Köşe yazıları

Mıntıka themisliği

Themis...
Mitolojide adalet tanrıçasıdır.
Bakiredir.
Bir elinde kılıç tutar.
Bir elinde terazi vardır.
Gözü bağlıdır.
Bakire oluşu, bağımsızlığını... Terazi, adaletin hakkaniyetli dağıtılmasını... Kılıç, caydırıcı gücünü... Gözlerinin bağlı olması ise, tarafsızlığını sembolize eder.
Tüm dünyada “evrensel hukuk”un simgesidir.

*
Türkiye hariç!
*
Bizde de öyleydi aslında.
4 sene öncesine kadar.

*

2009’da Anayasa Mahkemesi’nin yeni binası hizmete girdi. İmam başbakanımız, dindar cumhurbaşkanımız ve iktisatçı anayasa mahkemesi başkanımız tarafından törenle açıldı. O da ne? Binanın önüne heykel dikilmişti. Bir elinde terazi, bir elinde kılıç olan kadın heykeliydi ama, adalet tanrıçası Themis’e benzemiyordu. Olsa olsa “adalet bacı”ydı. Çünkü, şalvarlı, göbekli, terlikli, boncuk gerdanlıklıydı. Ve, gözleri açıktı. Fıldır fıldır bakıyordu. Tarafsız kalsın, adaletinin terazisi şaşmasın diye gözü bağlı olan evrensel hukuk... “Açıkgöz” hukuka dönüşmüştü. Ben yargıladığım kişinin kim olduğuna bakmam demiyor, kim olduğunu görürüm, ona göre karar veririm diyordu.

*
Milattı.
*
Bu heykelin dikildiği günden bugüne, Ergenekon, Poyrazköy, Odatv, 28 Şubat, askeri casusluk, en son Balyoz... Themis themis kararlarla, dip köşe themislendi.
Ak’lar paklar, dolma yapar, iyi börek açar ama, hukuk bekleyen boşuna bekler adalet bacı’dan!

Yılmaz Özdil-Hürriyet

 
Son düzenleme:
İktidarda bir dil sorunu var. İktidarın sorun olarak görmediği, özellikle olanaksızlarla temas anlarında kendini dışa vuran bir sorun.

Görüntü Tekirdağ’dan, 12 Ekim’de çekilmiş. Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ile Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, Çorlu’yu geziyor. Heyet Ticaret ve Sanayi Odası’ndan çıkarken bir çocuk atılıyor. Müezzinoğlu’nun önüne oturup poşetinden çıkardığı fırçasıyla ayakkabılarını fırçalamaya koyuluyor. İlçenin eski AK Parti Başkanı çocuğa 10 lira veriyor. Bakan, bakanlığını yaparak eli boş göndermiyor çocuğu, hayır para değil ama öğüt veriyor: “Senin sandığın yok mu? Hadi bakalım git kendine sandık al.” Çocuk da kalkıp gidiyor. Sanayi ve Ticaret Odası’ndan alabileceği en erken dersler yanında kâr olmuş olmalı: 10 yaşında sokaklarda ayakkabı boyayarak geçinmesi bakanlara dert olmaz. Yaşını, okulunu, anne-babasını sormazlar. Bakanlar ve onların ilgilendiği sanayi ve ticaret, çocuğun sokakta işçi olmasına uygun bir sanayi ve ticarettir. Boyacısın sen, boyacı kal, derler özetle. Evet, görünüp kayboluyor çocuk. Adını soran bile yok. Çalışan çocukların adlarını ya başları preste ezilince öğreniyoruz ya balkonda kurşun yediklerinde...

Devletin zayıf eli
Devletin sağ eli, bu çocuklara kör ve sağırdır; sol eliyse çok cılız, çok zayıf: Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun (SHÇEK) verilerine göre, Türkiye’deki sokak çocuklarının tam sayısı hakkında net bir bilgi yok. İstanbul’da 625 bin çocuk, sokak çocuğu olma riskiyle karşı karşıya. 0-6 yaş arası 300 kadar çocuk, anneleriyle birlikte cezaevinde. 14-18 yaş arasında 2 bin 300 çocuk da çeşitli suçlardan hapiste. 15 yaşından küçük 4.9 milyon çocuk yoksulluk sınırının altında. Sokakta çalışma yaşı 7 ile 11 arasında. TBMM’deki kayıp ve mağdur çocuklarla ilgili araştırma komisyonunun geçen yılki raporuna göre haber alınamayan çocuk sayısı 2 binleri geçmiş.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre, yaklaşık 17 milyon çocuğun 1 milyonu çalışıyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre de yılda ortalama 7 bin çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

Söylemdeki ‘insan’lık
Mesele sadece ‘çocuklar’ da değil. Olanaksızlık içindeki kişi ya da gruplara yönelik bu dikkatsizlik, kırıcı boyutlara varabiliyor:
Daha eylül ayında, Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde Müjgan Serkan Karagöz Mesleki ve Özel Eğitim Merkezi’nin açılış törenine katılan AK Parti Tekirdağ Milletvekili Ziyaeddin Akbulut, hükümetinin engelliler için yaptığı işleri hatırlatarak şöyle deyivermişti: “2005 yılında çıkardığımız yasa ile biz engellileri insan yerine koyduk, adam yerine koyduk.”

Devletin ‘sol eli’nin yaptığını, iktidarın sağ aklı dillendirince her şey berbat olmuyor mu? Fakat engelliler de çocuklar, kadınlar, mülteciler ve azınlıklar gibi, paternalist aklın ruhu tarafından kolay kolay benimsenemiyor. ‘Adam, insan’ yerine ‘konuluyor’lar, öyle olmama ihtimalini hatırlatmanın daha kolay bir yolunu bilen var mı? Milletvekili, övündüğü tutum ve zihniyet değişikliğinin henüz sindirilmediğini daha iyi ifade edemezdi; delilini içinde taşıyan beyanıyla...

Çok önce, Sağlık Bakanlığı döneminde Recep Akdağ, maaşından yakınan bir görme engelliye, “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz” diye çıkışmıştı. ‘Sağlık’ durumu ayrımcılığının, ırk, din, dil ayrımcılığından farkı olmadığını gösteren çarpıcı bir vakaydı. Hakkını yemeyelim, Recep Akdağ özür dilemişti. Yorgunluktan olduğunu söylemişti. Fakat Akdağ’ın özrü, bu neredeyse kemikleşmiş bakışı düzeltmeye yetmemiş anlaşılan. Yetmez çünkü yapısal bir bakış bu. Bir kişinin özrü en fazla kendisini kurtarır, kurtarırsa.

Bursa Valiliği’nin yazısı
Bedensel duruma ilişkin ayrımcılık, etnik zeminde daha vahim, daha kalıcı örneklerle kendini dışa vurur. Hükümetin demokrasi paketinde ‘okul, ev, eğitim’ vaatleri verilen Romanlara yönelik Bursa Valiliği’nin skandal yazısı, açılımın tüm pırıltısını çöpe atacak kadar önemli ve çarpıcıydı. Açılımın açılım olması için bu zihniyetin derhal cezalandırıldığını görmek gerekirdi, fakat hayır bunu göremedik. Valilik, TBMM Dilekçe Komisyonu’na yolladığı rapordaki çirkin sözler nedeniyle Roman vatandaşları üzdüğü için üzüldüğünü, konunun emniyet raporlarından kaynaklandığını açıkladı. O kadar. Ne hükümet valiliğe ne de valilik emniyet ya da işte kim yapmışsa ona bir yaptırım uygulamaya yöneldi.

Kadim alışkanlıklar
Örnekler çok. Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın bir hasta yurttaşla akçeli diyaloğu da bu çerçevede önemliydi. İlaç temini için yardım isteyen kanser hastası kadının cebine para koyup, “Düşürme” diye de uyarmıştı. Kadın parayı geri vermiş, “Ben dilenci değilim. Tedavi için yardım istedim” demişti. O mesele de ‘yanlış anlaşılma, üzüntü beyanı’yla filan unutulup gitti. Şehircilik Bakanı’nın hastaya yönelik tutumunun Sağlık Bakanı’nın boyacı çocuğa dair tutumuyla ilişkisi de yapısal. Aslında halka karşı ‘örnek tutum’ sergileyebilecek bu enstantanelerin kötü örneklere dönüşmesi kişisel yeterlilikleriyle ilgili bir sorundan değil, yetkililerin topluma ve bireylere bakışlarına hâkim kodları yüzünden. Alt sınıflara, ezeli dışlanmışlara, hastalığa ya da bedensel yetersizliğe yönelik kadim tutumlar çıkıveriyor su yüzüne.
Yeni egemenlerin topluma ve bireylere bakışının kodlarını taşıyan bu vakalar, her hiyerarşik yapıda olduğu gibi en yetkin ifadelerini, çarkın zirvesindeki kişi ya da kişilerde buluyor. ‘Demokrasi Paketi’ açıklandıktan sonraki tartışma kalabalığı içinde Yetvart Danzikyan’ın (Agos gazetesinin 11 Ekim 2013 sayısında) berraklaştırdığı bir söylem, son günlerin en iyi örneklerinden biriydi. İki alıntısı çok önemliydi:
“Onların bir yetimhanesi vardı, Büyükada’da. Muhteşem bir yer. Biz, hemen, dava görüldü, kendilerine teslim ettik. O günden bugüne de hâlâ inşaata başlayamadılar.”
Ve
“Ülkemden de bazı insanlar çıkıyor, ‘Başbakanımız bunu da çözseydi’ diyor. Kusura bakma ya. Sen kimin bu noktada sözcülüğüne soyunuyorsun? Bu noktada hak neyse ona bakacağız. Biz Sümela Manastırı’nı bunlara ayin için açtık, öbür tarafta Tarsus’takini açtık, öbür tarafta Van Akdamar’ı kendimiz inşa ettik, açtık. İnsaf edin ya. Bütün bunları sen yap yap... Eee?”

Mevzu, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması: Onlar, bunlar denilenler de Ortodoks yurttaşlarımız. (Vurgular, Danzikyan’ın metni okumasına atfen yapıldı; dışlayıcı tonu, üstten edayı ve bunların inciticiliğini çok güzel gösteren yazının tamamını okumakta yarar var.)
Eski egemenlerin dışlayıcı elitizmini yerden yere vururken, yenilerin onlarla kimi yerde örtüşen, kimi yerde örtüşmeyen dışlayıcı elitizmini unutmamalıyız: Egemenler, lehtarı oldukları, dayandıkları veya güç aldıkları kişi ya da gruplar dahil, hepsini kendi kodları çerçevesinde yeniden hiyerarşilendirir. Bunu yaparken kullandığı tuhaf dilde sorun görmez. Büyük lafların geri planında beliren bu tuhaflıklar itiraz gördüğü ölçüde ‘gaf’ olarak adlandırılır, görmediğinde güçsüzler aleyhine sürer gider.

Ali TOPUZ - Boyacısın sen, boyacı kal!

Boyacısın sen, boyacı kal! - ALİ TOPUZ - Radikal
 
CHP Ankara Milletvekili Emine Ülker Tarhan’la CHP içindeki gerilimli yapı, Meclis’te kadın olmanın zorlukları, Gezi direnişi sonrası Türkiye’de siyaset üzerine konuştuk. Özel hayatına dair de bilgiler veren Tarhan, öğrenimini yokluklar içinde tamamlamaya çalıştığını ve pek çok zorluğa göğüs germeye alıştığını söyledi.

»CHP içinde hep bir “sular durulmuyor” durumu var. Emine Ülker Tarhan olarak siz kendinizi bu hareketlilik içinde nasıl tanımlıyorsunuz?
Ben dünyaya soldan bakıyorum. Irkçılık ve şoven yaklaşımları hangi taraftan gelirse gelsin tehlikeli buluyorum. O yüzden de ırkçı olmayan bir partiye geldim, milletvekili oldum. Geçmişten bu yana tüm söylediklerimi silkeleyin neler söylediğimi göreceksiniz. Neden beni tek bir fikre hapsetmeye çalışıyorlar bilmiyorum. Ulusalcılık, yani ayaklarını bu topraklara basmak, gücünü bu topraklardan almak özelliklerimden önemlisi. Kürt sorunu konusunda yaşadığım tek polemik bir milletvekilinin kürsüden ‘Balkanlardan, Kafkaslardan gelip bağdakini kovuyorsunuz’ demesi üzerine oldu. Asıl ırkçılık, toprak mülkiyetçiliği buydu bence.

BEN DEVRİMCİYİM
Birçok yerde bunu anlatıyorum.
Güneydoğu’da öncelikle feodal beylerin egemenliğidir çözülmesi gereken şey. Çocukken berdel verilenlere gözlerini kapatan feodal efendilerin yoksulluk yerine sadece cumhuriyetle savaşmaları ironiktir. Ama kolaydır, keselerine ve ağalıklarına zarar vermez. Binlerce dönüm arazilerinde çocuk köle çalıştırmaktan vazgeçsinler. Kadınlarınsa, çocuk gelinlerle de uğraşması gerektiğini, bunu hep birlikte yapmamız gerektiğini söylüyorum.
Irk, din ve mezhep üzerinden siyaset yapılmasını doğru bulmuyorum. Kürtlerin bu tavırlarının Türk solunda da kırılma noktası yarattığını, siyasetin odağında insanın olması gerektiğini düşünüyorum.
“Sen nesin?” dediklerinde ulusalcı, devrimci, sosyal demokrat, solcu, aydınlanmacı diye saydıklarında... Bana en yakın gelen devrimciliktir. Devrim ruhuna ve hayalleri gerçek yapan şeyin cesaret olduğuna inanırım.

Yoksulluğu bilirim
»Politika yapma gerekçeniz eşitsizliklere karşı bir duruş sergilemek mi?
‘Yoksulluğun dini ırkı olmaz’ sözü öylesine söylenmiş bir şey değil. Benim inancım eşitsizlikle ve adaletsizlikle mücadele üzerinedir. İnsanların yaşam mücadelesi nasıl kolaylaştırılabilir? Aldığım eğitim kol kırılır yen içindeydi, asla istismar edilmemeliydi ama yoksul bir çocukluk geçirdim.
Ben güç ve güçsüzlük arasındaki çelişkiyi yaşayarak görenlerdenim. Ona emek-sermaye, sağ-sol diyebilirsiniz ama ben böyle tarif ediyorum.
Benim var oluş derdim bazı değerleri koruyarak o dengesizliği en aza indirmek. Sadece bu değil. Kadınım ve sekülerizme inanıyorum. Ben onun sayesinde ve verdiği güçle savaşabiliyorum. Müslüman Kardeşler’i destekleyenlerin, domatesi cinsellik çağrıştırdığı için yasaklayan, ölü bir kadın bedeni ile ne kadar süre zarfında cinsel ilişki kurulabileceğini araştırıp kurala bağlayan, kadın yargıcı yasaklayan bir zihniyete yakınlık duyanların beni yönetmesini istemiyorum.

»Kişisel olarak temel mücadele alanlarınızdan biri laiklik diyebilir miyiz?
Türkiye’nin komşu olduğu coğrafyada laiklik elmas değerinde. Yoksul bir kız çocuğunu bir kadın yargıca dönüştüren şeyin seküler bir devlet anlayışının olduğunu düşünüyorum. Bundan vazgeçmem. Beni sertleştiren buysa bundan asla vazgeçmeyeceğim.

Meclis’te yenen omuzlar yıkmaz
»Çok tartışılan bir isimsiniz. Mesleğinizden sonra milletvekili olmak zor geldi mi?
Benim hayatımda o kadar çok zorluk oldu ki, milletvekilliği dönemimde karşıma çıkarılan zorlukların, omuz atmaların çok önemi yok. 17 yaşında çok istediği okula ve kente Ankara’ya gelen bir kız çocuğu düşünün. Hiçbir yeri bilmiyor, kimseyi tanımıyorsun. Yemeğe paran yetmiyor, sadece simit yemekten en çok o dönem kilo aldım. Ankara simidi sağ olsun. İkinci sınıfta aşık olup evlenmişsin. Son sınıfta bebeğin olmuş, bir yandan asker yolu bekliyorsun. Ceza hukukunu çocuğunu ayağında sallarken çalışmışsın. Ülkenin dört bir yanında çalışmış, Türkiye’de sivil faşizm sürdürülürken yargıda örgütlenmeyi 500 arkadaşınla birlikte yaratmışsın. Evin, arkadaşlarınla çay bahçelerinde yaptığın sohbetler dinlenmiş, fişlenmişsin. O yüzden milletvekili olarak karşıma çıkan zorlukların bir önemi yok. Bana zorluklar vız gelir ama siyaset çok kirli bir zemin, bazen kadın duyarlılığının kaldıramayacağı güreşler tutuluyor.

Sevgi Soysal’ın hiza pratiği
»Güçlü kadın siyasetçi profiliniz var. Buna rağmen kadın olarak engelle karşılaşıyor musunuz?
Ben kendimi bir şeyleri değiştirebilirsem başarılı sayarım. Sokaklarda mücadele eden insanların yaş ortalaması 28 iken partiyi belki de onların yönetmesi gerekiyor. Ama bana bile hâlâ dışarıdan gelmiş genç birisi gibi bakılıyor. Kuşkusuz kadın olmak ayrıca zor. Kadınlar her yerde olduğu gibi siyasette de Sevgi Soysal’ın sözünde olduğu gibi ‘hiza pratiklerine’ çekiliyorlar. Kadın olarak belli bir makamda olunca sırada bekleyen ve bundan rahatsız olan bir sürü erkek olabiliyor. Senin niteliğin, iyi hukukçu olman, üretmen, mücadelen, birikimin bunların hiçbirinin önemi yok. Onlara göre orada dışarıdan gelen bir kadın var. Kadınlar bu ülkede yargıda, bürokraside, siyasette, DKÖ’lerde hiza pratiklerine çekiliyor. Ben buna güçlü bir şekilde karşı çıkmaya çalışıyorum. Sadece söylenenleri yapan, vitrinde duran renkli bir süs biblosu olmamı bekliyor olabilirler ama ben öyle olmayacağım.

KILIÇDAROĞLU’NU YADIRGADIM
»CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı kadın sanırım. Bu önemli bir gelişme değil mi?
Kadın olması kuşkusuz önemli. Ama Sayın Genel Başkan’ın ‘parti dışından bir kadın Cumhurbaşkanı adayı’ sözünü yadırgadım. Bunun da o dönemde açıkça ifade ettim. Kendimi dışında tutarak bu parti misyonu gözetildiğinde, kendi adayını çıkarabilir diye düşünüyorum. Bana soruyorsanız eğer, ben hiçbir koltuk olmadan da kendimi ifade edebilirim.

»Siyasetin aktüel alanına geçersek, bir hukukçu olarak AKP’nin açıkladığı “Demokrasi Paketi”ni nasıl değerlendirdiniz?
Gezi direnişinin isteklerini, orada ortaya çıkan özgürlükçü, eşitlikçi talepleri karşılayan bir paket yok ortada, ifade, toplanma özgürlüğüne ilişkin hiçbir şey yok. Sadece kendi tabanına pozitif ayrımcılık ve hedefine koyduğu değerler var. Yapılacak şey bir günlük iş. MİT müsteşarı için bir gecede yasa çıktı. Seçim barajını kaldırmak bir günlük iş. Öyle Anayasa değişikliğine de gerek yok.
Bugün ülkemizde sokağa çıkan her on kişi yüzlerce polis tarafından dövülüyor. Bırakın demokrasi paketini bir de ‘önleyici gözaltı’ diye bir şey çıkartacakları söyleniyor. Bu tam bir felaket demek. Bu ülkenin yasalarına göre bir insanı bir gün bile özgürlüğünden alıkoymak için suçlu olduğuna dair kuvvetli delil olması gerekir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bunu öngörüyor. Ama siz polise bakışından hoşlanmadığı bir kişiyi delilsiz, 48 saat özgürlüğünden alıkoyma yetkisi veriyorsunuz. Öldürülen çocukların katillerini koruyup, bir yandan da paket hazırlayacaksınız. Olacak iş değil.

Paket manyağı olduk
»Yeni paketlerden de söz ediliyor. Bu paket enflasyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Paket manyağı olduk. Bunun nedeni ne biliyor musunuz? Korktular. Gezi eylemleri onları biraz korkuttu. Art arda paketlerle toplumu biraz yatıştırırız diye düşündüler. Gezi her ne kadar somut bir kazanım sağlamadı gibi gözükse bile çok önemli şeyleri değiştirdi.

»Nedir bunlar?
Birincisi Başbakan’ın gündem belirleme, değiştirme gücü azaldı. İkincisi gençler tarafından daha az ciddiye alınır oldu. Kalabalıkları aşka getirmeye çalışsa da artık uyku getiriyor. Bir önemli sonucu da Başkanlığa elveda demesi. Hedefini artık Cumhurbaşkanlığı’na indirmiş durumda. Hatta biraz mahçup olarak ‘Cumhurbaşkanlığını halk değil, meclis seçsin’ diye konuşmaya başladılar.

Merhamet ve öfke: Gezi’nin sırrı
»İsterseniz başlamışken Gezi Direnişi ile devam edelim. Siz bu kentleri istila eden kalkışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gezi direnişinin hepimizin ezberini bozduğunu söylemek doğru. Ama ben nereden çıktı bu kalabalıklar nasıl buraya gelindi demiyorum. Sanıyorum çocuklarım ve arkadaşlarından yanı 90’lı yıllarda doğan gençlerden biraz olacakları görebiliyordum. Ankara’da metroda yaşanan ve kimin ne kadar yakınlıkta oturacağına karar veren o müdahalenin gençlerin reaksiyonunda önemli olduğunu düşünüyorum. Ellerinde bir ‘dindarmetre’ kimin ne kadar dindar olduğunu bunun için kimin nasıl giyineceğini, etek boyunu ölçmeye başladılar. Bu artık gençler arasında çok konuşulur olmuştu.
Ama sadece bu değil. Hatırlar mısınız Van Depremi sonrası enkazda çıkarılan Yunus’un ölmeden önce bir fotoğrafı vardı. Bir toplantıda bu fotoğraf Başbakan’a hediye edildi. Aslında Başbakan belki de kendi politikaları yüzünden hayatını kaybeden bir çocuğun fotoğrafının hediye edildiğinde utanması gerekirdi. Utanılacak şeylerin övünülecek bir mesele haline gelmesini Özal’dan sonra yeniden hatırladık. Bir kanser hastası genç insanın tedavi süreci ile sıkıntılarını bir bakana anlatırken eline para sıkıştırması kabul edilebilir bir şey değildi. Bunları üst üste koyan gençler merhametlerini ve öfkelerini yanlarına alıp sokağa çıktılar. İnsan onurunun parayla satın alınamayacağına da itirazdı biraz Gezi.

Çalışmaktan elleri çatlardı
»Hayatınızda kahramanlar var mıdır?
Birincisi Mustafa Kemal. Onun yarattıkları ve yaptıkları sayesinde bugüne geldiğimi düşünürüm. İkinci kahramanım
Ali Usta, babam. Bir emekçi. O kadar çok çalışırdı ki elleri çatlardı. Her akşam ellerini vazelinle ovar sıcak suda bekletirdim. Sabah beşte kalkar çalışmaya gider bazen akşam bizi sadece uyurken görürdü. Bizim ayakkabılarımızı bile elleriyle o yapardı. Çocukluk yıllarından beri çalıştı. Küçücük 5-6 metrekarelik bir dükkandan bize bir gelecek yarattı.


http://birgun.net/haber/erkek-meclis-bana-viz-gelir-5285.html
 
Son düzenleme:
Bu röportajı okuyunca çok daha farklı bi Emine Ülker Tarhan gördüm.
 
Bayılıyorum bu kadına.Keşke genel başkan olsa oyumu seve seve verirdim.
 
Bayılıyorum bu kadına.Keşke genel başkan olsa oyumu seve seve verirdim.

Ben de verirdim. :)
Bazi konularda cok hassas oldugunu kesfettim izledigim tartisma programlarindan falan. Ama yine de kaldirabilirse olsun isterdim ben de. :) Ama genel baskan olunca kirlenmesinden de korkuyorum. Cünkü genel baskanlik bir sürü kirliligi beraberinde getiriyor.
Cumhurbaskani olsa keske, bir kadin cumhurbaskanimiz olsa.
 
Ben kirleneceğinden pek korkmuyorum ya çok idealist çünkü ama kaldırabilir mi bilmiyorum çok yıpratıcı olacağından eminim çünkü.Açıkçası Cumhurbaşkanı yerine Başbakan olmasını tercih ederim,Cumhurbaşkanlığı konumunu ülke yönetiminde yeterince etkin bulmuyorum.Başbakan olursa çok güzel işler yapacağını düşünüyorum.
 
Mesela ne farkli geldi? :)
Hangi konuda düsündügünün disinda?
Merak ettigim icin soruyorum.

Meclisteki bağırtılar arasındaki konuşmalarından tanıdığımdan belkide... Yada tanımak için bi çaba sarf etmediğimden :) bir kadın olarak siyasette arka planda kalmasından daha çok itilmesinden... Belkide o partide Şafak Pavey gibi bir ismin benim için daha bi ön planda olmasından dolayı sanırım daha pasif bir profil vardı kafamda...

Ha birde Feminist yanının ağırlığını epey sevdim.
 

Evet haklisin bu konuda. Ben de onun kadin kadin agirligini cok sevdim bu yazida. Bu hep geri planlarda kalmisti sanki.
Bir de ben yoksullugun icinden geldigini bilmiyordum. Bilince, daha da sevdim.

Rose;
Kirlenmeyecegine inancini koru lütfen benim icin. :) Ben niyese umutlarimi söndürdügüm icin onun da o karmasada kaybolmasindan yana endiseliyim. Cumhurbaskanligi konusunda haklisin, cok fazla yetkisi yok. Basbakan olsa cok güzel olur! Cumhurbaskanligini da hani parti onu genel baskan yapmazsa, -kadin- ya, hic degilse ilk kadin Cumhurbaskanimiz o olsun diye, dedim. :)
 
Bülent Arınç küçük esnafı AVM'lere karşı koruyacak yasal düzenlemeden söz ediyor. Başbakan'a göre 'hayatın gerçeği' buydu.

Bu çağın hülasasını veren birkaç tamlamadan biri ‘tek asansörle evinizden AVM’ye iniş kolaylığı’ olabilir. Bir insanın bunun hayalini kurabilmesi... Bu zamanları tarif etmek için bir koku lazımsa, mağazalardan sızan farklı esanslı oda parfümleri, GDO’lu Malezya mısırıyla buluşmuş tereyağı, oksijensiz bir serinliğin harmanlandığı AVM kokusu olabilir.

Çağa özgü bir sahne isteyene, AVM intiharlarını anlatırım. Hayatın nerede sonlandırıldığının ehemmiyeti var elbet. Üst kattan aşağı bırakılan bir beden, boğanın yerle yeksan ettiği gladyatöre bakar gibi, AVM’nin balkonlarında biriken kafalar... Park-bahçe bilmeyen çocukların AVM bitki örtüsü plastik top yığını arasından koşturup da, intihar edenin fotoğrafını çeken babasına o bakışı... Üç dakikaya bile kalmadan hayatın kaldığı yerden devam etmesi. Kaldığı yerlerin hepsi aynı an.

Akrabalar bitince de sıra kadim dost AVM’lere geliyor. Uzun bayram tatillerinin kent koordinatlarından biri de buralar.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Bursa Esnaf ve Sanatkârlar Odası’nda yaptığı konuşmada küçük esnafı AVM’lere karşı koruyacak bir yasal düzenlemeden söz etti. İki gün evveldi lakin “Dünyanın geldiği bir noktada AVM’lere gözlerimizi kapatacak değiliz ama o kadar izin verildi, o kadar bunlar yan yana bir hale geldiler ki vahşi kapitalizm gibi büyüdüler, şimdi birbirlerini boğuyorlar” diyen Arınç, sanki 20 yıllık uykudan yeni kaldırılmış gibiydi. Gerçi hakkını vermek de gerekli, yıllardır bu düzenleme için gayret ettiğini söylüyor, çok geç kaldıklarının özeleştirisini veriyor.


‘KUSURA BAKMASINLAR’

Peki kim bunlar, alışveriş merkezleri pıtrak gibi artar, boyutları gittikçe büyür ve bunlarla rekabet edemeyen Türkiye’deki küçük esnaf sayısı yarıya inerken Arınç’ın çağrısına kulak asmayanlar? Kimi zaman aralarında 100 metre dahi bırakmadan bir ilçe büyüklüğünde AVM heyulalarına izin verenler... Esnaf odalarının en azından AVM’lerin hizmet gün ve saatlerinin kısıtlanması talebini karşılıksız bırakanlar... Dövizle kiradan zaruri harcamalara, AVM içinde büyük marka yahut zincir mağaza olmayana tez zamanda top attıracak düzene ses etmeyenler... Şu an hangi düzenlemeyle, ne, ne kadar çözülebilir? AVM’lere yüzde 5’lik esnaf, sanatkâr ve ‘kaybolmaya yüz tutmuş meslek erbabı’ kotası koymanın, ulusal ekonomi politikası yerinde dururken manası olabilir mi?

Bu fikriyatın hülasasını da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, 2010’un başında Bayrampaşa’da bir AVM açılışında yaptığı konuşmayla verebiliriz galiba. ‘AVM fobisi’ bulunanlara “Kusura bakmasınlar” diyen Erdoğan, küçük esnafı yeni Türkiye gerçeğini görmeye davet ediyor: “Biz halka en ucuz, en kaliteli malı nerelerde ulaştırabiliriz diye bakıyoruz. Ücretler yüksek, kalite yok, çürük çarık... Olmaz. Bunun için de bu tür modern alışveriş merkezlerini halkımızın adeta arı kovanına dönüştürdüğü merkezler olarak görüyoruz. Küçük esnafımızın bu noktadaki şikâyetlerini de biliyorum ama onlar da artık bu gerçeği görecekler. Ne yapacaklar? Bu sorunu sivil toplum örgütleriyle kendi aralarında birleşmek suretiyle aşacaklar. Belki marketler, süpermarketler halinde onlar da bulundukları yerlerde bunu böyle aşmanın gayreti içinde olacaklar. Artık eskiden olduğu gibi sokak aralarında bakkal, dükkân olayı... Hayatın gerçeği bu. Sürekli ilerlemek durumundayız. Bu gerçeği de göreceğiz.”

‘Halkımızın adeta arı kovanına dönüştürdüğü’ bu merkezlerin doğurduğu, bakkal-süpermarket, küçük esnaf-AVM çelişkilerinin yanında bir de AVM/mağaza kâr ettiğinde dahi bir faide görmeyen AVM çalışanları meselesi var. DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası Leroy Merlin’in Ankara ve Bursa’daki mağazalarında başlattığı grev, Türkiye tarihinde AVM ve yapı marketlerde gerçekleştirilen ilk grev. Bugün de 16. günü. Bu gerçeği de göreceğiz.

Tek asansörle evden AVM'ye iniş hayali - Pınar ÖĞÜNÇ
Tek asansörle evden AVM'ye iniş hayali - PINAR ÖĞÜNÇ - Radikal

 
Gazeteciye bayram harçlığı doğrudur - Özgür MUMCU Gazeteciye bayram harçlığı doğrudur - ÖZGÜR MUMCU - Radikal


Böylece harçlık tarifesini de öğrendik. Başbakan 200, Maliye Bakanı 5, İl Başkanı 40 lira harçlık veriyor.

Bu seneki Kurban Bayramı güzel bir âdetle başladı. Başbakan Erdoğan kendisinden harçlık isteyen bir muhabire 200 lira verdi.

Bu şık jest hızla yayıldı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, kendisini takip eden gazetecilere 5’er lira harçlık dağıttı. Mali disipline ne kadar bağlı olduğu hakkında da ince bir mesaj vermiş oldu. “Sakın bu parayı harcamayın” diyerek tasarrufun ekonomi için önemini de vurguladı.

Harçlık hamlesi sadece kabineyle sınırlı kalmadı. AKP Samsun İl Başkanı gazetecilere 40’ar lira dağıttı.

Böylece harçlık tarifesini de öğrendik. Başbakan 200, Maliye Bakanı 5, İl Başkanı 40 lira harçlık veriyor.

Mızmızlanmayı ve her şeye itiraz etmeyi muhalefet zanneden, artık alıştığımız bazı kesimler bu harçlık işine çok kızdı.

Bunlara en güzel cevabı ise Star gazetesi verdi. Şu başlıkla: “Gezizekâlılar bayram ruhunu da anlamadı”.

Milletin özdeğerlerine uzak bu kesimler bayram nedir bilmezler. Biliyorsunuz AKP iktidarından önce İttihatçı zihniyet bayramları yasaklamıştı.

Bu memlekette inananlar, bodrumlarda gizlice kurban kesmekte, çocuklara harçlık gece yarısından sonra gizlilik yeminleri ettirilerek verilmekteydi.

Kurban Bayramı’nda büyük ve küçükbaş hayvan satışına sınırlamalar getiriliyor, Ramazan Bayramı’nda likör içmeyenlerin affedersiniz sokaklarda yüzlerine tükürülüyordu.

Biz bunları hep yaşadık.

Bu milletin şahlanışını, kendi kimliğiyle hayatına sahip çıkmasını engellemek isteyenler için bayramlar büyük bir tehditti. Milletin zihin kökünü kurutmak isteyen bu şahsiyetsiz zalimlerin elinden çok çektik.

Bereket, nurlu ufuklarla yeni bir şafak doğdu. Başbakan’da simgeleşen bir uyanışla özdeğerlerimize yeniden kavuştuk. Bu vesileyle bayramlar da coşkuyla tekrar kutlanmaya başladı.

Bunlar, oruç tutanların kollarını bağlayıp burunlarını sıkıp zorla yemek yedirdiler.

Bunlar, kurbanlıkları kaçırıp doğaya saldılar. Memleketin ovalarını, doğaya salındığı için vahşileşmiş danalar, koyunlar kapladı. İnançsızlığın ve zulmün bu hazin manzarasını insanın içi acımadan hatırlaması mümkün mü?

Bunlar, harçlık verenleri ‘nereden buldun’ kanunlarıyla yolsuzlukla suçladılar.

Torunlarına harçlık verdiği için hapishanelerde çürüyen dedeleri de mi unuttunuz?

O günler geride kaldı. Artık devlet baba gazeteci çocuklarına harçlık dağıtabiliyor.

Bugüne dek hiç bayram görmemiş baskıcı zihniyetin temsilcileri ise buna şaşırıyor.

Oysa bir gün büyüklerinin elini öpüp bayram harçlığı almış olsalardı bu cahil tepkiyi vermeyeceklerdi.

Bayram harçlığını kim verir? Aile büyüğü.

Kime verir? Aile küçüğüne.

Bu millet aynı zamanda bir aile değil mi?

Bu milli ailenin büyüğü de milletin kahir ekseriyetle başa getirdiği Başbakan değil mi?

Başlar ayak, ayaklar baş olsun isteyen bu huzursuz anlayış güzel bir âdeti maalesef diline doladı.

Star gazetesi çok güzel yazmış: “Özellikle Gezici tayfanın medya ayağının cehaleti bu olayla bir kez daha ortaya çıkarken, yapılmaya çalışılan bu çirkinliğe birçok kullanıcı tepki gösterdi.”

Bu millet uyandı. Başbakan, bakan ve il başkanı muhabirin velinimeti. Onlar var diye haber yapabiliyorlar. Elbette harçlık alacaklar.

Aynı zamanda Erdoğan bütün milletin aile büyüğü, elbette harçlık verecek.

AKP gelene kadar bayram nedir bilmeyen büyüğün küçüğüne gösterdiği teveccühe bile itiraz eden bu müzmin muhaliflere gerekli dersi verdiği için Star gazetesine bir teşekkür borçluyuz.
 
[h=1]Bir bayan yanı lütfen?[/h]
[h=2]Sokakta rahat yürüyemeyeceksem, üzerimde devamlı ‘cinsel obje’ baskısı
olacaksa, ‘kız başına’ olmamak için benimle bir yerlere gelecek adam arayışı içerisine gireceksem ben yemişim senin o ahlak anlayışını.[/h]







Allah’tan kadın olarak dünyaya gelmişim de rahat rahat söylenebilme özgürlüğüne sahibim. En azından elimde avcumda şimdilik bu var, ben de bunu sömürebildiğim kadar sömüreceğim elbette.

Modoko’yu bilmeyen yoktur, mobilyacılar çarşısı hah işte o. Ben malum yine taşındığım için kızlarla mobilya bakmaya gittik. Hepsi yeni gelin eşyaları. Yok koltuğu ayrı satmıyoruz, ay o orta sehpayı ayrı veremiyoruz, bu iğrenç tekli koltuk kampanyanın parçası... Bulduklarım da var ama onlar da o kadar pahalı ki camın önünden gözyaşlarıyla seyredebiliyoruz. Sonra bize, oraya kız başınıza gitmeyin dediler. Bu kez onları dinleyeyim dedim. Aman Allahım, her girdiğimiz mağaza bizle ayrı ilgileniyor. Geçen sefer fiyat bilgileri için adama artık ağlayacak seviyeye gelmiştim. “Param var, yemin ederim alacağım o Allah’ın belası kitaplığı söyle ne kadar, ilgilen benle ilgilen” diye sarsacaktım neredeyse adamı. Aynı adam şimdi bize bir ikramlar, bir sohbetler, bir hoşgörü falan. Çünkü adamların kafası öyle çalışıyor. Üç beş vikleyen kız ancak öğrenci evi eşyaları alır. Ama yanında bi erkek varsa, o kesenin ağzı sonsuzluğa açılır. Ve bu düşünce cinsel tacizden bile daha iğrendirici. Yanında bir adam yoksa, ciddiye alınmama!

GARSONUN NEFRETİ

Sadece bu değil, mekânlarda mesela kız topluluğuysanız garsonun en nefret ettiği masa sizsiniz. Masanda istersen Miranda Kerr olsun, bütün mekân masana tapınsın, önünde mumlar diksin o garson senin masana bakmamak için var gücüyle uğraşacak. Çünkü bir araya gelmiş kız topluluğundan para çıkmaz, para çıkmadığı gibi bela olma potansiyelleri yüksek. Asılanlar, ayy şu adamı atar mısınızlar, içkinin içine elli bin tane malzeme koydurtmalar...
Emlakçı desen aynı şekilde, ‘eşinizi göremedim’, ‘kız kardeşimle yaşayacağım’ anında göstereceği evler değişiyor. Ya baştan aşağı hacca gitmiş, dönmüş, umre için tur arayan bir apartmanın bodrum katı. Ya da istediğin ev standardının on kat altı bir ev. Haa ama kira aynı, sadece evin konumu ‘kız yaşamına uygun mahalle’ olduğu için oradan vurmayı düşünüyor.


Başarılı kadının arkasından dönen dedikodular var tabii bi de. “O oraya gelebilmek için neler yaptı neler ufuuuu” Hep aynı, hep ama... Adamlarda da ne uçkur sevdası varmış, birkaç kez takıldığı kadına hemen terfi verecek. ‘Fındık kadar...’ başlayan mide bulandırıcı bir söz öbeği var. Başarısız olan her adamın ağzında bu laf. Bir kadın ancak cinselliği sayesinde bir şey olabilir, adamın beyni bu.

Hâlâ var mı bilmiyorum ama otobüslerde olan ‘bayan yanı’ uygulaması da korkunç. Ne zaman bunu duysam kendimi seks bağımlısı, altında deri don olan, arka cebinden kırbaç çıkartmaya hazır biri gibi hissediyorum. Bir taraftan da tabii sürekli beynime, “eğer bir erkeğin yanında oturuyorsan, seni elleyecek. Ve biz firmamız olarak, seni ellemesin diye yanına Hacer teyzeyi verdik.”

SORUN KADINDA

Gözde Kansu olayı var bir de tabii, şunca şeyi yazma sebebim. Bayıldığım hatunların başında geliyor. Dekoltesi yüzünden işinden oldu, neden çünkü ekran karşısında izleyenler o çatalı gördü diye ahlak anlayışımız sekteye uğradı. Sorun kadında, o açmamalı, o düşünmeli, o uygulamalı. Şu zihniyetle özellikle üstüne basa basa söylüyorum, hükümet kafası aynı paralelde işte. Tecavüze uğrarsın sen haksızsın. 13 yaşında bir çocuğa “kendi isteğiyle bilmem kaç adamla birlikte olmuş” diye işin içinden sıyrılırsın. Kürtajı yasaklarsın, kaç çocuk olacağına karışırsın. Çünkü beyinsiziz; üç beş tarlası var, köylüsünün karnını doyuruyor iyi oy toplar bu diye vekil yapılan adamlar senin yerine senin cinselliğini tartışır. Ne giyeceğine onlar karar verir, hata sende mi bir onlar bilir. En büyük korkum, “kadınlarınızı eve kitleyin, sonra tecavüze uğruyorlar. Dışarı çıkmak isterse alın topuğundan vurun. Oğluşunuza iPad, kızınız karınız içinse bir beylik tabancası, alın alın çekinmeyin vurun bişi olmuyor”.

Yok, başörtülüme zulüm; yok memelere özgürlük falan derken olan yine bize oluyor. Sokakta rahat yürüyemeyeceksem, üzerimde devamlı ‘cinsel obje’ baskısı olacaksa, ‘kız başına’ olmamak için benimle bir yerlere gelecek adam arayışı içerisine gireceksem ben yemişim senin o ahlak anlayışını. Evine gittiğin zaman, karınla kızınla iki kelam konuş, bir dinle, kadın sesine aşina ol, oradan başla en azından. Sonra belki kadını kitlemekten önce çocuğa verilen eğitimin bu noktada önemli olduğunu anlarsın. Belki...



Pucca Günlük-Hürriyet
 
Toy ve hırslı bir gençsin. İdollerin ve ideallerin var. Ustanı bulur, yanına ilişirsin. Dizlerini eskitirken kendini sevdirirsen, hızla yükselirsin. Ustanın ağızının içinden çıkanları taklit ederken bulursun kendini. Hayranlığın büyüyüp, aşka dönüşürken boynuzun da büyümeye başlar, kulağı geçecek kıvama gelir. İlk eşik aşılmıştır.
Hoş geldin. Artık serpilme zamanındır. Bu kez senin etrafında toplanan, dizinin dibinde oturan, ağzının içine bakan’larla çevrelenirsin. Ananesi itaat olan kardeşlerini gizli bir sır, misyon taşıdığına inandırırsın. İşin çoğu tamamdır.
Kendini seçilmiş kişi sanmaya başlar, saldırgan, hesaplaşmacı bir yola girersin. Bu yol biraz can sıkıcı olabilir. Sık dişini, acıların zamanı geldiğinde afiyetle yiyeceğin mağduriyet konservesi olacaktır.
Çözmüşsün. İki dudaktan çıkan her şeye inananlar ülkesindeyiz. Görmeyen tek gözüne güvenip kendini her şeyin hakimi sananların körler ülkesinde. Yükseldiği konumun ona her türlü bilgiyi bahşettiğini sanan, attığı her adımın mutlak doğru olduğunu düşünenlerin kaba ve yalnız ülkesinde.
Dersine iyi çalışmışsın, siyaset, varolduğu günden bu yana insanları ahmak yerine koyma sanatıdır. Ne kadar kandırırsan sandığını o kadar doldurursun.
Biliyorsun. Bu ülkede her ne yapıyorsan asgari akılla yapmalısın. Kullandığın sözcükler en basitinden seçilmeli, söylediklerini defalarca tekrar etmelisin ki, gerçek olmasa da inandırabilesin. Çünkü onlar inanırsa, sen de inanırsın. Kendilerini senin bir parçan olarak görmeye başladıklarında ise neredeyse herkes inanmıştır.
Kolay gelsin. Derken, el birliğiyle farklı inanç ve düşüncelerin önüne yarım yamalak barajlar örmeye girişirsiniz. Ara sıra göstermelik özgürlüklerden dem vurursun ki, etraftaki dalkavuklar gerçekten demokrasi soluduklarını sansınlar. Hatta sanmanın ötesine geçer, oyalanır, her şeyi en iyi bildiklerini düşünüp birer aydın oldukları fikrine bile kapılırlar. Böylece iktidarlarının sesi olan birer el radyosuna dönüşürler. Onlar yeni kimlikleriyle avunur, ceplerini doldururken sen yine bildiğini yaparsın, anlasalar da önemi yoktur. Bu ülkenin ara elemanı olan dalkavuk aydını nasıl olsa tükenmez.
Takma kafana. Başın sıkışırsa koynunda taşıdığın mağduriyet muskasını çıkarırsın. Tarihsel, etnik ve siyasi çatışmaları gündeme getirir, seni köşeye sıkıştıran meseleleri bertaraf edersin. Bir kaç saat içinde ülkenin merkezine oturur, tüm sıkıntılarının üstesinden gelirsin.
Dikkat et. Tıpkı bir zamanlar aynı nedenlerle senin de güçlendiğin gibi, baraj’ın ardına hapsettiğini düşündüğün diğerleri, ötekileştikçe güçlenir. Baraj taşacak kıvama gelir ve nihayetinde taşar da. Diğerleri önce barajı, sonra önüne çıkan her şeyi yutar, yolunu, yatağını bir şekilde bulmaktır gayeleri.
Ve unutma, bu hikayede kulağı geçen tek boynuz sen değilsin.

Boynuzun Hikayesi - Güneş DURU

Boynuzun Hikayesi - BirGün.net | Halkın Gazetesi BirGün
 
Geçen haftanın en çok tartışılan olayı MİT ve Hakan Fidan idi...
Malûm;
“Yahudi güdümlü” Amerikan gazetesi Wall Street Journal’da yer alan, Wall Street Journal analiz ve Washington Post yazarı David Ignatius’un “Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Hakan Fidan, İsrail’in 10 İranlı ajanını İran’a bildirdi” iddiasının ardından, ABD merkezli Jewish Press sitesinin yazarı Yori Yanover, tehditler içeren bir yazı yazdı.
Amerika’daki Yahudi cemaatine yönelik yayınlar yapan sitenin yazarı Yanover’in Fidan’a yönelik tehditler savurduğu yazısında şu ifadeler yer almıştı: “ABD hâlâ hassas konuları Fidan’la paylaşıyor. Türkiye’nin ihaneti üzerine 10 iyi adamın ölümünü görünce çok üzüldüler ancak Türk yetkilileri protesto etmediler. (...) Bir sabah otomobilinde özel bir sürpriz görmeyi hak eden biri varsa o Türk istihbarat şefi Fidan’dır.”
Görüldüğü gibi, Hakan Fidan’ı hedefe oturtan, “Yahudi medyası”dır, yani İsrail’dir... Bu durum, ister istemez “100 yıl öncesi”ni hatırlatıyor.

SORUN BAKALIM RUS ELÇİSİ’NE

Bilirsiniz, Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han, herhangi bir konuda son kararını vermeden önce; “vezir”lerini çağırır ve dermiş ki;
“Gidin, sorun bakalım... Bu konuda Rus elçisi ne diyor?”
Ne diyecek Rus elçisi;
Elbette “kara”ya ak, “ak”a kara diyecek...
Rus elçisi ne derse, Sultan Abdülhamid Han “Rus elçisinin tam tersine” karar verir ve böylece “tam isabet” kaydedermiş...
Aradan 100 küsur yıl geçti...
Ama o “Cennetmekân”ın kuralı, bugün de geçerli...
Sultan Abdülhamid Han, eğer bugün yaşıyor olsaydı, yine “vezir”lerini toplar ve herhalde şöyle derdi:
“Bakın bakalım İsrail’e... Hakan Fidan’la ilgili ne diyor?”
İsrail’in Hakan Fidan’la ilgili söyledikleri ortada... Hem de “bugün” değil, “dün” yani 27 Mayıs 2010’dan çok önce söyledi söyleyeceklerini...
Malûm;
27 Mayıs 2010’dan önce Hakan Fidan isminin “MİT Müsteşarlığı” için konuşulduğu günlerde, İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, Hakan Fidan için “İran’ın adamı” yaftasını yapıştırmaya kalkmıştı...
Ne var ki; dün Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın dediği gibi; “Hakan Fidan’ın millet, milletin tam egemenliği, vatan, devlet, bayrak ve bağımsızlığımıza sadakati tamdır, tartışılamaz... Bazı güçlerin ona karşı çıkışlarının asıl sebebi, onun millî değerlere tartışmasız sadakatidir.”
İşte bundan dolayıdır ki;
İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın Hakan Fidan’a atmaya kalkıştığı çamur tutmadı.

KORKULARI YERLİ MİT!

Ama, insanlar düşünmedi değil;
“Daha göreve bile gelmeyen adamı İsrail niye hedef alıyor, onun MİT Müsteşarlığı’na gelmesini niye istemiyor?”
İsrail’in Hakan Fidan’ı niye istemediği, göreve geldikten aylar sonra ortaya çıkacaktır... Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun dünkü Akit’te de yayınlanan demecinde dediği gibi;
“Fidan bağımsız bir istihbarat yapılanması kurarak ve Türkiye topraklarında başka istihbarat birimlerinin faaliyetine izin vermeyerek vazifesini yapıyor. Türkiye toprakları başka ülkelerin operasyon sahası değildir. Bugün Sayın Fidan’a sahip çıkma günüdür.”
Hakan Fidan’dan tek rahatsız olan, elbette sadece “İsrail” veya “Amerika” değildir... “İsrail’in yerli işbirlikçileri” de Hakan Fidan’dan çok rahatsız olmuşlardır ki, ona yönelik “7 Şubat 2012’de” bir “operasyon” yapmaya yeltenmişlerdir...
Tabiî, burada tek hedef Hakan Fidan değildi... Hakan Fidan’la birlikte veya Hakan Fidan üzerinden Başbakan Tayyip Erdoğan’ı da yemek istiyorlardı.

7 ŞUBAT OPERASYONU

Ne olmuştu 7 Şubat 2012’de?..
Hafızaları tazeleyelim...
Bilindiği gibi 7 Şubat 2012 günü, İstanbul’da özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner, eski müsteşar yardımcısı Afet Güneş ve iki MİT görevlisini ifade vermeye çağırmıştı.
Peki, savcılar niçin ifadesini alacaklardı Hakan Fidan’ın?.. O günlerde dile getirilen sebeplerden bazıları şöyleydi:
“Tıpkı askeri kurmaylar gibi sertlik yanlısı çözümde direten Emniyet Teşkilatı’nın önerileri Başbakan’ın aklına hiçbir zaman yatmadı. O yüzden Hakan Fidan’la beraber Oslo süreci başlatılmış oldu. Aynı zaman dilimlerinde tüm uyarılara rağmen KCK tutuklamaları da devam etti. MİT’in uzun zaman uğraşlarla KCK içindeki adamları deşifre oldu.
Oslo görüşmeleri de basına sızdırılınca Öcalan’la başlatılacak olan çözüm ve barış süreci sekteye uğradı. Bu arada MİT, Kamu Güvenliği Teşkilatı ve İçişleri Bakanlığı’nda kendilerine kadro isteyenler bunları alamayınca önce Beşir Atalay’ı ve ardından Hakan Fidan’ı hedef tahtasına oturttular. Beşir Atalay’ı İrancı olmakla suçladılar. Hakan Fidan’ı PKK’yı koruyup kollamakla itham ettiler. Bu arada Mavi Marmara’da vatandaşlarımız zalim İsrail devleti tarafından şehit edilince malûm çevre dışında herkes tek yürek oldu. Bazıları, İsrail’i; değil eleştirmek, destek bile verdiler. Çünkü o kesim İsrail’e karşı çıkarsa Yahudi sermayesinin kendilerini bitireceğinden hep korktu. Irak Savaşı’nda açıkça ABD’yi eleştiremediler bile.
Anahtar teslim devleti isteyen bu cenah, ellerinin altından bazı şeylerin gittiğini görünce 7 Şubat’ı planladılar. Üstelik İsrail’in ilk kez Türkiye’de MİT’in başına getirilmiş birini açıkça hedef gösterdiği sırada. Başbakan Erdoğan çıktığı her programda, her sohbette, ‘Hakan Fidan’ın tutuklanacağını ve sonrasında sıranın kendisine geleceğini’ ısrarla söylemesine rağmen akılla düşünmeyi unutmuş olanlar, ‘Başbakan’ın tutuklanması anayasaya göre ancak şöyle şöyle olur’ gibi tezvirata başladılar.”
Evet, Başbakan’ın bu sözlerine rağmen Hakan Fidan’ı yemeye uğraştılar... O kadar uğraştılar ki; Başbakan, “Hakan Fidan’ı korumak için özel yasa” çıkartmak zorunda kaldı...

DERİN YAPIYI BOZDU

O günlerde, şu soru hep soruldu:
“İsrail, ABD, İngiltere, Fransa, İran ve diğer Siyonist merkezler MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Tayyip Erdoğan’dan neden rahatsızlar ve niçin sevmiyorlar?”
Soruya cevap arayan Benhur Babaoğlu ve Muttalip Yerlikaya, o günlerde şöyle yazılar yazdılar:
l ABD’de yapılan Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde Başbakan Tayyip Erdoğan ve Türk heyetine teknik konulardaki rehberliği nedeniyle “nükleer şerpa” olarak adlandırılan 42 yaşındaki Fidan, 15 sene TSK’da görev aldıktan sonra kendi isteği ile ayrıldı.
l Asker kökenli olan Fidan, TSK içindeki derin yapılanmayı bütün kodları ile algılamış ve Müsteşar olduktan sonra etkili operasyonel faaliyetleri ile Ergenekon’un askeri kanadına çok ağır darbeler vurdu.
l TSK içindeki sızmaları bütün hatlarıyla bilen Fidan, TSK’yı derin ağlarla saran ve PKK da dahil illegal tüm unsurlarla dirsek teması bulunan “Yahudi-Sebetayist kökenli rütbeliler”in listesini çıkartıp suç delillerini bizzat tespit ettirerek etkisiz hale getirdi.. Darbe yanlısı askerlerin direncini kırıp hareket alanlarını daralttı.
l MI5, Interpol, KGB, Savak (İran), El Muhaberat (Suriye), CIA ve MOSSAD’ın gitmesini istediği tek isim haline geldi...
l Üst düzey bir FBI yetkilisinin eski Amerika Dışişleri Bakanı Clinton’a “Bu adam Ortadoğu’daki bütün planlarımızı bozdu” diyerek itirafta bulunduğu bir isim...
l Almanya’daki NATO Süratli Reaksiyon Kolordusu Karargahı’nda yurt dışı görevinde bulundu. 2003-2007 yılları arasında, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı yapan Fidan, TİKA’nın yurtdışındaki faaliyetleri ile Türk dış politikasının etkin yürütülmesine katkı sağladı ve MGK’da bununla ilgili yaptığı sunumla Hükumetin ve Ergenekon karşıtı askerlerin takdirini kazandı.
l İngiltere Avam Kamarası’nda görevli England COA adlı kuruluşun da başkanı olan Yahudi asıllı Burgh William Marshal’ın bizzat Fidan’ı arayarak tehdit ettiği ve; “Biz Türkleri 200 yıldır bu kitaptan (Kur’an’ı kast ediyor) uzak tutmak için uğraştık ve bütün çabalarımız neticesinde Türkler, ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ prensibiyle içlerine döndü ve çevresindekilere düşman oldular. Biz bu sayede Arapları yendik. Türklerle bir olan Arapları bin yıldır kim yenebilmiş? Siz (Başbakan ve ekibini kast ediyor) ise onlara yeniden bunu vaat ediyorsunuz. Bu ise bizim (İsrail’in) Ortadoğu’daki çıkarlarına ters” diyerek, asıl meseleyi özetlemiştir.

MİLLÎ REFLEKS NEREDE?

Bu satırlar;
İsrail’in, ABD’nin ve “Yahudi güdümlü medya” ile “7 Şubat operasyoncuları”nın “Hakan Fidan düşmanlığı”nı anlamaya herhalde yeterlidir.
“Yahudi güdümlü medya” ifadesini özellikle kullanıyoruz...
Zira; ister “solcu” ve “ulusalcı”, isterse “komünist” ve “sosyalist” olsun, bu ülkede “gazete” çıkaran, bu ülkede “yazı” yazan bir gazetecinin, en azından “millî refleks”lerinin olması lâzım... Yani Türkiye’ye, Türkiye’den bir kuruma veya kişiye çamur atıldığında “millî refleks” harekete geçer ve der ki;
“Türkiye’den elinizi çekin... Bizim içişlerimize burnunuzu sokmayın!.. Bir mesele varsa, biz onu kendi içimizde halleder, döveceksek kendimiz döveriz!”
Azıcık “yerlilik ruhu” taşıyan biri böyle der... Gelin görün ki; Türkiye’deki “solcu, sosyalist, Marksist, Maoist, ulusalcı ve de bazı İslamcı(!)lar”, Hakan Fidan’la ilgili “ABD-İsrail ortak yapımı operasyon”a destek vermek şöyle dursun, Fidan’ı, kendi elleriyle “linç” etmeye kalktılar.

MEDYADA YAHUDİ HAKİMİYETİ

Hem de, Walt Street Journal ve Washington Post’un haberleri ile aynı paralelde...
Oysa, bu gazeteler, “Yahudilerin elinde olan gazeteler”dir.
Peki, dünya aklını şekillendiren “Amerikan medyası”na kim hâkim?
Rakamları alt alta dizdiğimizde Amerikan medyasının yüzde 80’den fazlasının tek bir etnik/dini gruptan gelenlere ait olduğunu görüyoruz: Museviler.
Nüfusları ABD nüfusunun yüzde 2’sini bile bulmayan Yahudiler, medya ve eğlence dünyasını adeta ellerinde tutuyorlar.
Aklınıza gelebilecek hemen hemen tüm medya kuruluşları bu insanların elinde.
Dilerseniz hangi şirketler Musevi iş adamlarına ait kısa bir listesini verelim:
“New York Times, en yakın rakibi Washington Post, New York Post, Wall Street Journal, New York Daily, Boston Post; Newsweek, Time, US News & World; Google, AOL, MTV, CBS, ABC ve NBC; Paramount & Dream Works film stüdyoları, Blockbuster Videos, Time Warner, Twentieth Century, Walt Disney...”
İngiltere’de de durum pek farklı değil. Nüfusun sadece “binde 5’ini” oluşturmalarına rağmen Yahudilerin İngiliz medyasına ilgisi olağanüstü... ITV, BBC, Carlton, ITN, Granada, Channel 4 gibi belli başlı televizyon istasyonlarında Yahudiler, nüfuslarının çok ötesinde temsil ediliyorlar.
SKY TV’nin ve pek çok gazetenin sahibi olan Rupert Murdoch ise İngiliz medyasının en çok tanınan Musevi iş adamı.
Daily Express, Daily Star, News International, The Sun, The Times, Sunday Times ve benzerleri Yahudi iş adamlarına ait. Başka bir deyişle İngiltere’de de tablo ABD’den pek farklı değil. Nüfus olarak çok küçük bir etnik/dini grup medyanın neredeyse tamamını elinde tutuyor.
Şimdi, başınızı ellerinizin arasına alıp, şöyle bir düşünün!..
“Benim ve sahibi olduğum medya kuruluşlarının kaderi Siyonist kazanımları korumaya bağlıdır” diyen bir Rupert Murdoch’tan!.. Ve; “Siyonizme bağlılık”larını her öğün tekrarlayan Daily Telegraph gibi bir gazeteden!.. Ya da; “İsrail devletinin haklarını korumak için” yola çıkan Axel Springer grubundan, “Türkiye’nin hakları”nı ve “haklılık”larını savunmasını bekleyebilir misiniz?..
Hele hatırlayın;
“AK Parti’nin İran’dan para yardımı aldığı” palavrasını savuran da, Siyonizme nikahlı Daily Telegraph’tan başkası değildi!.. Gerçi, sonradan “özür” dilediler ama, o günlerde muhalefet o sakızı epey çiğnemişti!..

HAKAN, BU ÜLKENİN FİDAN’I

Uzun lâfın kısası;
“Yahudiler ve yerli işbirlikçileri” Hakan Fidan’a, dolayısıyla Ahmet Davutoğlu’na, Tayyip Erdoğan’a ve Abdullah Gül’e karşıdırlar... Ama hepsini birden hedefe oturtamayacaklarından, Hakan Fidan’a yüklenmektedirler... Çünkü Hakan Fidan, dünkü Akit’in manşetinde de ifade edildiği gibi “Yerli bir MİT” oluşturmaya çalışmaktadır.
Dünya “eski dünya” değil...
Türkiye de, “eski Türkiye” değil... Bekir Bozdağ’ın dediği gibi; AK Parti Hükümeti, kendi diktiği “Fidan”ı söktürmeyecektir. Bu saldırılar, “Fidan”ı örseleyemeyecek, tam aksine büyütecektir...
İsrail ve yerli işbirlikçilerinin bunu bilmesinde yarar var.
Selâm ve saygılarımızla

Hasan Karakaya
 
Büyük Ortadoğu Projesi ve Hakan Fidan
ORHAN KEMAL CENGİZ-RADİKAL
Matrix filminde, aynı kara kedi iki kere geçince bunun kötüye işaret olduğunu anlayıveriyorlar hemencecik. Déjà vu, aslında Matrix’te bir ‘kaymaya’ işaret ediyor. Yani temelde meydana gelen bir değişiklik, basit bir tekrarla ortaya koyuyor kendisini.

Son haftalarda Amerikan basınında MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında çıkan kara propaganda yazıları da uğursuz bir Déjà vu duygusu yaratıyor insanda. The Wall Street Journal ve Washington Post’un yazarları şık kıyafetlerin içinde, kadife eldivenlerinin içine sakladıkları ellerini sallayarak, fevkalade ‘medeni’ bir şekilde konuşuyorlar ama önünde durdukları duvarın arkasından çok kötü kokular geliyor.

Fidan, Suriye’deki cihatçıları örgütlemekle, İsrail hesabına çalışan İranlıları İran’a ihbar etmekle suçlanıyor. Türkiye’nin Suriye’de oynadığı rolü biz de eleştiriyoruz. Ama Amerikan medyasında çıkan yazıları okuduğunuzda, bunların bir eleştiri, uyarı falan olmadığını, belli çevreleri manipüle etme amacı taşıdığını görüyorsunuz.

Bu yazıların Türkiye’yi Suriye politikası konusunda sıkıştırmayı, İran’dan alınacak doğalgaz ve Çin’den alınacak savunma sistemleri için cezalandırmayı amaçladığını söyleyenler oldu.

Şüphesiz ki bunlar etkili olabilir. Ama ben, gazetelere parça parça bazı bilgiler vererek onları yönlendiren Amerikan ve İsrail istihbaratlarının daha büyük bir oyun planları olduğunu düşünüyorum. Bu yazıların amacı Erdoğan ya da Fidan’ı belli konularda politika değişikliğine zorlamak değil bence; veya olsa olsa bu ikincil bir hedef olabilir.

Asıl hedef, başta Amerikan yönetimi olmak üzere, bütün Batı’ya AK Parti hükümeti ve Erdoğan’ın birlikte çalışılması mümkün olmayan, güvenilmez, fanatik ve radikal bir İslamcı olduğunu kanıtlamak.

Bugün Hakan Fidan’a karşı gerçekleştirilen küçük küçük hamlelerle, parçalarını gördüğümüz bu fotoğrafın ana gövdesi 24 Ağustos’ta yine The Wall Street Journal’da yayımlanan bir yazıyla ortaya konmuştu. Russel Mead imzasıyla yayımlanan bu makalenin başlığı, ‘Amerika’nın Ortadoğu’da başarısızlığa uğrayan Büyük Stratejisi’ (The Failed Grand Strategy in the Middle East). Mead’e göre, Obama yönetiminin Ortadoğu stratejisi bütünüyle başarısızlığa uğradı. Bu strateji ‘ılımlı İslamcılarla’ birlikte Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesini öngörüyordu. ABD yönetimi AK Parti gibi ılımlı İslamcılarla birlikte çalışarak Ortadoğu’ya demokrasi getirecek, İslamcı terörist örgütleri marjinalleştirecekti.

Ancak Mead’e göre ABD yönetimi bu hedefleri belirlerken büyük hesap hataları yaptı: Desteklenen İslamcı grupların olgunluk ve kapasitelerini yanlış okudu; bu politikanın ABD’nin önemli müttefikleri Suudi Arabistan ve İsrail üzerindeki etkilerini hesaplayamadı; bölgedeki terörist hareketlerin yeni dinamiklerini anlayamadı vd.

Mead tabii AK Parti ve Erdoğan’a da uzun uzun göndermelerde bulunuyor: Erdoğan gazetecileri tutuklattı, medyayı tehdit etti, kaba bir şekilde gösterileri bastırdı. Partinin ön saflarındakiler artan oranda şirazeden çıktılar; Yahudileri, telekineziyi ve diğer gizemli güçleri suçladılar vd.

Maalesef bu söylenenlerin bir kısmı doğru; ancak Mead tabii ki bütün bunları Türkiye’nin hayrı için sıralamıyor. ABD yönetimine “Ortadoğu politikanı değiştir, eski fabrika ayarlarına geri dön” diyor. Nitekim ‘Mısır ordusu, İsrail ve Suudi Arabistan’ın ABD’yi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadığını’ söylemesinden nasıl bir Ortadoğu hayal edildiğini anlıyoruz.

Mead’in bu yazısı ve son haftalarda art arda çıkan Fidan yazıları, birkaç gün önce eski İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın Facebook sayfasına yazdığı “Erdoğan radikal bir İslamcıdır” cümlesini bütün Batı’nın kafasına kazımak istiyor. Ve tabii, “Bu radikal İslamcılarla demokrasi falan olmaz” cümlesinin de muhataplar tarafından söylenmesi bekleniyor.

AK Parti hükümeti, bu çemberi, daha fazla demokrasi ve AB ipine daha sıkı sarılarak mı kırmaya çalışacak; yoksa daha fazla komplo teorisi, daha fazla İsrail karşıtlığı, daha az demokrasiyle bu çevrelerin ekmeğine yağ mı sürülecek, hep birlikte göreceğiz...
 
MEHMET BARANSU-TARAF 02.09.2013
MİT Müsteşarlığı’nda son günlerde ilginç hukuk dışı gelişmeler yaşanıyor. Hakan Fidan, müsteşar olmasıyla birlikte kendisine yakın gördüğü bazı isimlerin işlediği suçları ve suiistimalleri, koruma içgüdüsüyle örtbas etmeye başladı. Adli ve kurumsal soruşturmaların nasıl kapatıldığını zaman zaman bu köşeden sizlere aktarıyorum. Askerin geçmişte yaptığı benzer uygulamaları şimdi kendisi yapıyor. Suç ve suçlular korunuyor.
Fidan’ın adalet ve kurumsal iç soruşturmalara karşı takındığı hukuk dışı koruma tavrının bazı örneklerini Taraf’ta yazdık.

MİT Müsteşar Yardımcısı M.D. hakkında açılan “haksız mal edinme davası” bunlardan biriydi. Davaya bakan mahkemenin hâkiminin odasında, MİT personeli ve yargılanan MİT Müsteşar Yardımcısı M.D.’nin avukatı Devrim Güngör, böcek arama-taraması yapmıştı.
Arama- tarama işleminden hemen sonra hâkim, Müsteşar Yardımcısı M.D. hakkında şaibeli bir beraat kararı vermişti. Savcılık konuya itiraz etmesine rağmen, bu davada adil bir karar beklemek güç.
Düşünün, MİT, Ankara Adliyesi’nde izinsiz olarak bir hâkimin odasında arama yapıyor ve bu gazete sütunlarına yansıyor. Normal şartlarda MİT içinde bu kanunsuz aramayı yapan personel hakkında ânında teftiş mekanizmasının işletilmesi gerekirken, sorumlular korunup kollanıyor.
Tıpkı askerin yaptığı gibi.

Hakan Fidan, böylesine bir skandal karşısında kulağının üstüne yattığı gibi ikinci bir skandalı da görmezden geliyor: Arama-tarama yapmak için adliyeye gönderilen MİT personelinin çalıştığı birimi, Müsteşar Yardımcısı M.D. el çabukluğuyla kendine bağlıyor. Üstelik alakasız birim olmasına rağmen. Bu oldubittiler, hukuksuzluklar, pervasızlıklara karşısında Müsteşarlık makamı üç maymunu oynamakla yetiniyor.
MİT’te bunun daha betereni de görmüştük. Kendini Türk milletine emanet eden bir insan, haraç mezat satılıp öldürülmüştü. Hatırlarsınız, ayrıntılarını bu köşede yazdım. Suriye ordusunda subay olarak görev yapan Hüseyin Harmuş, Türkiye’ye sığınmıştı. Özgür Suriye Ordusu için kritik bir isimdi. Esad kellesine ödül koymuştu. Kendini Türk devletine emanet eden Harmuş’u, MİT personelinin içinde bulunduğu kişiler Esad hükümetine 100 bin Amerikan Doları ödül karşılığında satmışlardı. Esad da Albay Harmuş’u idam etmişti.
Bu elim olayın gerçekleşmesinde savcılık makamı şüpheli bulduğu 12 MİT personeli hakkında, 2937 Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Kanunu’nun 26. maddesi uyarınca soruşturulmaları için Başbakanlık’tan izin istemişti. Ancak Suriye konusunda mangalda kül bırakmayan Başbakanlık makamı, Hakan Fidan’ın isteği doğrultusunda bir MİT personeli hariç diğerleri hakkında soruşturma izni vermedi.
Hakkında soruşturma izni verilmeyen MİT personelinden ikisi H.A. ve S.A. idi. Karı-koca olan bu iki MİT personelinden Bayan H.A.’nın teftiş kurulunun “yönetici olamaz” tespiti olmasına rağmen ,Ankara da çok önemli bir birimin başına atandığını yazmıştım. Şimdi yeni aldığım bir bilgiye göre haberin çıkmasına müteakip kocası S.A. da MİT karargâhının çok çok önemli bir birimimin başına terfiyen başkan olarak atanmış.
Hayırlı olsun!
Hakan Fidan ve ekibi budur. Sanırım Hakan Fidan’ı neden eleştiriyorsun diyenlere bu iki örnek yeterli olacaktır. Özgür Suriye Ordusu’nun komutanını Esad’a satanları kilit birimlerin başına getiren bir MİT müsteşarıyla, Suriye konusunu çözmeye çalışıyor hükümet.
Hayırlı uğurulu olsun!
Suriye gibi kilit bir noktada yapılan bu atamalardan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve BaşbakanTayyip Erdoğan’ın haberinin olup olmadığını ise gerçekten merak ediyorum. Haksız mal edinmekten yargılananlar, adliyede izinsiz ve gizlice arama yapanlar yükseltiliyor. Bu hukuk dışı eylemler Sayın Gül ve Erdoğan’ın onayıyla mı yapıldı?
Hukuk dışı eylemlerde açıklama yapmaktan çekinen, başına kuma gömen sizler, sanırım bu olaylar karşısında kamuoyuna bir açıklama yapmak zorundasınız. Sizleri o makamlara getiren yüzde 47 ve yüzde 50’ler için!

Buyurun top sizde devlet büyükleri!
 
[h=5]Bekir Coşkun
[/h][h=5]BAY TESTERE...

Elektrikli testere gibisin...
Ağaç kesiyorsun...
Kafa kesiyorsun....
Ceza kesiyorsun...
Söz kesiyorsun...
Haraç kesiyorsun...
Ses kesiyorsun...


*

Suyunu kesti derenin...
Ne dere kurtuluyor elinden...
Ne de deve...


*

Komşularla politikası diyelim; selamı kesmek üzerine...


*

Bu kez gözüne ODTܒyü kestirdi...
ODTÜ teknoloji üretebilen, dünyanın önemli üniversiteleri arasına girmeyi başarmış, duruşu, tepkisi, sesi, soluğu, itirazı olan üniversitemiz...
“İkiye keseyim” dedi...
Koca Ankara ovasında yer kalmamış gibi ortasından yol açmaya başladılar...


*

Kesmedi...
Önceki gece, terör kampı gibi uykuda bastılar ODTܒyü...
Sabaha karşı...
İçeridekiler üniversiteliler değil, eşkıya sanki...
Çığlıklar, sirenler...
Panzerler, gaz bulutları, fişekler, bombalar...


*

Ve tabii ki testeresi...
Ağaçlarla birlikte kesiyor aslında:
Üniversitelinin dilini...
Gençlerin sesini...
Direnişin önünü...
Meydanların sesini soluğunu...


*

Devlet adamı diye kendisini oraya getirip oturtan cumhuriyetin önünü keseyim derken, inşallah bindiği dalı da kesecek ya...
Keşke...
Kurtuluruz, kestirmeden...

★★★
23 Ekim 2013 - bcoskun@cumhuriyet.com.tr
[/h]
 
"Yine" güzel yazmış.


Bayat testosteron - Güneş DURU Bayat testosteron - BirGün.net | Halkın Gazetesi BirGün


Galatasaray’ın yeni teknik direktörü Mancini, kendisine yöneltilen kadro tercihine ilişkin bir soruyu; "Burayı seviyorum çünkü aynı İtalya gibi. Herkes her şeyi biliyor" dedikten sonra yanıtlamıştı. Mancini’nin kendini evinde gibi hissetmesi elbette ki Galatasaray’ın avantajına. Ancak İtalyan teknik adamın nazikçe söylemeye çalıştığı şuydu: “Herkes futbol hakkında ne çok biliyor, tamam bu İtalya’da da böyle ama ben buraya Galatasaray futbol takımını yönetmek adına getirildim, haliyle kadro tercihi de benim bileceğim iş.”

Mancini haklıydı, futbolsuz hayatta kalmayı beceremeyecek kadar futbol bağımlısı bir ülkeyiz. Sportif odak ve başarının merkezinde sadece futbol var. Haliyle konu futbol olunca olanak ve imkanlar da artıyor. Futbol okçuluk ya da atletizm gibi değil, sokak arasında, boş arsada bakkaldan alınan plastik bir topla oynanarak tanışılan bir oyun. Erkeklerin oynadığı, erkeklerin yönettiği, erkeklerin izlediği, erkeklerin yazdığı ve yorumladığı, dahası erkek takımının kendi arasında rekabet ettiği, erkek egemen bir oyun futbol. Çocukluktan itibaren başlıyor ayrışma, erkek çocuklar futbol oynuyor, kız çocuklar da evcilik. Erkek çocuklar babanın ya da dayının (halanın ya da annenin değil) tuttuğu takımın formasıyla futbolun içine çekiliyor. Elbette istisnalar var ancak o istisnalar ne yazık ki kaideye pek fazla tesir etmiyor.

***

Geçtiğimiz hafta Konak Belediyespor, UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi birinci turunda ilk maçta mağlup ettiği RTP Unia Raciborz ile 0-0 berabere kalarak son 16'ya kaldı. Konak gruplardan çıkmayı başaran ilk kadın futbol takımımız olarak Şampiyonlar Ligi’nde ilk 16’ya kaldı. Üstelik kadın futbolunun tarihi çok da eskilere gitmiyorken... 2005 yılında sadece 7 takım ve 130 futbolcusu olan kadın liginde bugün neredeyse 80 takım ve 1500’den fazla kadın futbolcu var. Böylesi kısa bir sürede Avrupa’nın ilk 16 takımı arasına girmek hafife alınmaması gereken bir başarı.

Ancak futbolun sahibi olan erkeklerin dünyasında kadın, cezalı maçlarda tribünleri çocuklarıyla birlikte doldurması istenen adeta bir tür figüran. Nitekim Pazartesi günü oynanan Beşiktaş-Çaykur Rizespor karşılaşması sonrasında maçı yorumlayan Güntekin Onay cümle arasında bir yerde “seyircisiz oynanan maçta...” demiş. Onay’ın bunu kasti olarak söylediğine elbette inanmıyorum ancak konu kadınlar olunca öyle kodlanmışız ki, beyin dil sürçmesinin önüne bir türlü geçemiyor. Tıpkı ofsaytın sadece erkek beyninin altından kalkabileceği muhteşem kompleks yapısının kadınlarca bile, geyik edebiyatı adına dahi olsa, kabul edilmesi gibi. Oysa eminim Kadın Futbol Ligi’nin en golcü oyuncusu Konaklı Cosmina Anisoara Dusa, Burak Yılmaz’dan daha az ofsayta yakalanıyordur.

Yine Beşiktaş’ın “seyircisiz oynamakla” cezalandırıldığı, kadın ve çocukların ise bedava biletle ödüllendirildiği maçın 34. dakikasında “Her yer Taksim, Her yer Direniş” tezahüratı sonrası sosyal medya beklendiği üzere dalgalandı. Üstelik sadece erkekler değil, kadınlar da aynı şaşkınlıkla olayı değerlendirdiler. Gezi’de sadece erkekler varmışçasına, erkeksiz izlenen maçta kadın ve çocukların Gezi’ye selam çakmasına şaşırıldı. İşte bunlar hep toplumsal cinsiyet...

***

Mancini’nin sözlerinden buraya nasıl geldik derseniz; Mancini “herkes her şeyi biliyor” derken, bir masa etrafına toplaşmış futbol yorumculuğu yaptığını zanneden “çirkin,” sevimsiz, bayatlamış testosteron kokan erkek kümelerinden söz ediyor. Çünkü kendi ülkesinde de benzeri bir durum var. Ne yazık ki kıraathane kültüründen iki adım öteye gidemeyen futbol medyası erkek erkeğe bir dünyanın ne denli çirkin olduğunu her defasında gösteriyor. Ve o dünyada herkes her şeyi fazlasıyla bildiğini sanıyor. Bilenden bilmeyene şeklinde hiyerarşik bir dizilim söz konusu. Kadınlar her daim bu dizilimde en son sırada yer alıyorlar. Futboldan anlamadıkları varsayıldığı için cezalı maçlarda ceza unsuru olarak kullanılıyorlar. En çok bildiğini sananlar ise malum, en fazla konuşan ve gürültü çıkaranlar.

Dahası futbol haricinde de her şey aynı, futbolda nasılsak hayatta da aynıyız. Şehirde insanların değil otomobillerin yaşadığını sanan Melih Gökçek belediye başkanı, kendi toplumuyla müzakere etmeyi beceremeyen Egemen Bağış da AB’de Türkiye adına baş müzakereci sıfatıyla yer alıyor ve en çok gürültüyü yine onlar çıkarıyor.

Ben, biz, herkes futboldan anlamışız çok mu? En azından insanlığa bir zararımız dokunmuyor.
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…