• Merhaba, Kadınlar Kulübü'ne ÜCRETSİZ üye olarak yorumlar ile katkıda bulunabilir veya aklınıza takılan soruları sorabilirsiniz.

Köşe yazıları

Atatürk Olimpiyat Stadı'nda yaşananlar akıllara 1 Şubat 2012'de Mısır'ın Port Said kentindeki futbol maçında meydana gelen faciayı getirdi.

Son düdük çalmamıştı, dakikalar vardı, üstelik Beşiktaş serbest vuruş kullanacaktı, ne olursa olsun gol bulup, puan alma şansı vardı.
O arada kırmızı kart gören Melo'nun formasını çıkarıp tribüne göstermesini, 80 bin kişiden kaçı dikkat etmiş olabilirdi ki?
Hakem hatalı kararlar verdi ama iki tarafa da... Maçın sonucuna direk etki edecek bir hakem faciasını kimse iddia edemez.
Neticede sahaya girip, olay çıkarmanın; futbol, fanatizm, taraftarlık duygusu, mağlubiyet öfkesi gibi faktörlerle bir ilgisi yoktu.
Olayların nedeni Gezi mi, buradan yola çıkarak polisi güç durumda bırakmak mı, özetle maçı bahane edip hükümet karşıtı bir gürültü koparmak mı? Bunlar tabi ki bir futbol maçında bir futbolseverin aklına gelecek en son kuşkulardır? Ancak sahaya inenlerin "Her Yer Taksim" sloganı atmaları ciddi bir ipucu oldu.
Olimpiyat Stadı'ndaki futbol nedeni olmayan futbol dışı kaos, "Mısır'daki Port Said faciasını akıllara getirdi" dedik.
Mısır'da da futbol tıpkı bizim ülkemizdeki gibi çok sevilen ve çok büyük ilgi duyulan bir spor. Ahli ile Zamalek gibi oranın Fenerbahçe-Galatasaray ayarındaki takımları var. Her ne kadar futbol kaliteleri Türkiye'yi aratsa da taraftarlık duygusu bizdeki kadar gelişmiş.
1 Şubat 2012'ydi. Port Said kentinde bir futbol maçı oynandı. O tarihlerde Müslüman Kardeşler halk meclisinde iktidardı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 3 ay vardı. İhvan en güçlü adaydı.
Mısır kaynıyordu. Gazetelerde, televizyonlarda her gün İhvan iktidarı aleyhinde komik haberler çıkıyor, Müslüman Kardeşler bilinçli olarak yıpratılıyordu.
Al Ahli ile Al Masri takımları Port Said'de karşı karşıya geldi. Ahli takımının taraftar grubu olan Ultras, Mübarek rejimine yönelik ayaklanmada ön sıradaydı. Darbe karşıtıydı. Zaten Ultras ve Al Ahli, 3 Temmuz'daki darbenin ardından da Rabia ve Nahda'daki direnişlere katıldı, darbe karşıtlarının yanında yer aldı.
Tekrar maçtaki faciaya gelelim. Maçı Ahli kaybedince saha bir anda karıştı. Neye hizmet ettiği bilinmeyen yüzlerce kişi içeri daldı ve tam 74 kişi hayatını kaybetti.
Sonrasında 74 kişinin ölümü nedeniyle mahkeme 21 sanığa idam cezası verildi. Sokaklar Mübarek döneminin sonundaki gibi karıştı. Futbol Federasyonu binası, Port Said Limanı ateşe verildi, idam kararına sevinenlerle karşı çıkanlar birbirine girdi. Katliamdan hükümet sorumlu tutuldu.
Hem darbe karşıtı Ahli takımı ve onun taraftar grubu Ultras hem de Müslüman Kardeşler hedef tahtasına oturtuldu. Port Said faciası, 3 ay sonraki seçimle Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Muhammed Mursi'nin eline tutuşturulan el bombalarından biri olmuştu.
Taha Dağlı - Haber 7
 
Ekrem Dumanlı-Zaman

Silahlı örgütlere dikkat
Suriye, her geçen gün biraz daha derin bir girdap haline geliyor; Türkiye’yi de içine doğru çekiyor. Üç sene önce yapılan tahminlerin ve planların büyük çoğunluğu boşluğa düştü. O günkü atmosfere göre Suriye diktatörlüğü halk ayaklanması karşısında birkaç hafta ancak dayanabilecekti. Arap Baharı hakkındaki iyimser beklentiler boşa çıktığı gibi Suriye hakkındaki kehanetler de tutmadı.


Yeni bir durum var karşımızda. Ortadoğu coğrafyasında yeni bir harita çiziliyor. Ve maalesef Türkiye her geçen gün biraz daha devre dışına itiliyor. Hatta o safha da geride kalmak üzere. Geldiğimiz kavşakta Türkiye’yi itham altında bırakacak yeni bir tezgahtan bahsetmek de mümkün. Bir taraftan Ortadoğu’daki silahlı örgütlerin ‘İslamcı’ ve ‘radikal’ bilineni ile Türkiye arasında irtibat kurulmaya çalışılıyor. Umarım o çabayı teyit edecek bir hata yapılmamıştır... Diğer taraftan ‘ırkçı’ ve ‘mezhepçi’ sol örgütlerin zincirden boşalırcasına seri saldırılar yapması düşündürücü. DHKP-C, PKK gibi silahlı örgütler ne kadar tehlikeli ise El Nusra ya da El Kaide gibi örgütler de o kadar tehlikeli. Çevremizdeki yangın büyüdükçe silahlı örgütler mutasyon geçiriyor. Bir garip ve acîb yaratık haline dönüşen terör örgütleri, bazı odakların taşeronluğunu yaparken uluslararası arenada yeni roller üstleniyor. Haftasonunda Kenya ve Pakistan’daki insafsız terör saldırılarını da bu çerçeve dışında görmemek gerekir.

Şimdiki durumu daha iyi anlamak için önce konu ile ilgili devletlerin yeni pozisyonunu anlamak gerekiyor. Mesela Suriye. Avrupa ve Amerika’nın meseleye yaklaşımı daha da netleşti. Bir gece ansızın yapılabilecek bir müdahale söz konusu değil. Rusya’nın Suriye’ye verdiği büyük destek artık örtülü de değil, dolaylı da. Rusya, Suriye’ye yapılacak herhangi bir müdahaleyi kendine de tehdit gibi algılıyor. İran’ın gayr-i insanî desteği daha ilk günden belliydi ama “İslamî devlet” söyleminin bir aldatmaca olduğu daha da tebarüz etti…

Tablo bir hayli karışık. İç savaşın en vahim katmanlarını bir anda yaşayan ülkede herkes kendi kartını açmış durumda. Nusayrîlik, Alevilik, Kürtlük, Şiilik, İslamcılık gibi kimlikler üzerinden herkes oyun kurucu rolünü üstlenmek istiyor. Bu rol için hem birbirleri arasındaki ilişkiler yeniden düzenleniyor hem taşeronlara yeni ihaleler veriliyor. Parçalanacak bir Suriye’nin hangi bölgede yer alması gerektiği, tampon bölgelerin muhtemel yapılanmalarda nasıl bir misyon ifa edeceği gibi konularda planlar yapıldığı aşikâr. Herkesin bir planı var ve herkes kendi yol haritasına göre mesafe alıyor. Ya Türkiye?

Türkiye’nin ta başta ifade ettiği taleplerin bir kısmı geçerliliğini tamamen yitirdi. Mesela Esed’den, genel af çıkartması isteniyordu; çoktan tarihe gömüldü bu talep. “Seçime gidilsin...” deniyordu şimdi mesele demokratik sisteme geçilmesi değil, kan dökülmesinin bir an önce son bulması. “Esed gitsin!” deniyordu; adam her geçen gün yerini sağlamlaştırdı. “Esed’siz bir Suriye” ile ilgili yazılan senaryoların ne kadar makul olduğu, çözüm olup olmayacağı ayrı bir tartışma konusu. Tıpkı Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta olduğu gibi birkaç gün içinde devrileceği sanılan Esed rejimi direndikçe umutsuzluk ve çaresizlik yaygınlaşıyor. Hal böyle olunca hata yapma riski de artıyor. Oysa bugünün yarını; yarının öbür günü var…

Kanlı rejimin ömrü uzadıkça Türkiye’deki kimyanın bozulduğunu görmemek için ülke gerçeğinden kopuk olmak gerekir. Mesela Suriye’deki silahlı örgütlere açıktan destek verildiği, hatta onlara silah temin edidiği iddiaları bazıları için bugün meşru gibi görünse de yarınlarda çok büyük bir sıkıntıya dönüşecektir. “Esed’i devirsin de kim devirirse devirsin” demek bugün bazıları için mantıklı gelebilir; ancak radikal örgütlerle silahlı ilişkiye girmenin faturası çok ağır olur/olacaktır.

Terör bir metottur; kirli bir metot. Hedef olarak sunulan kavramın kutsal olması, metodun yanlışlığını ortadan kaldırmaz. Terör söz konusu oldu mu “ama...” diye başlayan mazeretlerin hiçbir önemi yoktur. Bağımsızlık savaşının da demokratik mücadelenin de şartları ve metotları bellidir. Masum insanları katletmenin insanî ve İslamî bir gerekçesi yoktur. Savaşın bile hukuku vardır ama terörün hukuku yoktur. Terör insanlık suçudur; hangi maksada matuf yapılırsa yapılsın zulümdür. Bu nedenle hiçbir gerekçe ve vesile terör örgütü ile (velev ki o örgütler kendilerini İslamî saymış olsun) irtibatlı olmayı meşru saymaz. Allah korusun faturası ağır olur; hem ülke radikalleşir hem de uluslararası arenada inandırıcılığınıza gölge düşer…

Terörist Budist olunca...

Amerika’da yine korkunç bir terör saldırısı yaşandı: Yaklaşık 3 bin kişinin görev yaptığı ABD donanma üssü ani bir terör saldırısıyla sarsıldı. 13 kişinin hayatını kaybettiği silahlı saldırı duyulur duyulmaz ilk akla gelen “olağan şüpheliler” maalesef Müslümanlardı. Bu önyargılardan dolayı çok sayıda okul saldırılarına şahit olan ülkede her olay sonrasında Müslümanların yüreği ağzına geliyor. Silah edinmenin kolay olduğu Amerika’da her sene bu tip üzücü hadiseler yaşanıyor; ancak her nedense faili “Müslüman” olunca tartışma din üzerinden yapılıyor. Oysa terörist teröristtir; adamın cidden kutsalı olsa insan hayatına değer verir ve masum insanları katletmez...

Neyse ki Washington’daki askerî üsse saldırı yaparak 13 kişinin ölümüne sebep olan katil Müslüman çıkmadı. Sanırım sadece Amerika’da değil dünyanın dört bir yanında İslam ile terörü bağdaştırmayan büyük çoğunluk derin bir oh çekti. Zira Boston’daki terör saldırısını gerçekleştiren iki kardeşin Çeçen asıllı ve Müslüman olması üzerine büyük bir imaj çalışmasına başvurulmuş ve “küçük yaşta Amerika’ya yerleşmiş bile olsa Müslümanlar terör yapıp varlığımızı tehdit ediyor” şeklinde analizler yapılmıştı.

Donanma üssüne saldırı düzenleyen kişi “madalyalı bir asker” çıktı. Amerikalı. Budistmiş. Budist tapınağına gidip geliyormuş. Peki bu neyi ispat eder? Budizm’in topyekûn terör dini olmasını mı? Ya da “bütün Budistler teröristtir” demek mümkün mü? Tabii ki hayır.

Terör gibi lanetlik bir insanlık suçundan hareketle bir din hakkında suçlama yapmak ve o dinin mensupları hakkında genelleme yapmak korkunç bir hatadır. Hele insanoğlunu Allah’ın halifesi sayan, “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüştür.” diyen İslam’ı terörle bağdaştırmak! Problem biraz da dünyadaki medya düzeninden kaynaklanıyor. Önyargı sahipleri ve lobilerin suçu ne kadar büyükse medyaya yeterince önem vermeyen Müslümanların vebali de büyüktür…
 
Faruk Aksoy'un manidar yazısı:

Kendi inançlarına göre tatil yapmak için deniz arayanlarla, her denizin kendilerine ait olduğunu düşündükleri için, olur olmaz yerlere işeyenlerin kavgasıdır, yaşananlar.

Öyle ya, saklayacak gizleyecek ne var, yiğidin malı meydandadır, nasıl olsa!

Onlar, isterlerse ‘gaz kaçırırlar’ isterlerse halkın başına işerler, isterlerse de yedikleri kaba pislerler, memleket onların değil mi canım, kim karışabilir ki?

Hatta, bizim maaşımızı bile onlar ödemektedirler de, bizim haberimiz yoktur bundan ve boş boş konuşmaktayızdır kafadan!

Haddini bilmesi gerekenler, saygısızlık etmemesi gerekenler asıl bizleriz!

Bu gördüğünüz büyük adamlar, büyük sermayelerin sahibidirler çünkü.

Onlar, bizi en yüksek verimle çalıştırıp en düşük düzeyde doyurmanın eğitimini aldılar ne de olsa…

Mastırlar, castırlar, New Yorklar, Londralar, boşuna mı ilim uğruna(!) gurbet yolu teptiler ve Dünya’yı bütün halleriyle tanıdılar?

Hep bizim için, hep ama hep, bizim içindi bunlar.

Sonra biz,

O’ zavallı, o yobaz, o tipsiz halimizle, hem de, hiç hak etmediğimiz halde, çağdaş aydınlıkla, modern dünyayla, onların finanse ettiği, çağdaş yaşamı destekleyen derneklerin burslarıyla tanışmadık mı?

Neyimiz vardı ki bizim?

Bizler, yenilmiş, onuru kırılmış, hatta düşman tarafından ırzına geçilmiş, baldırı çıplak Osmanlı ahalisinin torunları değil miydik?

Sadece bizim değil, babamızın bile adı belli ise, bu adamların kurduğu Cumhuriyet’e borçlu değil miydik bunu?

Peki, bu kadar mı?

Tabi ki hayır, üstatların, saymakla bitmez, bizim üzerimizdeki hakları(!)

Mesela şu ‘demokrasi’ denilen sihirli uykunun içindeki ‘İslam rüyasını’ bile, onların sayesinde görmedik mi?

Oysa bizler, “İslam’ın içinde bir demokrasi” olacağını düşünen ve bunun için de, tam beş asır ‘İslam düşüncesine’ develik yapmış hamallar değil miydik?

Bu muhteşem adamların sayesinde, her birimiz, önce SSK’lı, sonra SGK’lı olup, adam gibi ‘sendikalı köleler’ olarak yaşamayı öğrenmedik mi?

Bu hizmetlerin neyini inkar ediyoruz şimdi?

Nedir bu bize hayatı ve üretmeyi öğreten efendilerimize karşı baş kaldırmalar, yüksek perdeden konuşmalar?

Sadece bir oy vermeyle, ne olduğumuzu sanıyoruz biz, nedir bu “hükümet kurmalar”, bu memleketin sahibi biziz, şeklindeki havalar, cıvalar, nedir öyle?

Hem daha verdiğimiz oyun, dağ başındaki çobanın oyuyla bir olup olmadığını sorgulayacak kadar podyum tozu yutmamışken, barda ceket yakmamışken, yatımızdan denize işememişken, nasıl oluyor da bunlardan bahsedebiliyoruz?

Bakın,

Herkes, ne dediğimi gayet iyi anlıyor değil mi?

Aslında hepimiz biliyorduk ki, zaten denizlerimize işiyordunuz, gaz kaçırıyordunuz ve bizi terli hayvanlar gibi kullanıyordunuz!

Ama hiç olmazsa, işemek için denize girme zahmetine katlanıyor, gaz kaçırdığınızda sessiz olmasına dikkat ediyor ve maaş öderken zarf kullanıyordunuz.

Fakat, şu son zamanda, o’ kadar haddi aştınız ve o’ kadar şımardınız ki, Sultan Fatih’in beldesinde; “Esas sorun 1453’te başladı” sloganını, caddelere yazdırdınız!

Tribünlerde maç seyreden insanları, sahaya indirdiniz!

Borsayı düşürüp, doları hoplattınız!

Halkın, (Er)doğan’ını batırıp, kendi (Sarı)gül’ünüze, “yeni doğacak olan” dediniz!

O halde;

Kızmaya hakkınız yok, olanları ve olacakları, siz istediniz.

Faruk AKSOY / Rotahaber
 
Almanya acı vatan

Şu Almanya ahalisini anlamak hakikaten mümkün değil yani... Merkel’i üçüncü defa başbakan seçtiler.
*

Memlekette ne banka bıraktı kardeşim, ne telefon, ne liman... Milletin malını el âleme sattı. Dereleri satıyor. Mayınları temizliycez ayağıyla Polonya sınırını komple İsrail’e peşkeş çekmeye kalktı. Tarımı haşat etti, Uruguay’dan inek, Afrika’dan saman getiriyor. Yabancı mal istilasına uğradılar, don lastiğini bile ithal eder hale geldiler. Köle maaşına çalışıyorlar. Hâlâ gidip buna oy veriyorlar.

*

İyi kötü merhabaları vardı, Avusturya’dan Hollanda’ya kadar, komşuların alayıyla papaz oldu. Davos’a bile küstü, İsviçre’ye gitmiyor. Daha düne kadar ahretlik kardeşim dediği, birlikte tatil yaptığı Danimarka Kraliçesi’ne kafayı taktı, devirmek için dinci teröristler getirdi, sınıra kamplar kurdu, silah verdi, illa savaş çıksın diye Danimarka helikopterini düşürdü. Bravo, yola devam diyorlar.

*

Her yere birbirinden çirkin, sefertası gibi binalar dikiyor. Münih’teki son yeşil alanı alışveriş merkezi yapıcam diye tutturdu, itiraz eden gençleri polise öldürttü, gözlerini çıkarttı. Alkışlıyorlar.

*

Alman çocuklarını Taliban haline getirmeye çalışıyor. Taliban olmasınlar da, tinerci mi olsunlar diyor. İlkokullarda şiir kitabı dağıttı mesela... “Çocuklar savaşmaya gelin, hiç olmazsa harçlıklarınızı gönderin, mermi alalım” diye cihat çağrısı var. Bebelere bi canlı bomba yeleği giydirmedikleri kaldı. Anne-babalar pek memnun, çok başarılı buluyorlar.

*

Türkiye’de yaşayan Alman vatandaşlarını din-iman’la dolandıran Keriz Feneri diye bi dernek vardı. Bizim hükümet yakaladı bu dolandırıcıları... Bu Merkel, oralı bile olmadı, üstünü örtmek için elinden geleni yaptı. Hatta, mevzuyu kurcalayan Alman savcılarını görevden aldırtıp, hapse tıkmaya çalıştı iyi mi... Allah memlekete hırsızın hayırlısını versin deyip, takdir ediyorlar.

*

Üç dönemdir Almanya’yı yönetiyor, hâlâ mağdurum diyor. Ağlıyor.
Üzülüyorlar.

*

Her seçim öncesinde petrol buldum diyor. Seviniyorlar.

*

Kızlı-erkekli parkta nasıl oturulacağına karışıyor. Kaç çocuk doğurulacağına karışıyor. Nasıl doğurulacağına karışıyor. Ne içileceğine karışıyor. Hangi dizilerin seyredileceğine karışıyor. Tiyatroların senaryolarına karışıyor. Heykellerin şekline karışıyor. Bugüne kadar kimin yaşam tarzına karıştık diyor. Valla öyle, hayatımızda bu kadar özgürlük görmedik deyip, üçüncü defa seçtiler.

*

Her millet layık olduğu şekilde yönetilir diye boşuna dememişler...
Böyle başa böyle tarak.
Almanlara müstahak.

Yılmaz Özdil/Hürriyet
 
Neden ‘Ey El Kaide’ diye haykırılmıyor?

KENYA’daydı Elif Yavuz.

Sekiz aylık hamileydi.
Afrika’da sıtma tedavisi üzerine bilimsel çalışmalar yapıyordu.
Yanında kocası vardı, üzerinde sırt çantası.
Nairobi’de bir alışveriş merkezinde dolaşırken...
El Kaide militanları tarafından kurşunlanarak öldürüldü.

*

Fakat işte gelin görün ki...
Elif Yavuz için...
-Mektuplar okunmadı.
-Gözyaşları dökülmedi.
-“Ey El Kaide” diye haykırılmadı.
-“Üstelik kadın hamile” bile denmedi.
-Kampanyalar yapılmadı.
-Devlet katları “Elif... Elif...” diye inlemedi.
-“Bu ne barbarlıktır” diye çıkışılmadı.
-“Masum insanları katleden bu insanlık düşmanlarını kim durduracak” diye sorulmadı.
-“Dünya neden ayağa kalkmıyor? Bu nasıl insanlık?” diye çıkış yapılmadı.
-“Sen nasıl Müslümansın ya” diye azarlama söz konusu olmadı.
-“Gün gelir bu zalimliğin hesabını soracak bir Musa gelir” diye mazlumların yüreklerini ferahlatacak bir müjde verilmedi.
-“Masum insanları öldürerek mi cihat yapıyorsun? Bari cihadın adını kirletme” diye ayar çekilmedi.

*

Demek ki neymiş:
Yeryüzünün vicdanı olmak iddiası, eğer içselleştirilmemiş bir iddia ise her an çökebilirmiş.

Ahmet Hakan
 
Neden ‘Ey El Kaide’ diye haykırılmıyor?

KENYA’daydı Elif Yavuz.

Sekiz aylık hamileydi.
Afrika’da sıtma tedavisi üzerine bilimsel çalışmalar yapıyordu.
Yanında kocası vardı, üzerinde sırt çantası.
Nairobi’de bir alışveriş merkezinde dolaşırken...
El Kaide militanları tarafından kurşunlanarak öldürüldü.

*

Fakat işte gelin görün ki...
Elif Yavuz için...
-Mektuplar okunmadı.
-Gözyaşları dökülmedi.
-“Ey El Kaide” diye haykırılmadı.
-“Üstelik kadın hamile” bile denmedi.
-Kampanyalar yapılmadı.
-Devlet katları “Elif... Elif...” diye inlemedi.
-“Bu ne barbarlıktır” diye çıkışılmadı.
-“Masum insanları katleden bu insanlık düşmanlarını kim durduracak” diye sorulmadı.
-“Dünya neden ayağa kalkmıyor? Bu nasıl insanlık?” diye çıkış yapılmadı.
-“Sen nasıl Müslümansın ya” diye azarlama söz konusu olmadı.
-“Gün gelir bu zalimliğin hesabını soracak bir Musa gelir” diye mazlumların yüreklerini ferahlatacak bir müjde verilmedi.
-“Masum insanları öldürerek mi cihat yapıyorsun? Bari cihadın adını kirletme” diye ayar çekilmedi.

*

Demek ki neymiş:
Yeryüzünün vicdanı olmak iddiası, eğer içselleştirilmemiş bir iddia ise her an çökebilirmiş.

Ahmet Hakan

süper bir yazı. elif türktü de ondan. mısırlı olsaydı gör bak kopan gürültüyü.
kalemine sağlık.
 
Neden ‘Ey El Kaide’ diye haykırılmıyor?

KENYA’daydı Elif Yavuz.

Sekiz aylık hamileydi.
Afrika’da sıtma tedavisi üzerine bilimsel çalışmalar yapıyordu.
Yanında kocası vardı, üzerinde sırt çantası.
Nairobi’de bir alışveriş merkezinde dolaşırken...
El Kaide militanları tarafından kurşunlanarak öldürüldü.

*

Fakat işte gelin görün ki...
Elif Yavuz için...
-Mektuplar okunmadı.
-Gözyaşları dökülmedi.
-“Ey El Kaide” diye haykırılmadı.
-“Üstelik kadın hamile” bile denmedi.
-Kampanyalar yapılmadı.
-Devlet katları “Elif... Elif...” diye inlemedi.
-“Bu ne barbarlıktır” diye çıkışılmadı.
-“Masum insanları katleden bu insanlık düşmanlarını kim durduracak” diye sorulmadı.
-“Dünya neden ayağa kalkmıyor? Bu nasıl insanlık?” diye çıkış yapılmadı.
-“Sen nasıl Müslümansın ya” diye azarlama söz konusu olmadı.
-“Gün gelir bu zalimliğin hesabını soracak bir Musa gelir” diye mazlumların yüreklerini ferahlatacak bir müjde verilmedi.
-“Masum insanları öldürerek mi cihat yapıyorsun? Bari cihadın adını kirletme” diye ayar çekilmedi.

*

Demek ki neymiş:
Yeryüzünün vicdanı olmak iddiası, eğer içselleştirilmemiş bir iddia ise her an çökebilirmiş.

Ahmet Hakan

Cunku kiz buyuk ihtimalle musluman degildi. Belki de inanmiyordu Allah`in varligina.
Sonra bir kere yanindaki adam kocasi degil, sevgilisiydi. Evlenmemisler bildigim kadariyla.
Evlenmemisse bir de hamile kalmissa zaten olmeyi hak etmistir.
Bunlarin mantigi boyle isler.
Bunlarin muslumanligi tiksindirir insani resmen.
Cunku insan secer bunlarin muslumanligi, sadece kendi muslumanliklarini yasayanlara uzulurler.
 
Cunku kiz buyuk ihtimalle musluman degildi. Belki de inanmiyordu Allah`in varligina.
Sonra bir kere yanindaki adam kocasi degil, sevgilisiydi. Evlenmemisler bildigim kadariyla.
Evlenmemisse bir de hamile kalmissa zaten olmeyi hak etmistir.
Bunlarin mantigi boyle isler.
Bunlarin muslumanligi tiksindirir insani resmen.
Cunku insan secer bunlarin muslumanligi, sadece kendi muslumanliklarini yasayanlara uzulurler.

Haklısın...
Üstüne üstlük...
Arap olsaydı ağlayanı çok olurdu ama maalesef Elif Türk'tü...:31:
 
Recep Tayyip Erdoğan, dillere destan ‘Reformları’nı nihayet açıkladı! Kendisinin ifade ettiği gibi AKP’nin Washington’da kurulurken verdiği vaadlere uygun bir paket daha. Batının emirlerini yerine getirmezse deliğe süpürüleceğini bilenler, bir paket daha patlattı.

Bu bir KORKU paketidir. Bunun en iyi göstergesi, Tayyip Erdoğan’ın ilk 45 dakikayı ‘PAKETE ALIŞTIRMA’ tiradına ayırmasıdır. Bu PAKET’e giriş tiradı, Tayyip Erdoğan’ın ‘Psikolojik TERSKÖŞE’ uygulamalarının en mükemmel örneğidir.

TERSKÖŞE’ye GAZİ MUSTAFA KEMÂL adıyla başlamıştır ardından "Paket"ini şehit ailelerine adamıştır, sonra ‘demokrasinin nimetleri’ni anlatmıştır. ‘Sıkılmış yumruklar çözülecek’, ‘Silahlar değil fikirler konuşacak’tır!

‘Birlik beraberlik’ her cümle başındadır. Bölünme Paketi, ‘Yine birileri Türkiye bölünüyor diyecek’ cümlesiyle korunmaya alınmıştır.

İstiklâl marşımızın, yedi düvele karşı durmayı ifade eden ‘KORKMA’ ünlemi, ‘Türkiye’yi bölüp parçalamaktan KORKMA!’ olarak ifade edilecektir.

Hastaya 45 dakika boyunca anestezi verilecek, sonra neşter vurulacaktır!

Her iki cümleden birinde MİLLÎ İRADE’den bahsedilecek, ama KÜRESEL ÇETENİN İRADESİ TECELLİ EDECEKTİR!

Başbakanın referansları Avrupa Birliği ve ABD istihbarat uzmanı ‘akillerin’ halkın protestolarıyla gerçekleşen zoraki çalıştaylarıdır!

Bu paket, yıllardır süren emperyal projenin bir diğer adımıdır. Daha fazlası da yakında başımızda patlayacaktır.

1)Türk milletinin kafasına inen balyoza karşı çıkanlar NEFRET SUÇUYLA YARGILANACAKTIR!

2)Seçim sistemi batıda AKP, güneydoğuda BDP iktidarına yarayacak şekilde yasalaşacaktır.

3) Misyoner faaliyetlere gün doğacaktır.

4) Tekke ve zaviyeler artık yasaldır.. Tüm DİNİ-DAR olanlar, Muaviye zihniyetini istedikleri gibi yayacaklardır. İstedikleri gibi yardım toplayacak, yeni deniz fenerleri ortalığı kaplayacaktır.

5) Türkçe artık resmi dil değildir. Ben Türküm demek ayıptır.

6) Cumhuriyet’in köy, ilçe, illere verdiği isimler değiştirilecektir.

8) Kamusal alanlarda kişiler burka, peçe, türban, şalvar giyebilecektir.

9) Mor Gabriel Manastırı koca arazisiyle Süryani cemaatine verilmiştir. Kanla yıkanan Türk toprakları çetelerin emriyle el değiştirmektedir.

10)TOPLANTI VE GÖSTERİ YÜRÜYÜŞLERİ NEREDEYSE İMKÂNSIZ HALE GELMİŞTİR.

Vatana ve Milletimize hayırlı olsun!

Banû AVAR
30 Eylül 2013
 
EVET USTA NE DÜŞÜNÜYOSUN BU HUSUSTA?!
ABD'ye de bir demokratikleşme paketi lazım değil mi?
*
ABD'de de okul öğrencilerine sabahları ders öncesinde, sınıflarında
ayağa kalkarak hazır ol'da şu yemini ediyorlar:

(bu yemini Lise sona kadar söylüyorlar)

" I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and
to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible,
with Liberty and Justice for all."

Yani diyorlar ki:

"Amerika Birleşik Devletleri'nin BAYRAĞINA
ve o bayrağın simgelediği CUMHURİYETE
Bağlılık için and içiyorum.
Herkes için özgürlük ve adaletle, ALLAH'ın gözetiminde,

BÖLÜNMEZ, TEK MİLLET"

(72 çeşit milletten meydana gelmelerine rağmen)
 

Sabah Gazetesi yazarı Engin Ardıç, aynı gazetede köşe yazan Emre Aköz'e İzmir'de 9 Eylül Üniversitesi'nde yapılan yumurtalı tepkiyi kaleme aldı.
Ardıç, protesto gösterisi yapan kızları 'solculuk kisvesi altında faşizme hizmet ediyorlar' diye suçlayarak, eylemcilerle ilgili çirkin ifadelerde bulundu. Ardıç'a göre, gösterici kızların tek ortak özellikleri, çirkin olmaları! Bununla da yetinmeyen Ardıç, Aköz'e bir tavsiyede de bulundu: 'Keşke o kızı tutup şap diye öpseydin Emre! Belli ki kimse öpmemiş...'

İşte Engin'in 'Bacı' başlıklı o yazısı

BACI
KERHANEYE DÜŞMEK GİBİ BİR ŞEY

Solculuk kisvesi altında faşizme hizmet ediyorlar, kerhaneye düşmek gibi bir şey, belki daha da kötü!
Evet, "daha evrimci" bacılar...

Emre Aköz, kendisine yumurta atmaya çalışanlar arasında gözüne ilişen "cırtlak sesli birkaç kara kuru kızdan" söz etti. "Necdet Şen'in 1980'lerde tartışmalara yol açan 'Bacı' adlı çizgi romanından fırlamış" dedi.

Necdet, 1991 yılında Cumhuriyet gazetesinde Nadir Nadi'nin ölümü üzerine patlak veren "iç savaşta" Hasan Cemal ve Okay Gönensin'den yana olmuş, hele o günlerde bir karikatüründe İlhan Selçuk'a "kart tilki" deyince hesabı kesilmişti...

Telefonlaştık, bana Uğur Mumcu'yu nasıl kazıkladıklarını, nasıl üç otuz paraya çalıştırdıklarını anlattı, Kadıköy'de buluşup bira içmek ve dertleşmek üzere sözleştik, yirmi yıldır bir türlü beceremedik.

BACI ÇİZGİ ROMANI

"Bacı" çizgi romanı da gerçekten büyük gürültü koparmıştı... Sol çevrelerde! Halkın umurunda bile değildi.

Çünkü Necdet, yetmişli yıllarda epey yaygın olan bu "devrimci bacı" tipini yüceltmiyor, yerli yerine oturtuyordu. Aşağılamıyordu, hayır, eleştiriyordu. Bu ne büyük bir suçtu! Bacılar eleştirilemezlerdi!

Bu kafayla kafalarını her dönemde ve her seçimde duvara tosladılar bu zavallılar (üç buçuk ay sonra gene öyle olacak.)

DEVRİMCİ BACI

Devrimci bacı... Soyu tükenmiştir sanıyorduk, demek ki yumurtalı eylemlerde yaşıyormuş.

Ortak özellikleri çirkin olmalarıdır bu kızcağızların. Hem çirkin hem pasaklı.

Sorunları da budur. Bu yüzden hepsi birer "kompleks kumkuması" olup çıkmıştır.

Önce kendi kendileriyle, sonra erkeklerle sorun yaşarlar, hükümetle, oligarşiyle, sermaye sınıfıyla falan değil. Bu hınç, görünürde kendini "eylemcilikle", aslında nefretle, öfkeyle, vurup kırma arzusuyla dışa vurur.

Başta anaları babaları olmak üzere hiçkimseden sevgi görmemişler, yakınlık görmemişlerdir. Bu nedenle onlar da kimseye"empati" gösteremezler. "Farklı düşünenleri anlamaya çalışmak" da onların kısa boylarını çok çok aşar.

Bir zamanlar, ünlü şarkıcı gibi, "Akrep Nalan" adı takılmış ünlü bir eylemci kız vardı, 12 Eylül döneminde."Memleketinden" gelmiş, Topkapı Garajlar'da otobüsten inmiş, yanına ilk yaklaşan çocuğun siyasi görüşüne yazılmış. Çocuk solcu olduğu için solcu olmuş, çocuk sağcı olsaymış o da sağcı olacakmış.

CİNSELLİĞİNDEN ARINDIRILMIŞ KIZ TİPİ

Bu eylemci kesimlerde cinsellik de bir tabuydu o zamanlar...

Fransa'da 68 eylemleri cinsel özgürlük için başlamıştı, bizde görünürde sosyalist, aslında Kemalist dikta özlemiyle yürütüldü, ama eylemci çocuklar köylü ve kasabalı olduklarından, çok ciddi bir cinsellik sorunu da yaşadılar.

O zaman da ortaya, "cinselliğinden arındırılmış" bir kız tipi, yani "bacı" çıktı!

Bu kızlar ve oğlanlar, doğaya ve dürtülerine daha fazla karşı koyamadıkları noktaya gelip bunalıma girince de, ortaya"devrim nikâhı" adı verilen bir saçmalık çıkardılar. Sevişmek için ille bir "nikâh" kıyılacaktı! Nikâhsız olmuyordu, burada da örgüt lideri (ya da mahalle sorumlusu, ne haltsa işte) kıyacaktı.

Bu, devrimcilik, solculuk falan değil, yalnızca ilkellik ve köylülüktü.

O KIZI TUTUP ŞAP DİYE ÖPSEYDİN EMRE...

Türkiye çok çok ilerledi, köylü köylülükten kurtulma yolunda çok mesafe kat etti, fakat onlar kurtulamadılar.

Çünkü "kendi kendilerinden" kurtulamıyorlar.

Keşke o kızı tutup şap diye öpseydin Emre... Belli ki kimse öpmemiş...

Belki de ossaat liberal kesilirdi!
 
Son düzenleme:
Ne kadar türban o kadar demokrasi

Kürtler türban takabilecek.

Paketten anladığım bu.
*
Anadilde eğitim falan yok ama...
Gültan Kışanak mesela.
İsterse türban takabilir artık.
O özgürlüğü veriyor paket.
*
Neymiş efendim...
Türk'üm demek yasaklanmış filan.
Külliyen yalan.
*
Türban tak, istersen Japon ol.
Bu imkânı getiriyor paket.
Alt kimliğe karışmıyor...
Sen yeter ki, üst kimliği hallet.
*
Aleviler gene avucunu yalamış gibi görünüyor ama, öyle değil... Dileyen Alevi, dilediği kamu kurumunda türban takabilecek, daha ne? Elini vicdanına koy, bugüne kadar hangi hükümet verdi bu hakkı Alevilere?
*
Azınlıklara da türban takarak çoğunluk olma fırsatı tanınıyor... Ki, bu kadarını Lozan bile vermedi.
*
E Romanlar da unutulmadı tabii...
Atasın göbecikleri.
Takasın türbancıkları.
Kapasın tokicikleri.
*
Özetle...
Havayi fişeklerle, davul zurnayla açtığın paketten, çıka çıka gene türban çıktıysa... Sarıla sarıla gene türbana sarıldıysan... Hiç olmazsa bir mebus fazladan alabilmek için, seçim sistemini değiştirelim, dar bölgeye çevirelim, oval yapalım, baraj üçgen olsun gibi, sinekten yağ çıkarma taktiklerine başvuruyorsan... Sık sık yaptırdığın anketlerdeki oy kaybın, tahminimizden de büyük demektir.

Yılmaz Özdil-Hürriyet
 
Beğenmiyorsan, daha iyisini yaparsın


Kaç saattir, pakette “eksikler” bulunduğunu söyleyen “sol siyaset esnafının” tepkilerini okuyorum.

Pakette “şunlar şunlar” yokmuş...

Nelerin eksik kaldığını da sıralıyorlar...

Ki, birçoğu makul istekler.

İyi de birader, bugün “eksik” gördüğün konularda adım atmak isteyenleri “ihanet” terimleriyle yargılayan sen değil miydin? Elini taşın altına koyanları “laiklik düşmanı” ilan etmiyor muydun? Cumhuriyetin kazanımlarının bir bir elden gitmekte olduğunu söylemiyor muydun? “Bunlar dinciliği getirecek, aman ha dikkat!” diye ortalığı yıkmıyor muydun?

Bir de, senin cemaziyevvelline bakalım:

Hiçbir şey yoktu...

Darbe vardı, muhtıra vardı, yargısız infaz vardı, işkence vardı, gözaltında kayıp vakaları vardı, “Kürtçe yasağı” vardı, kitap yasağı vardı, film yasağı vardı, kıyafet yasağı vardı, nefret suçu vardı.

Kürtçe konuşanı içeri tıkıyordun...

Darbelere karşı duranı “rejim düşmanı” ilan ediyordun.

Dini görevlerini yerine getirmek isteyenleri “mürteci gerici, yobaz” diye aşağılıyordun.

O yok, bu yok, şunlar eksik, tamam da, bir de “olanlar” var...

Neden “olanlara” destek çıkmıyorsun, omuz atmıyorsun, küçük de olsa katkı sunmuyorsun?

Beğenmiyorsan, eksik buluyorsan, fazlasına layık olduğumuzu düşünüyorsan, daha iyisini yaparsın.

Bunun için de hükümet olman gerekiyor elbette.

Daha iyisini yapabileceğine inandırabilmelisin ki, halk icra makamına layık görebilsin seni.

İcra makamına kurulmanın yolu da darbe desteklemekten, rezalet çıkarmaktan, sokağı kızıştırmaktan geçmiyor.

Seçim kazanacaksın...

Her şeyin ondan ibaret olmadığını söylediğin “sandık”tan çıkacaksın.

Madem bizi özgürleştirmeye bu kadar meraklısın, kaç yıldır mevzuatta durup duruyordu o ayıbın da ayıbı “kitap ve film yasağı...” Kaç iktidar geldi geçti, kaç iktidara koalisyon ortağı yazıldın, niçin kılını kıpırdatmadın?

Erken günahı “Kürtçe şarkı yapacağım, bir de klip çekeceğim” diyen adamı histerik çığlıklar eşliğinde linç ettiler.

Niçin müdahale etmedin?

Senelerce “Nazım” eyyamı yaptın... Moskova’daki mezarına su taşıdın... “Varsa yoksa Nazım Hikmet’in vatandaşlığı, başka da bir şey değil...” dedin.

Koalisyon ortağı bulunduğun dönemlerde neden bu konuda bir adım atmadın?

Nazım’ın vatandaşlığı iade ediliyor... Yoksun.

Darbecilerden hesap soruluyor... Yoksun.

Düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda 90 yıldır atılmamış adımlar atılıyor... Yoksun.

Faşizan genelgeler dönemi sona erdiriliyor... Yoksun.

Dil yasağı ayıbına son veriliyor... Yoksun.

Milyonlarca kitap hamur olmaktan kurtarılıyor... Yoksun.

Dersim katliamından dolayı özür dileniyor... Yoksun.

Devletteki çete bakıyesi ayıklanıyor, faili meçhul cinayetler muhakeme konusu ediliyor ve suçlular cezaevine tıkılıyor... Yoksun.

Milli Şef’in kaçırttığı azınlıklar ülkelerine dönüyor... Yoksun.

El konulmuş “azınlık malları” sahiplerine iade ediliyor ve 70 yıllık ayıp ortadan kaldırılıyor... Yoksun.

Seçim barajı indiriliyor... Yoksun.

Siyasi Partiler yasası yeniden düzenleniyor... Yoksun.

Cunta anayasasının (senin tabirinle “beşi bir yerde anayasası”nın) değiştirilmesi konusunda çalışma başlatılıyor... Yoksun.

Pardon, varsın... “Bu anayasayı yaptırmam. Ancak cesedimi çiğnerler” diyorsun...

Esasında böyle dediğin için yoksun.

Korkarım, uzun süre “olmamaya” devam edeceksin.


Kaynak: Beğenmiyorsan, daha iyisini yaparsın - Yazarlar - Ahmet KEKEÇ - Star Gazete Beenmiyorsan, daha iyisini yaparsn - Yazarlar - Ahmet KEKE - Star Gazete
 
Anadilde eğitim isteyenlere birkaç sorum var
21 Ekim 2012 Levent Gültekin


Kürt sorunu’nun çözümü geldi geldi ‘anadilde eğitim’e takıldı.

Fakat anadilde eğitimin nasıl uygulanacağı konusunda en küçük bir tartışma dahi yapılmıyor.

İktidar yarın “evet, anadilde eğitimi serbest bırakıyorum" dediğinde nasıl bir yol izleneceği, uygulamanın nerelerde ve hangi yöntemle yapılacağı konusunda kimsenin bir fikri yok.

Abartmıyorum. Gerçekten böyle.

Bu kadar insan büyük bir kararlılıkla ‘anadilde eğitim’i istediğine göre mutlaka uygulanabilir bir yöntem vardır diyenlerdenseniz gerçekten yanılıyorsunuz.

Bu konuda iki gündür birçok kişi ile konuştum, anladım ki bu mesele sadece benim değil, birçok kişinin kafasında soru işareti olarak duruyor.

Türkiye’de anadilde eğitim nasıl uygulanacak? Çok samimi olarak soruyorum.

Burhan Kuzu gibi “anadilde eğitim şeytan işidir” diyerek zihinsel sefalete düşenlerden değilim.

Çabayı ve niyeti anlamaya çalışıyorum. Bir izahat gelirse onu da yazarım

Bu konuda her gün yazı yazan arkadaşlardan biri bizi bu konuda aydınlatır mı?

Mesela ‘anadilde eğitim’ sadece bir bölgede mi, yoksa bütün Türkiye’de mi uygulanacak?

Antalya’da, Marmaris’de, Mersin’de, İzmir’de, İstanbul’un bütün bölgelerinde ve neredeyse Türkiye’nin her iline yayılmış Kürtlere anadilde eğitim hangi şartlarda, hangi öğretmenlerle ve hangi okullarda verilecek?

Konuştuğum arkadaşların hepsi eğitim dili Kürtçe olan özel okul yöntemi ile bu işin olmayacağını, ‘Kürtlerin’ de bunu kabul etmeyeceğini ve sonucun aynen özel kurslardaki gibi olacağını ileri sürüyorlar.

Çünkü bunun bir azınlık modeli olduğunu ve Kürtler arasında rağbet görmeyeceğini düşünüyorlar.

Peki devlet verecekse nasıl verecek diye bir araştırma yapayım dedim ama ciddi bir formül önerene rastlamadım.

Bu konuda 6 Ekim’de Diyarbakır’da, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü tarafından bir toplantı düzenlenmiş ve bir rapor hazırlanmış.

Bu raporda da net ve uygulanabilir bir çözüm yok.

En az 20- 30 yıllık gelecek projeksiyonuna göre bir öneri var. Ama burada da Kürtlerin yüzde kaçının bu sisteme rağbet edeceği hususunda bir istatistik yok.

Öngörülen, bölgelere göre çok dilli eğitim sistemine geçilecek.

Mesela İstanbul’da okullarda eğitim hem Türkçe, hem de Kürtçe yapılacak deniliyor. Trabzon’da ise Türkçe, Lazca ve Kürtçe eğitim verilecek. Peki öğrenciler arasında Çerkez varsa? Ona da istediği dilde eğitim verilecek.

Bu şu demek: Bütün okullardaki öğretmenlerin hem Türkçe, hem de Kürtçe biliyor olmaları gerek. Bunu aklınız alıyor mu? Kaç yılda hem Kürtçe hem, Türkçe, hem de başka birçok yerel dili bilen yüzbinlerce öğretmen yetiştirebiliriz?

Bugün tek dilli eğitim sistemi için diyelim ki 500 bin öğretmen istihdam ediliyorsa, devlet çok kısa zamanda en az 300 bin aynı zamanda Kürtçe, Çerkezce bilen öğretmen daha istidam edecek.

Bununla bitmiyor. Aynı zamanda okul sayısının da şimdikinin neredeyse iki katına çıkarılması gerek.

Diyelim bütün bunlar oldu. Hem tüm Türkiye’deki okul sayısı, hem de öğretmen sayısı ikiye katlandı ve bütün sınıflarda çok dilli ders sistemine geçildi.

Peki, “Ben çocuğumun Kürtçe veyahut Lazca ya da Türkçe öğrenmesini istemiyorum” diyen ailelerin çocukları ne olacak? Bunlar bu mecburi eğitim dışına nasıl çıkarılacak? Çocuğuma "Türkçe’den başka eğitim dili istemiyorum" diyenlerin sayısı çok olursa ne olacak? Onlara ayrı bir sınıf mı açılacak?

Peki bu sistem diğer ülkelerde nasıl uygulanıyor? Sanırım kimse Kürtlerin bütün Türkiye’ye yayıldığını dikkate almak istemiyor. Çünkü bu bir bölgede olsa uygulanabilir bir talep. Mesela Ordu’daki bilmem kaç bin Kürt için orada nasıl bir okul açılacağı konusu muamma.

Onlarca sorun var ve kimse uygulama meselesini dert etmemiş. Ama herkes bir ağızdan “anadilde eğitim olmazsa terör durmaz” diyor.

“Tamam anadilde eğitim serbest olsun” dendiğinde nasıl olacağını bilmeden, ezberler üzerinden büyük bir tartışma yürütülüyor.

Benim anladığım kadarı ile öğretmen açığının giderilme sürecine göre okullarda farklı dillerdeki seçmeli ders sayısını artırmak mümkün. Mesela haftada 7-8 saat Kürtçe seçmeli ders daha uygulanabilir durumda.

Peki herkesin bu kadar büyük bir kararlılıkla istediği bir hakkın nasıl uygulanacağını merak etmesi de gerekmez mi? Bunu düşünmemek, dert etmemek, uygulanabilir olup olmadığına bakmadan “biz isteriz, nasıl uygulanacağını devlet çözsün" demek dürüstçe bir tutum mudur?

Aynı sorun kamusal alanda hizmet meselesinde de kendini göstetiyor. Bunun da nasıl uygulanabileceği konusunda zerre kadar bir çalışma mevcut değil.

Türkiye’de anadilde eğitime sıcak bakan liberal arkadaşların durumu da var.

Birçok alanda devletin varlığına, söz sahibi olmasına itiraz eden bu arkadaşların, sıra ‘anadilde eğitim’e geldiğinde birden bire illa da devlet versin diye tutturmaları komik değil mi?
“Bütün devlet dairelerinde Kürtçe, Lazca, Çerkezce ve diğer dilleri bilen memurlar istihdam edelim” dediğimizde bunu gözünüzde canlandırabiliyor musunuz?

İsteyenler neyi istediklerini, “Hayır” diyenler de neye hayır dediklerini gerçekten düşünmüyorlar.

Ortada samimiyetten çok tartışmanın ekmeğini yeme derdi var.

Benim asıl kafama takılan başka birşey var. Hepimiz dünya ölçeğinde yabancılarla iletişim kurmak için İngilizceyi üst dil olarak kabul edip öğrenmeye çalışıyoruz, öyle değil mi? Üstelik hiçbirimiz bunu gurur meselesi de etmiyoruz. Peki yabancılarla iletişim kurmak için İngilizceyi üst dil olarak öğrenmeye çabalayanlar, Türkiye’de üst kimlik ve onun dili olarak görülen Türkçe’ye niçin itiraz ediyorlar?

Türklerin de, Kürtlerin de eğitim dili İngilizce olan Robert Koleji gibi yabancı okullara girmek için can attığı bir ortamda, anadilde eğitimin peşinden bu kadar koşmak bana gerçekten tuhaf geliyor. twitter.com/acikcenk
 
Nerde Faiz Lobisi diye cigirtkanlik yapanlara bu yaziyi sunuyorum...



14 ABD'li CEO Obama'yı Tehdit Etti!

Faiz lobisinin patronları, dün ABD Başkanı Obama'ya, 'Faizi yükselt. Sağlık güvencesini iptal et' dedi. Cumhuriyetçiler'in de tehdit ettiği Obama, sert çıktı: Fidye istiyorlar...







ABD'de hükümetin kapanmasının etkileri daha da görülmeye başlandığı sırada faiz lobisi de fırsatı kaçırmamak için devreye girdi.

Aralarında Bank Of America CEO'su Brian Moynihan, Morgan Stanley CEO'su James Gorman, American International Group (AIG) CEO'su Robert Benmosche, JP Morgan CEO'su Jamie Dimon, Goldman Sachs CEO'su Lloyd Blankfein'in de aralarında bulunduğu 14 önemli CEO, Beyaz Saray'da ABD Başkanı Barack Obama'yı ziyaret etti.

Takvim'in haberine göre; Büyük yatırımcı şirketlerden Goldman Sachs CEO'su Blankfein, faiz arttırımı gibi sert isteklerini Obama'ya iletti. Başta sağlık reformu olmak üzere tüm sosyal güvence kararlarının iptal edilmesini isteyen CEO'lar, 17 Ekim'e kadar süre verdi.

Faizlerin yükseltilmesi konusunda da Obama'ya ikazlar yapıldı. Uzmanlar, CEO'ların uyarılarını tehdit olarak yorumladı. Obama'nın taviz vermemesi konusunda krizi daha da derinleştireceklerini ima eden CEO'lar, mutlu bir şekilde Beyaz Saray'dan ayrıldı. Bütçeye onay vermeyen Cumhuriyetçilerin ülkeyi temerrüde sürüklediğini savunan ve bu durumun Wall Street'te endişeye yaratması gerektiğini belirten Obama ile, Kongre'deki her iki partinin liderleri de bir araya geldi. Temsilciler Meclisi Başkanı Cumhuriyetçi John Boehner, Temsilciler Meclisi Azınlık Lideri Nancy Pelosi, Senato Demokrat Çoğunluk Lideri Harry Reid ve Senato Cumhuriyetçi Azınlık Lideri Mitch McConnell katıldı. Hepsi de Obama'yı köşeye sıkıştırmaya çalıştı.

ÇOK KIZGINIM

Obama, CNBC televizyonuna verdiği demeçte, yaşanan çıkmazla ilgili olarak, sert açıklamalarda bulundu. Obama, "Şu anda çok mu kızgınım? Kesinlikle çok kızgınım. Çünkü bu olanlar tamamıyla gereksiz. 20 milyon insana 'sağlık sigortası edinemezsiniz' demediğim sürece bu arkadaşların hükümeti yeniden açmayacağı şeklindeki mantıktan dolayı öfkeliyim. Bu sorumsuzca. İster Cumhuriyetçi ister Demokrat olsun, bir parti içindeki aşırı bir kanadın, birkaç kişinin ABD'nin tüm güvenini ve itibarını zedeleme tehdidiyle tavizler koparmasına izin verme şeklinde bir huy edinirsek, o zaman sadece ben değil, benden sonra gelen herhangi bir başkan da kendisini etkili idare edemez konumda bulacak" dedi.

BO VE SUNNY DE GÖNDERİLDİ

ABD'de federal hükümetin bütçesinin onaylanmamasıyla yaklaşık 1 milyon kişi şu anda işsiz... Ülkede büyük bir sarsıntıya neden olan bu durum nedeniyle, Beyaz Saray'da da tenkisata gidilmişti. 800'ü aşkın kişi evine gönderilirken, son darbe Obama ailesinin köpekleri Bo ve Sunny'ye oldu. Aylık masrafları 12 bin doları bulan Bo ve Sunny'nin Beyaz Saray'a bağlı bir barınığa gönderileceği belirtildi. Bu arada dün itibariyle Beyaz Saray'ın resmi internet sitesinde de güncelleme durduruldu.
 
Son düzenleme:
Hani o saatte kameralar bozuktu?

GEZİ Parkı protestoları sırasında ortaya atılan en büyük yalan, bir türbanlı kadının saldırıya uğraması ile ilgiliydi.

Amaçları toplumda kargaşa yaratmak, kardeşi kardeşe kırdırmak ve memleketin mütedeyyin insanlarını tahrik etmekti.
Cinsel fantezilerle süslü bir halüsinasyonu, gerçekmiş gibi pazarlamaya çalıştılar.
Bellerinden üstü çıplak, ellerinde deri eldivenler olan, başlarına siyah bantlar takmış, sayıları 70'ten fazla bir grup erkek!
Kadını taciz etmekle kalmıyor, bir de üzerine çişlerini yapıyorlardı.
Hatırlayacaksınız, önce “Elimizde bu saldırının görüntüleri var” demişlerdi.
Sonra “Hayır, görüntü filan yok” dediler. MOBESE kameraları bozukmuş vs.
Geçen gün ilginç bir şey oldu.
Aynı binada çalıştığımız bir genç, emniyete çağrıldı.
Gayrettepe'deki binaya gittiğinde çağrılma nedeninin, “Kabataş'ta taciz edilen türbanlı kadın” ile ilgili olduğunu öğrendi.
Meğerse bu genç, iki arkadaşı ile birlikte olayın olduğunun iddia edildiği gün saat 19.48'de saldırıya uğradığını iddia eden kadının yanından geçmiş.
Polis onları kolayca bulmuş, çünkü üzerlerindeki Beşiktaş formasında isimleri de varmış.
Polis, gençlere kadının anlattığı türden giyimleri olan kişiler görüp görmediklerini, yardım çağrısında bulunulduğunu duyup duymadıklarını filan sormuş.
Başa dönüyorum: Hani MOBESE kameraları bozuktu? Hani saldırının olduğunun iddia edildiği saatte kayıt yapılamamıştı?
Üzerlerinde Beşiktaş formasıyla yürüyüp giden, kendi halindeki üç genci tespit edebilen kameralar, sayıları 70'ten fazla, üstleri çıplak, elleri eldivenli, başları bantlı cinsi sapıkları nasıl olup da tespit edemedi?
Bu Ali Cengiz oyununu kim tezgâhladı? Kim mütedeyyin insanları çileden çıkaracak ve memleketi belki de ateşe verecek bir yalanı uydurdu?
Bunu merak eden bir tek savcı yok mu bu memlekette?

Mehmet Y.Yılmaz-Hürriyet

 
Back
X