• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Köşe yazıları

“Öğrenci evlerinde neler olduğunu” bilmiyormuş...
Sana ne?..

*

Ben anlatayım...

*

Kirli çoraplar sağa sola atılır...
Erken uyumaya kalkanın üzerine biner, uykusu gelmeyenler...
“Hadi uyuma” diye...
Çünkü içlerinden birisi uyuduğunda...
Yalnızlık çoğalır...

*

Sırayla anne olurlar birbirlerine...
Sırayla baba...
Sırayla küsülür...
Ve sırayla ağlanır öğrenci evlerinde...

*

Kirliler yıkanmaz...
Kazara yıkanan kaloriferin üzerine serilir...
Bulaşık bezi aynı zamanda ayakkabı bezidir...
Annelerinin yemeklerini özlerler...
Akşam oldu mu burunlarına biber dolmasının kokusu gelir...

*

Ders çalışırlar ama, okul bitsin istemezler...
Yüreklerinde yarınların korkusu...
O gizli sızı...Sinsi bir umutsuzluk...
Cıvıl cıvıl yüzlerin arkası, birer ölü evidir...
Kapının önünde kendilerini neyin beklediğini bilirler, öğrenci evlerinde...

*

“Oralarda” neler olduğunu bilmiyorsan söyleyeyim...
Seninkiler gibi askerlikten tüymek geçmez bile akıllarından, davul zurna ile gidecekleri günü hayal ederler, eminim...
Gemicik filosu yerine, bir spor ayakkabı hayali belki...
Mücevherat mağazaları niyetine, bileğe ejderhalı bir dövme hadi...
Babanın devlet bankalarının kasasından kendisine alacağı gazete, televizyon aklından bile geçmez...
Bir bira içince kendi şarkısını kendisi söyler bebeğim:
“Odam kireçtir benim...”

*

Geceleri ışık kapatıldığında...
Işıl ışıl hayaller çıkagelir...
Ama sıra gelmez karanlıkta gülümsemeye...
Çünkü her güzel hayale, senin dünyandaki kirli dişli canavarlar saldırır...

*

Sen nereden bileceksin...
Öğrenci evlerinde sıra ile ağlanır...
 
Son düzenleme:
Sen de Kızlı-Erkekli Evde Oturma, Sokağa Çık...




Cihatçılar kadınların sandalyede oturmalarını yasakladılar...

*​
Bizimkiler de kızlı erkekli bankta oturmayı hoş bulmadılar ya...
Erkeği aldın oradan hadi...
Kaldı bank...
O dahi iyi değil...
Bank dediğin sandalyenin büyüğü...
*​
Ortadoğu uzmanı gazeteci Hüsnü Mahalli yazdı:
Suriyeli şeriatçılar Rakka’da bir fetva yayımlayarak kadınların sandalyede oturmalarını“haram” saydılar...
Çünkü sandalye erkek sayılıyormuş...
Maazallah bir sen de üzerindesin...
*​
Bu durumda beterin beteri var:
Kanepe mesela...
Kanepe deyip geçmeyin, seçimlere girdi kazandı...
Vali bizzat dağıttı...
Milletvekili çıkarttığına göre, demek ki iş görüyor....
Bir de bakmışsın kanepe üstte...
Sen altta...
*​
Koltuk diyelim...
Doğru söyleyin; o koltuk değil mi ki anamızı becerdi...
Eeee...
*​
Dönüyorum...
Sandalyeyi yasaklayanla, ortak merdiveni yasaklayan aynı kafadır...
(Eğer bunlarda zırnık kadar kafa varsa, üçlü kanepe bize ne yapsın...)
Sandalyeye oturan kız, doğuruyormuş mesela...
Nur topu gibi bir sehpa...
*​
Şikâyetçiyseniz...
Siz de âlemsiniz o zaman...
Türkiye’yi imama teslim ettiniz, oturmuş ondan modern, çağdaş, medeni bir yaşam bekliyorsanız...
Olmaz...
Olamaz...
*​
Şimdi artık soru şu:
Türkiye’yi nasıl alacaksınız elinden?..
Kinini, nefretini, intikamını, yasaklarını alarak nasıl çekip gidecek?..
Nasıl yakanı kurtaracaksın Türkiye?..
*​
İşte...
Evde oturmak yasaksa...
Kızlı-erkekli çık sokağa sen de...

Bekir Coşkun


 


[h=1]COŞKUN'DAN TAYYİP'E ATATÜRK'LÜ UYARI[/h]
Cumhuriyet yazarı Bekir Coşkun yazdı..



Valla ben sana söyleyeyim:
Atatürk geri geliyor...
Onun ayak sesi, senin parmak arası terlik gibi şırt şırt ses çıkartmaz...
Dinle...
*
Alnına Türk bayrağını dolamış bir genç kız, bugün sesi çıktığı kadar “Buradayız” diye haykıracak...
Odur işte...
Atatürk...
*
Bugün kulağını aç...
Bir genç adam “Faşizme hayır” diye kükreyecek...
Bir anne “Yetti artık” diyecek...
Bir çocuk elinde küçük bayrağı, gözlerinde boncuk boncuk yaşlar, onun için ağlayacak...
Ve bugün meydanlardan hiç olmadığı kadar çığlık yükselecek...
İşte odur...
*
Gaflet bitti...
Geliyor...
*
Sen andını yasaklayarak, adını silerek, büstlerini ambara kaldırtarak, onu temelli göndermek istedin...
Bayramlarını kırptın...
Resmini sildin...
Marşını kestin...
Çiçeğini bile çöpe attın...
Ki temelli silinsin...
Ve gitsin...
*
Ama ben sana söyleyeyim...
Geri dönüyor...
*
Bugün farklı bir 10 Kasım...
Türkiye’nin on senedir yaşadığı zihin karışıklığından çıktığı günlerdir...
Akıl tutulması dağılıyor...
Gözlerini açıyor gaflet...
İnanmıyorsan yanaşmalarına bak; bir bir tüyüyorlar yanından... En yakınların suç ortaklığından vazgeçiyorlar...
*
Türkiye Atatürk’ü yeniden anlıyor...
Yeniden buluyor...
Yeniden sarılıyor...
Dön bak...
*
Meydanlardaki sesleri dinle...
Ayak sesi yeter...
O geliyor...
Sen gidiyorsun...




 
Sırf bu sene içinde...

“İki ayyaş” dediler.
Atatürklü Türk bayrağını “yasadışı” ilan ettiler, “suç delili” yaptılar.
“Anıtkabir’i de yıkarız elhamdülillah” diye tehdit savurdular.
Antropoloji kitabını kameralara uzatıp “bakın raflarda kafatasları var, işte vesika burada, Mustafa Kemal’in imzası var, insani midir, vicdani midir?” diye sordular.
“T.C.”yi kaldırdılar.
Milliyetçiliği “ayaklar altına almak”la övündüler, “bu ülkede artık ulusalcı mulusalcı yok” diye kestirip attılar.
“Türk demeyelim, rahatsız oluyoruz” diyeni, akil insan yaptılar.
“Niye 10’uncu Yıl Marşı çalıyorsunuz” diye fırçaladılar.
“Vardar Ovası”na bile kafayı taktılar.
Atatürk “kabahat” oldu...
Anıtına çiçek koyanlara kabahatler kanunundan para cezası kestiler.
Padişaha doktora verdiler.
Okullarda Atatürk rozeti takmak, disiplin suçu haline getirildi.
Milli eğitim yönetmeliği değiştirildi, “Atatürk ilkelerine ve devrimlerine bağlı öğrenci yetiştirme” prensibine son verildi.
Çanakkale Zaferi’nin yıldönümlerinde tüm camilerde hutbe okunur, Atatürk’ten övgüyle, rahmetle söz edilirdi, hutbeye devam ama, Atatürk çıkarıldı.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nu destekleme yönetmeliği ortadan kaldırıldı, Atatürk’le ilgili proje, yüksek lisans filan yapıyorsan, fon mon yok.
Atatürk Canlı Ağaç Müzesi’ni rezidans ve otel yapılsın diye, sattılar.
Selanik’teki Atatürk Evi’nde güya tadilat yaptılar, eşyaları attılar, sanırsın kiralık evdir, bomboş, ziyaretçilerin duygularını yazdığı anı defterini bile yok ettiler.
“Andımız”ı yasakladılar.
Böceğe Atatürk’ün adını verdiler.
Devlet nişanı’ndaki Atatürk’ü sildiler.
*
Bana sorarsanız, Anıtkabir’e girerken malum şahıslara üst araması yapmakta fayda var...
Ki, kaşla göz arasında mozoleye çekiçle saldırmasınlar!
Yılmaz Özdil
 
Bak güzel kardeşim, Bir kadınla sadece sevişilmez! Yani kadın sadece sevişmek için yaratılmamıştır! Bir kadın arkadaşın oldu mu bilmiyorum, olmadıysa hemen edin!

Çünkü bir erkeğin en yakın dostu bir kadın da olabilir!

Belki daha da iyi olabilir!

Önyargılarından arınırsın, kadınla sadece sevişilmediğini anlarsın!

Bir kadınla dertleşebilirsin!

Kadınla tavla oynayabilirsin!

Kadınla alışverişe gidebilirsin!

Kadınla sinemaya gidebilirsin!

Tüm bunları yaptın diye sonrasında sevişmek zorunda falan değilsin!

Bir kadın senin en yakın arkadaşın, moda tabirle, kankan olabilir!

Ve hatta kadın-erkek arkadaşlığı hemcins arkadaşlığından çok daha düzeyli olabilir bazen!

Sana öğretilen o ateşle-barut saçmalığından sıyrıl artık!

Kadınlarla sadece sevişilmez!

Bir kadın arkadaşla her şey yapılabilir!

Yürüyüşe çıkılabilir!

Bir köy kahvesinde sohbet edilebilir!

Evine davet edersin, birlikte yemek yapılabilir!

Tiyatroya gidilebilir!

Yani anlayacağın bir kadınla sevişmenin dışında da birçok şey yapılabilir!

Gelelim öteki yüzüne madalyonun...

Bir erkek de sadece sevişmek için yaratılmamıştır!

Bir erkek seni evine arkadaşça davet edebilir!

Bir erkekle kız arkadaşınla yaptığın sohbetin aynısını yapabilirsin!

Bir erkek seni sadece sevişmek için istemez!

Morali bozuk olabilir, bir arkadaşa ihtiyacı vardır, bir dost sesine muhtaçtır...

Seni, kardeşi gibi sevebilir...

Seninle zaman geçirmek istemesi senin bedenine sahip olmak istediği anlamına gelmez!

Eğer, bir kadın ve bir erkek arkadaşlığın ötesinde bir birlikteliğe sahipse onlara evde ne yaptığını sormamız sanırım bir muhabbetteki üçüncü kişinin durumuna düşmek demektir!

Sahi, senin hiç sevgilinde mi olmadı?

Olmadıysa, müsaitsen onu da edin!

Birlikte sinemaya gidin...

Sohbet edin...

Başını dizlerine daya sevgilinin...

Birlikte film izleyin...

Birlikte bir çay demleyin...

Sevişin...

Ha, bütün bunlar sana ters mi?

O zaman sen yapma güzel kardeşim!

Ama...

Karışma da!


1466305_567975029936676_1113161070_n.jpg







 
10 Kasım

Sırf bu sene içinde...

“İki ayyaş” dediler.
Atatürklü Türk bayrağını “yasadışı” ilan ettiler, “suç delili” yaptılar.
“Anıtkabir'i de yıkarız elhamdülillah” diye tehdit savurdular.
Antropoloji kitabını kameralara uzatıp “bakın raflarda kafatasları var, işte vesika burada, Mustafa Kemal'in imzası var, insani midir, vicdani midir?” diye sordular.
“T.C.”yi kaldırdılar.
Milliyetçiliği “ayaklar altına almak”la övündüler, “bu ülkede artık ulusalcı mulusalcı yok” diye kestirip attılar.
“Türk demeyelim, rahatsız oluyoruz” diyeni, akil insan yaptılar.
“Niye 10'uncu Yıl Marşı çalıyorsunuz” diye fırçaladılar.
“Vardar Ovası”na bile kafayı taktılar.
Atatürk “kabahat” oldu...
Anıtına çiçek koyanlara kabahatler kanunundan para cezası kestiler.
Padişaha doktora verdiler.
Okullarda Atatürk rozeti takmak, disiplin suçu haline getirildi.
Milli eğitim yönetmeliği değiştirildi, “Atatürk ilkelerine ve devrimlerine bağlı öğrenci yetiştirme” prensibine son verildi.
Çanakkale Zaferi'nin yıldönümlerinde tüm camilerde hutbe okunur, Atatürk'ten övgüyle, rahmetle söz edilirdi, hutbeye devam ama, Atatürk çıkarıldı.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nu destekleme yönetmeliği ortadan kaldırıldı, Atatürk'le ilgili proje, yüksek lisans filan yapıyorsan, fon mon yok.
Atatürk Canlı Ağaç Müzesi'ni rezidans ve otel yapılsın diye, sattılar.
Selanik'teki Atatürk Evi'nde güya tadilat yaptılar, eşyaları attılar, sanırsın kiralık evdir, bomboş, ziyaretçilerin duygularını yazdığı anı defterini bile yok ettiler.
“Andımız”ı yasakladılar.
Böceğe Atatürk'ün adını verdiler.
Devlet nişanı'ndaki Atatürk'ü sildiler.
*
Bana sorarsanız, Anıtkabir'e girerken malum şahıslara üst araması yapmakta fayda var...
Ki, kaşla göz arasında mozoleye çekiçle saldırmasınlar!

Yılmaz Özdil-Hürriyet

 
Finlandiya’ya giden Tayyip Erdoğan, ellerinde Türk bayrakları bulunan ve her yer Taksim sloganları atan vatandaşlar tarafından protesto edildi.


Finlandiya’dan İsveç’e geçen Tayyip Erdoğan, ellerinde Türk bayrakları bulunan ve ‘Andımız’ı okuyan vatandaşlar tarafından protesto edildi.


*


Eskiden yurtdışına giden başbakanlarımız, bölücü örgüt veya soykırım diyasporası tarafından protesto edilirdi. Şimdiki başbakan, ellerinde Türk bayrakları bulunan yurtseverler tarafından protesto ediliyor!


*


Neredeyse herkes cebinde Atatürklü Türk bayrağı taşıyor, ki, yolda bakana makana denk gelirsek açıp gösterelim diye… Kırmızı plakalı makam aracı gören, bağıra bağıra 10’uncu Yıl Marşı söylemeye başlıyor. VIP salonlarının kapısında adeta nöbet tutuluyor, kafayı dışarı çıkaran ıslıklanıyor. Yalaka basınımız yazmıyor ama, yolcular yuhaladığı için uçaktan inmek zorunda kalan bakanlar var.


*


Şemsiye açmadan üniversitelere giremiyorlar artık… Kampuslarda, amfilerde sağanak var.


*


Stadyumlara giremiyorlar. En son, Kadıköy’de 50 bin kişi Mustafa Kemal’in askerleriyiz tezahüratı yaptı. Tribünlerdeki protestolar duyulmasın diye, maçlar sessiz film şeklinde yayınlanıyor. Basketbol salonlarında yuhalanıyorlar, tenis kortlarında ıslıklanıyorlar, Kırkpınar’ın er meydanı Ne Mutlu Türküm Diyene’yle inledi, Gazi Koşusu’nu seyretmeye geldiler, hipodromda yuhalandılar.


*


Canlı yayınlar canlı bomba’ya döndü; kimin, nerede patlayacağı belli olmuyor. Bizim penguenci haber kanalı mesela, geçenlerde Boğaz Köprüsü’nden canlı yayın yaptı, şahane organizasyon falan diye anlatıyordu, vatandaşın biri zart diye el frenini çekti, kameranın önüne geçti, lanet olsun diye bağırdı.


*


Bundan böyle “gavat” kelimesi geçince hep hatırlanacak olan valinin durumuna, bi de bu gözle bakın lütfen… Dikkat edin olay anının görüntülerine, AKP’nin valisi sanki kendisini uğurlamaya gelmişler gibi, el sallıyor, ellerinde Türk bayrakları bulunan vatandaşlar yuhhhh diye bağırıyor, ıslıklıyor, vali makam aracına binip sirenlerle eskortlarla, yanında koşan sivil polislerle kaçmaya çalışıyor, vatandaşlar beddua ederek kovalıyor.


*


Sevilmeyen hükümet her zaman vardı ama, sokaklarda bayraklarla kovalanan hükümet ilk kez görülüyor.


*


Çünkü… Bürokrasinin, medyanın, hatta muhalefet partilerinin AKP’lileştirilmesi, dünya siyaset tarihinde görülmemiş bir dayanışma biçimi yarattı. Kendilerinden olmayanı “korkutmaya” ve “yalnızlaştırma”ya çalıştılar. Hiç bu kadar “cesur”, hiç bu kadar “kalabalık” olunmamıştı.
hürriyet
 
Kürdistan
El ele oturdular...
Bu parmaklarını öbürünün parmaklarına geçirdi...
Öbürü de parmaklarını bunun parmaklarına doladı...
Dolayınca...
Diğeri bacak arasından elini sokup öbürünün tek ayağını kucağına aldı...
Bir süre öyle, üç ayak aşağıda bir ayak yukarıda oturdular...

*

Diyarbakır’daki “barış sürecini” anlatıyoruz...

*

Ağlama kısmı...
“Ah diyorum ah... O da (Ahmet Kaya) burada olsaydı ah...” dediğinde törenin ağlama kısmına geçildi...
Durup dururken ağlamakta üç iddialı isim oradaydı:
İbrahim Tatlıses...
Bülent Arınç...
Emine Erdoğan...
Bülent Arınç ilk “fırt” ile önde başladı... Emine Hanım ona eşlik ederken... İbrahim Tatlıses iki “fırt” bir büyük mendil ile öne geçti...

*

Medya...
Diyarbakır’a giden gazetecinin basının işlevi konusunda yapacağı iki iş vardır:
Bir; poşu bulup dolamak...
İki; mendil bulup oynamak...
Gazetelerde daha çok elinde mendil, oynayan gazetecileri görmeniz hiç de rastlantı değildir... Uçaktan elinde mendil, oynaya oynaya inenler var...
Mesleki açıdan haber atlatmak değilse bile, halay atlatmak diyelim...

*

Başbakan’ın “Kürdistan” gezisinde protokol ve medya karşılaşırlar tabii ki zaman zaman...
Protokoldekiler birbirlerini kucağa aldıkları için, yuvarlana yuvarlana Kale Kapısı istikametinden gelirken...
Medya mendil ile oynaya oynaya Dağkapı yönüne gitmektedir...

*

Ne oldu diyor hâlâ Diyarbakır’da...
“Kürdistan” ilan edildi...
Devletin dilinden...
Daha ne olsun?..
Onlar anladılar, konuklarını “Kürdistan’a hoş geldiniz” diyerek karşıladılar, haritasını bile yayımladılar da...
Sen niye anlamıyorsun?..

*

Anlamayan salak kaldı mı?..

*

Nasıl anlatılır daha?..
Hâlâ anlamayan varsa...
İzninizle...
Biraz oynayıp geleyim...
 
“Yüzde 84 oranında oy kullanıldı, bunun yüzde 47’sini biz aldık, eğer yüzde 100 üzerinden bu hesabı yapacak olursanız, aldığımız oy yüzde 55.4’tür, kusura bakmasınlar, bu hesapları iyi biliyoruz” diyerek... Yüzde 100 üzerinden hesap yapıp, yüzde 115’i buldu. (Matematik)
*
Ha memlekete nükleer santral kurmuşsun, ha evine Aygaz tüpü bağlatmışsın, riski aynı. (Fizik)

*
Malazgirt zaferini anlatırken, “Romen Diyojen batarya batarya, gülle gülle saldırırken, Sultan Alparslan ve askerleri Allah Allah diye saldırıyordu” dedi, 1071’de gülle-top filan yoktu, çünkü barut teee 250 sene sonra toplarda kullanılmaya başlandı. (Kimya)
*
Ulemaya soralım. (Biyoloji)

*
“Akdeniz, beyaz deniz, White Sea olarak adlandırılır” dedi. White Sea, Rusya’nın kuzeyinde. (Coğrafya)

*
Marmaray’ı merhum Abdülmecid dedemiz çizdi. (Resim)

*
Miting esnasında hıçkırık tuttu, “biliyorsunuz, bizim Karadeniz’de bunun türküsü var, hıçkırık tuttu beni, tuttu da bırakmadı” dedi, halbuki o türkü Ege türküsü, hıkkıdık duttu beni, duttu da guruttu beni. (Müzik)
*
Milli eğitimin sloganını açıkladı, oku, düşün, uygula, neticelendir...
Baş harflerini yan yana diziyorsun, ODUN çıkıyor. (Türkçe)

*

“Türkçemizin abideleşmiş şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Sanat isimli şiirini okumak istiyorum” dedi, okudu ama, o şiir Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın değil, Faruk Nafiz Çamlıbel’in. (Edebiyat)

*

Van münüts. (Yabancı dil)

*

“Bunlar İstanbul’un tarihçesini bilmiyorlar, öyle elinde mercekle Romen Diyojen gibi dolaşılmaz” dedi. Mercekle dolaşan, hayali roman kahramanı Sherlock Holmes, mercek yerine fenerle dolaşan Diyojen’in İstanbul’la alakası yok, Sinoplu filozof, Romen Diyojen desen, Malazgirt’te Alparslan’a esir düşen Bizans imparatoru, sadece isimler değil, toplamda 1500 sene hata var. (Tarih)

*

Papaz kıyafeti giyerim, cami yıkarım, ulan, be, ananı da al git, bahtsız bedevi. (Din Kültürü ve Ahlak)

*

“Zonguldak’ta üniversite var mıydı?” diye sordu, “Yoktu” diye cevapladı, “Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’ni kim kurdu?” diye sordu, “2007’de biz kurduk” diye cevapladı, logosunda 1992 yazıyor. (Sosyal bilgiler)

*

İçki içen alkoliktir, içki içen AKP’ye oy veriyorsa, alkolik değildir. (Mantık)

*

Güya İspanya’yla Medeniyetler İttifakı kurdu, “Almanların Goethe’si, İspanyolların Sokrates’i var” dedi, Yunan’ı İspanyol yaptı, Cervantes yazar, Sokrates filozof. (Felsefe)

*

Değerli çocuklar... Dershaneye gitmezseniz, anca böyle olursunuz.
 
Başbakan, üniversite öğrencilerinin kız ve erkek aynı evde kalmalarının muhafazakar toplum yapımıza/ahlakımıza uygun olmadığını ve bunu engellemek üzere tedbirler alınacağına dair açıklamada bulunca durumdan vazife çıkaran valiler ve emniyet müdürleri üniversite öğrencilerinin evlerini basmaya başladılar. Nedense ahlak söz konusu olduğunda akla ilk cinsellik gelmektedir. Oysa neoliberal bir hükümetin öğrencilere ücretsiz barınma olanağı sağlamamış olması da ahlaki açıdan tartışılabilir. Toplumun kaynaklarını nasıl ve kimin için kullandıkları, hükümet ettikleri dönemde kimlerin nasıl zenginleştiği, ekonomi politik bir mesele olduğu kadar ahlaki bir mesele olarak da ele alınabilir. Ancak, öyle olmuyor. Ahlak denince hemen cinsellik ve kadim günahkar olarak kadınlar hedef tahtasına konuyor. Öyle ya yüzde doksan dokuzu (!) müslüman olan bir toplumda, dini etik geleneklere yaslanarak siyaset yapmaktan daha kurnazca ne olabilir?
Dinler, yalnızca evlilik içi cinselliği meşru kabul eder zira, cinselliği üremek ve soyun devamı olarak ele alırlar. Cinsel organların görevini üremekle sınırlandırırlar. Bu bağlamda Yahudi, Hıristiyan ve İslam ahlakında, evlilik dışı cinsellik ve eşcinsellik günah ve yasaktır, ahlaksızlıktır. Bu cinselliği değersizleştirme ve yasaklama tutumunun kökeni aslında antik Yunan’a kadar uzanmaktadır. Ortak noktaları, cinselliğin zevk almak, mutlu olmak için yaşanmasının aşağılık bir şey olarak görülmesidir. Hatta insanın ve insan doğasının ne olduğunu ilk soran filozof Kant’ta bile cinselliğin tek başına ele alındığında, haz nesnesi olarak insanı küçültüp itibarsızlaştıracağı fikirleri ile karşılaşılır. 20. yüzyıl bu anlayışla bilimsel, sosyolojik ve siyasal savaşım yüzyılıdır. Özellikle psikoloji alanında yaşanan gelişmeler, cinselliğin insan yaşamındaki rolünün üremekten ibaret olmadığını insan mutluluğunun çok önemli bir öğesi olduğunu ortaya koydu. Felsefe alanında ise tarih dışı bir insan doğası anlayışı bu yüzyılda mahkum edilmiştir. İnsan doğası içinde yaşadığı tarihe ve kültüre göre değişkendir. Yani baştan belirlenmiş bir doğanın/doğallığın emrinde değiliz. İçinde yaşadığımız, yaptığımız tarihin bir parçasıyız. Gasset’ye göre, “İnsan kendi başından geçen şeydir, yaptığı şeydir. İnsan doğası hakkında soyut ve genel olarak tanımlamalar yapmaya çalışmak spekülasyonlar olarak kalmaktadır. Sartre’a göre “İnsan nasıl olmayı tasarlıyorsa öyle olacaktır.” “Kendini nasıl yaparsa öyledir.” Bütün bunlar, cinselliğin insan doğasında değişmeyecek ve üremeden ibaret algısını yerle bir etti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve özellikle 60’larda zirve yapan cinsel özgürlük hareketi sayesinde insanlar, cinselliğe dini, politik ve ahlaki sınırlar getirilemeyeceğini, rızaya dayalı olmak koşulu ile erişkin insanların cinselliği özgürce yaşayabileceklerini anladılar. Cinsellikte sömürü, baskı ve başkalarına verilen herhangi bir zarar olmadığı sürece yasaklama olmaması gerektiği savunuldu. Bu yaklaşımın geniş kabul gördüğünü ve bugün de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İnsanlığın cinselliği din ve ahlak kurallarına mahkum eden anlayışa baş kaldırışı ‘Aşk’ı keşfetmesi ile de olmuştur. Aşk, insanı yücelten, karşısındaki insan için değişip dönüşmesine yol açan, kendisini aşmasına, gerçekleştirmesine hatta tamamlamasına yol açan bir insanlık hali olarak, cinselliğin de amacıdır. Aşık insanların cinselliği, birbirlerine karşı duydukları hislerin en yüksek ve en içten halidir. Aşk, insanların cinselliği karşılıklı olarak anlamlandırmalarına ve değerli kılmalarına imkan verir. Onu en mahreminde meşrulaştırır ardından özgürleştirir. Aşık insanların cinselliği benliklerinin dışavurumudur. Aşık olmak için evli olmak şart değildir. Evlilik dışı ilişkilerde yaşanan cinsellik en az evlilik içi cinsellik kadar anlamlı ve değerlidir. İnsan yaşamının somut pratiği bunu göstermiştir. Hatta bir mülkiyet ilişkisine yol açarak evlilik, aşkı tehdit edebilmektedir.
Marksizm’in insanlığa sunduğu büyük özgürleşme imkanı, patriyarkal düzenin ve burjuva aile yapısının reddiyle kadının sömürülmesine karşı çıkmıştır. Marksizm’in eşitliğe verdiği önem, kadın erkek eşitliğine de yansımıştır. Feminizm ise Marksizm’in ekonomi politik analizine kısıtlı kalmayarak, erkeğin kadın üzerinde yalnız cinsellik alanında değil, yaşamın bütün alanlarında kurduğu tahakküme karşı amansız bir mücadele yürütmüş ve büyük kazanımlar elde etmiştir. Bugün bu iki ideoloji, bir yandan ataerkil düzenin yıkılması diğer yandan kadın bedenini ve cinselliğini metalaştıran kapitalizme karşı mücadele etmektedirler.
Bugün biliyoruz ki; cinsellik toplumsal ve siyasal olarak inşa edilmiştir ve edilmektedir. Bu nedenle sadece belirli bir cinsellik ve ilişki tarzını kural olarak benimsetmeye çalışmak ya da dine dayanarak kutsamak, gerçekleri çarpıtmaktan ibarettir. Bu tür bir ahlakçılık iki yüzlüdür. Zira tarihin hemen her döneminde evlilik dışı cinsel ilişki olmuştur, bazı insanlar dünyaya eşcinsel olarak gelmiş; bazıları sonradan bu özelliklerini dışa vuracak kadar şanslı/cesur, çoğu ise kimselere belli edemeyecek kadar kederli olmuştur. Cinsellik insanın cesurca ve özgürce kullanması gereken en temel özelliklerinden biridir. Sadece üremek için değil, asıl mutlu olmak için sevişiriz. Bir mutluluk hakkı olarak sevişmek, şahane bir insan hakkıdır.
Öyleyse erişkin yaşta olan üniversite öğrencilerimiz için ‘kızlı-erkekli evlerde’ kaldıklarında sevişmiyorlar, ders çalışıyorlar diyerek bir savunma yapılamaz. Bu da ikiyüzlü ahlakçılığa pirim vermektir, onun altında ezilmek demektir. Savunulması gereken kadın erkek eşitliği, cinsel özgürlük ve eşcinsel haklarıdır. Hükümeti ahlaklı olmaya; vatandaşlardan topladığı vergilerle öğrencilere ücretsiz barınma imkanı yaratmaya, yurt yapmaya çağırmak gerekir. AKP, neoliberal-muhafazakar bir parti olarak patriyarkinin devamına hizmet etmek üzere kadınlar üzerinden bir hegemonik savaş yürütmektedir. Kaç çocuk doğurulacağı, doğum kontrol stratejileri, kürtajı yasaklamaya çalışması, anne sütü bankaları kurması, çocuk doğurmaya ilişkin yıllık ücretli izinlerin uzatılması, maddi yardım yapılması, evlenen öğrencilerin kredi borçlarının silinmesi ya da maddi teşvik yapılması… tüm bunlar hem dini hem de kapitalist hegemonyanın değişik yüzleridir. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” mücadele etmekten başka çare yok.

Alıntı: Cem Terzi
Şahane bir insan hakkı olarak sevişmek! - Evrensel.net
 
Başbakan Erdoğan Muğla’da yaptığı konuşmada dikkatle ve özenle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tüm kararların alındığı merci olduğunu vurguladı. Bu vurgusunu güçlendirmek için de “Burası otokratik rejimle idare edilen bir ülke değil, demokrasi ile idare edilen bir ülkedir” dedi.

Doğrusu katılmamak mümkün değil.

Peki, böylesi bir durumda son haftalara damgasını vuran dershane direnişi, demokrasi ve otokrasi arasında nereye tekabül ediyor? Öncelikle kavramların karşılığını herkesin kabul ettiği şekliyle hatırlamakta yarar var.

Otokrasi bütün siyasi yetkilerin tek bir kişinin elinde bulunmasıdır. Otokrat rejimlerin temel özelliği yönetimlerin halk adına karar vermesi, kendilerine göre “iyi”, “doğru” ve “güzel” olanları halka dayatmasıdır.

Öte yandan demokrasi ise halkın kendisi için “iyi”, “doğru” ve “güzel” olanlara karar vermesi, sorunlarının çözümlerini kendisinin üretmesi, yönetimlerin de bu çözümlerin hayata geçirilmesi için -varsa- engelleri ortadan kaldırmasıdır. Demokrasilerde, toplumun sorunlarına karşı ürettiği çözümlerin yönetimlere iletilmesi için temsilcilerini kullanması, bu rejimlerin belirgin özelliğidir.

Bir süredir müteşebbisler, ceplerinden harcadıkları paralarla açtıkları dershanelerin kapatılmasının teşebbüs hürriyetine aykırı olduğunu söylüyorlar. Aynı zamanda kendilerinin toplumda oluşan eğitim talebini karşılamak üzere bu yatırımları yaptıklarını ve yine TBMM’nin çıkarttığı yasalar çerçevesinde meşru ve haklı bir iş yaptıklarını belirtiyorlar.

Halk, çocuklarını dershanelerden eve çağırmadığına göre talebin ortada olduğu açık. Bu talebi karşılamak için dershaneler, yasalar çerçevesinde faaliyette bulunuyorlar.

Peki, tartışmalı durum ne?

İktidar “kapatacağım” diyor. Kanunen meclisteki gücünü toplayıp kapatabilir mi? Evet.

Ancak bu “evet”in demokrasilerde bir maliyeti olduğunu kabul etmek gerekiyor. Zira parlamentolar kararlarını alırlarken vekâleten görev yaptıkları millet adına hareket ederler. Yani asıl olan vatandaş, toplum; vekil olan ise iktidardır.

Bu çok özlü ve yalın mantığı kavradığımızda dershane direnişinin herhangi bir kriminal olaya yol açmadığı, şiddete bulaşmadığı yani hukukun sınırları içerisinde kaldığı sürece en meşru demokratik hak ve özgürlüklerden olduğunu anlarız.

İktidarın tasarrufunu ve eylemlerini yanlış ve haksız bulduklarına dair tüm argümanları üretme ve halkı bu konuda bilgilendirme, katılımcı demokrasinin temel işlevlerindendir. Öyleyse teşebbüs hürriyetinden eğitim hakkına kadar kendilerine göre birçok argümana sahip olan dershane sahiplerinin ve çalışanlarının kamuoyu oluşturma çabalarını, vekâleten görev yapan iktidarın karar verme sürecine katkıda bulunma ve etki etme olarak da pekâlâ okuyabiliriz.

Bu bağlamda sürece çeşitli tuhaf komplo teorileriyle yaklaşmak yerine çok temel ve meşru bir hak arama yöntemi olarak bakmak daha makul ve insaflı olanıdır. Mademki iktidarlar ve parlamentolar halk adına görev yaparlar, o zaman halkların da vekâletlerini verdiklerine muhakkak söyleyecekleri olacaktır.

Bu sözün en etkili şekilde söylendiği yer elbette sandıktır. Ancak bununla birlikte demokrasi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dediği gibi sadece sandıktan da ibaret değildir.

Bu anlamda meşru sınırlardaki hak arama yöntemlerini küçümsemek veya başka türlü anlamlar yüklemek demokrasinin doğasını gözden kaçırmak olur. Dershane direnişi toplumsal hak arayışının akıl dolu örneklerini içinde barındırmasıyla bu topraklardaki demokrasinin olgunlaşmasına ve restorasyonuna çok ciddi katkılar sunuyor. Bu sebeple de demokrasinin içselleştirilmesine katkı yapacak bir gözle bakılmayı hak ediyor.
Kaynak: Dershane Direnişi, Otokrasi ve Demokrasi
 
Efsane Gırgır’ın efsane tiplemesi vardı, Utanmaz Adam, şerefsizin önde gideniydi, adı Şeref’ti… Okumaya doyamazdık.*
Bi ara Dallas modaydı, Ceyar, karaktersiz karakter, haysiyetsizliğin bini bi para… Anında salgın gibi yayıldı, memlekette nerdeyse bütün tabelalar değişti, Dallas kafe, Dallas kuaför, Dallas marketpeyda oldu, Dallas eczanesi bile vardı.
*
Mükremin Çıtır, Tirbuşon, baltaya sap olamamış işsiz güçsüz serseriler, hatta yumurta topuk maganda, izlenme rekoru kırdılar.
*
Sayın ahalimizden en çok esemes alan, gelin oldu, damadı uyuşturucu komasından ölü buldular, tabuta Türk bayrağı sardılar, kaynana Semra’yı şehit anası ilan ettiler, televizyonlarımız cenaze namazından 80 saat filan canlı yayın yaptı. Hiç unutmam, o sırada atv Haber’i yönetiyordum, beş bin dolar vereyim tabutun önüne kamera takayım dedim, prensipte anlaştık, parada anlaşamadık.
*
O kadar şarkı yarışması yapıldı, en çok kim sevildi? Cinayetten sabıkalı olan ve esrarla yakalanan Bayhan.
*
Polat Alemdar, bildiğin çete reisi; tetikçisi Memati’yle birlikte üniversitede konferans verdiler,salon inim inim inledi, Türkiye sizinle gurur duyuyor… Kurtlar Vadisi çocuklara kötü örnek oluyor diye ceza kesen RTÜK Başkanı Zahid Akman desen, çocuklara çok iyi örnek oldu, Keriz Feneri’nden tutuklandı.
*
Binbir Gece, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü, Öyle Bir Geçer Zaman ki, hatta Muhteşem Yüzyıl, herkesin birbirini düdüklediği, belden aşağı mevzuları en çok tartışılan dizi, en çok reyting alan dizidir. Fatmagül’e tecavüz et, ister Hülya Avşar olsun, ister Beren Saat, fark etmez, ekrana yapışacağımız garanti.
*
Recep İvedik.
Öküzün önde gideni.
Gişe rekortmeni.

*
Türlü yalanlarla her kıstırdığını yatağa atan, sonra araziye uyan değil miydi Issız Adam?Ağlamaktan gözlerimiz şişmedi mi bu zavallı çocuğun dramına?
*
Savcıyız polisiz diye herkese telefon açıp, dolandırıyorlar, insanlara bankadan parasını çektiriyorlar… Cem Yılmaz banka reklamı yapıyor, dolandırıcı olarak.
*
Bu millet… Tabanca sesi duyduğu zaman, saklanacağına, balkona pencereye koşup nereden ateş edildiğini görmeye çalışan, dünyadaki tek millettir. Kavgayı merak eder. Efendi gibi spor programı yap, kimse suratına bakmaz, pislik yap, küfret, herkes büyülenmiş gibi nefes almadan seyreder. Taraftarın en sevdiği teknik direktör, ağzı en bozuk olan, hakemlerle en çok hır çıkaran, sağı solu tekmeleyen, futbolcularını aşağılayan teknik direktördür. Centilmen teknik direktör sevilmez, pısırık bulunur. Sporcularla alakalı belgesel çek, kimse seyretmez, Nouma sahanın ortasında tombala çekti, televizyon yıldızı oldu.
*
Türkiye’de örnek tavırlar sergileyen bir insanın örnek alındığını asla göremezsiniz. Doğru, küçümsenir. Yanlış, onore edilir.
*
İstanbul Esenler’de randevuevi basıldı, kadın tüccarı mama’nın, bi kaç sene evvel kimsesiz kızlara yardımlarından ötürü “yılın annesi” seçildiği ortaya çıktı iyi mi!
*
Dünya beyefendisi rahmetli Erdal İnönü’ye mesela, uzaylı E.T. lakabı takılmıştı, nezaketiyle alay edilirdi. Ananı da al git, bahtsız bedevi diyene, karizmatik diyorlar.
*
Bakın… Bir internet sitesi, yılın valisi’ni seçmek üzere anket yapıyor. Adana Valisi ilk 10’da bile değildi. Vatandaşa “gavat” dedi. Patladı. Şu anda en yakın rakibinden 20 misli fazla oy almış vaziyette… Sayın ahalimiz gavatçıyı yılın valisi yapmak için çırpınıyor. Bütün valileri topluyorsun, bi gavatçı kadar etmiyor.
*
O nedenle, TBMM çatısı altında milletin vekillerine, senin a..ına koyarım, o…spu çocuğu, senin ananı s…rim, senin kıçını s…rim diyen AKP’li arkadaş, derhal cumhurbaşkanı adayı yapılmalıdır, cumhurun yedi sülalesine dümdüz gitmesi için Çankaya’ya oturtulmalıdır.
*
Ya da şöyle sorayım… Cezaevi karmasıyla TBMM arasında bilgi-kültür yarışması düzenlense, sizce hangisi kazanır? Hapislere tıktığımız profesörler, kurmay subaylar, gazeteciler, pırıl pırıl üniversite öğrencileri mi? Yoksa bunlar mı?

Yılmaz Özdil

Nazar etme ne olur kfret senin de olur - Ylmaz ZDL - Hrriyet YAZARLAR
 
Tarikatlar
Siz, ilk gençliğinde Türkiye'nin bir tarikatlar ülkesi olduğunu bilenlerden miydiniz, bilmeyenlerden mi?

Ben bilmeyenlerdendim.

Çünkü dedemin babası Osmanlı subayı, dedem yargıç, babam savcıydı ve bu aile beni yetiştirirken Cumhuriyet ilkelerini aşılamıştı.

Tarikatların varlığından haberim bile yoktu.

Sonra bir gün bu gerçekten haberim oldu; büyük bir merakla "Tarikatlar Tarihi" kitabını okudum ve derin Türkiye'nin farkına varmaya başladım.

Biz memur çocukları; Cumhuriyet ve biraz da Batı kültürünün etkisiyle, sahnede olup biteni görüyor ve sahne gerisindeki ilişkileri kavrayamıyorduk.

Bu yüzden de tarikat ilişkileri çerçevesinde yetişen insanlardan farklıydık. Bu fark bugün de devam ediyor.

Tarikat dünyasında olanlar, siyaseti ve ticareti bu ilişkiler ağı sayesinde yürütüyorlar.

Dışarıdan bakan ve Türkiye'yi "normal" bir ülke sananlar ise olup bitenlerden hiçbir şey anlamıyor.

Ayrıca terminolojimiz, dünyaya bakışımız ve düşünüş tarzımız tarikat çevrelerinde büyüyen insanlardan tamamen ayrı.

Onlar da bize yabancı gözüyle bakıyorlar zaten.


***
Bu konuda kitaplar devirmeye başladığım zaman ilk farkettiğim şey; tarikatların Osmanlı İmparatorluğu'nda siyasi parti işlevi üstlendikleri oldu.

Bu tarz örgütlenmelerin yasak olduğu bir toplumda, siyaset yapmanın en yaygın biçimiydi bu.

Tarikatlar o kadar güçlüydü ki; toplumun dengelerini gözeten Osmanlı Padişahları'nın her biri ayrı tarikatlara mensup olabiliyordu.

Mesela Yavuz Sultan Selim, Sümbüli tarikatına bağlanırken Abdülhamid Nakşibendi kimliğini öne çıkarıyordu.

Siyasal denge meselesiydi bu.

Okuduklarım arasında en şaşırtıcı olanlardan birisi de İran'daki kadın tarikat lideriydi.


***
Cumhuriyet dönemi başladığında tarikatlar, tekkeler, zaviyeler kapatılmış ve modern bir toplum yaratma çabaları başlamıştı.

Bu işlem, toplumun köhne şark alışkanlıklarından kurtulması için hafızasının sıfırlanmasını gerektiriyordu.

Biz bu devrim kültürünün yetiştirdiği kuşaklara mensubuz.

Dolayısıyla ilk gençliğimizde ne Türkiye'nin tarikat yapısını görebildik, ne arkaik ticari ilişkilerini, ne Ortadoğu bağlantılarını, ne de bölgesel şovenizmi.

Ankara yönetimi, ideolojik önderliği elinde tutuyor ve toplumu düzenliyordu. Bu işlemi yürüten CHP ise hiç tarikat etkisi altına girmemişti.

Ama bütün bu yapılar, kül altında sıcaklığını koruyan ateş gibi varlığını sürdürdü ve yeni kurulan siyasi partiler içinde örgütlenme olanağı bularak karşımıza çıktılar.

Biz bu siyasi partileri modern örgütlenmeler sanıyorduk; o partilerin içinde tarikat mücadelesi yapan kişilerin varlığından haberli değildik.

Cumhuriyetin, CHP dışında kalan siyasi partileri bilemediniz on-yirmi yıllıktı ama bu milletvekili ve bakanların yüzlerce yıla dayanan gerçek partileri vardı.

Altı yüz yıllık, bin yıllık tarikat bağlarıyla hareket ediyorlardı.

Buzdağının, su kesiminin altında kalan kısmıydı onlar.

Ve bu toplumda; akla uygun davranmayı, sağduyuyu, rasyonalizmi, çağdaşlığı savunan insanların önüne çıkan sağır ve kahredici duvarın temel nedenlerinden biri de bu arkaik yapı idi.
Zülfü Livaneli (2001)

S A B A H O N L I N E 10.02.2001
 
Son düzenleme:
[h=1]Mazlumdan zalime evrim teorisi![/h]Zalim nasıl mazlum olabiliyorsa, mazlum da zalim olabiliyor.
Yakın dönem tarihimizin bir özeti de bu.
“Zalimler”e karşı zafer kazandıklarını düşünen “mazlumlar”şimdi birbirlerini “zalim” ilan ediyor.
Bu kez, karşılarında birlikte muzaffer olduklarını sandıkları “eskizalimler”i de mazlum ilan ederek.
Kafanız karışmasın.
Türkiye hikâyesi bu.
Türkiye’nin özeti, “zırhlı araba” verdiğin savcıyı şimdimenfaatçi ilan edip bir de, sıtma şu yana, ölümü bile göstermektir.
Türkiye’nin özeti, iktidarın, cemaatin, muhalefetin, medyalarının, tetikçilerinin,Ergenekon vesaire cemiyetinin yaptıkları slalomlar, danslardır.
Milyonlarca insanın yoksulluğu, yoksunluğu, acıları üzerinde; sadecekendi dertleri, sadece kendi çıkarları, sadece kendi hakları, sadece kendiözgürlükleri, sadece kendi korkuları için tepinmektir.
Milyonlarca insan, bu mahfillere gözü kara bağlanmayı az bırakıp biraz öteyeçekilerek “Yuh hepinize” diyebilse, bu ülkede hakiki devrimolur!

***

Oysa olmuyor.
O yüzden, sadece evrim var.
Maymundan insana olana istersen inanma da, mazlumdan zalime birevrim işte!
Bir tarafta “çete” bir tarafta “haramiler”.
Kendi polisleri, kendi savcıları, kendi yargıçları.
Sen, sıradan insansan, korkacaksın bu mülkiyet ilişkisinden.
Bir ötekine çarpan zaten arada seni ezer.
Mülkiyet ve tahakküm uğruna, fitne, fesat, yalan gırla.
Hakikaten neye inandıklarını, hakikaten bunca kötülük, adilik içindenasıl bir temizlik, nasıl bir ruh, nasıl bir cennet umabildiklerinibilmiyorsun.
İktidar yalanı, cemaat yalanı, medya yalanı, yargı yalanı, polis yalanı,kurmay yalanı.
Dershanesine dokunulunca biriktirdiği yolsuzlukların defterini açanbir inanç ve hizmet topluluğu…
Kasasına dokunulunca yüzlerce polisi, savcıyı yerinden oynatıphukuku tamamen kendine bağlayan bir inanç ve adalet iktidarı.
Bizatihi kendi darbelerini artık kendileri örgütleyen, o yüzden “kendidarbecileri”ni bulup ittifak arayan riya orduları.
“Zamanlama manidar” ama arsızlık, yüzsüzlük tüm zamanlarötesi!

***

Belki ağır kaçacak ama tükürdüğünü yalama ve yaladığına tükürmemevsimlerindeyiz.
Birileri neyi, kimi, hangi kurumu, hangi yöntemi övmüşse onu yerin dibinebatırıyor; kimi karalamışsa da onun çamurunda banyo yapmak için soyunuyor.
Kim kimi hangi göreve getirmişse .oklamaya; kimi yerin dine batırmışsaaklamaya, koklamaya koşuyor.
Bu ikiyüzlülükten siyasi ahlak, bu ikiyüzlülükten ahlaklı hizmet, buikiyüzlülükten adalet, emniyet, silahlı kuvvet filan bekliyorsun ya, kabahatinçoğu da sende.
İnşaat ve ifşaat bekleyebilirsin; ama itimat, zor!

***

Alttaki fotoğraf, o eski mutlu günlerden.
Birgün gazetesi yeniden yayınladı.
Bir inceleyin, bakın.




$911284_eef7e0aedfce603032d2d066031bde74.webp

Fotoğraftakilere “bir açıdan” bakarsanız, devrin başbakanyardımcısı; 28 Şubat mağduru ve Susurluk mağruru.
Devrin devlet bakanı, o partisini terk edip yeni parti kurduktan sonra, öncebiraz Başbakan, şimdi Cumhurbaşkanı.
Devrin belediye başkanı, önce yasaklı, sonra yeni partisiyle 11 yıldırBaşbakan.
Devrin ve bugünün Cemaat lideri epeydir yurtdışında.
Hep birlikte makas alıp güle oynaya açtıkları “İslami banka”yaşimdi iktidar “dolar fırsatçısı” damgası vurdu.
Cemaat liderine göre ise iktidar harami; Başbakan’a göre Cemaatçiler çete,casus, örgüt.
Soldaki gülün, gülüşün, unutuşun Cumhurbaşkanı ise iki arada bir derede,açıkça konuşamadan, gazeteciden elçi yaratıyor.
Hoca’nın yanında gülümseyen, eski Beşiktaşlı yönetici, yeni Kasımpaşalı Kalkavan.
O günden geleceği gören tek eleman, yüzü olmadan, sol köşeden sağeliyle (yanılmıyorsam) telsizi uzatan.
Kayda başlamış çoktan.
Ne olur ne olmaz diye!
Haklı.
Bir o fotoya bak bir de şu totoya!

Umur Talu

http://www.yazaroku.com/guncel/umur-talu/10-01-2014/mazlumdan-zalime-evrim-teorisi/661367.aspx
 
Son düzenleme:
: COK AMA COK OZUR DILERIZ !
Bugune kadar bu ulkede onbinlerce yolsuzluk olaylari oldu , darbeler ve hukuk katliamlari oldu insan haklari da binlerce kez ihlal edildi envai cesit faili mechuller yasandi ama nedense ve sadece bu sonuncusunda Avrupa birligi , Amerika ve Israil bizi kurtarmak istiyor (!?) Onlar bu hukumetin gitmesini isteyerek bize ne buyuk bir iyilik yapiyorlar !? Tesekkurler Avrupa ! Tesekkurler Amerika ! IYI niyetli koruyucu Israil sana da Tesekkur ederiz !? Iyi ki varsiniz ve iyi ki bizi kurtariyorsunuz ! Bizde basimizdakileri Amerikanci , Israilci saniyorduk megerse sizi de uzmus sizleri de kandirmis bunlar sizleri de rahatsiz etmis bizim bu sectigimiz yoneticiler !
Lutfen bizi Affediniz ve biz bir daha ki sefere sizlere layik insanlari getirecegiz basimiza !!! Bu bize ders oldu ama lutfen bizi bir kere daha kurtarin ! Kurtarin da bunu nasil yaparsaniz yapin ! Darbe ile olabilir Cunta ile olabilir 28 subat yakin oyle olabilir ya da Gezi parki piknik mangal ayarlayabilirsiniz yada en GUZELI BIR YARGI DARBESI olabilir lutfen bir cozum bulun ve BIZI KURTARIN !
 
HATIRLAYIN; Mustafa Sarıgül’ün CHP’ye kabul edilmesi epey gecikmişti.
Kemal Bey Sarıgül’ü CHP’de istemiyordu.
Diretiyordu.
Bu konuda toto oynayanalar bile vardı.
Bazıları, “Nasıl kabul edilsin? CHP, adam hakkında koca bir dosya yolsuzluk raporu hazırladı!” diyorlardı.
Bazıları da, “Baronlar toplantı üstüne toplantı yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun direnme şansı yok” diye bastırıyordu.
Peki ne oldu?
Kılıçdaroğlu ikna edildi!
Bu süreçte Sarıgül; “Erdoğan’ın dönemi bitiyor, benim dönemim başlıyor benimle olan kazanır!” diye sağda solda ‘ayar’ çekiyordu.
İlk denemesinde Amerika’da muhatap bulamayan Kemal Bey, Sarıgül’e geçit verdikten sonra daveti kaptı.
Sonra da “anlaşmak” için Amerika’ya koştu. Bu anlaşmanın tüm detayları Kemal Bey’in Amerika ziyaretinde Huffington Post haber sitesine verdiği röportajda gizli.
Kemal Bey o röportajda şunları söylüyordu:
“Ben belli bir koltuğa bağlı olarak siyaset yapmıyorum. Ben ülkenin iyiliği için, gelişmesi ve demokratikleşmesi için siyasetteyim. Koltuğuma âşık değilim.”
Sonra da ekliyordu:
“Koltuğumu Mustafa Sarıgül’e bırakabilirim”
Huffington Post muhabiri Joe Lauria’nın “Gülen Hareketi ile birlikte AK Parti karşıtı bir cephe kurup kurmadıkları” şeklindeki sorusuna ise; “Biz hükümetten baskı gören tüm grupların yanındayız” diyordu.
Daha açık bir ifadeyle bu ittifakı doğruluyordu.
Amerika dönüşü Kemal Bey’de inanılmaz bir rahatlık görünüyordu.
Zira 17 Aralık darbe girişiminden önce bu sütunda “CHP’nin ürküten sessizliğini” yazmıştım.
30 Mart seçimlerinin CHP için bir kader seçimi olacağını, lakin çok heyecansız olmasının ürküttüğünü söylemiştim.
Yanılmadım.
Kemal Bey’e, 30 Mart seçimleri için yorulmasının gerekmediği Amerika’da söylenmiş!
“Sen yorulma biz halledeceğiz” denmiş.
Devlet içine sızmış paralel terör yapılanmasının 17 Aralık darbe girişimi resmin tamamını görmememizi sağladı.
Kemal Bey bu operasyonun ardından hatırlayın hemen ABD’nin Ankara Büyükelçisi’ne koştu.
Muhtemelen orada kendisine “Bak gördün mü, biz sözümüzde duruyoruz” dendi.
Peki koltuğunu Mustafa Sarıgül’e bırakmayı kabul eden Kemal Bey’e bunun karşılığında ne sözü verildi dersiniz?
Sıkı durun!
“Seni Cumhurbaşkanı yapacağız” dediler.
Kemal Bey bu teklif karşısında eminim; “Yahu siz Çevik Bir’e de bu sözü vermiştiniz, sonra adamı içeri attılar” demiştir.
Aldığı cevap ise, “O vakit, Çevik Paşa’yı çıkaralım” olmuştur.
Nitekim de çıkardılar.
Ve son bir not!
Kemal Bey’in akıbeti de Çevik Bir’den farklı olmayacak.
Paralel terör yapılanmasının, uluslararası güç odaklarıyla birlikte kalkıştığı bu darbe girişimi göreceksiniz sonuçsuz kalacak.

Turgay Güler


http://www.aksam.com.tr/yazarlar/kemal-beye-cumhurbaskani-yapma-sozu/haber-272170
 
: COK AMA COK OZUR DILERIZ !
Bugune kadar bu ulkede onbinlerce yolsuzluk olaylari oldu , darbeler ve hukuk katliamlari oldu insan haklari da binlerce kez ihlal edildi envai cesit faili mechuller yasandi ama nedense ve sadece bu sonuncusunda Avrupa birligi , Amerika ve Israil bizi kurtarmak istiyor (!?) Onlar bu hukumetin gitmesini isteyerek bize ne buyuk bir iyilik yapiyorlar !? Tesekkurler Avrupa ! Tesekkurler Amerika ! IYI niyetli koruyucu Israil sana da Tesekkur ederiz !? Iyi ki varsiniz ve iyi ki bizi kurtariyorsunuz ! Bizde basimizdakileri Amerikanci , Israilci saniyorduk megerse sizi de uzmus sizleri de kandirmis bunlar sizleri de rahatsiz etmis bizim bu sectigimiz yoneticiler !
Lutfen bizi Affediniz ve biz bir daha ki sefere sizlere layik insanlari getirecegiz basimiza !!! Bu bize ders oldu ama lutfen bizi bir kere daha kurtarin ! Kurtarin da bunu nasil yaparsaniz yapin ! Darbe ile olabilir Cunta ile olabilir 28 subat yakin oyle olabilir ya da Gezi parki piknik mangal ayarlayabilirsiniz yada en GUZELI BIR YARGI DARBESI olabilir lutfen bir cozum bulun ve BIZI KURTARIN !
milyar dolarlık yolsuzluk olduğu gerçeğini hiçbirşey değiştiremiyor:36::36::36::36::36::36:
 
Back
X