye başladı. Japon balığı korkuyla poşetin içinde beklerken birden kendini koca bir gölün içinde buluverdi.

Sağa, sola, ileri, geri, aşağı, yukarı her tarafa yüzmeye başladı. O kadar çok yüzdü ki soluk soluğa kaldı. Buna rağmen yüzmeye devam etti yine de gölün sonunu bulamadı. Bulunduğu odadan daha büyük bir yer yok sanıyordu ama burası odaya göre milyonlarca kat büyüklükteydi.

Çok sevinçliydi. Birden gölün içinde minik bitkiler, minik canlılar gördü ve onların tadına baktı. Bakar bakmaz da "ne güzel, ne kadar lezzetli, bu zamana kadar yediğim en lezzetli yemek buydu" demekten kendini alamadı. Oysa akvaryumda yediklerini en lezzetli yemekler sanardı.

Küçük japon balığı akvaryumda geçirdiği yıllar sonrasında geldiği bu koca gölde "meğerse ben küçücük bir yerde yaşıyor, bir kaç yem ile besleniyormuşum, oysa şimdi sonu olmayan koca bir yerde çeşit çeşit yemeklerle besleniyorum" demekten kendini alamadı.
********

İşte Yusuf'çuğum bizler de dünyaya şu an tıpkı bu küçük japon balığı gibi bakıyoruz. Dünyayı çok büyük, nimetleri de çok lezzetli ve çeşitli sanıyoruz. Ahirete göçüp inşallah cennette gittiğimizde dünyanın ne kadar küçük ve nimetlerinin de cennete göre ne kadar kısıtlı ve az olduğunu göreceğiz.

Hepimizin cenneti görmesi dileğiyle.
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…