ıfıtlar, deliler, hayat kadınları
Sözde değer verilen bir hayat savunulurken, yüzlercesi vahşice çiğneniyor.
Binbir gizle örülü kanlı hikâyenin kameradan kaçamayan küçük "hayat" kadınları
09/09/2001 (1329 defa okundu)
YILDIRIM TÜRKER (Arşivi)
Orhan Kemal'in kederden olma sokaklardan doğma çocuklarıyla tanışmışsanız ömür boyu onların gözyaşlarını omzunuzda, kirli bebek kokularını burnunuzda taşırsınız. Yazarın sonsuz şefkati, anlattığı öksüz, boynu bükük, yoksul çocuklarla birlikte sizi de kucaklar. Orhan Kemal, mükemmel bir anlatıcıdır. Onları mütemadiyen inciten hayatla itişirken, bir an o sokak çocuklarının, o vahşice hırpalanan küçük kızların burunlarını yeninizle silmiş gibi olmanız bundandır. Kirli saçlarını taramış, başlarını okşamış gibi oluvermeniz. Onlar, sizle birlikte yaşar. Vahşi dünyaya karşı hayatta kalabilmek için kimileyin hırçın bir inatla direnirler. Orhan Kemal'in kitapları, hele genç yaşınızda okumuşsanız size kim bilir kaç kan kardeş kazandırmıştır. İyi bir yazardır. Ama kitaplarını okurken onun aynı zamanda çok iyi bir insan olduğunu anlarsınız. Hattâ apaçık görürsünüz. O kimsesiz sokak çocuklarını anlatırken onlara kıyamaz, sevgisiyle onları kayırır. Onun kanadı kırık küçük melekleri sadece düşlere sığınarak yağmur-çamura, soğuğa, açlığa karşı koyar. Vahşi ve yırtıcı değildirler. Ruhları soyludur. Öldüklerinde masumiyetin ölümüne ağlarsınız. Yıllar sonra onları hatırladığınızda yüreğiniz sızlar. Orhan Kemal böylesine iyi bir insan olmasaydı belki çok büyük bir yazar olabilirdi. O çocukların vahşetle emzirile beslene nasıl vahşileşebildiklerini, iyice kıstırıldıklarında karanlığın yüreğine nasıl dalıverdiklerini anlatabilseydi. Yüreği elverseydi. İyiliğin ahlâkıyla bu kadar dindar olmasaydı. Doğduklarından itibaren hiçbir güvence duygusuna sarılamadan, hiç okşanmadan büyüyen çocukların, ister katil olsunlar, ister hırsız, yanlarında durmaktı, yazarın dini.
Ben de Orhan Kemal'in tanrısına inanıyorum.
......
Küçük adamları ve küçük kadınları gözümüzün önünde itip kakıyorlar yine. Hayatının çok değerli olduğuna inandıkları bir adamın vahşice öldürülmesi sonucu hayatı gözlerinde beş para etmeyen sokak çocuklarını hırpalıyor, hırpalanmalarına göz yumuyorlar. Onlara isim takıyorlar. Deli, diyorlar. Hayat kadını, diyorlar. Kendi namusu tam, aklı bütün hayatlarının dışına kapatıyorlar önce. Daha rahat parçalayabilmek için.
Önce hunharca son verilmiş değerli hayatı yeniden yazmaları gerekiyor. Çünkü ölen, Musevi. En büyük sanayici, müteveffanın Musevi olmasına rağmen bu memleketi ne kadar sevdiğini söylüyor. En büyük köşe yazarı, bu değerli vatandaşımızın ölümü üstüne komplo meraklılarının senaryolarını 'çıfıtçı çarşısına' çıkardığını belirtiyor. Anlamını bilmiyor zahir. Müteveffaya bir an evvel bağışlanır, ölüme yakıştırılamaz bir hayat bulmak gerekiyor. Gizli Yahudi oluyorsa gizli Müslüman da olabilir. Adını şeyhinin koyduğunu söyleyerek başlıyorlar. Oysa yüksekokul yıllığında adı farklı. Besbelli kendisi seçmiş o Türk adını kendine. Belki iş hayatına atılmadan. Kendi adınla, kendi kimliğinle yaşamak kolay değil bu topraklarda.
Giderek bütün inançları birleştiren soylu bir Osmanlı çıkıyor ortaya. Başarılı bir işadamından şehit yaratılıyor. Ancak öyle tutuluyor yası. Çünkü değerli olan onun hayatı değil. Ucu körelmiş vahşi kalemlerin ona yazdığı hayat. Herkes bu cinayetin siyasi ya da fazlasıyla kişisel olmasından korkuyor. Adi cinayet senaryoları çoktan hazır. Yaşarken kendisine farklı numarayla başlayan pasaport ve farklı bir ad giydirilmiş olan büyük işadamının mümkünse kendi ölümünden farklı bir ölümle uğurlanması
için seferber oluyorlar. Kalemi tutanlar. Kapı bekçileri.
Gündüzleri mezarlık otoparklarında, kenar mahalle kahvelerinde, parklarda, geceleri sokaklarda vaktini geçiren çocukların hiçbir zaman bağışlanası bir hayatları olmamış. Pınar'ın hikâyesini kaldırmıyor hassas mideler. Kirli bir hikâye. Kimsesiz çocuk yurtlarında devletin şefkatinden nasibini almış. Dayaklarla, tecavüzlerle büyümüş, küçük kadın. Bir tv kanalının büyük avı olarak karşımıza çıkartılan başörtülü halası onun erkek zaafından dem vurup, 'neden tedavi etmiyorlar, bilmem ki' diyor. Pınar, lükse ve erkeklere düşkün olarak tanıtılıyor.
Neden sonra, gözaltından serbest bırakıldığında o minicik kadını görüyoruz. İki polisin arasında, birinin gömleğine yapışmış, ağlayarak yürüyor vahşi gazeteciler ordusunun arasından. Düşmemek için çırpınan bir kedi yavrusu gibi. Çok korkmuş, belli. 19 yaşındaymış. En fazla 15 gösteriyor. Lükse düşkün hayat kadını, nedenini bilmeden hırpalanmış bir bebek gibi içini çeke çeke ağlıyor. Dünyanın kendisine neden bu kadar hoyrat davranmış olduğunu bir türlü anlayamayacak. Yakınları hırçın, dik başlı olduğunu anlatıyor sayfa sayfa. Bunca işkenceye rağmen adam olmamış. Mayası bozuk besbelli.
......
Suna'yı daha önce tanımıştık. Bu bin bir gizle örülü, kanlı hikâyenin kameralardan kaçamayan öteki küçük kadınını. Ona ısrarla arkadaşının adıyla hitap eden kameralardan kurtulmaya çalışırken, yerlerde sürüklenirken görmüştük. Bayıldığında bile sıyrılan bluzunun açık bıraktığı göbeğine yönelen kameralar, görevlerini yapıyorlardı elbet. Derdest edilip Muhtar'ın karşısına getirildiğinde Deli Fuat'ı tanıdığını, onun böyle bir şey yapmayacağını da söyledi. 13 yaşındaki Fuat, ilk katil zanlısıydı. Bu çocuk işkencecisi milletin gözünde itibarını kazanmıştı. Tabii işkence gördükten sonra. Babası, olaya adı karışan çocukların yakınları ve son yakalanan katil zanlısının anası gibi kölelik yaptığı iş yerinden atılıvermişti.
Suna'nın gözleri de boşluğa bakıyor. Korkuyor. Dünyaya korkularını, duygularını, ihtiyaçlarını aktarabileceği bir dile sahip değil. Kardeşinin kağıt mendil satarak geçindirmeye çalıştığı evi, kendisinin arada bir sığındığı o berhaneyi gördük.
Mutlaka Suna da lükse düşkündür. O da para karşılığı vücudunu satıyor. Besbelli o da hap atıyor. Pekiyi siz ne önerirdiniz?
......
Büyük şehirlerimizin varoşlarında bu çocuklardan çok var. Dinlemek istemediğiniz hikâyeleriyle bir yeraltı ordusu gibi uğultulu, duruşları. Onların hayatının gözünüzde en ufak bir önemi yok. Onlardan söz ederken, 'artık iş işten geçmiş' ifadesini ayırt edebiliyoruz gözlerinizden. Ses tonunuzdan. Hepiniz, ahlâkından bihaber olduğunuz mesleğinizde yükselmek için onları parçalayasıya çekiştiriyor, üstlerinde tepiniyorsunuz. Onları insan değil birer hayalet; çoktan bitip tükenmiş ama süpürülmesi ihmal edilmiş birer ceset gibi görüyorsunuz. İnsanların hayatlarını birbiriyle tartıyorsunuz. Sözde değer verdiğiniz bir hayatı savunmak adına yüzlerce değersiz bulduğunuz hayatı ezip geçiveriyorsunuz. Terazinizin kefesi ölüme ayarlı. Emniyet ve basının vahşet dayanışması yeni değil elbet. Bu dayanışmanın vahşeti karşısında hızla büyümek zorunda kalmış küçük adam ve kadınların vahşiliği kaç para eder? Hayatlarında yaşadıkları en büyük lüks belki de bir arka mahalle kuaföründe buluşmak olan o küçük kadınların tıynetini lükse düşkün olmakla şaibeli kılıp sonra pişkince Laila'dan canlı yayına bağlanıyorsunuz.
Büyük şehirlerin varoşlarında, ufacık kuaför dükkânlarında küçük kadınlar birbirlerinin saçlarını tarıyor, dudaklarını boyayıp geceye silahlanıyor. Evet. Onlar hayat kadını. Sizse ölüm tacirisiniz.