> Bir Öğrencimin Bana Öğrettikleri
>
> Yazan: Doğan Cüceloğlu
>
> Kaliforniya' da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi' nde öğretim
> üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir
> kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu
> özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı;
> gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. ıkinci olarak çok iyi bir
> öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu.
> Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir
> pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk
> aklımdan geçen, "Armudun iyisini ayılar yer" düşüncesi oldu. Yukarıda
> özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi
> yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar
> toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
>
> Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra
> öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin
> psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam
> ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak
> istiyor.
>
> Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders
> çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım
> öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
>
> "Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
>
> "Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini "
>
> "Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
>
> Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan
> kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul
> edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda
> Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.'
>
> Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, "O şahane bir
> insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim" dedi.
>
> O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının
> erkeğine, "Sen benim kahramanımsın" duygusu içinde bakmasının erkeğe
> verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi,
> hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
>
> "Nasıl yani?" dedim.
>
> "Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu
> bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa
> ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor;
> onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor.
> Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu,
> hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri
> ona bakıyor."
>
> Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en
> yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış
> görünüşe göre yargılıyor ve onu "ayı" olarak görüyordum. ıçimdeki
> pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile
> ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama
> baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm?
> Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak
> büyümüştüm. ıçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin
> içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.
>
> Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los
> Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış .
> Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını
> sordum. "Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak
> isteyeceklerdir," dedi ve iki gün sonra, "Ailemle konuştum; sizinle
> tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler," dedi. Dört-beş hafta sonra
> San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba
> yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra
> yoluma devam edebilirdim.
>
> Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, "O gün ben de aileme
> gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz," dedi. Ailesine haber
> verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long
> Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında
> Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada
> buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en
> ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.
>
> Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten
> dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un
> torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar
> doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış
> olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi
> konuştuğunu sordum. "Evet" yanıtını alınca, kendisi çocukken de
> babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. "Evet,
> biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben
> de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz", dedi.
> Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan
> psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz
> hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra
> kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra
> onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür
> ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki
> öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz
> çökerek konuşan dede George'a "Beyefendi, çocukların göz hizasına
> inerek konuşuyorsunuz!" dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek,
> "Tabii, onlar küçük insanlar!" yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı
> ki, bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes
> yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu.
>
> O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
>
> Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin
> ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret
> yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme
> havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği
> belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon
> çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış,
> Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için
> helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu
> olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle
> açıkladı: 'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa
> geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var. Çocuklar
> çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler
> ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
>
> Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik
> verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar
> önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu,
> bir 'keşke' olmayacak.
>
> Sally'e sordum: "Baban seninle randevulaşır mıydı?"
>
> "Evet", dedi, "yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa
> zaman geçirirdi. Ve ilave etti, "Biz böyle gördük, böyle biliyoruz.
> Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!". Gülümseyerek, "Nereden
> biliyorsun?" diye sordum.
>
> "Biz Frank'le konuştuk" diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha
> doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
>
> Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın
> karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı,
> kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce
> kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim
> yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak
> olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
>
> Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle
> ilgili düşünmeye karar verdim. ışte değerli okurum; yazdığım kitaplar,
> verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne
> yapabilirim? ' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin
> içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun
> davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde
> yetiştiği ailede, varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti.
> Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen
> varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye
> layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir.
>
> Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek
> istiyorum, seni özledim', mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı
> zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel
> mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, 'Ben sevilmeye layık biriyim!' diye
> yoğrulur.
>
> Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş
> boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN'dır.