Limonluşeker'in sinema günlüğü


Atlı Karınca filmi ile ilgili söyleyebileceğim çok fazla şey olmasına rağmen, izlemeyen olabilir adına kısa tutmaya çalışayım.
Aslında bu tarz dikkat çekici yapımları, bir olayı anlamak adına bu kadar içine girmeyi seven bir insanım.
Filmde gerçekten insanın gözünü rahatsız edecek, mide kaldıracak bir sahne yok ama o duyguyu yaşayabiliyorsunuz.
Filmin bütün havasında var olan hüzün, insanı bu konuda bir şeyler yapmaya iter güçte olmuş.
Ben korkuların ve 'tabu'ların ancak üzerine gidilerek yenilebileceğini düşündüğümden, herkese izlemesini tavsiye ederim.
Filmin beni en çok etkileyen yönü ise zamansız oluşu.
Ben izlediğimde filmi, sanki bir arkadaşım duyguğu bir olayı, belkide bir şehir efsanesini anlatıyor hissine kapıldım.
Kafamda istediğim zamanla özdeşleştirebildim senaryoyu.
Tabi ki eksik yönleri çok, ama istenilen mesajı sonuna kadar verdiğini düşünüyorum.
 

anladım canım... aslında filmin konusu gerçekten önemli bir konu ama ben nedense böyle toplumun kanayan yarası olan töre, terör, ensest gibi konuların çok dikkatli işlenilmesi ve olaya tek ve taraflı açıdan bakılıp filme bu şekilde yansıtılmaması taraftarıyım... o yüzden böyle filmleri izlemeden önce iki kere düşünüyorum ve çekiniyorum açıkçası.. şu sıralar dağ filmi var vizyonda o filmi de izleyip izlememe konusunda hala kararsızım bide simurg var o da yakın tarihle alakalı... dediğim gibi sadece izleyici olsam izler geçerim ama çevremde herkes bana görüş soruyor bende bir şey demektense kolaya kaçıp izlemedim diyorum böyle filmler konu olunca onun için de izlemiyorum...
 

O da doğru bir bakış açısı fikrimce.
Dağ filmini ben de çok merak etmeme rağmen, aldığım olumsuz tepkiler doğrultusunda gitmedim.
Simurg'u duymadım, bir araştırayım.
Bu aralar vizyonda izlemek istediğim Uçuş adlı(denzel washington hayranıyım da) bir film vardı bir tek, benim için hüsrandı tam anlamıyla.
Başka da aslında bulamıyorum desem yeridir, halbuki film sezonu açıldı.
Ocak-şubat aylarından daha ümitliyim.

İnsanlar kızıyor olsa da 'sinema' da izleyeceğim filmin, benim için farklı olması gerek.
Evdeki beyaz camda algılayamayacağım bir etkisi olmalı.
Bu yüzden mecbur kalmadıkça, projem olmadıkça yerli yapımları sinemada izlemiyorum, dvd alıyorum.
Türk sineması senin gibi düşünenler yüzünler bu halde tepkilerine maruz kalsam da, önemli olan kitleyi oraya çekmek, başaramıyorsa ben ne yapayım diyorum.
 

Oooffff tlfk sen ne güzel cümleler kuruyorsun öyle.
Ne kadar güzel ifade ediyorsun söylemek istediklerini ...
Ne kadar güzel bir Türkçe ile yazıyorsun.
Okumaya doyamıyorum böyle yazanları görünce. :))))

Bu arada ben de yerli yapımları sinemada izlemeyi tercih etmem genelde ama Dedemin İnsanları harikaydı benim için.
Onu ve Issız Adam'ı sinemada izlediğime hiç pişman olmadım.
 

türk sinemasının gerçekten desteğe ihtiyacı var ama dediğin gibi biraz fazla reklam yapılması lazım.. şimdi vizyonda olan çakallarla dans, laz vampir, sümelanın şifresi gibi bu tarz filmleri ben 'film' kategorisinde bile değerlendirmiyorum... bu görüşüme karşı çıkanlar olabilir ama benim için böyle izlemiyorum ne sinemada ne evde çünkü boşa harcıycak zamanım yok benim kaliteli bi film kendini direk belli ediyor zaten en son uzun hikayeye gittim hemde 2 kere çünkü uzun zamandır bekliyodum ve çok sevdiğim bi yazar olan Mustafa Kutlu'nun eseriydi hakettiği ilgiyi göremedi ama olsun...
 
Son düzenleme:

Utandım...
İltifatlarınız için çok teşekkür ederim, anlatabiliyorsam kendimi ne mutlu...

İşte mesele de orada zaten, insanları oraya çekebilmek.
Yerli sinemanın böyle bir eksisi var günümüzde.
Eğer filmin izlenmesi istiyorsa, nam salmış oyuncular ya da kalitesiz bir kurgu ama mükemmel bir reklam yapmak yerine, hikaye ve samimiyete yönelmeliler.
Bazıları hedef kitlesini çok afedersiniz ama 'salak' yerine koyuyor, bu topluma çok bile, izlesinler tadında yaklaşıyor.
Bazıları da benim kitlem belli, sanatım bu, herkese hitap etmek beni düşürür deyip işin içinden sıyrılıyor.
Özellikle Nuri Bilge filmlerinde derin bir off çekerim, bitse bu işkence diye saate sıkça bakarım.
Arasını tutturmak zor olmamalı, başaranlar oldukça var.

Ben yeni nesilden çok ümitliyim, Çağan Irmak da takip ettiğim yönetmenlerdendir.
Onun ayrı bir gözü olduğuna inanırım ve en unutamadığım filmi de 'Ulak'tır.
O gün sinemadan çıktığımda, gözlerim ışıl ışıl bir şekilde 'bu ülkede artık film yapılıyor' dediğimi hatırlıyorum.
Umarım daha niceleri gelir, biz de heyecanla o karanlık salonlarda yerlerimizi alırız.
 

dediklerine aynen katılıyorum yerli filmler ikiye ayrılıyor biri halk için olan ama halkı salak yerine koyan diğeri de sanat için yapılan

çağan ırmak'ın ortayı bulan yönetmenlerden biri olduğunu düşünüyorum ama ıssız adam filmi benim için tam anlamıyla fiyaskoydu..

uzun hikayeyi izledin mi merak ettim
 

Sonuna kadar haklısınız.
Ben en çok da bu kadar 'saçma sapan' filmin, nasıl çekildiğine hayret ediyorum.
Bir film demek, en en kötü 500bin lira demektir.
Bunu sinema salonlarına yollamak, vs de işin içine girince 1milyon tl gibi bir rakam çıkıyor ortaya.
Böyle meblağlar nasıl heba edilir, aklım ermiyor.
Yeni nesilden genç yönetmenler para denkleştiremediği için hayallerini ertelemek hatta 'sürünmek' zorunda kalırken, böyle film çöplüğü büyük tezatlık oluşturuyor gözümde.

Aslında reklam yapılıyor olsa da doğru reklam mıdır yapılan, o mevzu tartışılır.
Uzun Hikaye'yi ben de beğenerek izleyenlerdenim ama açıkçası yine de aklımda soru işaretleri var.
Senaryonun doruk noktası olmadı benim için, ya da o kadar çok uzatılmış ki doruk nokta çivileme düşüşe geçmiş ve izleyicinin aklında kilit bir sahne olmadan filmden ayrıldığını düşünüyorum.
En azından benim için öyle oldu diyebilirim.
 

Ben de bir ara umutluyum diyordum ama şimdi bakıyorum da, bizden bir cacık olmaz diye düşünüyorum malesef. (
Çok kötü filmler yapıyorlar çoğunlukla ve dediğin gibi izleyiciyi aptal yerine koyuyorlar.
Sadece filmlerde değil, dizilerde de bu böyle.
Taklit film yapıyorlar bir de. Sanki konu kıtlığı var.
Hayatta neler neler oluyor, azıcık kafa yorsunlar da orijinal bir şeyler çıkarsınlar ortaya.
Çok çok gerilerdeyiz ve ben iyi bir geleceğimiz olduğuna inanmıyorum bu konuda.
Bir de şöyle bir şey var; sanki insanlarımız eleme yapamıyor izleyici olarak.
Yani Özcan Deniz filmlerini düşün; nasıl da rekora koşuyor filmleri!
O adamın filmine böyle koşarsa millet, kimse daha iyisini yapmak için uğraşmayacak sanırım.

Duvara Karşı da bayıldığım filmlerdendir ayrıca. Fatih Akın harika bir iş çıkarmıştı.
Sonra kayboldu adam. :/
 

biraz uzatıldığı konusunda haklısınız ama kitaptan uyarlama olması bunun nedeni galiba...(spoiler) beni etkileyen senaryo değilde karakterler oldu evet bu da var bu da var dedim yani o insanlar yapmacık değilde benim tanıdığım insanlarmış gibi geldi... 2 sahne var benim için birinde güldüm diğerinde ağladım... ağladığım babasıyla oğlun ölüm haberi üzerine sarılma anıydı gülmem ise yani işte bu dediğim sahne son sahneydi sevdiği kızı kaçırıp büyüdüğü vagona götürmesiydi...
 

Fatih Akın kaybolmadı

Onun soul kitchen filmini izledikten sonra onun filmlerini yerli kategorisinde değerlendirmemeye karar verdim ben...
 
Fatih Akın kaybolmadı

Onun soul kitchen filmini izledikten sonra onun filmlerini yerli kategorisinde değerlendirmemeye karar verdim ben...

İşte en son 2009da yapmış filmi.
Sonrasında yok. :))
Ben soul kichen'ı izlemedim de Duvara Karşı gibi şeyler yapsa çok iyi olurdu diye düşünüyorum hep sadece.
Öyle iddialı, zor, cool filmleri seviyorum.
Çok büyük bir yönetmen olabilme potansiyeli vardı o adamın ama işte ... ://
Bıraktı demek ki bu işleri.
Bu yıl bir belgesel de çekmiş gerçi de ben film istiyorum.

 

amacım iki farklı kategoriye ait filmi karışılaştırmak değil,senin bana göre ne kadar farklı düşündüğünü ifade etmek için iki film üzerinden konuştum. yoksa elbette ki ikisi kategori olarak farklı filmler. sohbetinizi de ilgiyle okudum,ama maalesef yerli yönetmen kısmım kıt olduğundan katılamıyorum:2:

 


Cemal Şan’ın 8 Gün Üçlemesi

Dilber´in Sekiz Günü (2008)

Dilber Ali’yi, Ali de Dilber’i çok sevmektedir.. Ancak evlenmelerine bir mani vardır o da Ali’nin babasının Ali daha çocukken bir arkadaşıyla kızıyla oğlunu evlendirmek üzere sözleşmesidir..

Bu karar Dilberi çileden çıkarır ve önce kendi babasına hesap sorar sonra da Alinin babasına.. Aldığı tek cevap ‘töredir’.

En son Alisine sorar.. Sevdiği adama.. Ali babam ne derse töre ne derse o olur der…

Dilber de oracıkta herkesin önünde söz verir, yemin eder… Bu tepenin ardından beni ilk isteyene varacağım, ne düğün ne takı ne de gelinlik istiyorum o gün gelene kadar da ahırda hayvanlarla yaşayacağım çünkü onlar bile sizden daha insan…

Hemen ertesi gün Ali’nin düğünü olur.. Dilber ahırda sesleri dinler..

Dilberin verdiği sözü duyan bir adam vardır ve tepenin ardından koltuk değnekleriyle ağır ağır köye gelir.. Dilberi istemeye.. Tek başına gelir çünkü her kapıdan çevrildiği için artık kimse onunla gelmek istememiştir..

Dilber verdiği sözü tutar ve hiç tanımadığı bu adamla bir yolculuğa başlar onun karısı olur ve peşinden kasabaya gider…

Asıl hikaye burada başlıyor onun için bu kısmı anlatmıyorum.. Filmin sonu sürpriz bir şekilde bitti benim için. Fırat Tanış ve Nesrin Cevadzade’nin oyunculukları tek kelimeyle mükemmeldi.

Fırat Tanış’ın oynadığı karakterden önce nefret ettim ne hakla gelip Dilberi ister onun gönül kırıklığından yararlanır dedim ama eve geldikleri andan itibaren ben o adamı tanımaya ve sevmeye başladım filmin sonunda en çok o karakteri sevdiğimi farkettim.. Dilber aslında saf ama asi de bir ruhu var her an patlamaya hazır gibi ama bir yandan da birilerine güvenip tutunmak istiyor diğer yanıda herkesi ve her şeyi terketmek istiyor.. Bu ikilem içinde yabancı bir adamla 5 gün geçiriyor…

Replik: Ruhumun prensesi…
 


Zeynep'in Sekiz Günü (2007)

Dilber’den sonra beğeni sıramı Zeynep alıyor.. Çoğu kişi serinin en kötü ve en sıkıcı filmi olduğunu söylüyor ama bana Ali’nin sekiz gününden daha güzel geldi..

Filmin çok iç sıkıcı, insanı daraltıcı hatta bilgisayarın ekranına kafa bile attırabilesi bir etkisi var. Bu da Fadik Sevin Atasoy’un on numara oyunculuğundan kaynaklanıyor.

Zeynep tek başına yaşıyor.

Her sabah aynı saatte kalkıp önce tuvalete gidiyor ardından dişlerini fırçalıyor.

Kahvaltıda iki yumurta yiyor akşam yemeğinde de makarna.

İşyerinde sadece işini yapıyor kimseyle konuşmuyor.

İşe giderken kahverengi etek ceketini giyiyor ve kahverengi çantasını takıyor her gün.

Bu düzen hiç ama hiç bozulmuyor.

Zaten öyle bir düzen ki Zeynebin suratına bile yerleşmiş ne mimik var ne bir duygu put gibi bir kız.

Sonra bir gün bir arkadaşının doğum günü partisine davet ediliyor oraya gitmek için ne ruhsal bunalımlar atlatıyor neler çekiyor ve sonunda iç mücadelesinden kurtulup partiye gidebiliyor.

Bu kısma kadar film siyah-beyaz çekilmiş. Aynı Zeynebin iç dünyası gibi sonra partide bir şey oluyor hem gerçek Zeynep ortaya çıkıyor hem de film renkli devam ediyor.

Bir de dikkatimi çeken çok güzel bir ayrıntı vardı film siyah beyazken bir alışveriş sahnesi var makarna alırken dakikalarca ona boş gözlerle bakması bir de renkli kısmındaki alışveriş sahnesi vardı böyle ufak ayrıntılar filmi daha da anlamlandırmıştı..

Replik: kalbimin prensesi...
 
Son düzenleme:


Ali´nin Sekiz Günü (2008)

Serinin en az sevdiğim filmi diyebilirim. Diğer iki filmde olduğu gibi bunda da oyunculuklar süper özellikle Serdar Orçin ve Ufuk Bayraktar’ın oyunculukları.

Ufuk Bayraktar canlandırdığı Kemal karakterini öyle iyi oynamış ki evet ben bu adamı tanıyorum gerçek hayatta birsürü var böyleleri dedim ve bir kaşık suda boğmak istedim.

Bu üç film arasındaki paralellik şu; üç farklı insan var ve sekiz gün içerisinde bir şey oluyor ve bu insanların hayatları bir şekilde alt üst oluyo ya da hayatlarının sıradanlığı bozuluyor. Dilber’de bu tamamen zorunluydu, Zeynebinde bu değişime ihtiyacı vardı ama Ali’nin yaptığı değişim bana göre gereksizdi. Aslında gereksiz demek çok da doğru olmaz hayatını değiştirme ya da alt üst etme ‘sebebi’ gereksizdi bana göre. Ben olsam Kemal karakteri için bunu yapardım. Film boyunca beklediğim de oydu zaten Ali’nin Kemal yüzünden bir patlama yaşamasını bekledim ama olmadı.
Diğer bir paralellik de Ali ile Zeynep karakterlerinin çok benzer yönlerinin olması. Dilber burada onlardan ayrılıyor.

Ali’ye miras olarak bir apartman ve bir bakkal dükkanı kalmış hayatı bu ikisi arasında gidip geliyor.

Her sabah bakkal dükkanını açıyor.

Kendine kahvaltı hazırlıyor dükkanda ama her sabah aynı şeyi yiyor: Ekmek arası kaşar ve kola…

Müşterileri geliyor, çok konuşmuyor, derdi olanı dinliyor tek kelime etmeden..

Veresiye defteri dolmuş ama o borçları bile isteyemiyor. Yarım ağızla söylemeye kalksa söylediğine bin pişman oluyor.

Kiracılarından biri olan Kemal, Ali’nin en yakın dostu(!). Durumları müsait olmadığından kirayı veremiyor ne de olsa dostlar zor günler için. Ali’ye ya rakı içmeye geliyor ya da borç istemeye.

Bir gün mahalleye yeni taşınan Zeynep öğretmen Ali’nin bakkalına sigara almaya geliyor ve film asıl bundan sonra başlıyor ya da Ali’nin değişimi..

Replik: Aklımın prensesi..

Not: Üç filmde de Ali ismi kullanılmış, ikisinde Mehmet, ikisinde de Zeynep var toplu değerlendirme yaparken bazen kafam karıştı bu yüzden.

Not 2: Türk sinemasında farklı bir tarz ve farklı bir yaklaşım olmuş bu üçleme. Benim tavsiyem izlemenizden yana.
 

canım dün noi albinoiyi izledim sana filmle ilgili sormam gereken bir şey var
 
Bu siteyi kullanmak için çerezler gereklidir. Siteyi kullanmaya devam etmek için onları kabul etmelisiniz. Daha Fazlasını Öğren.…